|
Elmalı
Tefsiri
Sûresinin
başından
e kadar beş âyettir. Tam sûre itibarıyla da Fatiha'dır. Fatiha bundan
ve in ve
in baş kısımlarından sonra inmekle beraber tam sûre olarak
indirildiğinden,
sûre itibarıyla önce indirilen Fatiha, âyet itibarıyla önce indirilen
de 'dir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Buharî ve Müslim ve Abd b. Humeyd ve Adurrezzak
ve daha
başkaları İbnü Şihab yoluyla "Urve b. Zübeyr'den, Hazreti Aişe
(r.a.)'den
vahyin başlaması ile ilgili hadiste -ki Fatiha da tamamı nakl
edilmişti- ilk
vahyin rüyayı sadıka (doğru çıkan rüyalar) ile başladığını açıkladıktan
sonra
Hira mağarasında meleğin gelip tazyik ile tutup sıkıp da "oku"
dediğini, "Ben okumuş değilim." diye cevap verdiğini, bunun üzerine
bir daha sıkıp yine diye cevap verdiğini, üçüncüde yine bütün çabasını
sona erdirinceye
kadar sıkıp bırakıp da dediğini rivayet etmiş olduklarından ve
hepsinden en
sahih (doğru) olan bu rivayette ise e kadar âyetler diye anlatılmış ve
açıkça
ifade edilmiş bulunduğundan ilk inen âyetlerin bu âyetler olduğu en
sahih
olarak isbatlanmış bulunmaktadır. Yalnız ile yetinen bazı rivayetten
maksat,
sûrenin tamamına işaret olduğunu zannedenler olmuş ise de bu mücmel e
kadar
açıkça ifade eden rivayet müfessir demek olduğundan, müfessirin mücmele
tercih
edilmesi gerekir.
Tamamı
birden
indirilen sûrelerin pek az olup azar azar ve çoğunlukla beşer veya onar
âyet
indiği bilindiği gibi, bunlarda da beşer âyet anlatıldığı ve bu sûrenin
geride
kalan kısmı da anlamlarına göre sonra davetin başlamasıyla karşılıklı
mücadelenin meydana gelmesinden sonra indiğine delalet ettiği ve
namazın farz
kılınmasından sonra olduğu anlaşılan bu âyetlerin Ebu Cehil'in
azgınlığı
sebebiyle indiği hakkında da Buhari ve diğer (hadis) kitaplarında
rivayetler
nakledilmekte bulunduğundan dolayı ilk indirilen, bu sûrenin tamamı
değil,
başından beş âyet ve tam sûre olarak indirilenin Fatiha olduğu ve
değişik
rivayetlerin bu şekilde bağdaştırılması bu konudaki sözlerin ve
rivayetlerin
gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından en sahihi (doğrusu) bulunduğu
gerçekten
tesbit edilmiştir. Onun için Zamahşerî'nin İbnü Abbas ve Mücahid'den:
Bu sûre
ilk inendir. Tefsir bilginlerinin çoğu ise; "ilk inen (sûre) Fatiha,
sonra
Kalem sûresidir" sözü de Fatiha tefsirinde geçtiği tarzda bu mânâ ile
açıklanmış ve rivayetler arasında uyum sağlanmıştır. Özetle en sahih
olan
rivayetlere göre bu sûrenin beş âyetinin ilk inen olması, Fatiha'nın
tam sûre
olarak ilk inen olmasına ve bu arada başka sûrelere ait bir takım
âyetlerin
inmiş olmasına aykırı değildir. Şu halde İbnü Abbas ve Mücahid'in sözü
ile
tefsir bilginlerinin çoğunun sözleri arasında gerçekten çelişki yoktur
ve
bundan dolayı "Keşşaf" sahibi gibi Fatiha'nın ilk inen sûre olduğu
sabit değildir zannedenlerin görüşü doğru değildir. Kur'ân'ın gerek
âyet ve
gerek sûre tertibinde inme sırası gözetilmeyerek Mekkî (Mekkede inen)
ve Medenî
(Medine de inen) sûrelerin ve âyetlerin öne almak ve geriye bırakmakla
karıştırılıp daha çok mânâ ilişkisi gözetilmiş bulunmasında ise nazmın
güzellikleri ve Kur'ân'ın icazı açısından çok büyük hikmetler vardır ki
bunun
en belirgini hayatın gidiş ve gelişmesinde ve zaman olayları ve
değişmelerinin
meydana gelmeleriyle analiz ve birleştirmesinde daima önceki ile
sonraki
arasındaki birlik ve düzen nizamını düşündürmektir. Mesela bu beş âyet,
Fatiha'dan önce inmiştir diye bunları sûreden ayırıp da tertipde
Fatiha'dan
önce koymaya kalkışmak gibi bir üslub takip edilecek olsaydı, ne bu
sûre kalır,
ne de Kur'ân'ın (diğer) sûreleri ve âyetleri arasında bir uygunluk
bulunurdu.
