Ahzab Suresi Tefsiri


Elmalı Tefsiri

1- Ey Peygamber! Geçmişte indirilen kitaplarda adı sanı bilinen şanlı peygamber! Sadece Allah'tan kork, başkasından değil.

Bu yüce sûrede Peygambere karşı kâfirlerin ve münafıkların dedikodularına sebep olacak bazı hükümler ve ilâhî emirler indirileceğinden onlara karşı her şeyden önce peygamberi desteklemek için bu hitab ile başlanmıştır. Bu hitab, Ahzab savaşı ile hınçlarını alamayan kâfirlerin ve münâfıkların Zeyd ve Zeyneb meselesi yüzünden koparacakları yaygaraları, yayacakları yalan ve düzmece sözleri ile, başka bir saldırı hazırlayacaklarına işaret ederek onların da öbürleri gibi bir etkisi olmayacağını önceden haber veren ilâhî bir emirdir. Onun için buyuruluyor ki, takvayı Allah'a yap! Allah'tan kork. Kafirlere ve münafıklara itaat etme. Onların sözlerine kulak verip de görevini yerine getirmekten çekinme, muhakkak ki Allah çok bilen, ve hakîm (her yaptığını yerli yerince yapandır)dir. Allah bütün yararlı ve zararlı olan şeyleri bilir. Emirlerini de ilmiyle ve hikmetiyle verir; onun için yalnız O'ndan kork, O'na itaat et.

2- Ve Rabbinden sana ne vahyolunursa onun ardınca git. Muhakkak ki Allah, her ne yapacaksanız haberdar bulunuyor. Vahyi de ona göre veriyor, onun için kâfirlerin ve münâfıkların dediklerine bakma, sana vahyolunana tabi ol.

3- Ve Allah'a tevekkül et, itimad et. Vekil olarak Allah yeter. Ondan başka dayanacak, işler kendisine havale edilecek yoktur. Zira O'nun koruduğuna başkası zarar veremez, O'nun vereceği zarardan da başkası koruyamaz.

4- Allah bir adam için, içinde iki kalb yapmamıştır. Hiçbir kimseye iki vicdan verilmemiştir, hiçbir adam kalbinde "bir"e, "iki" demez, Hakk'ın birliğinin şahidi olan, bu kalb ve vicdan birliği her duygunun ve her bilginin en temel kanunudur. Mantık'ın tesaduk (uyum) ve tenakuz (çelişki) kanunları bunun bir dalıdır. Bu olmasa idi, insan kendini tanıyamazdı. Ve kendilerinden zıhar yaptığınız eşlerinizi analarınız kılmamıştır.

ZIHAR: Bir kimsenin eşine "Sen bana anamın sırtı gibisin" demesidir ki, anam bana nasıl haram ise, sen de bana öyle haramsın demek olur. Araplar, böyle denilen bir kadını ana gibi kabul ederler, hemen ayırırlardı ve ana gibi sayıldığına göre tekrar nikâh edilememesi de gerekirdi. Burada onlara ana gibi demekle gerçekten ana oluvermeyecekleri anlatılarak bu adetin değiştirilmesinin gerekliliği gösteriliyor ki, ayrıntısı ile keffareti, (Mücadele) Sûresi'nde gelecektir. Evlatlıklarınızı da oğullarınız kılmamıştır.

5- ED'IYÂ, "deıyy"in çoğuludur. Deıyy, evlat diye çağırılan demektir ki dilimizde evlatlık denilir. Ebu's-Suud der ki: Arapça'da "Efılâ" ölçüsü, "takıyy" kelimesinin "etkıya" şeklinde gelmesi gibi, tekil vezni "Feîl" olup manası "fail" olan sıfatlar içindir. Oysa "deıyy" "fail" mânâsında değil, "mef'ul" mânâsınadır, buna göre çoğulunun "edıyâ" diye gelmesi kural dışıdır. (Deıyy fail mânâsında olsaydı evlat eden olacaktı. Oysa burada mânâsı evlat edinilen çocuk demektir.) O yapılan zıhar ve evlatlığa evlat diye isim verme sizin ağzınızda lafınızdır. Sadece sözün geçerli olduğu hususlarda bazı hükümleri olabilirse de gerçekte onun vicdanda tasdik edilmesi gereken bir varlığı yoktur ve nihayet bir mecazdır. O halde onlar hakkında gerçekten ve her yönden oğul hükümlerinin yürürlükte olması gerekmez. Mesela evlatlığın boşadığı bir kadını almak haram olmaz. Onda "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karıları..." (Nisa, 4/23) hükmü uygulanmaz. Allah ise hakkı, vakıaya uygun olanı, gerçeği söylüyor. Ve yol gösteriyor. O halde başkasının değil, onun irşadını dinleyiniz. Şöyle ki Onları öz babalarına nisbet ederek çağırın, öz babalarına nisbet edin. Allah katında bu daha doğrudur. Öz babalarına nisbet ederek çağırmanız, herkesin soyunu karıştırmayıp saklı tutmanız, doğrusunu söylemeniz, Allah katında adalet ve hakkaniyete daha uygun, genel menfaatlerinize daha elverişlidir. Eğer onların öz babalarını bilmiyorsanız, nesebde değil o zaman dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar. Bununla birlikte hata ettiğiniz hususlarda; yani gerek bu yasaktan önce, ve gerek sonra, kastınız olmaksızın, yanılma ve unutma ile yaptığınız yanlışlıklarda üzerinize bir günah yoktur. Fakat kalblerinizin kasten yaptığı var ya, işte günah ondadır. Ve Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Hata edeni affeder. İmam Şafiî hazretleri "tebennî"nin, yani oğul edinmenin hiçbir hükmü olmadığı görüşünü benimsemiştir. Fakat İmam Azam Ebu Hanife hazretlerine göre, bir köle evlat edinilmişse, bu onun azat olmasını gerektirir, yine tebennî yaşı uygun olup evlat diye kabulü mümkün olan nesebi bilinmez bir kimsenin, nesebini ispat eyler ki ayrıntısı fıkıh kitaplarındadır.

