|
Elmalı
Tefsiri
1-
Ey Peygamber! Geçmişte indirilen kitaplarda adı
sanı bilinen
şanlı peygamber! Sadece Allah'tan kork, başkasından değil.
Bu yüce sûrede
Peygambere karşı
kâfirlerin ve münafıkların dedikodularına sebep olacak bazı hükümler ve
ilâhî emirler indirileceğinden onlara karşı her şeyden önce peygamberi
desteklemek için bu hitab ile başlanmıştır. Bu hitab, Ahzab savaşı ile
hınçlarını alamayan kâfirlerin ve münâfıkların Zeyd ve Zeyneb meselesi
yüzünden koparacakları yaygaraları, yayacakları yalan ve düzmece
sözleri ile, başka bir saldırı hazırlayacaklarına işaret ederek onların
da öbürleri gibi bir etkisi olmayacağını önceden haber veren ilâhî bir
emirdir. Onun için buyuruluyor ki, takvayı Allah'a yap! Allah'tan kork.
Kafirlere ve münafıklara itaat etme. Onların sözlerine kulak verip de
görevini yerine getirmekten çekinme, muhakkak ki Allah çok bilen, ve
hakîm (her yaptığını yerli yerince yapandır)dir. Allah bütün yararlı ve
zararlı olan şeyleri bilir. Emirlerini de ilmiyle ve hikmetiyle verir;
onun için yalnız O'ndan kork, O'na itaat et.
2-
Ve Rabbinden sana ne vahyolunursa
onun ardınca git. Muhakkak ki Allah, her ne yapacaksanız haberdar
bulunuyor. Vahyi de ona göre veriyor, onun için kâfirlerin ve
münâfıkların dediklerine bakma, sana vahyolunana tabi ol.
3- Ve
Allah'a tevekkül et, itimad et.
Vekil olarak Allah yeter. Ondan başka dayanacak, işler kendisine havale
edilecek yoktur. Zira O'nun koruduğuna başkası zarar veremez, O'nun
vereceği zarardan da başkası koruyamaz.
4- Allah
bir adam için, içinde iki kalb
yapmamıştır. Hiçbir kimseye iki vicdan verilmemiştir, hiçbir adam
kalbinde "bir"e, "iki" demez, Hakk'ın birliğinin şahidi olan, bu kalb
ve vicdan birliği her duygunun ve her bilginin en temel kanunudur.
Mantık'ın tesaduk (uyum) ve tenakuz (çelişki) kanunları bunun bir
dalıdır. Bu olmasa idi, insan kendini tanıyamazdı. Ve kendilerinden
zıhar yaptığınız eşlerinizi analarınız kılmamıştır.
ZIHAR: Bir kimsenin
eşine "Sen bana
anamın sırtı gibisin" demesidir ki, anam bana nasıl haram ise, sen de
bana öyle haramsın demek olur. Araplar, böyle denilen bir kadını ana
gibi kabul ederler, hemen ayırırlardı ve ana gibi sayıldığına göre
tekrar nikâh edilememesi de gerekirdi. Burada onlara ana gibi demekle
gerçekten ana oluvermeyecekleri anlatılarak bu adetin değiştirilmesinin
gerekliliği gösteriliyor ki, ayrıntısı ile keffareti, (Mücadele)
Sûresi'nde gelecektir. Evlatlıklarınızı da oğullarınız kılmamıştır.
5-
ED'IYÂ, "deıyy"in çoğuludur. Deıyy,
evlat diye çağırılan demektir ki dilimizde evlatlık denilir. Ebu's-Suud
der ki: Arapça'da "Efılâ" ölçüsü, "takıyy" kelimesinin "etkıya"
şeklinde gelmesi gibi, tekil vezni "Feîl" olup manası "fail" olan
sıfatlar içindir. Oysa "deıyy" "fail" mânâsında değil, "mef'ul"
mânâsınadır, buna göre çoğulunun "edıyâ" diye gelmesi kural dışıdır.
(Deıyy fail mânâsında olsaydı evlat eden olacaktı. Oysa burada mânâsı
evlat edinilen çocuk demektir.) O yapılan zıhar ve evlatlığa evlat diye
isim verme sizin ağzınızda lafınızdır. Sadece sözün geçerli olduğu
hususlarda bazı hükümleri olabilirse de gerçekte onun vicdanda tasdik
edilmesi gereken bir varlığı yoktur ve nihayet bir mecazdır. O halde
onlar hakkında gerçekten ve her yönden oğul hükümlerinin yürürlükte
olması gerekmez. Mesela evlatlığın boşadığı bir kadını almak haram
olmaz. Onda "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karıları..." (Nisa,
4/23) hükmü uygulanmaz. Allah ise hakkı, vakıaya uygun olanı, gerçeği
söylüyor. Ve yol gösteriyor. O halde başkasının değil, onun irşadını
dinleyiniz. Şöyle ki Onları öz babalarına nisbet ederek çağırın, öz
babalarına nisbet edin. Allah katında bu daha doğrudur. Öz babalarına
nisbet ederek çağırmanız, herkesin soyunu karıştırmayıp saklı tutmanız,
doğrusunu söylemeniz, Allah katında adalet ve hakkaniyete daha uygun,
genel menfaatlerinize daha elverişlidir. Eğer onların öz babalarını
bilmiyorsanız, nesebde değil o zaman dinde kardeşleriniz ve
dostlarınızdırlar. Bununla birlikte hata ettiğiniz hususlarda; yani
gerek bu yasaktan önce, ve gerek sonra, kastınız olmaksızın, yanılma ve
unutma ile yaptığınız yanlışlıklarda üzerinize bir günah yoktur. Fakat
kalblerinizin kasten yaptığı var ya, işte günah ondadır. Ve Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir. Hata edeni affeder. İmam Şafiî
hazretleri "tebennî"nin, yani oğul edinmenin hiçbir hükmü olmadığı
görüşünü benimsemiştir. Fakat İmam Azam Ebu Hanife hazretlerine göre,
bir köle evlat edinilmişse, bu onun azat olmasını gerektirir, yine
tebennî yaşı uygun olup evlat diye kabulü mümkün olan nesebi bilinmez
bir kimsenin, nesebini ispat eyler ki ayrıntısı fıkıh kitaplarındadır.
6-
Peygamber müminler için canlarından
ileridir. Bütün işlerinde kendilerinden daha elverişlidir. Çünkü o,
onlar için ancak iyilikleri, yararları, kurtuluşları ne ise, onu
gözetir, onu emreder, kötülüklerine ve zararlarına razı olmaz. Halbuki
insan nefsi öyle değildir. O halde Peygamber onlara kendilerinden daha
sevgili ve onun emri kendilerinin emrinden daha geçerli ve ona karşı
şefkatleri nefislerine şefkatlerinden daha mükemmel olmalıdır. Rivayet
olunur ki Resulullah (s.a.v.) Tebük gazasına gidilmesini emrettiği
zaman bazı kimseler analarımızdan, babalarınızdan izin isteyelim
demişlerdi, bu âyet bunun üzerine indi. Peygamberin eşleri de onların
analarıdır. Yani hürmet ve saygıda müminlerin anaları
mesabesindedirler. Onları nikâh etmek haram, kendilerine hürmet etmek
farzdır. Bunun dışındaki hususlarda ise, öteki yabancı kadınlar
gibidirler. Onun için Hz. Âişe, biz kadınların anaları değiliz
buyurmuştur. Rahim sahipleri yani akraba olanlar da bazısı bazısına
daha yakın, daha önceliklidir. Allah yazısında, bu âyette veya miras
âyetlerinde, "Müminlerden ve Muhacirlerden" bu kayıtlamada iki ihtimal
vardır. Birisi rahim yönünden akrabaları beyan etmesidir. Yani genel
olarak müminlerden ve özellikle Muhacirler'den olan rahim akrabaları,
çünkü kâfirlerden olan akraba mümine varis olmaz. Diğeri "iptidaiye"
olarak âyet metninde geçen "evlâ"nın sılası olmaktadır. Yani akrabalar
birbirlerine Allah yazısında diğer müminlerden ve muhacirlerden daha
yakındır. Din hakkı bulunan müminlerden, hicret hakkı olan
muhacirlerden, daha öncelikli olarak miras alırlar. İslâm'ın başlangıç
yıllarında, hicret ve dinde kardeşlik sözleşmesi ile meşru kılınmış
olan mirasçı olma, bu âyet ile neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış),
akraba olanlar, diğerlerine öncelikli duruma getirilmiştir. Ancak
dostlarınıza bir "maruf" yapmanız hariçtir. Burada "maruf"tan maksat
vasiyettir. Yani akrabaya değil de akrabalık bağı dışında olan dostlara
yapılan vasiyet, o öncelikli olma hükmünden müstesnadır. Çünkü üçte bir
miktarında vasiyet, mirastan önceliklidir. Kitapta bunlar yazılmış
bulunuyor. Nitekim Nisâ Sûresi'nde miras âyetlerinde: "(Fakat bütün bu
hükümler ölenin) edeceği vasiyetin (yerine getirilmesi)nden veya
borcunun (ödenmesin)den sonradır." (Nisâ, 4/11) diye yazılı olduğu
gibi, burada da bu âyetle yazılıdır. Onun için Allah'ın kitabındaki bu
hükümlere tabi olup Allah'a tevekkül et.
7-
Bu cümle yukardaki "Allah'tan kork"
veya "Allah'a güvenip dayan" emirlerinden birine atfedilerek demektir.
Yani an o peygamberlerden sözlerini aldığımız vakti, peygamberliği
kabul ile dine davet ve Allah'ın emirlerini tebliği ve icra etmeye and
ile söz verdikleri zamanı, ve hele senden, Nuh, İbrahim, Musa ve
Meryemoğlu İsa'dan. Bunların özellikle zikredilmesi şanlarına dikkat
çekmek, Peygamberimizin önce zikredilmesi ise ta'zim içindir. Yani
başta sen olmak üzere şanları en büyük olan ve ulü'l-azm denilen,
özellikle bu meşhur peygamberlerden ki hep onlardan pek sağlam bir söz
aldık. Ağır, kuvvetli birer misak.
8-
Niçin? Allah'ın, doğrulara
doğruluklarını sorması için. Sözün gelişi, mütekillim, yani birinci
çoğul şahıs kipi ile "soralım diye" denilmesiydi. Ancak bu şekilde
doğrudan doğruya fiiline bağlanacaktı. Böyle olmayıp başlı başına
bağımsız bir cümle olmak üzere, mukadder (var sayılan) bir fiile
bağlandığının anlaşılması için, birinci şahıstan, üçüncü şahısa
dönülerek "sorması için" denilmiştir ki öznesi gizli olan "O"dur ve
Allah isminin yerine geçmiştir. Yani Allah peygamber gönderip söz
almayı, o doğrulara doğruluklarını sormak, imtihan ile doğruluklarını
ortaya çıkarmak için yaptı. Ve kâfirlere can yakıcı bir azab hazırladı.
Görülüyor ki bu "hazırladı" mukadder (var sayılan) "yaptı" fiiline
atfedilmiştir. Demek ki doğrulara "soru", kâfirlere "azab" var; o halde
Allah'tan korkmalı, kâfirlere bakmamalıdır.
Şimdi o soru ve
imtihandan bir örnek
ile, bu gerçeği açıklamak için buyuruluyor ki:
9-
O zaman üzerinize ordular gelmişti.
Hicretin beşinci yılı gelen ahzab orduları ki, Kureyş ve Ehâbîş ile
Kinane ve Tihame'den onlara uyanlar ve Necid'den Gatafan ile bunlara
tabi olanlar, Nadîr ve Kureyza yahudileri gibi Arabistan'ın önemli
kabileleri toplanmış olup, Buharî şerhlerinde nakledildiğine göre,
sayıları yirmidörtbine ulaşıyordu. Şöyle ki: Hayber'de yerleşmiş olan
Benî Nadîr yahudileri, İslâma karşı geniş bir suikast düzenlemeye
çalışıyorlardı. Bunların, Sellâm b. Ebilhakîk, Huyey b. Ahtab ve Kinane
b. Rebi' b. Ebilhakîk gibi ileri gelenleri, Mekke'ye giderek Kureyş'i
peygambere karşı savaşa davet etmişler ve "Birlikte olursak,
müslümanlığın kökünü kazırız" demişlerdi. Kureyş derhal bu teklifi
kabul etti. Sonra Necid'de Kaysi Gaylan'dan Gatafan'e vardılar.
Heyber'in yarı gelirini vermeye vaad ederek ve Kureyş'in birlikte
olduğunu söyleyerek onları kendileri ile birlikte olmaya davet ettiler.
Gatafan ile anlaşması olan Beni Esed de aynı ortaklığa davet olunmuştu.
Kureyş'e kan bağları ile bağlı oldukları için Beni Süleym de
katılmıştı; böylece Arabistan'ın önemli kabileleri birleşerek üç
kolordu oluşturmuşlardı. Birinci kol, Gatafan askerlerinden oluşmuş ve
Arap başkanlarından Uyeyne b. Hısn'ın kumandasında idi. İkinci kol,
Esed oğullarından oluşmuş ve meşhur Tuleyhate'l-Esedî'nin
kumandasındaydı. Üçüncü kol Ebu Süfyan kumandasında Kureyş ordusuydu.