Öyle yapılmayıp Kur'ân'ın herhangi bir kısmı okunurken ve hatta her
hangi
önemli bir işe başlarken diye başlamakta hem her şeyden önce "Rabb'ının
ismiyle oku" emrinin mânâsının uygulama, hem de Kur'ân nazmını hiç
bozmadan bütün yönleriyle korumak vardır. Bu sûrelerin bu şekilde
Kur'ân'ın (indirilmesinin)
bitimine doğru buraya konulmasında şüphesiz ki ilk sırasında anlaşılan
mânâdan
fazla bir mânâsı vardır. Henüz okunacak bir kitap verilmeden oku oku
denilmekle
"İşte bu kitap" (Bakara, 2/1) diye başlayarak okunacak kitabı
tamamladıktan
sonra bitimine doğru "oku oku" diye emredilmesindeki mânâ elbette
farklıdır. Bunda olgunluk döneminden, zamanın geçmesinden sonra da
peygamberliğin ilk durumunu hatırlatmakla sonu baş tarafa çeviren bir
yenileme
ve hiçbir zamanda okumaktan doyulmayacağını anlatmak üzere "O halde bir
işi bitirdin mi daha yorucu olana koş, ancak Rabbinden iste." (İnşirah
94/7-8) mânâsı gereğince biri bitince diğerine başlamak suretiyle bir
devam
mânâsı vardır. İlk indirildiğinde okumaya başlamak için varid olan bu
pekiştirilmiş
emir sonradan da tekrar tekrar devam etme mânâsını ifade etmek ve bu
şekilde
önceki sûrede geçen ahsen-i takvim ile ahkemü'l-hâkimîn (hükmedenlerin
en doğru
hükmedicisi) olan Allah, dininin gereğini uzun uzadıya açıklama
hususunda
buraya derc etmiş. Ve onun içindir ki bunun başında ilk indirilen beş
âyet,
sonradan insanın kendini ihtiyaçsız görmesinin sakıncalı olduğunu
açıklayan ve
Allah'a dönüşü ifade eden "Hayır! Gerçekten insan, kendisini zengin
görünce azıyor. Oysa dönüş, elbette Rabbinedir." âyetleri ile takip
edilmiştir. Demek ki İslâm dini, başlangıçta diye okumak emri ile
gelmiş ve
sonra da insan bir mertebeye gelir de okumaktan, ilimden, din ve
kulluktan
kendisini doygun olur zannetmemesi ve başlangıç ve sonuç
birleştirilerek, her
sonucun bir başlangıç gibi bilinmesi için bu emri kapsayan bu sûre
buraya
yerleştirilmiştir. Bu mânâ "Ecelin gelinceye kadar Rabbine ibadet
et." (Hicr 15/99); "Ve de ki: Rabbim! İlmimi artır." (Tâhâ,
20/115) âyetlerinin de mânâsıdır.
1. Rabbinin
adıyla
oku!. Yani onun yüce adıyla, "Allah" yüce ismi ile başlayarak oku.
Okumaya başla. Yukarıda geçtiği üzere bu emir inerken, başlangıçta Hira
mağarasında Hz. Muhammed'in zatına melek gelip canına tak diyen
şiddetli bir
sıkıştırma ile yalnız "oku" demiş. O zamana kadar Hz. Muhammed okumak
bilmediği için "ben okumuş değilim" yani okumak bilmem ki ne
okuyayım? demişti. Bunun üzerine yine şiddetli bir sıkıştırma ile "oku"
demiş. O da yine "ben okumuş değilim" demişti. Demek ki o ilk iki
"oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma denilen işe başlamak için
heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi. Kur'ân, üçüncü
defaki
sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla oku!" emri ile
başlamıştı. Şu halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı bir mahiyette
Hazreti
Peygamber'i okumazken okur yapmış, hem öğretici bir şekilde nazmı ile
okunanı
belirtmeye başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin böyle yaratan,
terbiye eden
Allah'ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü
tutmak
şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur: Gerçi sen bu
zamana
kadar okumadın. "Sen Kur'ân'dan önce bir kitap okumuyordun." (Ankebut
29/48) kitabın niteliğini, imanın esasının neden oluştuğunu
bilmezdin... "Sen
önceleri kitap nedir iman nedir bilmezdin." (Şurâ, 42/52) Fakat işte
yaratmak denilen işin sahibi olup kâinatı yaratan ve seni yaratıp
yetiştiren,
sana ve her işine sahip olan Rabb'in seni kudretiyle şu anda bir okur
yaptı,
okunacak bir Kur'ân, bir kitap indirmeğe başladı. Böyle öğretildiği
gibi o
Rabbi'nin ismiyle başlayarak oku!