6- Peygamber müminler için canlarından ileridir. Bütün işlerinde kendilerinden daha elverişlidir. Çünkü o, onlar için ancak iyilikleri, yararları, kurtuluşları ne ise, onu gözetir, onu emreder, kötülüklerine ve zararlarına razı olmaz. Halbuki insan nefsi öyle değildir. O halde Peygamber onlara kendilerinden daha sevgili ve onun emri kendilerinin emrinden daha geçerli ve ona karşı şefkatleri nefislerine şefkatlerinden daha mükemmel olmalıdır. Rivayet olunur ki Resulullah (s.a.v.) Tebük gazasına gidilmesini emrettiği zaman bazı kimseler analarımızdan, babalarınızdan izin isteyelim demişlerdi, bu âyet bunun üzerine indi. Peygamberin eşleri de onların analarıdır. Yani hürmet ve saygıda müminlerin anaları mesabesindedirler. Onları nikâh etmek haram, kendilerine hürmet etmek farzdır. Bunun dışındaki hususlarda ise, öteki yabancı kadınlar gibidirler. Onun için Hz. Âişe, biz kadınların anaları değiliz buyurmuştur. Rahim sahipleri yani akraba olanlar da bazısı bazısına daha yakın, daha önceliklidir. Allah yazısında, bu âyette veya miras âyetlerinde, "Müminlerden ve Muhacirlerden" bu kayıtlamada iki ihtimal vardır. Birisi rahim yönünden akrabaları beyan etmesidir. Yani genel olarak müminlerden ve özellikle Muhacirler'den olan rahim akrabaları, çünkü kâfirlerden olan akraba mümine varis olmaz. Diğeri "iptidaiye" olarak âyet metninde geçen "evlâ"nın sılası olmaktadır. Yani akrabalar birbirlerine Allah yazısında diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Din hakkı bulunan müminlerden, hicret hakkı olan muhacirlerden, daha öncelikli olarak miras alırlar. İslâm'ın başlangıç yıllarında, hicret ve dinde kardeşlik sözleşmesi ile meşru kılınmış olan mirasçı olma, bu âyet ile neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış), akraba olanlar, diğerlerine öncelikli duruma getirilmiştir. Ancak dostlarınıza bir "maruf" yapmanız hariçtir. Burada "maruf"tan maksat vasiyettir. Yani akrabaya değil de akrabalık bağı dışında olan dostlara yapılan vasiyet, o öncelikli olma hükmünden müstesnadır. Çünkü üçte bir miktarında vasiyet, mirastan önceliklidir. Kitapta bunlar yazılmış bulunuyor. Nitekim Nisâ Sûresi'nde miras âyetlerinde: "(Fakat bütün bu hükümler ölenin) edeceği vasiyetin (yerine getirilmesi)nden veya borcunun (ödenmesin)den sonradır." (Nisâ, 4/11) diye yazılı olduğu gibi, burada da bu âyetle yazılıdır. Onun için Allah'ın kitabındaki bu hükümlere tabi olup Allah'a tevekkül et.

7- Bu cümle yukardaki "Allah'tan kork" veya "Allah'a güvenip dayan" emirlerinden birine atfedilerek demektir. Yani an o peygamberlerden sözlerini aldığımız vakti, peygamberliği kabul ile dine davet ve Allah'ın emirlerini tebliği ve icra etmeye and ile söz verdikleri zamanı, ve hele senden, Nuh, İbrahim, Musa ve Meryemoğlu İsa'dan. Bunların özellikle zikredilmesi şanlarına dikkat çekmek, Peygamberimizin önce zikredilmesi ise ta'zim içindir. Yani başta sen olmak üzere şanları en büyük olan ve ulü'l-azm denilen, özellikle bu meşhur peygamberlerden ki hep onlardan pek sağlam bir söz aldık. Ağır, kuvvetli birer misak.

8- Niçin? Allah'ın, doğrulara doğruluklarını sorması için. Sözün gelişi, mütekillim, yani birinci çoğul şahıs kipi ile "soralım diye" denilmesiydi. Ancak bu şekilde doğrudan doğruya fiiline bağlanacaktı. Böyle olmayıp başlı başına bağımsız bir cümle olmak üzere, mukadder (var sayılan) bir fiile bağlandığının anlaşılması için, birinci şahıstan, üçüncü şahısa dönülerek "sorması için" denilmiştir ki öznesi gizli olan "O"dur ve Allah isminin yerine geçmiştir. Yani Allah peygamber gönderip söz almayı, o doğrulara doğruluklarını sormak, imtihan ile doğruluklarını ortaya çıkarmak için yaptı. Ve kâfirlere can yakıcı bir azab hazırladı. Görülüyor ki bu "hazırladı" mukadder (var sayılan) "yaptı" fiiline atfedilmiştir. Demek ki doğrulara "soru", kâfirlere "azab" var; o halde Allah'tan korkmalı, kâfirlere bakmamalıdır.

Şimdi o soru ve imtihandan bir örnek ile, bu gerçeği açıklamak için buyuruluyor ki:

9- O zaman üzerinize ordular gelmişti. Hicretin beşinci yılı gelen ahzab orduları ki, Kureyş ve Ehâbîş ile Kinane ve Tihame'den onlara uyanlar ve Necid'den Gatafan ile bunlara tabi olanlar, Nadîr ve Kureyza yahudileri gibi Arabistan'ın önemli kabileleri toplanmış olup, Buharî şerhlerinde nakledildiğine göre, sayıları yirmidörtbine ulaşıyordu. Şöyle ki: Hayber'de yerleşmiş olan Benî Nadîr yahudileri, İslâma karşı geniş bir suikast düzenlemeye çalışıyorlardı. Bunların, Sellâm b. Ebilhakîk, Huyey b. Ahtab ve Kinane b. Rebi' b. Ebilhakîk gibi ileri gelenleri, Mekke'ye giderek Kureyş'i peygambere karşı savaşa davet etmişler ve "Birlikte olursak, müslümanlığın kökünü kazırız" demişlerdi. Kureyş derhal bu teklifi kabul etti. Sonra Necid'de Kaysi Gaylan'dan Gatafan'e vardılar. Heyber'in yarı gelirini vermeye vaad ederek ve Kureyş'in birlikte olduğunu söyleyerek onları kendileri ile birlikte olmaya davet ettiler. Gatafan ile anlaşması olan Beni Esed de aynı ortaklığa davet olunmuştu. Kureyş'e kan bağları ile bağlı oldukları için Beni Süleym de katılmıştı; böylece Arabistan'ın önemli kabileleri birleşerek üç kolordu oluşturmuşlardı. Birinci kol, Gatafan askerlerinden oluşmuş ve Arap başkanlarından Uyeyne b. Hısn'ın kumandasında idi. İkinci kol, Esed oğullarından oluşmuş ve meşhur Tuleyhate'l-Esedî'nin kumandasındaydı. Üçüncü kol Ebu Süfyan kumandasında Kureyş ordusuydu. Resul-i Ekrem (s.a.v.) bunların hazırlanmakta olduklarını haber alınca sahabeleri ile istişare etti. (Onların görüşlerine başvurdu.) Selman-ı Farisî (r.a.) hazretlerinin ileri sürdüğü görüş üzerine hendek kazılması emredildi. Sonra Resulullah (s.a.v.) üç bin kişi ile onların karşılarına çıktı. Sel' dağını arkalarına, hendek'i düşman ile aralarına alarak konakladı, bir aya yakın bir zaman geçti ok ve taş atışmaktan başka savaş yapamıyorlardı, mevsim kıştı, bu durum sıkıntı doğurdu, derken bir gece Allah Teâlâ soğuk bir saba rüzgarı gönderdi, bu rüzgar onları şiddetle üşütüyor, toprakları yüzlerine savuruyor, ateşlerini söndürüyor, çadırlarını söküyordu, hayvanlar birbirlerine karışmıştı, askerlerin etrafında melekler tekbir alıyorlardı. Bunun üzerine Tuleyhatü'l-Esedî, "Muhammed size sihir yapmaya başladı, haydi çabuk çabuk" demişti. Kureyş ile yahudilerin arası açılmıştı. Artık tutunamadılar ve bozulup kaçtılar. İşte bu ilahi nimet hatırlatılarak buyuruluyor ki:

Birçok ordular geldi de biz onların üzerlerine rüzgar ve sizin görmediğiniz askerler gönderdik. Bu şekilde onların tehlikelerini geri savdık. Ve Allah yaptıklarınızı görüyordu. Ne zahmetler çekiyordunuz, nasıl hendek kazıyordunuz? Allah görüyordu. Resul-i Ekrem Hendek'in sınırlarını belirlemiş ve her on kişiye kırk arşın olmak üzere kazı işini müslümanlar arasında bölüştürmüştü. Kendisi de bir ırgat gibi bizzat çalışıyordu. Mevsim kıştı. Müslümanlar üç gün gıdasız kalmıştı ve bu esnada Peygamberin bazı mucizelerini görmüşlerdi. Muhacirler ve Ensar çalışırlarken şu beyti mırıldanırlarmış:

"Bizler sağ olduğumuz sürece edebiyen cihad etmek üzere Muhammed'e bey'at etmiş kimseleriz.