Resul-i Ekrem (s.a.v.) bunların hazırlanmakta olduklarını haber alınca
sahabeleri ile istişare etti. (Onların görüşlerine başvurdu.) Selman-ı
Farisî (r.a.) hazretlerinin ileri sürdüğü görüş üzerine hendek
kazılması emredildi. Sonra Resulullah (s.a.v.) üç bin kişi ile onların
karşılarına çıktı. Sel' dağını arkalarına, hendek'i düşman ile
aralarına alarak konakladı, bir aya yakın bir zaman geçti ok ve taş
atışmaktan başka savaş yapamıyorlardı, mevsim kıştı, bu durum sıkıntı
doğurdu, derken bir gece Allah Teâlâ soğuk bir saba rüzgarı gönderdi,
bu rüzgar onları şiddetle üşütüyor, toprakları yüzlerine savuruyor,
ateşlerini söndürüyor, çadırlarını söküyordu, hayvanlar birbirlerine
karışmıştı, askerlerin etrafında melekler tekbir alıyorlardı. Bunun
üzerine Tuleyhatü'l-Esedî, "Muhammed size sihir yapmaya başladı, haydi
çabuk çabuk" demişti. Kureyş ile yahudilerin arası açılmıştı. Artık
tutunamadılar ve bozulup kaçtılar. İşte bu ilahi nimet hatırlatılarak
buyuruluyor ki:
Birçok ordular geldi
de biz onların
üzerlerine rüzgar ve sizin görmediğiniz askerler gönderdik. Bu şekilde
onların tehlikelerini geri savdık. Ve Allah yaptıklarınızı görüyordu.
Ne zahmetler çekiyordunuz, nasıl hendek kazıyordunuz? Allah görüyordu.
Resul-i Ekrem Hendek'in sınırlarını belirlemiş ve her on kişiye kırk
arşın olmak üzere kazı işini müslümanlar arasında bölüştürmüştü.
Kendisi de bir ırgat gibi bizzat çalışıyordu. Mevsim kıştı. Müslümanlar
üç gün gıdasız kalmıştı ve bu esnada Peygamberin bazı mucizelerini
görmüşlerdi. Muhacirler ve Ensar çalışırlarken şu beyti
mırıldanırlarmış:
"Bizler sağ
olduğumuz sürece edebiyen
cihad etmek üzere Muhammed'e bey'at etmiş kimseleriz.
" Resul-i Ekrem de
hem çalışır, hem
Ensar ve Muhacirler'e dua ederdi: "Ya Rabbi! Hayır ancak ahiret
hayrıdır. Ensar ve Muhacirler'i mübarek eyle" derdi.
Selman, Huzeyfe,
Numan b. Mukrin, Amr
b. Avf ve Ensar'dan altı kişi çalışırlarken bir kaya çıkmış,
kıramamışlar, kaya külüngü kırmıştı. Durumu Resulullah'a bildirdiler.
Oraya indi. Selman beraberinde idi. Resulullah külüngü aldı, kayaya
vurdu. Bir vuruşta çatlattı ve ondan bir şimşek çıkmış, Medine alanını
aydınlatmıştı. Resulullah tekbir aldı, müslümanlar da aldılar, sonra
ikinci, sonra üçüncü kaya parçalanmıştı, Selman gördüğü şimşeği
Resulullah'a sordu. Resulullah: "Birincisi Hîre'yi ve Kisra'nın
köşklerini gösterdi ve Cebrail bana haber verdi ki ümmetim onları
alacak. İkincisi Şam ve Rumlar'ın kırmızı köşklerini gösterdi ve haber
verdi ki, ümmetim onları alacak. Üçüncüsü de Yemen'de San'a köşklerini
gösterdi ve haber verdi ki ümmetim onları alacak, müjde!" buyurdu.
Bunun üzerine mümnler sevindiler, münafıklar "Şaşmaz mısınız, size ne
boş vaadde bulunuyor, yerinizden çıkamazken Yesrib'den ta Hîre'yi ve
Kisra'nın Medain'ini gördüğünü ve onların size fetholunacağını
söylüyor" diyorlardı.
10-
O zaman size üstünüzden ve aşağı
tarafınızdan gelmişlerdi. Gatafan ve kendilerine uyanlar vâdinin
yukarsından, doğu tarafından gelmişler, "Uhud"un yanına konmuşlardı.
Kureyş de Ehabîşî ile Tihame ve Kinane'den kendisine uyanlarla on bin
kişi kadar olarak vadinin aşağısından batı tarafından gelmiş, Cüruf ile
Zügabe arasında, Rûme'den sellerin toplandığı yere konmuşlardı. Ve o
zamanki gözler kaymış, hayret ve heyecandan doğru bakamıyor, ve
yürekler ağızlara gelmişti, dehşetli korkudan ve heyecandan nefesler
kesilecekti. Müşrikler bütün ileri gelen başkanların kumandası altında
toplanarak genel bir saldırıya karar vermişlerdi. Bunun için Hendek'in
en dar noktası saldırıya hedef olarak seçilmişti. Arapların Dırar b.
Hattab, Hübeyre b. Ebi Vehb, Nevfel b. Abdullah, Amr b. Abdivedd gibi
meşhur cengaverleri atlarını sürerek hendeği geçmişlerdi. Bunların
herbiri bin kişiye denk sayılıyordu. Amr. b. Abdivedd, "Bedr"de
yaralanmış ve intikamını almadıkça saçlarına koku sürmemeye yemin
etmişti. "Uhud"a gelmiş, bu kez de hendeğe bayraklı olarak gelmişti. Bu
sıralarda doksan yaşlarında olmasına rağmen, hendeği ilk geçen o
olmuştu. Hendek ile dağın arasında adamlarıyla birlikte o dar yerden
atlamış, çorak yerde atları dolanıp gezinmeye başlamıştı. Birkaç
müslüman ile Hz. Ali de bunlara karşı sınırı tuttu. Amr bayraklı idi.
Hz. Ali ona: "Ey
Amr! Senin bir adetin
vardır. Kureyşt'en birisi sana iki teklifte bulunsa mutlaka birisini
tutarsın, değil mi?" dedi.
Amr, "Evet" dedi.
Hz. Ali: "O halde ben seni Allah'a ve
İslam'a davet ediyorum.
" Amr: "O'na ihtiyacım yok.
" Hz. Ali: "Öyleyse seni
binitlerimizden inip döğüşmeye davet ediyorum.
" Amr : "Vallahi ben seni öldürmek
istemem" diye alay etti.
Hz. Ali: "Fakat ben
seni öldürmeyi arzu
ediyorum" dedi. Bunun üzerine Amr kızıp atından indi, bir kılıç
darbesiyle atının ayağını kesti, Hz. Ali'ye saldırdı. Amr'ın darbesi
Hz. Ali'nin kalkanını parçalayıp alnını kanatmıştı. Hz. Ali karşı darbe
ile Amr'ı omuzundan biçmiş, Allahü ekber diye bağırmıştı, derhal
etraftan yükselen tekbir sesleri ortalığı çınlattı, Amr ile birlikte
bir iki kişi daha vurulmuştu; birini Hz. Ali öldürmüş, birine de bir o
k isabet etmişti. Süvariler (binekliler) bozulup çekilmişler, bugün
Ahzab savaşının en dehşetli günü olmuştu. Bütün gün savaş şiddetle
sürmüş, düşman müslümanlar üzerine ok ve taş yağdımaya devam etmişti.
Savaşı yönetmekten bir an olsun ayrılmaya fırsat bulamadığı için
Resulullah ,o gün dört vakit namazı eda etmeye imkan bulamamıştı, işte
o gün gözler yerinden kaymış yürekler boğazlara dayanıp nefesler
tıkanmıştı.
Ve Allah hakkında
türlü zanlarda
bulunuyordunuz. Çeşit çeşit zanlar vardı: Kalpleri sabit olan samimi
müminler, Allah'ın dinini yüceltmek için verdiği sözünü yerine
getireceğine kanat etmekle birlikte bu kez o sözü yerine getirecek mi,
yoksa kendilerini imtihan mı edecek? diye düşünüyorlar da kusur edip
kaymaktan ve gereği gibi tahammül edip dayanamamaktan korkuyorlar;
zayıf kalpliler ve münâfıklar da "hani diyordu..." diye hikaye
olunacağı gibi kötü zanda bulunuyorlardı.
11- İşte
bu anda veya bu noktada
müminler imtihana çekilmiş, samimi inanan ile münafık, sebat eden ile
sarsılan seçilmiş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.
12-
Ve o zaman münafıklar ve
kalblerinde bir hastalık bulunanlar yani itikadları zayıf olanlar şöyle
diyorlardı: Allah ve Resulü bize bir "gurur"dan, bir aldanmadan başka
bir vaadde bulunmamış. Bu sözü Muattib b. Kuşeyr söylemiş: "Bizim
birimiz korkudan tuvalet ihtiyacını gidermeye çıkamazken, Muhammed
tutmuş da bize Kisra'nın ve Kayser'in hazineleri fethedeceğimizi vaad
ediyor, bu sırf aldanma vaadi bir boş vaaddir." demiş, akranları da bu
sözleri tasdik etmişlerdi.
13-14-
"Onlardan bir grup demişti..."
Bu grup da, Evs b. Kayzî ve ona tabi olanlar imişler Ey Yesrip ahalisi!
YESRİP, Medine-i
Münevvere'nin eski
ismidir. Esasen bulunduğu yeryüzü parçasının adı olduğu da söyleniyor.
Resul-i Ekrem onun bu isim ile anılmasını mekruh görüp yasak etmiş,
orası "Taybe" veya "Tâbe"dir buyurmuştu. O halde onlar sanki peygambere
muhalefet olsun diye bu ismi söylemiş oluyorlar. Sizin için kalacak
duracak yer yok, yani asker durduracak bir karargah veya tutunacak bir
yer yok onun için dönün. Bu tabirde birkaç mânâ ihtimali vardır: Geri
dönün, Medine'ye evlerinize dönün, yahut Muhammed'in dininden eski
müşrikliğinize dönün, yahut ona olan beya'tinizden dönün de onu
düşmanlara teslim edin, yahut Yesrib'de size duracak yer kalmadı, dönün
kâfir olun ki, orada durabilesiniz demek olabilir.
Onlardan bir
topluluk da peygamberden
izin istiyorlar. Bunlar Harise oğulları imiş. Evlerimiz "avret"
diyorlardı. Avret: Aslında eksik ve gedik demek olup burada sağlam
değil, açık ve muhafazasız demektir. Halbuki o evler açık değildi,
korumalı idi. Dışardan düşmanın o taraftan girmesine ihtimal yoktu.
İçerden de şehrin asayiş ve güvenliğine bakılıyordu. Bununla birlikte
evleri açık olsaydı varıp da onları koruyacaklar mıydı? Hayır. Sadece
kaçmak istiyorlardı. Yoksa O evlerin etrafından üzerlerine girilse de
onlar içlerinde iken üzerlerine doğru varılsa, o açık dedikleri evleri
savunacaklar mı, hatta sade bu kadar değil, girilse de sonra
kendilerinden "fitne" istenilse, inkâra dönmek veya düşmanın emrine
teslim olmak teklif olunsa mutlak onu, o fitneyi yaparlar, hiç
çarpışmazlardı ve fitnede durmazlardı, sadece biraz dururlardı; yani o
fitneyi yapmakta durmazlar, ancak soru ve cevap konuşulacak kadar biraz
dururlardı. Daha doğrusu o inkârı yaptıkları takdirde, o evlerde veya
şehirde pek az durabilirlerdi, mahvedilirlerdi,
15-çünkü
Şanım üstüne yemin ederim ki,
bundan önce Allah'a söz vermişlerdi hiç arkalarına dönüp
kaçmayacaklardı. Harise oğulları "Uhud" savaşında yılgınlık ettikleri
zaman, tevbe edip bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek
Resulullah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz sorulur ve cezası
verilir, dinden dönenlerin de sonları mutlaka budur.
16-20-çünkü
Şanım üstüne yemin ederim
ki, bundan önce Allah'a söz vermişlerdi hiç arkalarına dönüp
kaçmayacaklardı. Harise oğulları "Uhud" savaşında yılgınlık ettikleri
zaman, tevbe edip bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek
Resulullah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz sorulur ve cezası
verilir, dinden dönenlerin de sonları mutlaka budur.
21-
"Sizin için Resulullah'ta." Bu
âyet, Resulullah'ın "Peygamber size neyi verdi ise onu alın, size neyi
yasak ettiyse ondan sakının" (Haşr, 59/7) âyeti gibi, yalnız sözleriyle
değil, fiil ve hareketleriyle dahi delil ve kendisine uyulan bir
peygamber olduğunu hükme bağlar. Yani Resulullah din ve ahlakın teorik
kısmını tebliğ ve hükme bağlamakla kalmamış, gerek savaşta ve gerek
barış zamanında fiilleri ve uygulamaları ile ve bütün incelikleriyle
kendisinde canlı olarak güzel bir uyma örneği olacak ders ve örnek
vermiştir. Onun için Hz. Muhammed'in hayat hikâyesinde her açıdan
insanlık dünyası için pek güzel bir örnek vardır.
ÜSVE, "teessi"
edilecek, yani uyulacak,
arkasından gidilecek örnek, meşk, nümûne-i imtisal demektir. Allah'a ve
ahiret gününe kavuşmaya inanıp Allah'ı çok zikretmekte olan kimseler
için, yoksa sadece dünya hayat ve süsünü arayanlar ve Allah'ı, ahıreti
düşünmeyenler için değil.
22- Bu, işte
Allah'ın ve Resulü'nün
bize vaad ettiğidir. İlk gördüklerinde hatırlarına gelen bu oldu. Çünkü
Allah Teâlâ, "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza
gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar
ve sıkıntılar gelip çattı ve çeşitli belalarla sarsıldılar ki, hatta
peygamberleri beraberindeki müminlerle birlikte: 'Allah'ın yardımı ne
zaman' diyordu. Gözünüzü açın: Allah'ın yardımı mutlaka yakındır."
(Bakara, 2/214) buyurmuştu. Resulullah da: "Ahzabın bir araya
gelmesiyle iş sıkışacak; fakat sonuç sizin lehinizde, onların
aleyhindedir." Bir de "dokuz veya on gece sonra Ahzab gelecek" demişti.