"Kur'ân
okumak
istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden
Allah'a
sığın." (Nahl, 16/98) âyetinde de geçtiği üzere Kur'ân okumanın
hakikati,
sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak
bağlayarak
birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve gerek
yüzünden,
gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir. Kitabın kitap
olması
için, gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak için de
mutlaka yazı
şart değildir.
Gözle
mütalaaya
(okumaya), zihinden hatırlamaya okumak demek de mecazdır. Hakikaten
kırâetin
kemali ezbere okumaktır. Hz. Peygamber'in hadisinde söylendiği üzere
yüzünden
okumanın sevab ve fazileti, kavrama ve ezberlemeye vesile olmasından
dolayıdır.
Resulullah'ın kırâati, yazıya ihtiyacı olmaksızın Allah tarafından
kendine
böyle inmiş olan Kur'ân'ı ezberinden en mükemmel şekilde okumaktır ki,
kendi
kendine veya namazda veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı ve
yazdırmayı kapsar. İşte eskiden hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan
Ümmî
Peygamber'e bu emir ile bir mu'cize olarak okunacak bir kitab verilmeye
başlanmış ve kendisine yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla
yazdırtacak bir
kırâet kudreti ihsan buyurmuştur. Buna besmele ile başlanması da
emrolunmuştur.
Ve bunun hikmeti, uluhiyet gereği olduğu da özellikle "senin Rabbin"
izafeti ile anlatılmıştır. Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı
bellemeden böyle bir kırâet mucizesi nasıl mümkün olur? gibi bir
şüpheye meydan
bırakılmaması için kalem işine kadar gelinmek üzere aşağıdaki gibi
yaratıcılık
vasfı (niteliği) ve yaratılışın başlangıcı ile uluhiyet hükmü
hatırlatılarak ve
açıklanarak buyuruluyor ki: O Rabb'in ki yarattı, yani olmayan şeyi
yaratmak
kendisinin vasfı olan, yahut seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle
oku ki
2. O insanı
bir kan
pıhtısından yarattı.
ALAK
, aleka 'nın
çoğulu olarak sayılmıştır. Beydâvî demiş ki: "İnsan" kelimesi, çoğul
mânâsında olduğu için çoğul yapılmıştır. "Kamus" ve şerhlerinden
anlaşıldığına göre aslında lügatta alek maddesi, yapışıp ilişmek
mânâsına vaaz
edilmiştir. Ve mutlak şekilde ilişken ve yapışkan nesneye de denir.
Bundan her
türlü kana ve kırmızı kana ve özellikle uyuşuk kana alek denilmiş.
Kandan bir
kısım olması itibariyle veya doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile
rahimdeki
tutuğa da aleka denilmiştir. Yapışkanlığından dolayı sülük ve kuyu
makarasına
ve ipine ve makarasının iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek
yola da
alek denilir . Bütün bunlar maddî mânâdır. Bunlardan başka alek, ruhanî
ve
manevî olarak "alaka" gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta
açıklanmıştır.
Tefsir
bilginleri,
yaratılışın maddi yönünü göz önünde bulundurarak meni (sperma)nin
aşılamasından
sonra medana gelen kan pıhtısının çoğulu olmasıyla yetinmişler ve bunu
en
alçaktan en yükseğe yükselmeyi göstermek için açıkça anlaşılan mânâ
olarak
görmüşlerdir. Fakat manevî yönü de kapsamak üzere mutlak bir alaka, bir
ilişik
mânâsına müfred olarak düşünülmesine hem alekanın yaratılmasına da
başlangıç
olan ve Rabbanî bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar insanın
bütün
yaratılışın başlangıçlarını kapsayan, hem de okunanın ruhî bir sevgi ve
alaka
ile takip edilmesi hususuna da açık faydalı bir uyarım olacağından
dolayı daha
ince, daha derin, daha beliğ olur. Bu şekilde meâle şöyle demeli: "O,
insanı bir ilişikten yarattı. Bununla beraber iki takdirde de kısaca
mânâsı
şudur: "Bir alakadan, yahut sırf bir ilişikten bir insan yaratan ve
mutlak
surette yaratmak kendinin şanı olan Rabb'in hiç okumamış olan kimseyi
de böyle
bir emir ile elbette okutur. Onun için oku!