" Resul-i Ekrem de hem çalışır, hem Ensar ve Muhacirler'e dua ederdi: "Ya Rabbi! Hayır ancak ahiret hayrıdır. Ensar ve Muhacirler'i mübarek eyle" derdi.

Selman, Huzeyfe, Numan b. Mukrin, Amr b. Avf ve Ensar'dan altı kişi çalışırlarken bir kaya çıkmış, kıramamışlar, kaya külüngü kırmıştı. Durumu Resulullah'a bildirdiler. Oraya indi. Selman beraberinde idi. Resulullah külüngü aldı, kayaya vurdu. Bir vuruşta çatlattı ve ondan bir şimşek çıkmış, Medine alanını aydınlatmıştı. Resulullah tekbir aldı, müslümanlar da aldılar, sonra ikinci, sonra üçüncü kaya parçalanmıştı, Selman gördüğü şimşeği Resulullah'a sordu. Resulullah: "Birincisi Hîre'yi ve Kisra'nın köşklerini gösterdi ve Cebrail bana haber verdi ki ümmetim onları alacak. İkincisi Şam ve Rumlar'ın kırmızı köşklerini gösterdi ve haber verdi ki, ümmetim onları alacak. Üçüncüsü de Yemen'de San'a köşklerini gösterdi ve haber verdi ki ümmetim onları alacak, müjde!" buyurdu. Bunun üzerine mümnler sevindiler, münafıklar "Şaşmaz mısınız, size ne boş vaadde bulunuyor, yerinizden çıkamazken Yesrib'den ta Hîre'yi ve Kisra'nın Medain'ini gördüğünü ve onların size fetholunacağını söylüyor" diyorlardı.

10- O zaman size üstünüzden ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. Gatafan ve kendilerine uyanlar vâdinin yukarsından, doğu tarafından gelmişler, "Uhud"un yanına konmuşlardı. Kureyş de Ehabîşî ile Tihame ve Kinane'den kendisine uyanlarla on bin kişi kadar olarak vadinin aşağısından batı tarafından gelmiş, Cüruf ile Zügabe arasında, Rûme'den sellerin toplandığı yere konmuşlardı. Ve o zamanki gözler kaymış, hayret ve heyecandan doğru bakamıyor, ve yürekler ağızlara gelmişti, dehşetli korkudan ve heyecandan nefesler kesilecekti. Müşrikler bütün ileri gelen başkanların kumandası altında toplanarak genel bir saldırıya karar vermişlerdi. Bunun için Hendek'in en dar noktası saldırıya hedef olarak seçilmişti. Arapların Dırar b. Hattab, Hübeyre b. Ebi Vehb, Nevfel b. Abdullah, Amr b. Abdivedd gibi meşhur cengaverleri atlarını sürerek hendeği geçmişlerdi. Bunların herbiri bin kişiye denk sayılıyordu. Amr. b. Abdivedd, "Bedr"de yaralanmış ve intikamını almadıkça saçlarına koku sürmemeye yemin etmişti. "Uhud"a gelmiş, bu kez de hendeğe bayraklı olarak gelmişti. Bu sıralarda doksan yaşlarında olmasına rağmen, hendeği ilk geçen o olmuştu. Hendek ile dağın arasında adamlarıyla birlikte o dar yerden atlamış, çorak yerde atları dolanıp gezinmeye başlamıştı. Birkaç müslüman ile Hz. Ali de bunlara karşı sınırı tuttu. Amr bayraklı idi.

Hz. Ali ona: "Ey Amr! Senin bir adetin vardır. Kureyşt'en birisi sana iki teklifte bulunsa mutlaka birisini tutarsın, değil mi?" dedi.
Amr,  "Evet" dedi.
Hz. Ali: "O halde ben seni Allah'a ve İslam'a davet ediyorum.
" Amr: "O'na ihtiyacım yok.
" Hz. Ali: "Öyleyse seni binitlerimizden inip döğüşmeye davet ediyorum.
" Amr : "Vallahi ben seni öldürmek istemem" diye alay etti.

Hz. Ali: "Fakat ben seni öldürmeyi arzu ediyorum" dedi. Bunun üzerine Amr kızıp atından indi, bir kılıç darbesiyle atının ayağını kesti, Hz. Ali'ye saldırdı. Amr'ın darbesi Hz. Ali'nin kalkanını parçalayıp alnını kanatmıştı. Hz. Ali karşı darbe ile Amr'ı omuzundan biçmiş, Allahü ekber diye bağırmıştı, derhal etraftan yükselen tekbir sesleri ortalığı çınlattı, Amr ile birlikte bir iki kişi daha vurulmuştu; birini Hz. Ali öldürmüş, birine de bir o k isabet etmişti. Süvariler (binekliler) bozulup çekilmişler, bugün Ahzab savaşının en dehşetli günü olmuştu. Bütün gün savaş şiddetle sürmüş, düşman müslümanlar üzerine ok ve taş yağdımaya devam etmişti. Savaşı yönetmekten bir an olsun ayrılmaya fırsat bulamadığı için Resulullah ,o gün dört vakit namazı eda etmeye imkan bulamamıştı, işte o gün gözler yerinden kaymış yürekler boğazlara dayanıp nefesler tıkanmıştı.

Ve Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz. Çeşit çeşit zanlar vardı: Kalpleri sabit olan samimi müminler, Allah'ın dinini yüceltmek için verdiği sözünü yerine getireceğine kanat etmekle birlikte bu kez o sözü yerine getirecek mi, yoksa kendilerini imtihan mı edecek? diye düşünüyorlar da kusur edip kaymaktan ve gereği gibi tahammül edip dayanamamaktan korkuyorlar; zayıf kalpliler ve münâfıklar da "hani diyordu..." diye hikaye olunacağı gibi kötü zanda bulunuyorlardı.

11- İşte bu anda veya bu noktada müminler imtihana çekilmiş, samimi inanan ile münafık, sebat eden ile sarsılan seçilmiş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12- Ve o zaman münafıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar yani itikadları zayıf olanlar şöyle diyorlardı: Allah ve Resulü bize bir "gurur"dan, bir aldanmadan başka bir vaadde bulunmamış. Bu sözü Muattib b. Kuşeyr söylemiş: "Bizim birimiz korkudan tuvalet ihtiyacını gidermeye çıkamazken, Muhammed tutmuş da bize Kisra'nın ve Kayser'in hazineleri fethedeceğimizi vaad ediyor, bu sırf aldanma vaadi bir boş vaaddir." demiş, akranları da bu sözleri tasdik etmişlerdi.

13-14- "Onlardan bir grup demişti..." Bu grup da, Evs b. Kayzî ve ona tabi olanlar imişler Ey Yesrip ahalisi!