23-27-
Samimi müminlerden o erler ki
Allah'a verdikleri sözde durdular. Bunlar sahabelerden birtakım
kimselerdir ki Resulullah'ın beraberinde herhangi bir savaş yaparlarsa
sebat edip şehid oluncaya kadar çarpışmaya azmetmişlerdi. Bunlar Osman
b. Affan, Talha b. Ubeydullah ve Said b. Zeyd b. Amr b. Fudayl ve
Hamze, Mus'ab b. Umeyr ve Enes b. Nadîr vesaire idiler. (Allah
hepsinden razı olsun)
Onlardan kimisi,
nezrini yani adağını
ödedi. Hz. Hamze ve Mus'ab b. Umeyr ve Enes. b. Malik'in amcası Enes b.
Nadir gibi bazıları sözlerini yerine getirip şehid olarak öldüler
kimisi de şehitlik beklemektedir. Ki bunlar da Hz. Osman ve Talha gibi
sonradan şehid olanlardır. (Allah hepsinden razı olsun). Ve Allah'ın
yardımı savaşta müminlere yetti. Yani Allah müminleri savaştan
kurtardı, çarpışma yaptırmadan, düşmanlarını savdı. "Hem de kitap
ehlinden onlara yardım edenleri (kulelerinden) indirdi." Bu kitap ehli,
yahudilerden Kureyzaoğullarıdır. Resulullah ile anlaşma yapmışlarken,
Nadiroğullarının ısrarları ile dönmüşler, Ahzab'a yardım etmişlerdi.
Ahzab'ın yenilip dağıldığı gecenin sabahı müslümanlar Medine'ye dönüp
silahlarını bıraktıkları sırada Cebrail Resulullah (s.a.v.)e gelmiş,
"Zırhını çıkarıyor musun? Melekler henüz silahı bırakmadılar, Allah
Teâlâ senin Kureyzaoğulları üzerine yürümeni emrediyor, ben de onlara
gidiyorum" demişti. Bunun üzerine, "İkindiyi Kureyzaoğullarında
kılsınlar" diye müslümanlara ilan edildi. Müslümanlar vardılar yirmi,
yirmi beş gece kuşatma yaptılar, Resulullah'ın hükmünü kabul etmeleri
teklif edildi, kabul etmediler, Sa'd b. Muaz'ın hükmünü kabul etmeye
razı oldular. O da savaşa katılanların öldürülmelerine, çocukların ve
kadınların esir edilmelerine hükmetmişti ki, bu olay meşhurdur.
Sıysalarından, kulelerinden.
SAYASÎ, sıysanın
çoğulu, sıysa dağın
ucuna ve her şeyin aslına ve çulha tarağına denir. Burada sağlam,
yüksek kale, sur ve kule anlamınadır.
28-29-
"Ey peygamber! Hanımlarına
söyle..." Rivayet olunuyor ki Resulullah (s.a.v) dan hanımları zinet
elbiseleri, süslü elbiseler ve daha çok nafaka, yiyecek bedeli,
geçimlik istemişlerdi; bu ayetler bu sebeple nazil oldu. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) Hz. Aişe'den başlayarak, hepsini serbest bıraktı.
Hz. Aişe: "Ben Allah'ı Resulullah'ı ve ahiret evini isterim" dedi.
Kalan hanımlar da öyle söylediler. Bundan dolayı haklarında bir takdir
hissi olmak üzere ilerde gelecek olan, "Ey Muhammed, onlardan
dilediğini geri bırakır dilediğini de yanına alırsın." (Ahzab, 33/51)
âyeti indi. Burada bu muhayyer bırakma, sırf bir muhayyer bırakma
mıydı? Yoksa isteğin elinde olsun gibi "Tefviz-i talak" boşama hakkını
verme miydi? diye ihtilaf etmişlerdir. Hz. Aişe (r.a.)'den: "Resulullah
bizi serbest kıldı, biz de kendisini tercih ettik ve onu boşama
saymadı" dediği rivayet edilmiştir.
30-
Ey Peygamberin kadınları!
Kendilerine nasihata özen gösterildiğini ortaya çıkarmak için bu
şekilde, ifadenin kipi değiştirilerek ilâhi sesleniş kendilerine
yöneltilmiştir. Gerek burada ve gerek bundan sonra, böyle onların
Peygamberin ismine isim tamlaması yapılarak kendilerine seslenilmesi
de, zikrolunacak hükümler bu tamlamadan çıktığı içindir. (Biriniz)
Çirkinliği belli bir kabahat, herhangi bir büyük günah işlerse. Zira
bilinmektedir ki herhangi bir durumu var saymak, o durumun meydana
gelmesini gerektirmez. Bununla birlikte bundan maksat Resulullah'a
karşı baş kaldırarak onu sıkacak, kederlendirecek isteklerde bulunmak
gibi hareketler olması da düşünülebilir. Ona azab iki kat katlanır.
Diğer kadınlara verilecek cezanın iki katı verilir. Biri asıl günahın,
diğeri de isim tamlaması ile peygambere ait olmanın onun hanımı olmakla
elde edilen niteliğe hürmetsizliğin cezasıdır. Öte yandan kabahatin
çirkinliği onu yapanın şeref ve itibarı oranında artar. Nitekim hür
olanlara verilen ceza kölelerin iki katıdır. Peygamberin eşleri
olmaları dolayısıyla bütün müminlerin anneleri olmak şerefi elde etmiş
olanların kabahatleri elbette sosyal durumları oranında büyük olur.
Gerçi sosyal durumu yüksek olanlara halk kolay ceza veremez. Allah'a
göre o kolay bulunuyor.
31-Bununla
birlikte nimet külfete göre
olduğundan itaate karşılık ecr ve sevap da iki keredir. Birisi asıl
itaatın sevabı, birisi de Peygamberin hanımı olmanın feyz ve
bereketidir.
32- Ey
Peygamberin hanımları! Siz genel
olarak kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Sizde diğer
kadınlarda bulunmayan nitelikler var: Peygamberlerin en hayırlısının
hanımları ve bütün müminlerin anaları olmak niteliklerine sahipsiniz.
Eğer sakınırsanız, bu özel niteliklerinizi korursanız yahut durumunuza
uygun takva ile korunacaksanız -bu şart bir mânâ ile yukarının, bir
mânâ ile aşağının kaydı oluyor- Sözü yumuşak ve tatlı bir eda ile
söylemeyin, bir söz söylendiği zaman sakın yılışık bir biçimde cevap
vermeyin ve söylerken yayılarak, kırıtarak söylemeyin de kalbinde
hastalık bulunan, kalbi çürük, kötülüğe yüz tutmuş kimseler kötü bir
şey ümit etmesin. Ve uygun ve ciddi söz söyleyin; yani yapmacılıktan
uzak, ağırbaşlılık ve ciddiyetle dosdoğru söyleyin veya sert olsa da
makul ve meşru güzel söz söyleyin.
33- Ve
evlerinizde oturun. kelimesi
Arapça'da "Karar" mastarından emir olup, kelimenin aslı 'dir, gibi,
yani evlerinizde oturun. İlk cahiliyet dönemi kadınlarının dışarı
çıkışı gibi çıkmayın, yani İslam'dan önceki cahiliyet adeti gibi
süslerinizi göstererek ve görünmek için kırıtarak çıkmayın. Bu ayet bu
emir ve yasak ile Resulullah'ın hanımlarına yalnız "tesettür"ü değil,
özellikle "hıdr"i, yani yabancı erkeğe hiç görünmemek demek olan
"muhaddere"liği dahi vacip kılmıştır. Diğer İslam kadınları için
ileride geleceği ve Nûr Sûresi'nde geçtiği üzere tesettür vacip ise de,
"Hıdr" vacip değil müstehaptır. Bütün İslam kadınlarının da
Peygamber'in hanımlarının hayat tarzını ve ahlakını örnek edinmeleri
elbette bir hakları ve şerefleridir. Fakat hepsine muhaddere olmaları
farz olsaydı, bunda güçlük olurdu. Onun için ilerde
"Ey peygamber!
Hanımlarına, kızlarına
ve müminlerin kadınlarına söyle: Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları
zaman örtülerini üstlerine alsınlar, vücudlarını örtsünler!" (Ahzab,
33/59) ayetinde tesettür emri bütün müminlerin hanımlarına
genelleştirilmiş olduğu halde, burada "Evlerinizde oturun." (Ahzab,
33/33) emri ile "Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz." (Ahzab,
33/32) diye nitelenen Peygamberin hanımlarına hitaben gelmiştir. Ve
ancak ehli beyti olma, (Resulullah'ın aile fertleri) niteliği ile, bu
emirlerin peygamberin kızlarını dahi kapsadığı anlatılmıştır. Fakat
bundan evlerinizde hiçbir iş yapmadan boş boş oturun gibi bir mânânın
anlaşılmaması için buyuruluyor ki, evlerinizde durun da namaz kılın ki,
bununla önce kibirli ve böbürlenen kimselere benzemekten sakınılmış
olur ve zekat verin, bu da kerîm, rahîm olan Allah Teâlâ'nın güzel
gördüğü ahlâkla ahlâklanarak, O'nun rezzak (rızık veren) ismine
niyabetle kulluk etmektir. Şüphe yok ki zekatı vermek için, gerçekten
ihtiyacı olan fakirleri anlayıp dinlemek çok önemli bir iştir. Ve
bundan onların zekat verecek nisaba sahip bulundukları da anlaşılır.
Değilse bundan böyle sahip olacakları bu emir ile müjdelenmiş olur. Ve
daha Allah'a ve Resulü'ne itaatlar yapın. Mükellefiyetler sadece
zikrolunan ibadet çeşitleri değildir. Allah ve Resulü daha neyi emreder
ve yasaklarsa onları da tutun. Bunlar baskı ve güçlük değil midir?
Hayır Allah Teâlâ sırf şunu istiyor kiri, yani şan ve şerefinizi
kirletmek ihtimali bulunan günahları sizden uzaklaştırsın ey ehli beyt!
de sizi tertemiz pampâk etsin. Ehli beyt, peygamberin ehli beyti,
peygamberin ailesine özel olarak mensup bulunan bahtiyarlardır,
Resulullah'ın aile fertleridirler.
Söz, Peygamber'in
hanımlarına
seslenmekte olduğu için, "ehli beyt" kelimesinden ilk akla gelen mânâ
"onlar" olur. Fakat maksadın yalnız onlar olmadıklarını anlatmak için,
müzekker zamir (Arapça'da erkek isimlerin yerine geçen zamir) olan
"siz" diye seslenilmiştir. Çünkü usul ilminde bilindiği üzere, müennes
çoğul kipi (dişi çoğul kipi) yalnız dişilere özel olduğu halde,
müzekker çoğul kipi karışık olarak erkeğe ve kadına, "tağliben" yani
kadınları da kapsayacak biçimde kullanılır. Demek ki "Ehli beyt"
denilince, Peygamberin hanımları ile birlikte, çocuklarını, erkek ve
kadın kendine özel aile fertlerini dahi kapsadığı anlatılmak üzere "Ey
peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi
tertemiz yapmak ister.." buyurulmuştur. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.)
çocuklardan olduğu gibi, Hz. Ali dahi Hz. Peygamberin evinde yetişmiş
ve Hz. Fatıma ile birlikte yaşaması dolayısıyla özel bir mensubiyeti
elde etmiş bulunduğundan o da ehli beyttendir. Fakat bunların ehli
beytten olması Hz. Peygamber'in diğer kızlarının ve onlardan olan
çocuklarının da ehli beytten olmasına engel değildir, aksine olmalarını
gerektirir.
Fakat ne tuhaftır ki
Şia, âyetin
konusunu oluşturan Peygamberin tertemiz hanımlarını dahi hesaba
almayarak ehli beytin, Hz. Peygamberi kendisiyle Ali, Hasan, Hüseyin,
Fatıma (r.anhüm)den ibaret olduklarında ısrar etmek istemişler ve bu
yüzden İslam tarihinde çok büyük gürültüler çıkarmışlardır. "Selman
bizden ve ehli beyt'tendir" hadisiyle, özel mensubiyet ile Selman bile
ehli beytten sayıldığı halde, Peygamberle birlikte geceleyip yatan,
temiz hanımların ehli beytten hariç sayılmaları ne garip bir taassuptu.
34-Halbuki
öyle bir yanlış anlamaya
meydan bırakmamak için, "beyt" (ev) kelimesi kendilerine izafe edilip
yine Peygamberin hanımlarına hitaben şöyle buyuruluyor: Ve ey
Peygamberin kadınları ve kızları! Evlerinizde okunup duran Allah'ın
âyetlerini ve hikmetini anın, toplanıp müzakere edin, yani Kur'ân'ı ve
Peygamberin sünnetlerini belleyin, düşünün, bu şekilde Allah'ın ve
Peygamber'in emirlerini belleyin ilim tahsil edin ve bu yüzden elde
ettiğiniz şeref ve şanı hatırdan çıkarmayıp şükrünü bilin. Gerçekten
Allah latif ve her şeyden habedar bulunuyor. Onun için bu emirleri ve
yasakları veriyor.