3. Onun
ismi ile
"oku" tekrarı ifade eden bu ikinci emir okumak yeteneğinin tekrar ile
meydana geleceğini uyarmak üzere birinci "oku"yu pekiştirmek için bir
tekrar olduğu gibi, daha sonraki âyetlerden hareket ederek başkalarına
tebliğ
etmek veya yazdırmak için okumak üzere ikinci bir emir de olur. Bundan
dolayı
kalem ile yazı meselesi burada açık olarak anlatılarak, mümkün olup
olmamakla
ilgili sorunun çözümü, başlangıç veya itiraziye (parantez içi) veya hal
vavı
ile şöyle tamamlanıyor. Ve Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. mübteda,
sıfatı
haberdir. (el-Ekrem) haber, (ellezi) onun sıfatı olması da caizdir. İki
durumda
da müsned marife (belirli) olduğu için kasr (tahsis) vardır. Birinci
tarz,
sözün gelişine daha uygun ve peygamberlik ile lütuf ve ihsanda
bulunmanın kalem
ile ikramda bulunmadan daha yüksek olduğunu anlatmada daha açıktır.
Yani
başkası değil, o her cömertten daha cömert olan Keremine, kerametine
nihayet
olmayan, karşılıksız, bedelsiz, korkusuz, endişesiz lütuf ve hilmi ile,
sebepli
veya sebepsiz, alışılmış ve alışılmamış cömertlik ve yardım ile nimet
verip,
ihsanda bulunan kerametler ve mucizeler bağışlayan ve gerçek kerim
(cömert)
yalnız kendisi olan o yaratan ve sana ismi ile başlayarak okumayı
emreden ancak
Rabb'indir.
4. O kalem
ile
öğretendir. Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de
odur. Yoksa
bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.
5. O,
insana
bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri,
kabiliyetleri yaratarak ve deliller getirerek ve âyetler indirerek
vehbî (Allah
vergisi) olarak da öğretti. Çalışarak kazanma yoluyla da öğretti. İşte
öyle
sonsuz kerem sahibi olan Rabb'in sen hiç okumamışken, yalnız
cömertliğinden
sana Ledünnî (Allah tarafından ihsan edilen) bir ilim vererek böyle bir
emir
ile seni kaleme muhtaç etmeden de okutur, bilmediğin şeyleri bildirir
ve
bildirdi. Onun için sen de onun ismiyle bu Kur'ân'ı oku, oku. Beydâvî
der ki:
Yüce Allah insanı en özel mertebelerden en yücesine nakleden ve
nimetini ortaya
koymakla Allah'lığını anlatmak ve cömertliğini gerçekleştirmek tarzında
insanın
başlangıç ve son durumunu sayarak bu şekilde önce Allah'ı tanımaya akıl
yoluyla
delalet edene işaret; ikinci olarak da işitme yoluyla delalet edene
uyarıda
bulunmuştur.
Doğrudan
doğru
yaratılışı incelemenin Allah'ı tanımaya delaleti akla dayanır. Okuma ve
yazmada
ise okuyan ve yazandan nakletme itibarıyla (Allah'ı tanımaya) işitmeye
dayalı
delaleti vardır. Bu şekilde Kur'ân akli delilleri de kapsamakla beraber
onlar
onun mânâsı olduğundan asıl kendi delaleti, sözle ve işitme yoluyla
olan
delalettir. Peygamber'in Allah'tan öğrenerek okuduğunu nakleder ve
anlatır
demek olur. Kur'ân'ın ilk inen âyetinin, böyle akıl ve işitmeye dayanan
delili
kapsayan, tekvinî (var etmeyle ilgili), teşriî (kanun yapmaya ait)
emirlerle
oku oku diyerek ve okumanın, yazmanın, ilmin öğretilmesi insana
Allah'ın en
büyük kereminden olduğunu hatırlatarak gelmesi elbette çok önemli ve
çok
dikkate değer. Burada Peygamber'in okumak için yazıya ihtiyacı olmadığı
bildirilmekle beraber şüphe yok ki kalem ile öğretmenin de Allah'ın
büyük bir
ikramı olduğu açıklanmış ve böylece ümmet okuyup yazmaya teşvik edilmiş
ve
özendirilmiştir. Şu kadar ki bunu anlatırken peygamberin yazı
yazmaksızın
okuması, kitap sahibi olması, hakkındaki Allah'ın keremini, yani
peygamberlik
ve elçiliğini ispatlama görüşü açısından daha yüksek olduğu da ifade
edilmiştir.