YESRİP, Medine-i Münevvere'nin eski ismidir. Esasen bulunduğu yeryüzü parçasının adı olduğu da söyleniyor. Resul-i Ekrem onun bu isim ile anılmasını mekruh görüp yasak etmiş, orası "Taybe" veya "Tâbe"dir buyurmuştu. O halde onlar sanki peygambere muhalefet olsun diye bu ismi söylemiş oluyorlar. Sizin için kalacak duracak yer yok, yani asker durduracak bir karargah veya tutunacak bir yer yok onun için dönün. Bu tabirde birkaç mânâ ihtimali vardır: Geri dönün, Medine'ye evlerinize dönün, yahut Muhammed'in dininden eski müşrikliğinize dönün, yahut ona olan beya'tinizden dönün de onu düşmanlara teslim edin, yahut Yesrib'de size duracak yer kalmadı, dönün kâfir olun ki, orada durabilesiniz demek olabilir.

Onlardan bir topluluk da peygamberden izin istiyorlar. Bunlar Harise oğulları imiş. Evlerimiz "avret" diyorlardı. Avret: Aslında eksik ve gedik demek olup burada sağlam değil, açık ve muhafazasız demektir. Halbuki o evler açık değildi, korumalı idi. Dışardan düşmanın o taraftan girmesine ihtimal yoktu. İçerden de şehrin asayiş ve güvenliğine bakılıyordu. Bununla birlikte evleri açık olsaydı varıp da onları koruyacaklar mıydı? Hayır. Sadece kaçmak istiyorlardı. Yoksa O evlerin etrafından üzerlerine girilse de onlar içlerinde iken üzerlerine doğru varılsa, o açık dedikleri evleri savunacaklar mı, hatta sade bu kadar değil, girilse de sonra kendilerinden "fitne" istenilse, inkâra dönmek veya düşmanın emrine teslim olmak teklif olunsa mutlak onu, o fitneyi yaparlar, hiç çarpışmazlardı ve fitnede durmazlardı, sadece biraz dururlardı; yani o fitneyi yapmakta durmazlar, ancak soru ve cevap konuşulacak kadar biraz dururlardı. Daha doğrusu o inkârı yaptıkları takdirde, o evlerde veya şehirde pek az durabilirlerdi, mahvedilirlerdi,

15-çünkü Şanım üstüne yemin ederim ki, bundan önce Allah'a söz vermişlerdi hiç arkalarına dönüp kaçmayacaklardı. Harise oğulları "Uhud" savaşında yılgınlık ettikleri zaman, tevbe edip bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resulullah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz sorulur ve cezası verilir, dinden dönenlerin de sonları mutlaka budur.

16-20-çünkü Şanım üstüne yemin ederim ki, bundan önce Allah'a söz vermişlerdi hiç arkalarına dönüp kaçmayacaklardı. Harise oğulları "Uhud" savaşında yılgınlık ettikleri zaman, tevbe edip bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resulullah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz sorulur ve cezası verilir, dinden dönenlerin de sonları mutlaka budur.

21- "Sizin için Resulullah'ta." Bu âyet, Resulullah'ın "Peygamber size neyi verdi ise onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan sakının" (Haşr, 59/7) âyeti gibi, yalnız sözleriyle değil, fiil ve hareketleriyle dahi delil ve kendisine uyulan bir peygamber olduğunu hükme bağlar. Yani Resulullah din ve ahlakın teorik kısmını tebliğ ve hükme bağlamakla kalmamış, gerek savaşta ve gerek barış zamanında fiilleri ve uygulamaları ile ve bütün incelikleriyle kendisinde canlı olarak güzel bir uyma örneği olacak ders ve örnek vermiştir. Onun için Hz. Muhammed'in hayat hikâyesinde her açıdan insanlık dünyası için pek güzel bir örnek vardır.

ÜSVE, "teessi" edilecek, yani uyulacak, arkasından gidilecek örnek, meşk, nümûne-i imtisal demektir. Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanıp Allah'ı çok zikretmekte olan kimseler için, yoksa sadece dünya hayat ve süsünü arayanlar ve Allah'ı, ahıreti düşünmeyenler için değil.

22- Bu, işte Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad ettiğidir. İlk gördüklerinde hatırlarına gelen bu oldu. Çünkü Allah Teâlâ, "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve çeşitli belalarla sarsıldılar ki, hatta peygamberleri beraberindeki müminlerle birlikte: 'Allah'ın yardımı ne zaman' diyordu. Gözünüzü açın: Allah'ın yardımı mutlaka yakındır." (Bakara, 2/214) buyurmuştu. Resulullah da: "Ahzabın bir araya gelmesiyle iş sıkışacak; fakat sonuç sizin lehinizde, onların aleyhindedir." Bir de "dokuz veya on gece sonra Ahzab gelecek" demişti.

23-27- Samimi müminlerden o erler ki Allah'a verdikleri sözde durdular. Bunlar sahabelerden birtakım kimselerdir ki Resulullah'ın beraberinde herhangi bir savaş yaparlarsa sebat edip şehid oluncaya kadar çarpışmaya azmetmişlerdi. Bunlar Osman b. Affan, Talha b. Ubeydullah ve Said b. Zeyd b. Amr b. Fudayl ve Hamze, Mus'ab b. Umeyr ve Enes b. Nadîr vesaire idiler. (Allah hepsinden razı olsun)

Onlardan kimisi, nezrini yani adağını ödedi. Hz. Hamze ve Mus'ab b. Umeyr ve Enes. b. Malik'in amcası Enes b. Nadir gibi bazıları sözlerini yerine getirip şehid olarak öldüler kimisi de şehitlik beklemektedir. Ki bunlar da Hz. Osman ve Talha gibi sonradan şehid olanlardır. (Allah hepsinden razı olsun). Ve Allah'ın yardımı savaşta müminlere yetti. Yani Allah müminleri savaştan kurtardı, çarpışma yaptırmadan, düşmanlarını savdı. "Hem de kitap ehlinden onlara yardım edenleri (kulelerinden) indirdi." Bu kitap ehli, yahudilerden Kureyzaoğullarıdır. Resulullah ile anlaşma yapmışlarken, Nadiroğullarının ısrarları ile dönmüşler, Ahzab'a yardım etmişlerdi. Ahzab'ın yenilip dağıldığı gecenin sabahı müslümanlar Medine'ye dönüp silahlarını bıraktıkları sırada Cebrail Resulullah (s.a.v.)e gelmiş, "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler henüz silahı bırakmadılar, Allah Teâlâ senin Kureyzaoğulları üzerine yürümeni emrediyor, ben de onlara gidiyorum" demişti. Bunun üzerine, "İkindiyi Kureyzaoğullarında kılsınlar" diye müslümanlara ilan edildi. Müslümanlar vardılar yirmi, yirmi beş gece kuşatma yaptılar, Resulullah'ın hükmünü kabul etmeleri teklif edildi, kabul etmediler, Sa'd b. Muaz'ın hükmünü kabul etmeye razı oldular. O da savaşa katılanların öldürülmelerine, çocukların ve kadınların esir edilmelerine hükmetmişti ki, bu olay meşhurdur. Sıysalarından, kulelerinden.

SAYASÎ, sıysanın çoğulu, sıysa dağın ucuna ve her şeyin aslına ve çulha tarağına denir. Burada sağlam, yüksek kale, sur ve kule anlamınadır.