Şimdi burada daha
genel ahlak ve
iyiliklere teşvik için özelden genele geçilerek buyuruluyor ki:
35-
Gerçekten
müslüman erkekler ve
müslüman kadınlar, Allah'ın hükmüne boyun eğip selâmete giren, ikrar
veren erkekler ve kadınlar ve mümin erkekler ve mümin kadınlar, tasdiki
vacip olan şeyleri ikrar ile birlikte kalben de tasdik eden erkekler ve
kadınlar; bununla birlikte boyun eğen erkekler ve boyun eğen kadınlar,
divan durup itaate devam üzere bulunan itaatli erkekler ve kadınlar;
bununla birlikte doğru erkekler ve doğru kadınlar, sözünde ve işinde
içtenlikle doğruluk yapan erkekler ve kadınlar; bununla birlikte
sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, sabırlı olan, gerek itaate ve
gerek günahlara sabreden erkekler ve kadınlar; bununla birlikte
mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, kalpleri ve organları ile alçak
gönüllü olan erkekler ve kadınlar; bunun yanında sadaka veren erkekler
ve sadaka veren kadınlar; bunun yanında Oruç tutan erkekler ve oruç
tutan kadınlar, farz oruçları tutan erkekler ve kadınlar; bunun yanında
ırzlarını haramdan muhafaza edip koruyan erkekler ve kadınlar; bunun
yanında Allah'ı çok zikreden, gerek kalbi ve gerek dili ile anıp
unutmayan erkekler ve kadınlar bunların hepsine, bu iyilikleri yapıp
bir araya getirenlere Allah, bir bağış, insanlık hali arada sırada
meydana gelen küçük günahları örtecek bir mağfiret ve itaatlerine
karşılık büyük bir ecir hazırlamıştır ki, onun şimdi tasavvuru mümkün
değildir. Bu şeklide bu ayet, hem ehli beyte, hem de onlar gibi bu
güzel ahlak ve nitelikleri kendilerine huy edinenlere bir vaad ve
müjdedir. Deniliyor ki, Peygamberin hanımları hakkında o ayetler nazil
olduğu zaman müminlerin kadınları "Bizim hakkımızda bir şey nazil
olmadı" demişlerdi. Bu ayet bu sebeple nâzil oldu. Diğer bir rivayette,
Peygamberin hanımları demişlerdi ki: "Ya Resulullah! Allah Kur'ân'da
erkekleri zikrediyor, demek ki bizim zikrolunacak hiçbir iyiliğimiz
yok, bizden hiçbir itaat kabul buyurulmayacak diye korkuyoruz." Bu ayet
bunun üzerine nazil oldu.
36-
"Hiçbir
mümin erkek ve kadın için,
Allah ve Resulü bir ise hüküm verince seçme hakkı yoktur." Resulullah
(s.a.v.) halası "Ümeyye binti Abdulmuttalib"in kızı Zeyneb binti
Cahş'i, Zeyd b. Hârise'ye birbirleriyle evlenmek üzere aday olarak
belirlediği zaman, Zeynep ve kardeşi bunu kabul etmemişler, bu âyet bu
yüzden nazil olmuş deniliyor ki, yukarıda geçen "Peygamber müminlere
canlarından ileridir." (33/6) ayetinin uygulamalarından birisi
demektir. Âyetin burada gelişi Peygamberin hanımlarına yapılan muhayyer
bırakma âyeti açısından bir tamamlama, yani Peygamberi bakış açısını
gözetmek gerekliliğine bir işaret olduğu gibi, bundan sonraki âyete
göre de bir ön giriş mahiyetindedir.
37-
Hatırla o zamanı ki, diyordun ona,
o kendisine Allah'ı nimet verdiği, Allah ona zeka ve kabiliyet vermiş,
senin nezdine sevketmiş, İslam nimeti ile nimetlendirmişti. Senin de
nimet verdiğin kimseye -Allah'ın yardımı ile kendisine türlü bağışlarda
bulunduğun, kısaca azad edip hürriyet nimetine erdirdiğin kimseye- ki
şimdi ismi gelecek olan Zeyd'dir. Yani Zeyd b. Hârise b. Şurahbîl,
annesi Su'da binti Sa'lebe b. Abdi Âmirî, Benî Ma'n b. Tay'dendir.
"El-İsabe fî Marifeti's-Sahabe" isimli eserde hayat hikayesi şöyle
yazılıdır: Zeyd b. Harise'nin annesi Su'dâ kendi kavmini ziyarete
gitmişti. Zeyd de beraberinde idi. Cahiliye devrinde Benî Kayn b. Cisir
süvarileri, Benî Ma'n evlerine baskın yaptılar. Zeydi kapıp aldılar,
anlayışlı bir çocuk idi, Ukaz panayırına getirdiler, satılığa
çıkardılar. Hakîm b. Huzam, halası Hatice hesabına dört yüz dirheme onu
satın aldı. Hz. Hatice de Resulullah kendisi ile evlendiği zaman, onu
Resulullah'a hibe etti, onu kaybetmiş olan babası Harise:
"Zeyd'e ağladım,
bilmem ne yaptı. Sağ
mı, ümid olunur mu? Yoksa ecel önüne mi geçti?" diye başlayan acıklı
beytler söylemiş, sonra Harise'nin kabilesi olan Kelb kabilesinden
birtakım kimseler hacca gelmişler Zeyd'i görmüşler. Zeyd onlara
kendisini tanıtmış, onlar da tanımışlar ve şu beyti aileme götürün
demiş:
"Kavmime özlemlerimi
bildiririm. Gerçi
uzağım, çünkü Meşair'in yanında beytin civarında kalanlardanım."
Gitmişler babasına
bildirmişler ve
yerini tarif etmişler. Bunun üzrine Harise ve kardeşi Ka'b onu
kurtarmak için fidyesini alıp yola çıktılar. Mekke'ye geldiler.
Peygamber (s.a.v.)'i sordular, Mescid'de olduğu söylendi. Yanına
gittiler "Ey Muttalib'in oğlu, ey kavminin efendisinin oğlu! Siz
Allah'ın şerefli Harem'inin civarında kalan kimselersiniz. Siz sıkıntı
içinde olanları kurtarır, esirleri doyurursunuz. Biz sana senin
yanındaki çocuğumuz için geldik. Bize lutfet ve ihsan et. Takdim
edeceğimiz fidyesini kabul eyle. Serbest kalmasına yardım buyur"
dediler. Resulullah "O kim" buyurdu. "Zeyd. b. Harise" dediler, bunun
üzerine (yahut da başkası), "Haydin çağırın onu da muhayyer bırakın,
eğer sizi tercih ederse, fidyesiz sizin olsun; yok eğer beni tercih
ederse, vallahi ben, beni tercih edene karşı fidyeyi tercih etmem"
buyurdu.
Bunun üzerine Zeyd
b. Harise'yi
çağırdılar. Resulullah (s.a.v.) "Bunları tanıyor musun?" buyurdu. Zeyd:
"Evet şu babam, şu amcam" dedi. Resulullah: "Ben de bildiğinim, sana
olan davranışımı ve arkadaşlığımı gördün. Şimdi ya beni tercih et, ya
onları." O zaman Zeyd dedi ki: "Ben sana karşı kimseyi tercih edemem.
Sen benim hem babam, hem amcam yerinesin." Buna karşı babası ve amcası:
"Yazık sana ey Zeyd, köleliği hürriyete, babana, amcana ve ehli beytine
tercih mi ediyorsun?" dediler. Zeyd de: "Ben bu zattan öyle şeyler
gördüm ki, ona karşı hiçbir kimseyi tercih edemem." diye cevap verdi.
Resulullah bunu görünce, onu Hıcr'e çıkardı. Ve buyurdu ki: "Şahid olun
Zeyd benim oğlumdur, bana varis olacak, ben de ona varis olacağım."
Bunu görünce babası ile amcasının da gönülleri hoş oldu, memnun olarak
dönüp gittiler."
Bundan böyle ta
İslam'a gelene kadar
"Zeyd b. Muhammed" diye çağırılırdı. Resulullah onu böyle oğul edindiği
zaman halası Ümeyme binti Abdulmuttalib'in kızı Zeyneb binti Cahş'ı de
daha sonra ona nikah etmişti. Ondan önce de azadlı cariyesi Ümmü
Eymen'i onunla evlendirmiş, ondan oğlu Üsame doğmuştu. Sonra Zeyneb'i
boşadığı zaman, onu, Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm ile
evlendirdi ki, bu da anası tarafından Abdulmuttalib'in torunundan, yani
Peygamberin hala çocuklarındandı. Bundan da Zeyd b. Zeyd ve Rukuyye
doğmuştu, sonra Ümmü Gülsüm'ü de boşadı. Ebu Leheb'in kızı Dürey ile
evlendi. Sonra onu da boşadı. Hz. Zübeyr'in kızkardeşi Hind binti Avvam
ile evlendi. Buharî'de yer aldığı üzere İbn Ömer (r.anhüma) "Onları öz
babalarına nisbet ederek çağırın" (Ahzab, 33/5) âyeti ininceye kadar
Zeyd b. Harise'ye "Zeyd b. Muhammed" derdik diye haber vermiştir.
Zührî, "Biz Zeyd b.
Harise'den önce
müslüman olan bilmiyoruz" demiştir. Zeyd b. Harise "Bedr" ve ondan
sonraki savaşlarda Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunmuş ve nihayet
Mute savaşında emîr , yani kumandan olarak şehit olmuştur. Resulullah
(s.a.v.) onu seferlerinin bazısında Medine'de yerine bırakmıştır. Bera
b. Azib'den rivayet olunduğuna göre, Zeyd b. Harise: "Ya Resulullah
Hamza ile aramızda kadeşlik sözleşmesi yaptık." demiştir. Hz. Aişe'den
rivayet olunur ki "Resulullah (s.a.v.) Zeyd b. Harise'yi herhangi bir
seriyyede (düşman üzerine gönderilen küçük süvari müfrezesi) gönderdiği
zaman mutlaka onu kumandan yapardı. Ve eğer sağ kalmış olsaydı, onu
halife bırakırdı." Buharî'de rivayet olunduğu üzere Seleme b. Ekvâ
(r.a.) demiştir ki: "Peygamberle birlikte yedi gazâ ettim. Resulullah,
onu bize kumandan yapardı."
Zeyd'in katıldığı
seriyyeler: Önce
Karede, sonra Hamum, sonra, Iys, sonra Mutrıf, daha sonra sırasıyla,
Hısma, Kurza seriyyeleri olmuş, daha sonra Mute savaşında kumandan
olmuş ve bu savaşta ellibeş yaşında iken şehid olmuştur. Kur'ân'da
ondan başka hiçbir sahabi ismiyle söylenmemiştir. Yine Buharî'de İbn
Ömer (r.anhüma)dan rivayet olunduğu üzere, Resulullah (s.a.v)
buyurmuştur ki: "O, yani Zeyd, gerçekten kumandanlığa layıktır. Ve
gerçekten en çok sevdiklerimdendir."
Tirmizî ve başka
muhaddislerin rivayeti
ile Hz. Aişe demiştir ki: "Bir sefer Zeyb b. Harise Medine'ye geldi,
Resulullah benim odamdaydı, geldi kapıyı çaldı, Resulullah kalktı, ona
sarıldı ve öptü."
Bir de İbnü Ömer
(r.anhüma) şöyle
demiştir: Ömer, Üsâme'ye benden daha çok maaş bağladı. Kendisine
sordum. O, Resulullah'a senden daha sevgili idi, babası da Resulullah
katında senin babandan daha sevgiliydi dedi.
İşte Zeyd böyle
çeşitli yönlerden
Allah'ın ve Resulü'nün nimetine ermiş bir zat idi. Burada bunun bu
niteliklerle nitelenmesi, nimetin değer ve şükrünü bilecek güzel
niteliklere sahip olduğunu tescil ile, gönüldekini kendisine olduğu
gibi söylemek için çekinecek bir taraf olmadığına bir dikkat çekmektir.
Yani senin, böyle senden nimet görmüş bir kimseye karşı çekinmene
hiçbir sebeb yokken diyordun ki Eşini bırakma, kendi yanında tut. Yani
Zeyneb'i boşama. Burada tefsirler bu konudaki rivayetlerin arasına
şöyle bir paragraf eklemişlerdir: Güya Resulullah (s.a.v.) Zeyneb'i
Zeyd'e nikâhladıktan bir zaman sonra, tesadüfen gözü ona ilişmiş,
birdenbire güzelliği gönlünde yer etmiş de "Gönülleri çeviren Allah'ı
tesbih ederim" demiş. Zeyneb de tesbihi işitmiş Zeyd'e söylemiş, Zeyd
intikal etmiş ve bunun üzerine Zeyneb'le beraberliği uygun görmeyerek
Resulullah'a gelmiş: "Ben eşimden ayrılmak istiyorum" demiş. Resulullah
(s.a.v.)de: "Ne var, ondan seni şüpheye düşürecek bir şey mi oldu?"
buyurmuş. Zeyd: "Yok. Vallahi ben ondan hayırdan başka bir şey
görmedim. Fakat şerefli bir aileden gelmesi dolayısıyla kendisini
benden büyük görüyor." demiş. Ve o zaman Resulullah "Hanımını kendine
sıkı tut" buyurmuş. Ansızın görülen bir güzelin güzelliğini son derece
temiz ve ince bir biçimde duyup takdir ederek yaratanın yaratıcılık
gücünü tesbih ve tenzih ile ilan etmekte peygamberlerin ismet (günah
işlememe) özelliğine aykırı hiçbir durum olmadığından, bu hikayenin
gerçekten olmuş olmasını varsaymakta aslında bir sakınca yoktur.
Bununla birlikte birtakım hırıstiyan yazarların dedikodu aracı yapmak
istedikleri bu hikaye, Hadis ilmi bakımından, gerçekten olmuş bir olay
değildir. Bir kere rivayet açısından sahih hadis kitaplarında, sahih
bir yol ve sened ile rivayet edilmemiştir. Sonra dirayet, yani hadisin
mânâsı açısından, Zeyneb'in güzelliğini Resulullah'ın henüz yeni görüp
anlamış olması aklen kabul edilemez. Zira Zeyneb Resulullah'ın yakın
akrabasından olmakla, ta çocukluğundan beri görüp bildiği ve özellikle
tesettür edilmemiş bulunduğu için vücud güzelliğini yakından
tanıyageldiği bir kadın iken, bunu ilk olarak bu defa görülmüş
beğenilivermiş diye anlatmak kendi kendini yalanlayan bir hikayedir.
Doğrusu Resulullah Zeyneb'i önceden biliyordu ve bildiği için onu evlat
gibi sevdiği Zeyd'e nikah etmiş idi. Fakat Zeyneb onurlu bir kadındı.