Nitekim
bu mânâ,
Ankebut Sûresi'nde "(Ey Muhammed!) Kur'ân'dan önce sen herhangi bir
yazı
okumuş değildin; onu elinle de yazmamıştın. Öyle olsaydı o iptalciler
şüpheye
düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) âyetinde açıkça anlatılmıştır. Şu halde
kalemin bu önemini ifade eden âyeti ilk okuma emri ile beraber kabul
eden
peygamberin (s.a.v) bundan sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazması
gerekmez
miydi? sorusu sorulmaz. Gerçekten peygamberin kendi eliyle hiç yazı
yazmadığı
ve A'lâ Sûresi'nde "Sana Kur'ân'ı okutacağız (ve Allah dilemedikçe de)
artık hiç bir şey unutmayacaksın." (A'lâ, 87/6) buyurulduğu üzere Allah
tarafından okutulanı unutmayacağına dair kendisine güvence
verildiğinden,
ezberleme ve kavrama için de yazmaya ihtiyacı olmadığı, fakat indirilen
(âyetler)i ümmetin ezberlemesi için vahy katiplerine okuyup yazdırdığı
bilinmektedir. Acaba kendisi yazmamakla beraber yazılanı okumayı
peygamberlikten sonra da bilmiyor muydu? Bu hususta da meşhur olanı,
"hayır bilmiyordu". Çünkü Hudeybiye anlaşması belgesinde yazılan bir
kelimeyi silmek için hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sorduğu bilinmektedir.
Bununla
beraber "Şifa" ve "haşiyelerinde" anlatıldığı üzere
sonradan katibi Hz. Muaviye'ye "Yani divite ham ipek koy, kalemi yan
kes,
ba'yı uzat, sin'i(n dişlerini) ayır, mim'i köreltme, Allah (kelimesini)
güzel
yap, er-Rahmân'ı uzat er-Rahîm'i güzel yap (süsle)." meâlinde besmeleyi
güzel yazmasını emr ve tarif ettiğine dair bazı hadislere göre yazıyı
bildiği
de söylenmiştir. Bunu özel bir vahiy ile söylemiş olması düşünülmekle
beraber
bu "oku" emrinden sonra yirmi üç sene Kur'ân'ı okumak ve yazdırmak
vazifesi olmuş olan Hz. Peygamber'in bu müddet içinde yazıyı da
bellemiş olması
akla uzak değil, uygundur. Bu onun hiç okumamış, yazmamış ümmi iken
Allah'ın
emri ile okur peygamber olması mucizesine aykırı olmaz, yasaklanmış da
değildir. Daha önce okumuş yazmış olsaydı "O vakit iptalciler şüpheye
düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) buyurulduğu üzere iptal ediciler onun
Allah
tarafından indirildiğinde şüphe edebilirler idiyse de peygamberlikten
sonra okur
olması gibi yazıyı bilmesi de şüphe değil, vurgulama olur. Ve bu,
âyetlerin
teşvikine de yakışır. Fakat gerçekten fiili olarak yazmadığı ve başka
kitap
mütalaa etmediği kesindir.
6.
"Hayır." Sûrenin bundan sonraki kısmının epeyce zaman sonra indiği
anlaşılıyor. Ve inmesine sebep de Ebu Cehil olduğu rivayet ediliyor. Bu
arada
Buhari ve Tirmizi'de İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere: "Eğer
Muhammed'i Kabe'de namaz kılarken görürsem boynunu çiğnerim." demişti.
Bu
sebeple ile sakındırma, her şeyden önce ona ait olmak üzere öyle azgın
kâfir
insana hitapdır. Çünkü başında görünürde azarlama ve yasak etmeyi
yönlendirecek
bir şey yoktur, denilmiş. Bu şekilde sûrenin baş tarafına bağlanmamış,
Ebu
Cehil'in sözünü reddederek hitap ona yönelmiş oluyor. Bu ise görünüre
aykırıdır.