28-29- "Ey peygamber! Hanımlarına söyle..." Rivayet olunuyor ki Resulullah (s.a.v) dan hanımları zinet elbiseleri, süslü elbiseler ve daha çok nafaka, yiyecek bedeli, geçimlik istemişlerdi; bu ayetler bu sebeple nazil oldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) Hz. Aişe'den başlayarak, hepsini serbest bıraktı. Hz. Aişe: "Ben Allah'ı Resulullah'ı ve ahiret evini isterim" dedi. Kalan hanımlar da öyle söylediler. Bundan dolayı haklarında bir takdir hissi olmak üzere ilerde gelecek olan, "Ey Muhammed, onlardan dilediğini geri bırakır dilediğini de yanına alırsın." (Ahzab, 33/51) âyeti indi. Burada bu muhayyer bırakma, sırf bir muhayyer bırakma mıydı? Yoksa isteğin elinde olsun gibi "Tefviz-i talak" boşama hakkını verme miydi? diye ihtilaf etmişlerdir. Hz. Aişe (r.a.)'den: "Resulullah bizi serbest kıldı, biz de kendisini tercih ettik ve onu boşama saymadı" dediği rivayet edilmiştir.

30- Ey Peygamberin kadınları! Kendilerine nasihata özen gösterildiğini ortaya çıkarmak için bu şekilde, ifadenin kipi değiştirilerek ilâhi sesleniş kendilerine yöneltilmiştir. Gerek burada ve gerek bundan sonra, böyle onların Peygamberin ismine isim tamlaması yapılarak kendilerine seslenilmesi de, zikrolunacak hükümler bu tamlamadan çıktığı içindir. (Biriniz) Çirkinliği belli bir kabahat, herhangi bir büyük günah işlerse. Zira bilinmektedir ki herhangi bir durumu var saymak, o durumun meydana gelmesini gerektirmez. Bununla birlikte bundan maksat Resulullah'a karşı baş kaldırarak onu sıkacak, kederlendirecek isteklerde bulunmak gibi hareketler olması da düşünülebilir. Ona azab iki kat katlanır. Diğer kadınlara verilecek cezanın iki katı verilir. Biri asıl günahın, diğeri de isim tamlaması ile peygambere ait olmanın onun hanımı olmakla elde edilen niteliğe hürmetsizliğin cezasıdır. Öte yandan kabahatin çirkinliği onu yapanın şeref ve itibarı oranında artar. Nitekim hür olanlara verilen ceza kölelerin iki katıdır. Peygamberin eşleri olmaları dolayısıyla bütün müminlerin anneleri olmak şerefi elde etmiş olanların kabahatleri elbette sosyal durumları oranında büyük olur. Gerçi sosyal durumu yüksek olanlara halk kolay ceza veremez. Allah'a göre o kolay bulunuyor.

31-Bununla birlikte nimet külfete göre olduğundan itaate karşılık ecr ve sevap da iki keredir. Birisi asıl itaatın sevabı, birisi de Peygamberin hanımı olmanın feyz ve bereketidir.

32- Ey Peygamberin hanımları! Siz genel olarak kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Sizde diğer kadınlarda bulunmayan nitelikler var: Peygamberlerin en hayırlısının hanımları ve bütün müminlerin anaları olmak niteliklerine sahipsiniz. Eğer sakınırsanız, bu özel niteliklerinizi korursanız yahut durumunuza uygun takva ile korunacaksanız -bu şart bir mânâ ile yukarının, bir mânâ ile aşağının kaydı oluyor- Sözü yumuşak ve tatlı bir eda ile söylemeyin, bir söz söylendiği zaman sakın yılışık bir biçimde cevap vermeyin ve söylerken yayılarak, kırıtarak söylemeyin de kalbinde hastalık bulunan, kalbi çürük, kötülüğe yüz tutmuş kimseler kötü bir şey ümit etmesin. Ve uygun ve ciddi söz söyleyin; yani yapmacılıktan uzak, ağırbaşlılık ve ciddiyetle dosdoğru söyleyin veya sert olsa da makul ve meşru güzel söz söyleyin.

33- Ve evlerinizde oturun. kelimesi Arapça'da "Karar" mastarından emir olup, kelimenin aslı 'dir, gibi, yani evlerinizde oturun. İlk cahiliyet dönemi kadınlarının dışarı çıkışı gibi çıkmayın, yani İslam'dan önceki cahiliyet adeti gibi süslerinizi göstererek ve görünmek için kırıtarak çıkmayın. Bu ayet bu emir ve yasak ile Resulullah'ın hanımlarına yalnız "tesettür"ü değil, özellikle "hıdr"i, yani yabancı erkeğe hiç görünmemek demek olan "muhaddere"liği dahi vacip kılmıştır. Diğer İslam kadınları için ileride geleceği ve Nûr Sûresi'nde geçtiği üzere tesettür vacip ise de, "Hıdr" vacip değil müstehaptır. Bütün İslam kadınlarının da Peygamber'in hanımlarının hayat tarzını ve ahlakını örnek edinmeleri elbette bir hakları ve şerefleridir. Fakat hepsine muhaddere olmaları farz olsaydı, bunda güçlük olurdu. Onun için ilerde

"Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman örtülerini üstlerine alsınlar, vücudlarını örtsünler!" (Ahzab, 33/59) ayetinde tesettür emri bütün müminlerin hanımlarına genelleştirilmiş olduğu halde, burada "Evlerinizde oturun." (Ahzab, 33/33) emri ile "Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz." (Ahzab, 33/32) diye nitelenen Peygamberin hanımlarına hitaben gelmiştir. Ve ancak ehli beyti olma, (Resulullah'ın aile fertleri) niteliği ile, bu emirlerin peygamberin kızlarını dahi kapsadığı anlatılmıştır. Fakat bundan evlerinizde hiçbir iş yapmadan boş boş oturun gibi bir mânânın anlaşılmaması için buyuruluyor ki, evlerinizde durun da namaz kılın ki, bununla önce kibirli ve böbürlenen kimselere benzemekten sakınılmış olur ve zekat verin, bu da kerîm, rahîm olan Allah Teâlâ'nın güzel gördüğü ahlâkla ahlâklanarak, O'nun rezzak (rızık veren) ismine niyabetle kulluk etmektir. Şüphe yok ki zekatı vermek için, gerçekten ihtiyacı olan fakirleri anlayıp dinlemek çok önemli bir iştir. Ve bundan onların zekat verecek nisaba sahip bulundukları da anlaşılır. Değilse bundan böyle sahip olacakları bu emir ile müjdelenmiş olur. Ve daha Allah'a ve Resulü'ne itaatlar yapın. Mükellefiyetler sadece zikrolunan ibadet çeşitleri değildir. Allah ve Resulü daha neyi emreder ve yasaklarsa onları da tutun. Bunlar baskı ve güçlük değil midir? Hayır Allah Teâlâ sırf şunu istiyor kiri, yani şan ve şerefinizi kirletmek ihtimali bulunan günahları sizden uzaklaştırsın ey ehli beyt! de sizi tertemiz pampâk etsin. Ehli beyt, peygamberin ehli beyti, peygamberin ailesine özel olarak mensup bulunan bahtiyarlardır, Resulullah'ın aile fertleridirler.

Söz, Peygamber'in hanımlarına seslenmekte olduğu için, "ehli beyt" kelimesinden ilk akla gelen mânâ "onlar" olur. Fakat maksadın yalnız onlar olmadıklarını anlatmak için, müzekker zamir (Arapça'da erkek isimlerin yerine geçen zamir) olan "siz" diye seslenilmiştir. Çünkü usul ilminde bilindiği üzere, müennes çoğul kipi (dişi çoğul kipi) yalnız dişilere özel olduğu halde, müzekker çoğul kipi karışık olarak erkeğe ve kadına, "tağliben" yani kadınları da kapsayacak biçimde kullanılır. Demek ki "Ehli beyt" denilince, Peygamberin hanımları ile birlikte, çocuklarını, erkek ve kadın kendine özel aile fertlerini dahi kapsadığı anlatılmak üzere "Ey peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister.." buyurulmuştur. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) çocuklardan olduğu gibi, Hz. Ali dahi Hz. Peygamberin evinde yetişmiş ve Hz. Fatıma ile birlikte yaşaması dolayısıyla özel bir mensubiyeti elde etmiş bulunduğundan o da ehli beyttendir. Fakat bunların ehli beytten olması Hz. Peygamber'in diğer kızlarının ve onlardan olan çocuklarının da ehli beytten olmasına engel değildir, aksine olmalarını gerektirir.