Zeyd'i kölelikten azad edilmiş olduğundan dolayı kendine denk
sayamamış, ona varmak istememişti. Sırf Resulullahın emrine itaatla ona
varmış, fakat gereği gibi ısınamamıştı. Ara sıra Peygamber'e
akrabalığından dolayı şerefli olması ve asaletiyle övünerek Zeyd'e
karşı büyüklenmek istiyordu. Gerçekten kumandanlığa layık olarak
yaradılmış olan Zeyd buna bir süre sabretti ise de Resulullaha varıp
Zeyneb'den ayrılmak istediğini arz eyledi. Resulllah (s.a.v.)da bunu
nefsinde uygun gördüğü halde, birdenbire müsade etmeyip dedi ki:
"Hanımını kendine sıkı tut." Ve Allah'tan kork. Yani kadını boşamanın,
önemsiz bir mesele olmadığını, Allah katında sorumluluk getiren bir iş
olduğunu düşün, çünkü "Yani Allah katında helallerin en çirkini
boşamadır." Bu nasihatlar güzel, fakat böyle derken İçinde de Allah'ın
meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun. Boşamasını uygun görüyordun,
yahut onu nikahlamayı düşünüyordun da söylemiyordun. Taberî'de Süfyan
b. Uyeyne kanalıyla Ali b. Hüseyn'den rivayet edildiğine göre, Allah,
peygamberine bildirmişti, Zeyneb ilerde Resulullah'ın hanımlarından
birisi olacaktı. Böyle iken Zeyneb'den şikayete geldiği zaman, ona
hanımını kendinde tut demişti. Çünkü o halde halkı da sayıyordun.
Zeyd'in hatırını sayıyor ve insanlar dedikodu ederler diye
çekiniyordun. Oysa Allah'ı sayman daha uygundu. Eğer korkacak bir şey
varsa, halkı hiç hesaba almayarak yalnız Allah saygısını duyasın. Yani
sırf gizlemek sakıncalı değildir. Allah için korkacak, Allah'ın emrine
aykırı olacak bir şey olsaydı, sade Allah korkusuyla gizlemek de
sakıncalı değildi. Fakat Allah için korkacak bir durum yok iken sırf
insanlardan korkarak gizlemek veya Allah korkusuyla birlikte bir de
halk korkusu gözetmek, işte hatırlatmanın sebebi budur. Halktan hiç
korkmayarak yalnız Allah korkusunu gözetmek gerekti. Çünkü Allah'ın
ilahi mesajını tebliğ eden peygamberler açıklanacağı üzere Allah'tan
başka kimseden korkmazlar. "Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka
kimseden korkmazlar." (Ahzab, 33/39). Deniliyor ki Peygamber'e karşı en
şiddetli âyet bu "İçinde Allah'ın meydana çıkaracağı bir şey
gizliyordun" âyetidir. Hz. Aişe der ki: "Resulullah (s.a.v.) Allah'ın
kitabından bir şey gizleseydi bu âyeti gizlerdi." "İçinde de Allah'ın
meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun." "İnsanlardan çekiniyordun,
oysa Allah'dan çekinmen daha uygundu." Demek ki bu ayet bu şekilde
Resulullah'ın doğruluğuna ve pek yüksek olan huşu ve takvasına da açık
bir delil oluyor. Zeyd ondan tamamen ilişiğini kesince, yani senden
nimet elde etmiş olan Zeyd, sonunda o hanımı olan Zeyneb'den muradına
erince, onu tutmak istemeyip boşadı ve iddeti çıktı. Ona hiçbir şekilde
bir ihtiyacı kalmadı ve bu şekilde Zeyneb açıkta mahrum kaldı. O zaman
biz onu seninle evlendirdik, yani senin çekinmene rağmen nihayet onunla
evlenmeni sana emrettik. Demek ki Peygamber insanlara karşı söylemekten
bile kaçındığı bir fiilin açıktan açığa yapılmasına emir almış
bulunuyordu. Şüphe yok ki bu onun iman ve kesin inancını ortaya çıkaran
büyük bir imtihandır. Fakat bu ne için böyle oluyordu? Ne idi? Bu
evlendirmede ümmet için önemli bir hüküm hikmeti vardı. Şöyle ki
Oğulluklarının, hanımlarında ilişkilerini kestikleri zaman, müminler
üzerine bir darlık olmaması hikmeti için. Zira sûrenin başında geçtiği
üzere, siz oğulluk edinmekle yüce Allah onları gerçekten sizin
oğullarınız edivermemiştir. Şu halde, Nisa Sûresi'nde "Öz oğullarınızın
hanımları ile evlenmeniz haram edildi." (Nisa, 4/23) buyruğuna uygun
olarak, öz oğulların hanımları ile nikâhlanmak haram edilmiştir, diye
oğullukların hanımlarını da gerçekten onlar gibi saymak gerekmez. Bir
kimsenin oğul edindiği evlatlığının hanımını boşayıp iddeti çıktığı
zaman, o adamın onunla evlenmesi şer'an caizdir, bunda hiçbir sakınca
yoktur. İşte cahiliyet devrinde kökleşmiş olan bu adetin bu darlığın
İslam'da kaldırılması için, ilâhî hikmet Peygamber'in bizzat kendisinde
tatbikini gerektirmiş ve bu hikmet için o evlenme emredilmiştir.
Allah'ın buyruğu yerine getirilmiştir. Onun için bu emir de yerine
getirilmiş, Peygamber evlenmiş, Zeynep de Peygamber'in hanımı olmuştur.
Bu şekilde bu evlenmenin meşru olduğu tatbikatla gösterilmiştir.
38-
"Müminler üzerine bir darlık
olmaması için." (Ahzab, 33/37) diye sebep gösterilmesinden anlaşılır
ki, bir ayrıcalık delili bulunmadıkça Peygamber ile ümmet hakkında
hüküm aynıdır. Burada şöyle bir yanlış kanaat hatıra gelebilir:
Evlenmek peygambere layık mıdır? Hele birden çok hanımları varken böyle
bir daha evlenmek peygamberliğin durumuna, şerefine bir eksiklik vermez
mi? Hz. Yahya ile İsa hiç evlenmemiş oldukları için, ruhbaniyeti tercih
etmek isteyen mutaassıp hıristiyanlar bu meseleyi bahane ederek
Peygamber'in evlenmelerine dil uzatmak istemişlerdir. Buna karşı
buyuruluyor ki Peygambere Allah'ın lehinde olarak farz ve takdir
buyurduğu, yani helal ve mübah kıldığı şeyde bir güçlük, bir darlık
olamaz. Allah'ın helal ve mübah kıldığı hakta hiç kimseye bir yasaklık,
bir baskı doğru olmadığı gibi, Peygamber'e de olamaz. Bundan önce
geçenler de Allah'ın sünneti, adeti olarak böyledir. Bütün geçen
peygamberlerde Allah'ın adeti bu, kanunu budur ki, hiçbir peygambere,
şeriatında mubah olarak hükme bağlanan şey hakkında güçlük ve baskı
yapmamıştır. Geçen peygamberler de evlenmişler, hem Süleyman ve Davus
(a.s.) gibi bazıları pek çok evlenmişler, hiçbirine evlenmek yasak
edilmemiş, Yahya ve İsa (a.s.) da kendilerine yasak edildiği için
değil, evlenmek farz kılınmadığı, yapılmasında veya yapılmamasında bir
güçlük bulunmadığı için evlenmediler. Ve Allah'ın emri biçilmiş bir
kader bulunuyor. Ezelde bilinip, takdir edilmiş, kat'î, kesin bir hüküm
bulunuyor. Yahut ezelde takdir edilmiş olmakla birlikte, mükelleffin
kudretini de çekip almaz, emredilen kimse için de kudret dahilindedir.
Dolayısıyla herkesin takdir edilmiş olan kaderi, başına gelir, bununla
birlikte sorumluluğuna engel olmaz.
39-
Onlar, o peygamberler ki hep
Allah'ın buyruklarını tebliğ ediyorlardı, yani senin gibi Resul idiler.
Ve ondan korkuyorlardı. Bununla birlikte ruhbaniyet yapmıyorlardı,
evleniyorlardı. Hem de Allah'tan başka hiçbirinden korkmuyorlardı.
Halktan çekinmiyorlardı. Allah hesap görücü olarak yeter. Allah korkusu
başka bir korkuya ihtiyaç bırakmaz.
40-Sözün
özü Muhammed sizin içinizdeki
erkeklerden hiçbirinin babası değildir. Yani kendisinden dünyaya gelmiş
olmayan, sizin içinizdeki erkeklerden hiçbirinin gerçek anlamı ile
babası olmamıştır. Bundan dolayı Zeyd'in de gerçekte babası değildir.
Onun için, "Hurmeti musahere" (Evlenme ile meydana gelen akrabalıktan
dolayı haramlık) meydana gelmez ve bundan dolayı bir güçlük konusu
olmaz. Gerçi Kasım, İbrahim, Tayyib, Tahir, Mutahher, adında
oğullarının babası olmuştur. Fakat bunlar büluğ çağına erişmeden vefat
ettikleri için, ayette geçen "rical" (yetişkin erkek) kavramına dahil
olmamışlardır. Çünkü gerçekte "recul" büluğ çağına erişen erkeğe denir.
Bununla birlikte büluğ çağına ermiş olsaydılar o zaman da "Sizin
erkeklerinizden" değil onun erkek çocuğu olurlardı ve yine olumsuzluk
ifade eden cümlenin genel kapsamı bozulmazdı. Yani o zaman da ümmetin
içinden hiçbir yetişkin erkeğin "recul"un, geçekten babası olmamış
olurdu. Fakat Allah'ın resulüdür. Onun için babalardan daha çok
şefkatli ve daha çok hayır dileyendir, ebedî hayatın sebebidir. Bu
açıdan her resul ümmetinin babasıdır denilebilir ise de, bu bir mecazî
mânâdır. Mecazın hükümü ve belirtisi de, gerçek mânânın ondan
alınmasının sahih olmasıdır. Doğrusu gerçekten baba değil, fakat
babadan daha şefkatli Allah resulüdür. Hem de peygamberlerin en
sonuncusudur.
HÂTEM, Asım
kıraatinde "tâ"nın üstünü
ile, diğer kıraatlerde esresi ile okunur. Esre ile hâtim, ismi fail
olup hâtim eden, sona erdiren veya mühürleyen demektir. Mühür de bir
şeyin belgelendirilmesi ve tasdiki için sona basıldığından hem son
mânâsını, hem tasdik mânâsını içerir. Şu halde iki kırâet,
"Hatemünnebiyyin" niteliğinin iki anlamına ayrı ayrı işaret ediyor.
Yani Muhammed Resulullah hem peygamberleri sona erdiren son
peygamberdir, peygamberlerin en sonuncusudur, hem de bütün
peygamberleri tasdik ve belgeleyen ilâhî bir mühürdür. Eğer o
gelmeseydi, diğer peygamberler unutulup gidecek tarihte onların
varlıklarını ve peygamberliklerinin gerçekliğini ilmen isbat etmek
mümkün olmayacaktı. Çünkü diğer peygamberlerin hayat ve varlıkları
tarihin bağrında Muhammed'in hayatı gibi açık ve sağlam olarak
bilinmemektedir. Öyle ki bugün Kur'ân olmasaydı Musa ile İsa'nın bile
varlıkları ciddiyetle ispat olunamazdı. Hz. Muhammed'in hayatının ve
peygamberliğinin tarihte açıklık ve kesinlikle bilinmesi sayesindedir
ki, diğer peygamberlerin de geçmişteki peygamberliklerini tasdik için
bir belge elde edilmiş bulunuyor. Aynı zamanda Muhammed (s.a.v) diğer
peygamberlerin kendisi hakkındaki müjdelerini gerçekleştirmek
itibariyle de onların peygamberliklerini mühürleyen ilahi bir damgadır.
Hz. Muhammed'in peygamberliği ile insanlık din açısından, ilerlemenin
son noktasına erişmiştir. Ondan sonra başka peygamber beklememeli,
Muhammedî nur'u izlemelidir. Allah her şeyi çok iyi biliyor. Her şeyi
bilip duyuyor. Onun için bu hükümleri emrediyor.
41-47- Çok
zikir,
zamanlara üstün
gelen, ve takdis (ululama) temcid (Ululama), tehlil (la ilahe illallah
sözü) tahmid (Hamd etme, elhamdülillah deme) gibi Allah'a layık zikrin
çeşitlerini içine alır. Bununla birlikte zikir çeşitleri içinde
tesbih'in (sübhanellah kelimesini söyleyerek Allah'ı ululama) vakitleri
içinde sabah ile akşamın özellikle önemi ve faziletine işaret için de
ve sabah-akşam O'nu tesbih edin buyurmuştur. Çünkü "tesbih" zikirlerin
temeli, sabah ile akşam da meşhur zamanlardır. Bununla birlikte sabah
akşam ifadeleri Türkçe'de olduğu gibi Arapça'da da bütün vakitleri
içine almakla, devam anlamına kinaye de olur. Öte yandan zikir ve
"tesbih" namazı dahi kapsar. Hem kendisi, hem de melekleri üzerinize,
"salat" yağdırıyor.