Kur'ân'da bazen sağa, bazen sola hitabı çeşitlendirme üslubu çoktur. Bu
sûrede
lerle de birkaç defa ahenkli bir şekilde yapılmış ise de, kendinden
öncekine
bir bağlantıyı gerektiren bu ile üslub çeşitliliği belli olmuyor. Onun
için
bazıları da burada "Kella" yasak etmek için değil,
"gerçekten" mânâsına olarak sonrasını pekiştirmek içindir. Hitap,
yine peygamberedir, demişler. Bizim anladığımıza göre hitabın ilk önce
Resulullah'a olması açık, "kellâ"nın da kendinden önceki âyetleri
tekrar tekrar okuma emirlerini zıddından caydırma ve sakındırma ile
emri
takviye olması nazmın ahengi itibariyle de uygun olduğundan mânâsının
şu olması
gerekir: "Sakın okumamazlık etme ey Muhammed!" Çünkü insanoğlu
muhakkak azıyor, azar, haddini aşar, hakka karşı gelir, halka zarar
verir,
7. kendini
zengin
görünce, kendini artık ihtiyacı yokmuş, maksada ermiş, zenginlik
mertebesine
gelmiş görmek, o görüş ve inançta bulunmak sebebiyle azar, onun için
hiçbir
zaman kendini zengin görme de Rabb'inin ismiyle oku, tekrar tekrar oku,
emirlerini yerine getir.
8. Çünkü
haberin
olsun ki sonunda dönüş elbette Rabb'inedir.
RUC'A
,
"büşrâ" ölçüsünde dönme mânâsına masdardır. Yani dönüş onadır. Ondan
kurtuluş yoktur. Onun için hangi basamakta olursa olsun kendini zengin
görmemeli, azgınlıktan sakınmalıdır. Bu hitap da Resulullah'adır.
Bununla
beraber esas maksat, kendini zengin gören ve azgınlık edenleri
uyarmaktır. Onun
için âyetin inme sebebi olan kendini zengin gören azgının azgınlığı bir
misal
halinde gösterilerek buyuruluyor ki:
9-10.
"Gördün
mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî)
olan
görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli
(müteaddî)
olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha,
anladın ha
gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne
ise bana
haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat
gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle
bir kınama
veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün
mü? Ne
dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç
vardır.
Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:
Birincisi;
hepsinin
de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap ile
insana
yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme
(yargılama)
veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap etmesi
de
olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e hitap
olduğu
açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur. Bunda
bir
azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna, kendini
zengin
saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e ve
dolayısıyla
insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed! Yahut
ey insan
baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz kılan
bir kulu
özellikle namaz kıldığı sırada engellemek ne büyük cür'et, ne büyük
azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı
yapıyor.
Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin bir
rükün
olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından
dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz
kılınmasından
sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid
(ibadet
eden) den maksat Resulullah, engel olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir
bilginleri ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka
hadisçilerin Ebu Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah
namaz
kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat
ve
Uzza'ya yemin etmiş, sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak
için
varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş,
"ne
oldu sana?" denildiğinde, onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir
korku ve bir takım kanatlar var, demiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı
melekler onu parça parça ederlerdi." buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan
sûrenin
sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde de peygamber (s.a.v.)
namaz
kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan alıkoymadım mı?" diyerek
varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu diye Hasan'dan
rivayet
edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman olması, hicretten
sonra
Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan başka Bilal ve
diğerleri
gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu için onu ve
benzerlerini
de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline göre Tebrizî
demiş ki:
"Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir ki bu, İslâm'da
cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk müslümanlardan bir
cemaat
beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu Caferle beraber
uğramıştı.
Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi
sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:
"Ali
ve Cafer
benim güvendiklerimdirler,
Zamanın
sıkıntısı
ve şiddeti esnasında,
Vallahi
ben o
peygamberi yardımsız bırakmam,
Benim
soyumdan olan
da bırakmaz.
Bırakmayın,
yardım
edin oğluna amucanızın,
Amcalarınız
arasından ana-baba bir kardeşimin."
Resulullah
da
bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir.
Çünkü namaz,
hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten bir
sene
önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris de
hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle ifade etmiştir.
Suddî de
bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene
kadar
öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün
öncedir.
Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden on
sene
sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur. Her
ne kadar
Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş sene
sonra
olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse de
bu
görüş tenkid edilmiştir.
Fakat,
Alûsî'nin bu
itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz
değil,
beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi
tefsirinde
geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının da
farz
kılınmış olmasına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen
rivayette öğle
namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in
müslüman
olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması
gerekir.