Fakat ne tuhaftır ki Şia, âyetin konusunu oluşturan Peygamberin tertemiz hanımlarını dahi hesaba almayarak ehli beytin, Hz. Peygamberi kendisiyle Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma (r.anhüm)den ibaret olduklarında ısrar etmek istemişler ve bu yüzden İslam tarihinde çok büyük gürültüler çıkarmışlardır. "Selman bizden ve ehli beyt'tendir" hadisiyle, özel mensubiyet ile Selman bile ehli beytten sayıldığı halde, Peygamberle birlikte geceleyip yatan, temiz hanımların ehli beytten hariç sayılmaları ne garip bir taassuptu.

34-Halbuki öyle bir yanlış anlamaya meydan bırakmamak için, "beyt" (ev) kelimesi kendilerine izafe edilip yine Peygamberin hanımlarına hitaben şöyle buyuruluyor: Ve ey Peygamberin kadınları ve kızları! Evlerinizde okunup duran Allah'ın âyetlerini ve hikmetini anın, toplanıp müzakere edin, yani Kur'ân'ı ve Peygamberin sünnetlerini belleyin, düşünün, bu şekilde Allah'ın ve Peygamber'in emirlerini belleyin ilim tahsil edin ve bu yüzden elde ettiğiniz şeref ve şanı hatırdan çıkarmayıp şükrünü bilin. Gerçekten Allah latif ve her şeyden habedar bulunuyor. Onun için bu emirleri ve yasakları veriyor.

Şimdi burada daha genel ahlak ve iyiliklere teşvik için özelden genele geçilerek buyuruluyor ki:

35- Gerçekten müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, Allah'ın hükmüne boyun eğip selâmete giren, ikrar veren erkekler ve kadınlar ve mümin erkekler ve mümin kadınlar, tasdiki vacip olan şeyleri ikrar ile birlikte kalben de tasdik eden erkekler ve kadınlar; bununla birlikte boyun eğen erkekler ve boyun eğen kadınlar, divan durup itaate devam üzere bulunan itaatli erkekler ve kadınlar; bununla birlikte doğru erkekler ve doğru kadınlar, sözünde ve işinde içtenlikle doğruluk yapan erkekler ve kadınlar; bununla birlikte sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, sabırlı olan, gerek itaate ve gerek günahlara sabreden erkekler ve kadınlar; bununla birlikte mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, kalpleri ve organları ile alçak gönüllü olan erkekler ve kadınlar; bunun yanında sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar; bunun yanında Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, farz oruçları tutan erkekler ve kadınlar; bunun yanında ırzlarını haramdan muhafaza edip koruyan erkekler ve kadınlar; bunun yanında Allah'ı çok zikreden, gerek kalbi ve gerek dili ile anıp unutmayan erkekler ve kadınlar bunların hepsine, bu iyilikleri yapıp bir araya getirenlere Allah, bir bağış, insanlık hali arada sırada meydana gelen küçük günahları örtecek bir mağfiret ve itaatlerine karşılık büyük bir ecir hazırlamıştır ki, onun şimdi tasavvuru mümkün değildir. Bu şeklide bu ayet, hem ehli beyte, hem de onlar gibi bu güzel ahlak ve nitelikleri kendilerine huy edinenlere bir vaad ve müjdedir. Deniliyor ki, Peygamberin hanımları hakkında o ayetler nazil olduğu zaman müminlerin kadınları "Bizim hakkımızda bir şey nazil olmadı" demişlerdi. Bu ayet bu sebeple nâzil oldu. Diğer bir rivayette, Peygamberin hanımları demişlerdi ki: "Ya Resulullah! Allah Kur'ân'da erkekleri zikrediyor, demek ki bizim zikrolunacak hiçbir iyiliğimiz yok, bizden hiçbir itaat kabul buyurulmayacak diye korkuyoruz." Bu ayet bunun üzerine nazil oldu.

36- "Hiçbir mümin erkek ve kadın için, Allah ve Resulü bir ise hüküm verince seçme hakkı yoktur." Resulullah (s.a.v.) halası "Ümeyye binti Abdulmuttalib"in kızı Zeyneb binti Cahş'i, Zeyd b. Hârise'ye birbirleriyle evlenmek üzere aday olarak belirlediği zaman, Zeynep ve kardeşi bunu kabul etmemişler, bu âyet bu yüzden nazil olmuş deniliyor ki, yukarıda geçen "Peygamber müminlere canlarından ileridir." (33/6) ayetinin uygulamalarından birisi demektir. Âyetin burada gelişi Peygamberin hanımlarına yapılan muhayyer bırakma âyeti açısından bir tamamlama, yani Peygamberi bakış açısını gözetmek gerekliliğine bir işaret olduğu gibi, bundan sonraki âyete göre de bir ön giriş mahiyetindedir.

37- Hatırla o zamanı ki, diyordun ona, o kendisine Allah'ı nimet verdiği, Allah ona zeka ve kabiliyet vermiş, senin nezdine sevketmiş, İslam nimeti ile nimetlendirmişti. Senin de nimet verdiğin kimseye -Allah'ın yardımı ile kendisine türlü bağışlarda bulunduğun, kısaca azad edip hürriyet nimetine erdirdiğin kimseye- ki şimdi ismi gelecek olan Zeyd'dir. Yani Zeyd b. Hârise b. Şurahbîl, annesi Su'da binti Sa'lebe b. Abdi Âmirî, Benî Ma'n b. Tay'dendir. "El-İsabe fî Marifeti's-Sahabe" isimli eserde hayat hikayesi şöyle yazılıdır: Zeyd b. Harise'nin annesi Su'dâ kendi kavmini ziyarete gitmişti. Zeyd de beraberinde idi. Cahiliye devrinde Benî Kayn b. Cisir süvarileri, Benî Ma'n evlerine baskın yaptılar. Zeydi kapıp aldılar, anlayışlı bir çocuk idi, Ukaz panayırına getirdiler, satılığa çıkardılar. Hakîm b. Huzam, halası Hatice hesabına dört yüz dirheme onu satın aldı. Hz. Hatice de Resulullah kendisi ile evlendiği zaman, onu Resulullah'a hibe etti, onu kaybetmiş olan babası Harise:

"Zeyd'e ağladım, bilmem ne yaptı. Sağ mı, ümid olunur mu? Yoksa ecel önüne mi geçti?" diye başlayan acıklı beytler söylemiş, sonra Harise'nin kabilesi olan Kelb kabilesinden birtakım kimseler hacca gelmişler Zeyd'i görmüşler. Zeyd onlara kendisini tanıtmış, onlar da tanımışlar ve şu beyti aileme götürün demiş:

"Kavmime özlemlerimi bildiririm. Gerçi uzağım, çünkü Meşair'in yanında beytin civarında kalanlardanım."