SALAT, Allah'tan
rahmet, meleklerden
istiğfar, müminlerden dua demektir. Burada aynı fiilin, Allah'a ve
meleklerine isnad edilmiş olması açısından rahmet ve istiğfarı kapsayan
özel bir yardım mânâsını ifade etmesi gerekir. O'na kavuşacakları gün,
öldükleri veya kabirden çıktıkları, yahud cennete girdikleri gün
esenlik dilekleri selamdır. Her türlü sakınca, afetlerden selamet,
uzaklık haberidir. Güzel bir mükafat cennet, bir şahit, tanık olmak
üzere. Allah'ın birliğine şahit, Allah'a nasıl kulluk edileceğine delil
gösterilecek örnek ümmetin, tasdik, yalanlama, uymak veya uymamak gibi
durumlarına, amellerine, yarın ahırette ilâhî huzurda tanıklık edecek
şahit Allah'ın izniyle bir davetçi, Allah'ın birliğine ve iman vacip
olan sıfat ve hükümlerine iman ile rızasına, O'na kavuşmaya, doğru
gitmeye çağırıcı, hem de kendi kendine değil, Allah'ın izni ve
müsadesiyle yardım ve başarılı kılması ile çağırıcı. Yukarıda "Ey
Peygamber! Biz seni tanık müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Ahzab,
33/45) buyrulduğu halde, burada bir de "O'nun izni ile" kaydı ile
kayıtlanması, bu çağrının Allah tarafından özellikle yardım olmayınca
yapılamayacak gayet zor bir iş olduğuna işaret ifade eder.
Nurlandırıcı, aydınlatıcı parlak bir kandil, cehalet ve şaşkınlık
karanlıklarında akılları, gönülleri aydınlatıp doğru yolu gösteren bir
ışık Allah'tan büyük bir lütuf. Allah'ın Muhammed ümmetine vaad edilmiş
olan lütuf ve ihsanı, başka ümmetlere verilmiş olandan çok fazla ve çok
büyüktür.
48-
Kâfirlere
ve münafıklara itaat
etme. Davet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek,
alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak, uyarıda hoşgörü göstermek
yasaklanıyor. Yasaklama ve uzaklaştırma, abartı ile onları heyecana
getirmek için, mânâ, itaat etme biçiminde olumsuz olarak ifade edilmiş
ve Allah'ın emirlerini tebliğde bir parça hoşgörü, kâfirlere ve
münafıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır. Çünkü kâfirler
ve münafıklar O'nu arzu etmezler. Ve onların eziyetlerini bırak. Burada
eziyet kelimesi failine muzaf olarak "Onların eziyetlerini bırak,
aldırma" anlamı açık ve belli; mefülüne muzaf olması, yani "onlara
eziyet etmeyi bırak" mânâsı ise ihtimal dahilindedir. Yani bundan
dolayı, onların sana yaptıkları ve yapacakları eziyetlere,
rahatsızlıklara aldırma, kafana takma veya itaat etme, fakat eziyet
etmeye de kalkışma. Ve Allah'a güven, gerek bunlarda ve gerek bunlar
gibi yapacağın ve bırakacağın her hususta kendini Allah'a ver, yardımı
O'ndan iste, O'na dayan. Güvenilecek bir vekil olarak Allah sana yeter.
Bütün durumlarda kendisine işlerin havale edileceği ancak O'dur. O
hepsine yeterlidir. Zamir getirilecek yerde Yüce Allah'ın isminin
getirilmesi, sebep bildirme ve en son gelen bu cümlenin önceki
cümlelerden bağımsız olduğuna işaret etmek içindir. Peygamber (s.a.v.)
şahit, müjdeci, Allah'a çağırıcı, aydınlatan bir kandil diye beş
nitelik ile nitelendiği gibi bunlara karşılık birer hitap ile de
kendisine seslenilmiştir. Ancak "şahit" hepsine dağıtıldığı için,
karşılığı ayrıca açıkça söylenmemiş veya müjdelemenin anlamı ile
yetinilmiştir. "Uyarıcı olma" niteliğine karşılık "itaat etme, bırak"
Allah'a çağıran niteliğine karşılık "Allah'a güven" aydınlatan kandil
niteliğine de "Allah'ın yetmesi" karşılık olarak getirilmiştir. Çünkü
bu haber vermede de yetinme ile bir emir mânâsı vardır. Ve bununla o
kandilin ışığının, doğrudan doğruya Allah'tan olduğuna düzgün ve çok
güzel bir işaret yapılmıştır. "Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa
da hemen hemen ışık verir. Nur üstüne nurdur." (Nur, 24/35).
49-
"Ey iman edenler..." Sûrenin
başından beri Peygamber'e olan her "Ey Peygamber" nidasını, müminlere
bir "Ey iman edenler" seselenişi izlemiştir. Bu şekilde bu sûrede de
bir peygambere, bir ümmetine seslenen beş "ey peygamber", altı "ey iman
edenler" hitabı birbirini takip etmiştir. Mümin kadınları nikah
ettiğiniz, kitap ehli olan kadınlarda da hüküm böyledir. Fakat
müminlere yaraşan mümin kadınları nikahlamak ve başkalarından soyunu
korumak olduğunu anlatmak için, yalnız mümin kadınlar zikredilmiştir.
Sonra da onları kendilerine dokunmadan boşadığınız zaman "dokunmak"tan
maksat, onlarla cinsel birleşmede bulunmaktır. Ancak "halvet-i sahiha"
yani hiçbir engel olmaksızın kadınla tenhada başbaşa kalmak da o
mânâdadır. Çünkü gizli şeylerin açık belirtisi o şeyin yerine geçer.
Dolayısıyla halvet-i sahiha veya cinsel birleşme olmaksızın sırf
dokunma olmuşsa dokunulmamış sayılır. Sizin için üzerinde
saydıracağınız bir iddet hakkınız yoktur. Bundan anlaşılır ki,
kadınların iddet beklemesi esas itibarıyla kocaların hakkıdır. Onun
sperminin korunması içindir. O sebeple şer'î bir haktır. Bu nedenle
cinsel birleşme olmayınca o hak meydana gelmez. Derhal kendilerine
müt'alarını verin. Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere müt'anın vacip
olması mehir belirlenmediği takdirdedir. Mehir belirlenmişse, onun
yarısı gerekir. Bununla birlikte bu âyetin mutlak ifadesine göre o
şekilde de mut'a vacip değil ise de müstehap olduğu hakkında Hanefi
mezhebinde bir rivayet vardır. (Müt'anın tarifi hakkında Bakara
Sûresi'ndeki: "Onları zengin olanlarınız kendi gücü oranında, darda
bulunanınız da kendi halince olmak üzere maruf bir müt'a ile
faydalandırınız." (2/236) âyetine bkz.)
50- Ey
Peygamber! Biz sana özellikle
şunları helal kıldık. Bu âyette, peygambere, layık ve faziletli olan
hanımlar zikredilmiş ve beyan buyurulmuştur. Çünkü;
1- "Ecir"lerini
yani, mehirlerini
verdiğin hanımların. Şüphesiz mehıri verilmiş olan hanımın gönlü
verilmeyenden daha hoştur.
2- Bir kimsenin
bizzat kendisinin
katıldığı savaşta ganimet olarak sahip olduğu cariye, elbette satın
aldığı cariyeden daha temiz ve daha şüphesizdir.
3- Kendisi ile
birlikte hicret eden
akrabaları da hicret etmeyenlerinden daha şereflidir. Bununla birlikte
bazılarının dediği gibi, mehrin önce verilmesi peygamberin
özelliklerinden olması da ihtimal dahilindedir. Nitekim amca ve hala,
dayı ve teyze kızlarının helal olmasında seninle birlikte hicret
edenler, diye kayıtlanmasında Peygamberin özelliğinin olması ağır
basmaktadır.
Bunu şu rivayet de
destekler: Ebu
Talib'in kızı Ümmühanî şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v.) önceleri,
benimle evlenmek istemişti, ben özür diledim; o da özürümü kabul etti.
Sonra da Allah Teâlâ bu âyeti indirdi; ben ona helal olmadım. Çünkü ben
onunla hicret etmemiştim. Ben Tuleka'dan, yani serbest
bırakılanlardandım." Bunun gibi Ve kendisini Peygambere hibe eden mümin
bir kadın, yani kendisinin mehirsiz olarak Peygambere nikahlanmasına
razı olan kadın, fakat bu mutlak değil, Peygamber O'nu nikah etmek
istediği takdirde, böyle mehirsiz olarak nikah da Peygamberin
özelliklerindendir. Bazıları Meymune binti Haris, Zeyneb binti
Huzeymetel-Ensariye, Ümmü Şerike binti Câbir ve Havle binti Hakîm, bu
şekilde kendilerini bağışlamışlardı demiş ise de, İbnü Abbas bunun
gerçekten meydana gelmediğini, yani Peygamberin bu şekilde hiçbir kadın
ile evlenmediğini söylemiştir. Bütün bunlar sırf sana mahsus olmak
üzere helal kılındı müminlere değil, çünkü zikrolunan kayıtlarla
hepsinin helal olması diğer müminler hakkında gerçekleşmiş değildir.
Sayıca da, şekilce de fark vardır. Onlara hanımları ve "mülk-i
yeminleri" olan cariyeleri hakkında farz kıldığımız, takdir buyurup
karara bağladığımız hükümleri gerçekten bilmişizdir. Yani onlara layık
olanı menfaat ve yararlarını bilerek takdir etmişiz ve bildirmişizdir
ki, Nisa Sûresi'nde geçtiği üzere dörde kadardır, onun için bu beyan
olunanları diğer müminlere değil, sadece sana helal kıldık. Şunun için
ki sana hiçbir zorluk, bir darlık olmasın. Olmasın da kalbin huzur
içinde ilahî vahyin ortaya çıktığı yer olsun.
51-
Onlardan dilediğini geriye
bırakırsın. Dilediğini de yanına alırsın. Birden çok hanımı olanlara
sıra ile bir nöbet izlemek vaciptir. Buna "Kasm" denilir. Fakat
Peygamberin özelliklerinden olmak üzere ona "Kasm" vacip kılınmayıp
kendi dilemesine bırakılıyor. Azlettiğin, yani bıraktığın yahut
boşadığından arzu ettiğine dönmen durumunda da üstüne bir günah yoktur.
Bu hüküm, yani tertib üzere nöbetle "Kasm" sana vacip kılınmayıp böyle
senin arzu ve dilemene bırakılması onların gözlerinin aydın olmasına ve
gözleri aydın olup da üzülmemelerine ve senin kendilerine verdiğin ile
yaptığın davranış ve ihsan ile hepsinin hoşnud olmalarına daha
elverişlidir. Çünkü o, bir kere hepsinin eşit oldukları bir hükümdür,
sonra sen aralarını eşit tutar "Kasm" yaparsan, onu senin bir ihsanın
bilerek sevineceklerdir. Ve eğer bazısını tercih edecek olursan, onu da
Allah'ın bir hükmüyle yaptığını bilecekler, yine gönülleri hoş
olacaktır. bundan anlaşılır ki hanımları sevindirmek, gönüllerini hoş
etmek de şeriatın gözettiği maksatlardandır. Kalblerinizdekini Allah
bilir. Hatırınızdan neler geçiyor, gönüller neler istiyor, ne duyguda,
ne niyette bulunuyor hepsini bilir. Onun için kalplerinizi de güzel
tutmaya çalışın. "Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır."ALÎM,
mübalağa ile alîm, çok, pek çok bilir; onun için gizli açık neyiniz
varsa bilir. Fakat halimdir, ceza vermekte acele edivermez, mühlet
verir, ihmal etmez; o halde cezanın geri bırakılmasından dolayı
aldanmamalı ve çok titizlik etmemelidir.
52- Sana
bundan öte kadınlar helal
olmaz. Muhayyer kılınıp da seni tercih eden dokuz hanımından başka
kadınla evlenmek caiz olmaz. Bu hanımlar, Aişe binti Ebi Bekr, Hafsa
binti Ömer, Ümmü Habibe binti Ebî Süfyan, Sevde binti Zem'a, Ümmü
Seleme binti Ebi Ümeyye, Safiyye binti Huyeyyi'l-Hayberiye, Meymune
binti'l-Harisi'l-Lilâliye, Zeyneb binti Cahşi'l-Esediye, Cüveyriye
binti'l-Hârisi'l-Mustalikıyyedir. Allah hepsinden razı olsun. Onları
başka hanımlara değiştirmen de olmaz. Yani bunları boşayıp yerlerine
başka kadınlarla evlenmen de caiz olmaz. Onlar Allah ve Resulü'nü
seçtikleri için Allah Teâlâ da onlara böyle ikram ve lutufda bulunmuş,
Resulullah (s.a.v.)de vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış
vefatında da onlar müminlerin anaları olarak kalmışlardı. Güzellikleri
hoşuna gitse bile. Alacağın kadınların güzellikleri, senin takdirine
layık olmaları varsayılsa bile helal olmaz. İbni Atiyye tefsirinde der
ki: Bu ifade, bir adamın evlenmek istediği kadına bakmasının caiz
olduğuna delildir. Nitekim Mugire b. Şu'be ve Muhammed b. Mesleme
hadisleriyle Sünen'de de varid olmuştur. Ancak elinin altında bulunan
cariyeler hariç. Çünkü onlar helal bununla birlikte Allah her şeyi
gözetliyor. Onun için O'ndan korkmalı, koyduğu sınırları aşmamalı,
helalden harama geçmemeli. Yukardaki ayetin eki mahiyetinde olan bu son
cümle, yukarsını tamama erdirirken aşağısına bir ön giriş oluyor.
Peygambere bu
seslenişten sonra evi ve
hanımları hakkında hukukî düzenlemelerle ilgili olmak üzere, insanların
gözetmekle yükümlü oldukları görevleri beyan için, genel olarak bütün
iman edenlere şöyle sesleniliyor:
53- "Ey iman
edenler! Size izin
verilmedikçe peygamberin evine girmeyin..." Ümmetin Peygamber ile
ilgili durumu iki şekildedir: Birisi Peygamberle başbaşa olduğu
durumdur. O zaman vacip olan onun rahatsız etmemektir. İşte bu sûrenin
53. âyeti olan "Ey iman edenler! Peygamberin evlerine yemeğe
çağrılmaksızın vakitli-vakitsiz girmeyin" emri ile bu, beyan
buyuruluyor. İkincisi ise Peygamber (s.a.v.) insanların arasında
bulunduğu esnadadır. O zaman vacip olan da ona hürmet göstermektir.