Ancak bu âyetin inme sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile
âyette de
kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır.
Şeriata
uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile
herhangi bir
namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık
hükmüne
dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de,
namazla ilgili
şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet
vaktinde
veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez.
Çünkü
bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından
olan zaman
ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak bu
gibi durumlarda
bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir.
Nitekim
rivayet ediliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından önce
namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken
görmedim,
demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması
altına girmekten korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz
kılarken
yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim
demiştir.
Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri,
kendisine
İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni
bağışla" der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun"
der, diye cevap vermiş, açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer
ibadetlerden
alıkoymak da namazdan alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü
yasaklama ile
fiilî yasaklama ve tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir
insanı meşgul
ederek namazdan, ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil
davranışıdır.
11.
Baksana. Yani
bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul doğru
yolda
olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi olduğu
için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a
da,
yasaklayana da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına
yönelik
olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin
edilmiş
olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan
bir
kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere
gitse yahut
onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan
korkup
fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın
iyi, kötü
her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?"
Zamir
yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun
olarak kula
yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul!
Ey
Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir
düşün:
Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut
namazdan
alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ
Allah'ın görüyor olduğunu bilmedi değil mi?
12.
Baksana. Yani
bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul doğru
yolda
olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi olduğu
için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a
da,
yasaklayana da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına
yönelik
olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin
edilmiş
olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan
bir
kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere
gitse yahut
onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan
korkup
fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın
iyi, kötü
her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?"
Zamir
yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun
olarak kula
yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul!
Ey
Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir
düşün:
Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut
namazdan
alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ
Allah'ın görüyor olduğunu bilmedi değil mi?
13.
"Gördün
mü?" Bunda da iki yorum ihtimali vardır ve peygambere hitap olduğuna
göre
şöyle demek olur: "Baksana ha, yahut gördün ha ey Muhammed! Sen doğru
olduğun,
hakkı söylediğin halde eğer o namazdan alıkoyan azgın yalanlıyor,
inanmıyor, ve
(öyle yalanlamakla, imansızlıkla) haktan yüz çeviriyor, tersine
gidiyorsa iyi
mi olur? (Namazı) yasaklayan azgına hitap olduğuna göre de şöyle demek
olur:
"Baksana ha, ey o kulu namazdan alıkoyan azgın! Eğer o kul senin
yasaklamanı dinleyip hakkı yalanlarsa, namaz kılmayıp tersine hareket
ederse
iyi mi olur?
14.
Allah'ın her
şeyi mutlaka gördüğünü bilmez mi? Sonra kendisine varılacak olan Allah
mutlaka
doğruyu da, eğriyi de, iyiyi de, kötüyü de hepsini görür ve herkesin
ameline
göre cezasını verir. Bu zamiri de hitabının karşılığına ait olarak bir
bakıma e
bir bakıma da yasaklayana işaret eder. Hitap, yasaklayana olduğu
durumda zamir,
e işaret ederek istifham-ı inkarî (olumsuz soru) olarak: O kul Allah'ın
her
şeyi gördüğünü bilir. Senin yasaklamanı dinlemez ey azgın! demek olur.
Hitap,
peygambere olduğu durumda da zamir, yasaklayana işaret edip istifham-ı
takdirî
(cevabı ikrar ettirmek için soru sorma) olarak: "O azgın hala bilmedi
mi?
Hala bilmediyse bilsin ki Allah her iki takdirde de hepsini görüp
duruyor ey
Muhammed! demek olur. Ve ikisinde de o azgına tehdidi ifade eder.
"Keşşaf'ın dediği gibi iki şartın ikisinde de cevabı yapmak caiz olsa
bile
sözün başlangıç cümlesi olması daha uygundur.
15
"Hayır" o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak
mânâsınadır. Yani gerçek, onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için
hazırlık
yapma içindir. Yani uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için
eğer
"O azgın vazgeçmezse", o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o
yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa "sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek
için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek) elde edilmiştir,
demektir.
Çünkü fiile tenvin bitişmez.
SEF'
, şiddetle
tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o
nasiyeyi
(perçemi) yahut perçemi ile.
NASİYE;
bilindiği
gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın
üstünde
başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla
şahıstan
kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir
nasiyeyi. Bu
bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek
benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem
belirsiz bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını
düzeltmek, hem
sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat,
bizzat
şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin
de
kasdedilmesine engel olmaz.