Gitmişler babasına bildirmişler ve yerini tarif etmişler. Bunun üzrine Harise ve kardeşi Ka'b onu kurtarmak için fidyesini alıp yola çıktılar. Mekke'ye geldiler. Peygamber (s.a.v.)'i sordular, Mescid'de olduğu söylendi. Yanına gittiler "Ey Muttalib'in oğlu, ey kavminin efendisinin oğlu! Siz Allah'ın şerefli Harem'inin civarında kalan kimselersiniz. Siz sıkıntı içinde olanları kurtarır, esirleri doyurursunuz. Biz sana senin yanındaki çocuğumuz için geldik. Bize lutfet ve ihsan et. Takdim edeceğimiz fidyesini kabul eyle. Serbest kalmasına yardım buyur" dediler. Resulullah "O kim" buyurdu. "Zeyd. b. Harise" dediler, bunun üzerine (yahut da başkası), "Haydin çağırın onu da muhayyer bırakın, eğer sizi tercih ederse, fidyesiz sizin olsun; yok eğer beni tercih ederse, vallahi ben, beni tercih edene karşı fidyeyi tercih etmem" buyurdu.

Bunun üzerine Zeyd b. Harise'yi çağırdılar. Resulullah (s.a.v.) "Bunları tanıyor musun?" buyurdu. Zeyd: "Evet şu babam, şu amcam" dedi. Resulullah: "Ben de bildiğinim, sana olan davranışımı ve arkadaşlığımı gördün. Şimdi ya beni tercih et, ya onları." O zaman Zeyd dedi ki: "Ben sana karşı kimseyi tercih edemem. Sen benim hem babam, hem amcam yerinesin." Buna karşı babası ve amcası: "Yazık sana ey Zeyd, köleliği hürriyete, babana, amcana ve ehli beytine tercih mi ediyorsun?" dediler. Zeyd de: "Ben bu zattan öyle şeyler gördüm ki, ona karşı hiçbir kimseyi tercih edemem." diye cevap verdi. Resulullah bunu görünce, onu Hıcr'e çıkardı. Ve buyurdu ki: "Şahid olun Zeyd benim oğlumdur, bana varis olacak, ben de ona varis olacağım." Bunu görünce babası ile amcasının da gönülleri hoş oldu, memnun olarak dönüp gittiler."

Bundan böyle ta İslam'a gelene kadar "Zeyd b. Muhammed" diye çağırılırdı. Resulullah onu böyle oğul edindiği zaman halası Ümeyme binti Abdulmuttalib'in kızı Zeyneb binti Cahş'ı de daha sonra ona nikah etmişti. Ondan önce de azadlı cariyesi Ümmü Eymen'i onunla evlendirmiş, ondan oğlu Üsame doğmuştu. Sonra Zeyneb'i boşadığı zaman, onu, Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi ki, bu da anası tarafından Abdulmuttalib'in torunundan, yani Peygamberin hala çocuklarındandı. Bundan da Zeyd b. Zeyd ve Rukuyye doğmuştu, sonra Ümmü Gülsüm'ü de boşadı. Ebu Leheb'in kızı Dürey ile evlendi. Sonra onu da boşadı. Hz. Zübeyr'in kızkardeşi Hind binti Avvam ile evlendi. Buharî'de yer aldığı üzere İbn Ömer (r.anhüma) "Onları öz babalarına nisbet ederek çağırın" (Ahzab, 33/5) âyeti ininceye kadar Zeyd b. Harise'ye "Zeyd b. Muhammed" derdik diye haber vermiştir.

Zührî, "Biz Zeyd b. Harise'den önce müslüman olan bilmiyoruz" demiştir. Zeyd b. Harise "Bedr" ve ondan sonraki savaşlarda Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunmuş ve nihayet Mute savaşında emîr , yani kumandan olarak şehit olmuştur. Resulullah (s.a.v.) onu seferlerinin bazısında Medine'de yerine bırakmıştır. Bera b. Azib'den rivayet olunduğuna göre, Zeyd b. Harise: "Ya Resulullah Hamza ile aramızda kadeşlik sözleşmesi yaptık." demiştir. Hz. Aişe'den rivayet olunur ki "Resulullah (s.a.v.) Zeyd b. Harise'yi herhangi bir seriyyede (düşman üzerine gönderilen küçük süvari müfrezesi) gönderdiği zaman mutlaka onu kumandan yapardı. Ve eğer sağ kalmış olsaydı, onu halife bırakırdı." Buharî'de rivayet olunduğu üzere Seleme b. Ekvâ (r.a.) demiştir ki: "Peygamberle birlikte yedi gazâ ettim. Resulullah, onu bize kumandan yapardı."

Zeyd'in katıldığı seriyyeler: Önce Karede, sonra Hamum, sonra, Iys, sonra Mutrıf, daha sonra sırasıyla, Hısma, Kurza seriyyeleri olmuş, daha sonra Mute savaşında kumandan olmuş ve bu savaşta ellibeş yaşında iken şehid olmuştur. Kur'ân'da ondan başka hiçbir sahabi ismiyle söylenmemiştir. Yine Buharî'de İbn Ömer (r.anhüma)dan rivayet olunduğu üzere, Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "O, yani Zeyd, gerçekten kumandanlığa layıktır. Ve gerçekten en çok sevdiklerimdendir."

Tirmizî ve başka muhaddislerin rivayeti ile Hz. Aişe demiştir ki: "Bir sefer Zeyb b. Harise Medine'ye geldi, Resulullah benim odamdaydı, geldi kapıyı çaldı, Resulullah kalktı, ona sarıldı ve öptü."

Bir de İbnü Ömer (r.anhüma) şöyle demiştir: Ömer, Üsâme'ye benden daha çok maaş bağladı. Kendisine sordum. O, Resulullah'a senden daha sevgili idi, babası da Resulullah katında senin babandan daha sevgiliydi dedi.