Yine bu sûrenin 56. âyeti" olan "Ey iman edenler! Siz de ona salat ve
selam getirin" ayetiyle de bu beyan buyruluyor. Nur Sûresi'nde de "Ey
iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin alıp sahiplerine
selam vermeden girmeyin." (Nur, 24/27) buyurulmuş, kendi evlerinizden
başka evlere sahiplerinden izin almaksızın girmeyiniz diye yasaklama
getirilmişti. Bu hüküm genel nitelikli olduğu için, elbette Peygamberin
evlerini dahi kapsıyordu. Fakat "Peygamber müminlere canlarından
ileridir. Onun eşleri de müminlerin anneleridir." (Ahzab, 33/6)
buyurulmakla, Peygamberin müminlere canlarından daha ileri ve
hanımlarının onların anneleri olması, müminlerin Resulullahı'ın evine
kendi evleri gibi izin almaksızın girebilmelerine caizlik verecek
zannedilebilirdi. İşte bu ayet hem böyle bir zanna yer olmadığını
anlatıyor, hem bu vesileyle Resulullah'ın eşlerine "hicab"ı (tesettürü)
emrediyor, hem de müminlerin anneleri olmalarının mânâsını açıklıyor.
Âyetten anlaşıldığına ve İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna göre,
birtakım kimselere zaman zaman Resulullah'ın evinde yemek
yediriliyordu. Bunlar bazen, yemekten önce yetişinceye kadar
bekliyorlar, yemekten sonra da hemen çıkıp gitmiyorlar, Resulullah
(s.a.v.) sıkılıyordu, bu ayet nazil oldu. Hz. Zeyneb ile evlendiği
zaman yapılan düğün yemeğinde nazil olduğu da Buharî, Tirmizî ve başka
kitaplarda Hz. Enes'ten rivayet olunmuştur. Sizin için yemeğe izin
verilmedikçe, denilmeyip denilmesi, izin kelimesinin içine davet
manasını da yüklemek içindir. Beydâvî'nin ifadesine göre bu mânâ
yüklemenin sebebi de, izin verilse bile yemeğe çağrılmadan varmanın
güzel olmayacağına işaret etmek içindir. Yemek zamanına bakmaksızın
veya yemeğin olmasını gözetmeksizin veya gözetmemek üzere girmeyin.
İNÂ, bir şeyin
zamanı gelip çatmak,
yahut bir şey kemaline erip yetişmek mânâlarına gelir. Burada ikisiyle
de tefsir edilmiştir. Bu "bakmaksızın" kaydı "Girmeyiniz" fiilinin
fâilinden haldir. Yani zamanı gözetmemeniz, beklememeniz üzere, size
yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağrıldığınız zaman da girin.
Zamanından önce de olsa girin. Fakat yemeği yediğiniz zaman da hemen
dağılın. Hiç durmayın. Söz dinlemek veya sohbet etmek üzere izin
verilmedikçe girmeyin. Bu da üzerine atfedilmiştir. Bizim anlayışımıza
göre, bu kaydın yararı, yemekten başka maksatlar için de izinsiz
girmenin yasaklığını genellemektir. Çünkü o izinsiz, zamansız giriş ve
duruş Peygambere eziyet veriyordu. Evini daraltıyor, ev halkını
sıkıyordu; fakat sizden utanıyor, girmeyin çıkın demekten sıkılıyordu.
Halbuki Allah gerçeği söylemekten çekinmez, sıkılmaz. Yani Nûr Sûresi
âyeti gereği, başkasının evine izinsiz girenlerin ve ihtiyaçtan fazla
duranları çıkarılması bir haktır. O halde Allah'ın söylediği gibi
söylemekten sıkılmamak gerekir. Şayet size "Geri dönün' denilirse dönüp
gidin. Bu sizin için daha temizdir." (Nûr, 24/28) İzin ile girdiğinizde
de kadınlara bir meta, gerekli bir şey soracağınız veya isteyeceğiniz
zaman artık onlara bir "hicab", yani görülmelerine engel bir perde, bir
siper arkasından sorun. Bundan böyle "harem", farz kılınmışıtır ki, o
zamana kadar Araplar da adet değildi. Öyle yapmanız, izinsiz girmemek,
çabuk dağılmak, hareme soracağınızı perde arkasından sormak hem sizin
kalbleriniz, hem onların kalbleri için daha fazla temizliktir. Şeytanî
düşüncelerden, vesveselerden uzaklaşırsanız, hem kadınların, hem
erkeklerin iffet ve ismet hisleri daha fazla yükselir, edeb, nezihlik,
takva, hürmet gösterme artar. Hem Resulullah'ı üzmeniz, incitmeniz
sizin için doğru ve caiz olamaz. Ona hak ve yetkiniz olmadığı gibi,
size yaraşmaz ve hakkınızda iyi olmaz. Onun için onu incitmesi
düşünülen durumların ve hareketlerin hepsinden sakınmalı hiçbirini caiz
görmemelisiniz. Onun arkasından, yani vefatından sonra hanımlarını
nikahlamanız asla olamaz. İşte onların müminlerin anneleri olmalarının
asıl mânâsı budur. Öz anneler gibi nikahlarının ebediyen caiz
olmamasıdır. Çünkü o günah, Peygamberi üzmek, buna dahil olmak üzere o
vefat ettikten sonra hanımları ile nikahlanmak günahı Allah katında çok
büyük bulunuyor. Peygambere kasten eziyet etmek inkâr olduğu gibi,
hanımları ile nikahlanmayı, helal saymak da öyledir. Resulullah,
vefatında da Allah katında öyle muazzam ve öyle saygı gösterilmesi
vacip olandır.
54- Siz
bir şeyi açıklasanız da
gizleseniz de gerek eziyet kabilinden olsun, gerek saygı gösterme,
gerek iyilik, gerek kötülük herhangi bir şey, Allah onu bilir. Çünkü
Şüphesiz Allah her şeyi biliyor. Onun için ne yapacağını da bilir.
Rivayet olunuyor ki bu hicab âyeti nazil olunca babalar, oğullar,
akrabalar, "ya Resulullah bizler de mi onlara perde arkasından
konuşacağız?" demişler. Onun üzerine de bu ayet nazil olmuş.
55-
Onlara, yani hanımlar üzerine
şunlarda günah yok ne atalarında ki, babalar ve bütün dedeler, amca ile
dayı da bu hükümdedir. Bununla birlikte bu ikisi açıkça belirtilmediği
için, bazı bilginler amca ve dayı yanında başörtüsüz oturmayı mekruh
görmüşlerdir. Nur Sûresi'ne de bakınız. Ve kendi kadınlarında,
kadınların kadınları, genel olarak akrabalarından olan kadınlarla
tanıdıkları müslüman kadınlar bununla birlikte Allah'tan korkun, iyi
korunun, takvalı, ihtiyatlı bulunun ey Peygamberin eşleri Çünkü Allah
her şeye karşı şahit bulunuyor. Buharî şerhi Aynî'de Kadı Iyaz'ın
beyanına göre denilir ki: Peygamberin hanımlarına özel olan hicab, yüz
ve ellerde dahi ihtilafsız olarak kendilerine farzdı. Onun için ne
şahitlik, ne diğer sebeble yüzlerini ve ellerini açmaları kendilerine
caiz olmadığı gibi, çıktıkları zaman şahıslarını ortaya koymak da caiz
değildi. Nitekim Hz. Hafsa babası vefat ettiği gün, çıktığında şahsını
örtmüştü. Vefatında da üzerine bir kubbe bina edilmişti.
56-
Çünkü Allah ve melekleri Peygamberi
hep salat eder dururlar. Allah Teâlâ rahmet ve nimet vermesi ile,
melekler istiğfarları ile ve hizmetleriyle Peygambere daima ikram
etmektedirler. Bu sayede yukarda "Sizi karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak için, üzerinize melekleriyle beraber rahmetini gönderen
Allah'tır." (Ahzab, 33/43) buyurulduğu üzere müminlere ilâhî feyz
inmektedir. Ey iman edenler! Sizler ona salat ve selam getirin,
selamlayarak teslim olun. gibi dualarla onun üzerine Allah'ın
salavatını, rahmetini ve bereketlerini niyaz edin. Ve selam vererek ona
hürmet edin. Ve bir mânâya göre, hiç incitmeyerek teslim olun, boyun
eğin.Bu âyet gösterir ki Peygamber'e salavat getirmek farzdır. Ancak
tekrarına değinilmemiştir. Sahih olan budur ki, ismi zikrolundukça
vacip olur. Bu hususta birçok hadisler rivayet olunmuştur. Bu cümleden
omak üzere Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"Yanında adım
zikrolunup da bana
salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün." Yine buyurmuştur ki:
"Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir müslümanın
yanında anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona
'Allah seni bağışlasın' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki
meleğe cevap olarak 'Amin' derler. Bir müslümanın yanında adım
zikrolunduğunda da bana salavat getirmedi mi, mutlaka o iki melek:
'Allah seni bağışlamasın' derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o
iki meleğe cevaben 'Amin' derler." Bazıları Resulullah'ın adı tekrar
tekrar anılsa bile bir mecliste bir kez vacip olur demişlerdir. Nitekim
Secde ayetinde de böyledir. Bunun gibi her duanın başında ve sonunda da
vaciptir. Namazda diye salavat okumak biz Hanefilerce vaciplerden
değil, sünnettir. İbrahim Nehai'den rivayet edilmiştir: "Sahabeler,
teşehhüddeki ile yetinebilirlerdi" demiştir. Fakat Şafiî Hazretleri:
"Namazın caizliği için salavat şarttır, vaciptir demiştir. Sahabeler:
"Ya Resulullah selam vermeyi biliyoruz. Fakat 'salat'ı nasıl
getireceğiz?" demişler. O zaman namazda okunan salavat duası
müslümanlara öğretilmiştir. Peygamberlerden başkasına salavat,
Peygambere tabi olarak caiz olursa da başlıbaşına birisine salavat
getirmek mekruhtur. Çünkü örfte peygamberlerin şiarıdır. Nitekim aziz
ve celil olmakla birlikte hakkında "azze ve celle" denmez.
57-
Çünkü Allah ve Resulüne eziyet
edenler. Allah'a eziyet tabiri mecazdır. Allah hakkında uygun olmayan
söz söyleyen veyahut Allah'ın razı olmayacağı fiiller yapan veya
Allah'ın sevdiği kullarına eziyet eden demektir. Allah onları
lanetlemiş, rahmetinin alanından uzaklaştırmış. Dünyada da ahirette de.
Dünyada melunlukları hayır ve doğru yoldan mahrumiyetleridir. Ve onlara
hakir kılıcı, zelil edici bir azab hazırlamıştır.
58-
Erkek müminlere ve kadın müminlere
kazanmadıkları, yani sebeb olmadıkları, hak etmedikleri bir şekilde
eziyet edenlere de mutlak eziyet maddî ve manevî ve fiilî eziyetten
daha geneldir. "Kazanmadıkları ve sebeb olmadıkları" kaydı da, kazanma
ve hak etmeye göre, "had vurmak" (şeriatça verilen ceza) ve ta'zir
yapmak (şer'an belirlenmiş cezası bulunmayan bir suçu işleyene takdir
edilerek verilen ceza) gibi, adaletle iyiliği emir ve kötülükten
sakındırmak için, verilen cezaların hüküm dışı bırakılması içindir.
Allah ve Resulü hakkında ise, öyle bir "Hak etme" düşüncesi asla var
sayılamaz. Onun için Allah'a ve Resulü'ne her ne şekilde olursa olsun
eziyet edenler mutlaka lanete uğramış ve aşağılayıcı azabı hak
ettikleri gibi, erkek müminlere ve kadın müminlere de hak etmedikleri
bir şekilde eziyet edenler bir iftira yüklenmişlerdir. İşitenin
donakalacağı çirkin bir yalan, çirkin bir isnat ve iftira ki sözle olan
eziyette bu iftira açık, fiilî olan eziyette ise zımnî olur. Hem açık
bir günah, besbelli bir vebal. Münafıklardan ve fasıklardan bir takım
çapkınlar, geceleyin tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkan
kadınları takip eder, cariyelere söz atarak sataşırlarmış. Kılık farkı
olmadığı için bu arada bilmeyerek veya bilmezden gelerek hür kadınlara
dahi takılır eziyet verirlermiş. Bundan sonraki gibi bu ayetin de bu
sebeble nazil olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı imanlı hür kadınların
kendilerine söz getirmemek, eziyet gelmemesine vesile olmak üzere vakar
ve haysiyetle tanınmaları için tam bir tesettür ile örtünmeleri
emrolunarak buyuruluyor ki:
59- Ey Peygamber!
Hanımlarına da,
kızlarına da, bütün müminlerin kadınlarına da söyle. Görülüyor ki,
burada yalnız Peygamberin hanımlarına ve kızlarına değil, Nur
Sûresi'ndeki "Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar, zinet
yerlerini göstermesinler." (Nûr, 24/31) âyeti gibi müminlerin kadınları
dahi bu hükmün kapsamına dahil edilmiştir. Bununla birlikte müminlerin
kadınlarında aslolan hürriyet olduğu için, bundan kastolunanın hür
kadınlar olduğu beyan edilmiştir. Araplarda tesettür adet değildi.
Cahiliyet devrinde kadına hürmet yoktu. Eski cahiliye kadınlarında
erkeklerin dikkatlerini çekecek şekilde göz alıcı biçimde açık saçık
çıkan, açılıp saçılan orta malı olanlar bulunurdu. Bundan dolayı kız
çocuklarını diri diri gömenler olmuştu. İslam ise kadının şanını iffet
ve ısmetle, vakar ve haysiyetle yükseltiyordu.