16.
"Hayır" o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak
mânâsınadır. Yani gerçek, onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için
hazırlık
yapma içindir. Yani uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için
eğer
"O azgın vazgeçmezse", o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o
yasaklamadan
vazgeçip akıllanmazsa "sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan
hafifletilmiş nundan (değiştirilerek) elde edilmiştir, demektir. Çünkü
fiile
tenvin bitişmez.
SEF'
, şiddetle
tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o
nasiyeyi (perçemi)
yahut perçemi ile.
NASİYE;
bilindiği
gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın
üstünde
başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla
şahıstan
kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir
nasiyeyi. Bu
bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek
benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem
belirsiz bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını
düzeltmek, hem
sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat,
bizzat
şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin
de
kasdedilmesine engel olmaz.
17. O
vakit o,
taraftarlarını çağırsın".
NADİ
, halkın
danışma v.s. gibi bir şey için konuşmak üzere bir yere toplanmaları
mânâsına
nedve'den gelir. Nitekim İslâm'dan önce Mekke'de Kureyşin toplandığı
parlamento
binasına "Darü'n-nedve" denilirdi. Nadi orada ve o gibi yerlerde
toplanan heyettir ki eğlence meclisi, meclis, mahfel, kongre,
parlamento terimleri
gibidir. Yeni Türkçe'de bu gibi büyük toplantılara eski bir terim ile
kurultay
denilmesi yaygın olduğu için "kurultayını çağırsın" diye tercüme
edilmesi zamanımız şivesine daha uygun gelir. Tirmizî'de rivayet
olunduğu üzere
Ebu Cehil, kurultayca çoğunluğun kendisinin olduğunu söylediğinden
dolayı da bu
âyetle ona işaret edilmiş ve şu cevapla karşılanmıştır:
18. "Biz
zebanileri çağıracağız." ZEBANİ, ZEBANİYE, azab meleklerine isim
olmuştur.
Demişlerdir ki esas lugatte, şurta yani zabıta kuvveti demektir. Kelime
olarak
çoğuldur. Bazıları, Abadid (dağılan askerler, tepeler) aynı kelimeden
tekili
yoktur, demişler. Bazıları da tekili zibniyye, yahut zibnidir demişler
ki itme
mânâsına gelen zebne nisbet demektir. Buna göre çoğulunda zebaniyye nın
şeddeli
kılınması ile olması gerekirse de hafifletilmiş demektir. Bu
zebanilerin
çağırılmalarından anlaşılır ki o yalancı cinayetçi perçem Cehennem'e
sürüklenecektir.
19. Sakın.
Sakındırma üzerine sakındırmadır. Ona itaat etme! Öyle kendini zengin
gören,
yalancı, cinayetkâr, namazdan alıkoyar azgını dinleme! Rabbine itaat
etmekle
okutmakta sebat eyle, ve secde et. Rabbinin emrine boyun eğmekle oku ve
secdeye
devam et ve yaklaş. Secde ile, namaz ile ve yakınlığa sebep olan diğer
ibadet
ve kulluk ile kulluk ederek biz Rabbine yaklaş. Çünkü sahih hadiste
belirtildiği üzere "Kulun Rabb'ine en yakın olabileceği durum secde
ederkendir." Bir kudsi hadiste de "Kul bana nafile ibadetlerle
devamlı yaklaşır. O derece ki nihayet ben onun işittiği kulağı, gördüğü
gözü,
duyduğu kalbi olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle duyor."
buyurulmuştur. Burada secdenin yukarıdaki namaz karinesi (ipucu) ile
namaz
mânâsına olması da ihtimal dahilinde ise de gerçek mânâsı üzere
özellikle kendi
mânâsında olması daha açıktır. Çünkü "yaklaş", namaz ve insanı
Allah'a yaklaştıran diğer ibadet çeşitlerini kapsar. Secdenin ayrıca
özelleştirilmesi hadisi gereğince önemini açıkça ifade eder. Çünkü
secde bütün
yakınlığın esası olan boyun eğme ve teslimiyetin en mükemmel şeklidir.
Buhari
ve Müslim'de sabit olduğu üzere Peygamber (s.a.v.) de ve bu sûrede
tilavet
secdesi yapmıştır. Biz de okuyalım, Allahu ekber deyip secdeye
kapanalım ve
Allah'a yavaş yavaş yaklaşmağa çalışalım. Nihayet en son dönüş O'nadır.
|
|