Nur Sûresi âyetleri
"Mümin erkeklere
söyle, gözlerini sakınsınlar" (Nur, 24/30) ve "Mümin kadınlara da
söyle, gözlerini sakınsınlar." (Nur, 24/31), mümin erkeklerin ve mümin
kadınların, yani bir cinsin karşı cinse göz dikmeyip, bakışlarını
kısarak edeblerini ve iffetlerini korumayı öğreterek terbiyelerini
yükseltmiş olduğu gibi, burada da imanlı hür kadınların hiçbir şekilde
eziyete uğramamalarını pekiştirmek için buyuruluyor ki: Cilbablarından
üzerlerini sıkı örtsünler.
CİLBAB: Baştan aşağı
örten çarşaf,
ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır. "Kadınların elbiselerinin üstüne
giydikleri her çeşit giysidir." " Tepeden tırnağa örten giysidir",
"Kadınların tesettür ettikleri her türlü elbise ve başka şeylerdir."
"Çarşaf ve peçedir".
İDNÂ: Yaklaştırmak
demek ise de, âyette
ile kullanılması, kapsamak suretiyle sarkıtmak mânâsını da ifade
ettiğinden üzerinden sıkı örtmek demek olur. Cilbabdan örtmek tabirinde
de iki şekil vardır. Birisi cilbablarından birisiyle bütün bedenini
sıkıca örtmek, birisi de bir cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü
örtmek demek olur. Bu beyanda da iki suret vardır. Birisi kaşlarına
kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir
gözünü açık bırakmak. ikincisi de alnının üzerinden sıkıca sardıktan
sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerini ikisi de açık kalsa bile,
yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır. Rivayet
olunduğu üzere Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: "Cilbablarından
üzerlerini sıkı örtsünler' âyeti nazil olduğu zaman Ensar kadınları
üzerlerine siyah elbiseler giyerek öyle bir ağırbaşlılık ile
çıkmışlardı ki, başları üstünde kuşlar varmış gibi idi."
Hz. Aişe'den rivayet
edilmiştir ki;
"Ensar kadınlarına Allah rahmet etsin. Bu "Ey Peygamber, hanımlarına,
kızlarına bütün müminlerin kadınlarına da söyle" âyeti indiği zaman
mırtlarını yardılar, onunla başlarını sardılar da Resulullah'ın
arkasında öyle namaz kıldılar ki, sanki başlarında kargalar varmış
gibi..." demiştir. Bu tesettür onların tanınmalarına, dağınık
cariyelerden, adi kadınlardan vakar ve heybetle seçilerek hürmet
edilmelerine ve dolayısıyla incitilmemelerine elverişli olan biçimdir.
Gerçi eziyeti kendilerine davet edecek olan içi bozukları örtü tutacak
değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların, kirli bakışlardan yuvalarında
gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan biçim de budur.
Asıl o zamandır ki onlara eziyet edecek olanların açık bir vebal ve
iftira yüklenmiş oldukları ortaya çıkar. Ve dolayısıyla bundan önceki
ve sonraki âyetlerin hükümlerine dahil olacakları anlaşılır. Bununla
birlikte Allah bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulunuyor. Burada
yukardaki âyetlerin eki gibi getirilen bu son cümle çok anlamlıdır. Bu
bize şu mânâları ilham eder:
1- Allah'ın
bağışlaması çoktur. Bugüne
kadar geçmiş açıklıkları bağışlar. O kusurları örter. Rahmeti de
çoktur; bundan böyle emrini tutanları rahmetiyle arzusuna çok ulaştırır.
2- Allah bağışlayıcı
ve merhametli
olduğu içindir ki, kadınlara eziyet edilmesine razı olmaz ve onun için
örtülmelerini emreder.
3- Tesettür
emrolunduğundan dolayı da
kadınlar bir baskıya uğratılmasın, aşırıya gidilmesin; çünkü Allah
bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Bu emri onların aleyhine değil,
lehine olarak vermiştir demek de olabilir.
60-61-O
bağışlayıcı ve merhametli olan
Allah, bu emri verdikten sonra emniyeti ve asayişi, ahlak ve huzuru
bozanlara karşı celal ve azametle buyuruyor ki, Ululuğum hakkı için
söylerim ki, eğer vaz geçmezlerse o münafıklar, münafıklıktan ve onun
eziyete sebeb olan hükümlerinden ve ahlâkından ve o kalblerinde
hastalık bulunanlar, henüz İslâm terbiyesini tam almamış, fasıklığa ve
günaha meylederek erkek müminlerle, kadın müminlere eziyet eden
ahlaksızlar şehirde bozguncu haberler yayanlar.
İRCAF, aslında
sarsıntı mânâsına olan
"recfe"den alınarak ortalığı sarsacak tahrikler yapmak demektir ki,
fiilî de olur, sözlü de. Bundan dolayı yalan yanlış uydurma haberler
yaymaya "ircaf" denildiği gibi, o yoldaki yalanlara da "eracif"
denilir. Bunu yapanlar içinde münafıklar dahi varsa da ayrıca
zikrolunması daha başkalarını da göstermiş oluyor ki Medine ve
civarındaki yahudilerdi. Bütün bunlar akıllarını başlarına alıp bu kötü
huylarından tevbe ederek bu yaptıklarından vaz geçmezlerse azamet ve
şanım hakkı için mutlak ve muhakkak seni onlara musallat kılar,
saldırtırım, öldürülmelerine ve uzaklaştırılmalarına teşvik ve sevk
ederim. "Sonra da senin civarına pek az yaklaşabilirler."
62-
Allah'ın
bundan öncekiler
hakkındaki adetine göre, yani adet etmiş olduğu kanun gereğince. Çünkü
bir memlekette, bir yerde fitne ve fesada koşanlar öteden beri her
millette öldürme ve uzaklaştırma ile cazalandırıla gelmişlerdir. Sen de
Allah'ın o adetinde ve kanununda bir değişme bulamazsın. Yani geçmiş
ümmetlerdeki birtakım hükümleri ve kanunları nesh eden İslam dini öyle
zararlı ve fesatçı olanları savmak ve uzaklaştırmak kanununu, nesh
etmek ve değiştirmek için gelmemiştir. Çünkü Allah fesatçıları sevmez
ve müslümanlık bozgunculuğu çoğaltmak için değil, rahatlık ve barışı
çoğaltmak içindir.
63-68-
İnsanlar sana kıyameti
soruyorlar. Kur'ân'ın tehdit ve uyarısı geldikçe, müşrikler alay yollu,
tez olmasını isteme şeklinde, münafıklık ve komiklik için; yahudiler de
imtihan için kıyametin ne zaman kopacağını sorar dururlardı. "De ki:
Onun bilgisi Allah katındadır."
Şimdi peygambere
olan bu seslenişten
sonra, yine müminlere selenilerek buyuruluyor ki:
69-
Musa'ya eziyet
edenler gibi
olmayın. Bu âyet de Resulullah'ın Zeyneb'le evlenmesinden dolayı edilen
sözler üzerine, bir rivayette de "İfk" meselesi üzerine inmiştir
deniliyor. Musa'ya verilen bu eziyet hakkında da çeşitli rivayetler
ileri sürülmüştür.
1- Hazreti Musa, çok
edebli bir kişi
olduğu için, pek sıkı örtünüp bedenini kimseye göstermediğinden dolayı,
İsrailoğullarından birtakım kimseler "Bu neye bu kadar örtünüyor?
Mutlaka vücudunda bir ayıp veya bir felaket, hastalık var" diye söz
etmişler, sonra da bir gün ıssız yerde elbisesini bir taşın üzerine
koymuş yıkanırken Allah tarafından taşın yuvarlanmasıyla bastonunu
kapıp onu izlerken büyük bir kalabalık rast gelip kendisini Allah'ın
yarattığı en güzel bir vücud ile görüvermiştir.
2- Kardeşi Harun'u
öldürdü demişlerdir.
3- Haşa zina etti
demek istemişlerdir.
Karun azdığı zaman sürtük bir kadına birçok mal vererek Hz. Musa'ya
nefsiyle iftirada bulunmak üzere teşvik ve sevk etmiş, fakat sonunda
kadın Karun ile aralarında geçen macerayı, itiraf edivermiştir. Ki
Allah onu onların dediklerinden ibra etti, temize çıkardı. Onu
lekelemek isterlerken Allah kendilerini rezil ve rüsvay etti. Ve Allah
katında "vecîh idi veya "vecîh" oldu.
VECİH: Vecahetli,
haysiyet ve mevki
sahibi, şerefli, sevgili, tam Türkçesiyle "yüzlü" idi. Onun için
duasını kabul ediverdi de düşmanlarını da kahreyledi veya daha yüzlü
oldu, daha çok şerefi ve namı arttı. Muhammed (s.a.v.) ise, Resulullah
ve peygamberlerin sonuncusu olduğu ve Allah ve melekleri hep ona
salavat getirmekte bulunduğu için, Allah katında daha vecîh, daha
sevgilidir. Onun için gerek Zeyneb meselesi ve gerek başka herhangi bir
hususta onu incitecek sözler söyleyenler, uydurma haberler yayanlar
kendilerine yazık etmiş olurlar.
70-
Ey iman edenler! Allah'tan korkun,
takvalı olun. İmana yaraşmaz şeylerden korunun ve sağlam, doğru söz
söyleyin. Hangi hususta olursa olsun bir söz söylediğiniz zaman, hak ve
doğru hedefine yönelmiş sağlam söz söyleyin. Sonunda yalan çıkacak,
söyleyenlerini küçük düşürecek çürük sözler söylemeyin.
71-O
düzme sözlerle meşgul olanlara
benzemeyin ki Allah size amellerinizi düzeltiversin, işlerinizi yoluna
koyuversin. Çünkü bir toplumun sözü ne kadar sağlam olursa, işleri de o
oranda düzgün olur. Sözü sağlam olanın özü de sağlam olur. Özü sağlam
olanın işi de sağlam olur. Ve günahlarınızı bağışlaması ile örtüversin,
çünkü halleri düzgünlük kazananların günahları da örtülür. Her kim de
Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse. Bu yükümlü kılmalarının içine dahil
bulunan emirlerini ve yasaklarını tutarsa -ki Allah'a itaat Resulüne
itaatla olur- o gerçekten çok büyük maksada ermiştir. Büyük kurtuluşa,
en büyük hoşnutluğa ermiştir.
72-
Bunu sırrı ve hikmeti de şöyle izah
buyuruluyor: "Biz emaneti arz ettik.."
EMANET, aslında
mimin ötresiyle
fiilinden masdar olup eminlik, yani başkasının hakları güvenilip
inanılabilir, inanç olmak, inançlık huyu demektir. Sonra güvenilip
inanılan şeye de isim olmuştur ki, "Şüphesiz ki Allah size emanetleri
ehline vermenizi emrediyor." (Nisâ, 4/58) âyetinde bu mânâya idi.
"Emanet" "vedîa"dan daha geniştir, denilir. Burada her iki mânâ da
olabilirse de önceki daha uygundur. Çoğunlukla tefsirciler bunu
"yükümlülükler" ve "farzlar" diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle
anlamak gerekir. Allah'ın gerek kendi hakları ve gerek insanların
hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının, hükümlerinin yerine
getirilmesine Allah'ın emîn'i, inanç memuru olmak demek olan emanetini,
yani Allah'ın diğer eşyada olduğu gibi zorlama ile cebren değil,
hoşnutluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği serbest fiillerden
emrine itaatla halifeliği demek olan görev ve yükümlülüğü o göklere ve
yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük varlıkların ve gök
cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar onu yüklenmekten
kaçındılar ve çekindiler, gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ'nın
"İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin," (Fussilet, 41/11) gibi
kainata yönelttiği emirlerini "İsteyerek geldik." (Fussilet, 41/11)
diye isteyerek kabul ettiler. Öyle iken başkalarının haklarının
yüklenmek mânâsını ifade eden emanet kendilerine teklif olunduğu zaman
çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle göklerin ve yeryüzünün ve
dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor,
sorumululuk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada "teklif" etmeyi
ve "yüz çevirme"yi gerçek mânâsı üzere anlayan tefsir bilginleri varsa
da, çokları emanetin büyüklüğünü beyan için "temsili istiare" biçiminde
bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa edildiği takdirde
sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine getirilmediği
takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rüsvaylıktır,
rezalettir. İnsan ise onu yüklendi, (belâ) dedi, teklifi ve halifeliği
kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor. Her ferdi değil,
insan cinsi.
ZALÛM: Çok zalim,
zulme haksızlığa çok
yatkın, Allah'ın ve Allah'ın kullarının haklarını yüklendiği halde,
gerektiği gibi ifa etmeyip kendine yazık ediyor.
CEHÛL: İddiası
gibi âlim değil,
aksine çok cahil, çünkü akıbetinin
nasıl olacağını bilmiyor, onun için zulmediyor.
73-
Halbuki o yeryüzünün hikmeti ve emaneti yüklenmesinin sonu
şudur: Elbette Allah akıbette münafıkların erkeğine, kadınına ve
müşriklerin erkeğine ve kadınına azab edecek, emanete hıyanetin,
zulümlerinin cezasını verecek. Gerek erkek, gerek kadın müminlere,
emaneti eda etmeye çalışan imanlılara da tevbelerini kabul ederek dönüp
dönüp bakacak, bağış ve rahmeti ile cemalini gösterecek. Ve Allah
bağışlayıcı ve çok rahmetli bulunuyor. Münafıklar, müşrikler de tevbe
edip imana gelirlerse, onların tevbelerini kabul edip bağışlar. Demek
ki emaneti yerine getirmeyen görevlerini yapamayanların sonu çok fena
olduğu gibi, Allah'a ve Resulü'ne itaat edip de iman ile emaneti yerine
getirenler de en büyük kurtuluşa ermiş, ilâhî cemale kavuşmuş
olacaklardır. Şüphesiz ki bu nimet ve rahmet hamdetmeye ve şükretmeye
layıktır. Onun için bundan sonra Sebe' Sûresi'nin de "Allah'a hamd" ile
başlaması ne güzeldir. "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun."
|
|