İşte Zeyd böyle çeşitli yönlerden Allah'ın ve Resulü'nün nimetine ermiş bir zat idi. Burada bunun bu niteliklerle nitelenmesi, nimetin değer ve şükrünü bilecek güzel niteliklere sahip olduğunu tescil ile, gönüldekini kendisine olduğu gibi söylemek için çekinecek bir taraf olmadığına bir dikkat çekmektir. Yani senin, böyle senden nimet görmüş bir kimseye karşı çekinmene hiçbir sebeb yokken diyordun ki Eşini bırakma, kendi yanında tut. Yani Zeyneb'i boşama. Burada tefsirler bu konudaki rivayetlerin arasına şöyle bir paragraf eklemişlerdir: Güya Resulullah (s.a.v.) Zeyneb'i Zeyd'e nikâhladıktan bir zaman sonra, tesadüfen gözü ona ilişmiş, birdenbire güzelliği gönlünde yer etmiş de "Gönülleri çeviren Allah'ı tesbih ederim" demiş. Zeyneb de tesbihi işitmiş Zeyd'e söylemiş, Zeyd intikal etmiş ve bunun üzerine Zeyneb'le beraberliği uygun görmeyerek Resulullah'a gelmiş: "Ben eşimden ayrılmak istiyorum" demiş. Resulullah (s.a.v.)de: "Ne var, ondan seni şüpheye düşürecek bir şey mi oldu?" buyurmuş. Zeyd: "Yok. Vallahi ben ondan hayırdan başka bir şey görmedim. Fakat şerefli bir aileden gelmesi dolayısıyla kendisini benden büyük görüyor." demiş. Ve o zaman Resulullah "Hanımını kendine sıkı tut" buyurmuş. Ansızın görülen bir güzelin güzelliğini son derece temiz ve ince bir biçimde duyup takdir ederek yaratanın yaratıcılık gücünü tesbih ve tenzih ile ilan etmekte peygamberlerin ismet (günah işlememe) özelliğine aykırı hiçbir durum olmadığından, bu hikayenin gerçekten olmuş olmasını varsaymakta aslında bir sakınca yoktur. Bununla birlikte birtakım hırıstiyan yazarların dedikodu aracı yapmak istedikleri bu hikaye, Hadis ilmi bakımından, gerçekten olmuş bir olay değildir. Bir kere rivayet açısından sahih hadis kitaplarında, sahih bir yol ve sened ile rivayet edilmemiştir. Sonra dirayet, yani hadisin mânâsı açısından, Zeyneb'in güzelliğini Resulullah'ın henüz yeni görüp anlamış olması aklen kabul edilemez. Zira Zeyneb Resulullah'ın yakın akrabasından olmakla, ta çocukluğundan beri görüp bildiği ve özellikle tesettür edilmemiş bulunduğu için vücud güzelliğini yakından tanıyageldiği bir kadın iken, bunu ilk olarak bu defa görülmüş beğenilivermiş diye anlatmak kendi kendini yalanlayan bir hikayedir. Doğrusu Resulullah Zeyneb'i önceden biliyordu ve bildiği için onu evlat gibi sevdiği Zeyd'e nikah etmiş idi. Fakat Zeyneb onurlu bir kadındı. Zeyd'i kölelikten azad edilmiş olduğundan dolayı kendine denk sayamamış, ona varmak istememişti. Sırf Resulullahın emrine itaatla ona varmış, fakat gereği gibi ısınamamıştı. Ara sıra Peygamber'e akrabalığından dolayı şerefli olması ve asaletiyle övünerek Zeyd'e karşı büyüklenmek istiyordu. Gerçekten kumandanlığa layık olarak yaradılmış olan Zeyd buna bir süre sabretti ise de Resulullaha varıp Zeyneb'den ayrılmak istediğini arz eyledi. Resulllah (s.a.v.)da bunu nefsinde uygun gördüğü halde, birdenbire müsade etmeyip dedi ki: "Hanımını kendine sıkı tut." Ve Allah'tan kork. Yani kadını boşamanın, önemsiz bir mesele olmadığını, Allah katında sorumluluk getiren bir iş olduğunu düşün, çünkü "Yani Allah katında helallerin en çirkini boşamadır." Bu nasihatlar güzel, fakat böyle derken İçinde de Allah'ın meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun. Boşamasını uygun görüyordun, yahut onu nikahlamayı düşünüyordun da söylemiyordun. Taberî'de Süfyan b. Uyeyne kanalıyla Ali b. Hüseyn'den rivayet edildiğine göre, Allah, peygamberine bildirmişti, Zeyneb ilerde Resulullah'ın hanımlarından birisi olacaktı. Böyle iken Zeyneb'den şikayete geldiği zaman, ona hanımını kendinde tut demişti. Çünkü o halde halkı da sayıyordun. Zeyd'in hatırını sayıyor ve insanlar dedikodu ederler diye çekiniyordun. Oysa Allah'ı sayman daha uygundu. Eğer korkacak bir şey varsa, halkı hiç hesaba almayarak yalnız Allah saygısını duyasın. Yani sırf gizlemek sakıncalı değildir. Allah için korkacak, Allah'ın emrine aykırı olacak bir şey olsaydı, sade Allah korkusuyla gizlemek de sakıncalı değildi. Fakat Allah için korkacak bir durum yok iken sırf insanlardan korkarak gizlemek veya Allah korkusuyla birlikte bir de halk korkusu gözetmek, işte hatırlatmanın sebebi budur. Halktan hiç korkmayarak yalnız Allah korkusunu gözetmek gerekti. Çünkü Allah'ın ilahi mesajını tebliğ eden peygamberler açıklanacağı üzere Allah'tan başka kimseden korkmazlar. "Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar." (Ahzab, 33/39). Deniliyor ki Peygamber'e karşı en şiddetli âyet bu "İçinde Allah'ın meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun" âyetidir. Hz. Aişe der ki: "Resulullah (s.a.v.) Allah'ın kitabından bir şey gizleseydi bu âyeti gizlerdi." "İçinde de Allah'ın meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun." "İnsanlardan çekiniyordun, oysa Allah'dan çekinmen daha uygundu." Demek ki bu ayet bu şekilde Resulullah'ın doğruluğuna ve pek yüksek olan huşu ve takvasına da açık bir delil oluyor. Zeyd ondan tamamen ilişiğini kesince, yani senden nimet elde etmiş olan Zeyd, sonunda o hanımı olan Zeyneb'den muradına erince, onu tutmak istemeyip boşadı ve iddeti çıktı. Ona hiçbir şekilde bir ihtiyacı kalmadı ve bu şekilde Zeyneb açıkta mahrum kaldı. O zaman biz onu seninle evlendirdik, yani senin çekinmene rağmen nihayet onunla evlenmeni sana emrettik. Demek ki Peygamber insanlara karşı söylemekten bile kaçındığı bir fiilin açıktan açığa yapılmasına emir almış bulunuyordu. Şüphe yok ki bu onun iman ve kesin inancını ortaya çıkaran büyük bir imtihandır. Fakat bu ne için böyle oluyordu? Ne idi? Bu evlendirmede ümmet için önemli bir hüküm hikmeti vardı. Şöyle ki Oğulluklarının, hanımlarında ilişkilerini kestikleri zaman, müminler üzerine bir darlık olmaması hikmeti için. Zira sûrenin başında geçtiği üzere, siz oğulluk edinmekle yüce Allah onları gerçekten sizin oğullarınız edivermemiştir. Şu halde, Nisa Sûresi'nde "Öz oğullarınızın hanımları ile evlenmeniz haram edildi." (Nisa, 4/23) buyruğuna uygun olarak, öz oğulların hanımları ile nikâhlanmak haram edilmiştir, diye oğullukların hanımlarını da gerçekten onlar gibi saymak gerekmez. Bir kimsenin oğul edindiği evlatlığının hanımını boşayıp iddeti çıktığı zaman, o adamın onunla evlenmesi şer'an caizdir, bunda hiçbir sakınca yoktur. İşte cahiliyet devrinde kökleşmiş olan bu adetin bu darlığın İslam'da kaldırılması için, ilâhî hikmet Peygamber'in bizzat kendisinde tatbikini gerektirmiş ve bu hikmet için o evlenme emredilmiştir. Allah'ın buyruğu yerine getirilmiştir. Onun için bu emir de yerine getirilmiş, Peygamber evlenmiş, Zeynep de Peygamber'in hanımı olmuştur. Bu şekilde bu evlenmenin meşru olduğu tatbikatla gösterilmiştir.

38- "Müminler üzerine bir darlık olmaması için." (Ahzab, 33/37) diye sebep gösterilmesinden anlaşılır ki, bir ayrıcalık delili bulunmadıkça Peygamber ile ümmet hakkında hüküm aynıdır. Burada şöyle bir yanlış kanaat hatıra gelebilir: Evlenmek peygambere layık mıdır? Hele birden çok hanımları varken böyle bir daha evlenmek peygamberliğin durumuna, şerefine bir eksiklik vermez mi? Hz. Yahya ile İsa hiç evlenmemiş oldukları için, ruhbaniyeti tercih etmek isteyen mutaassıp hıristiyanlar bu meseleyi bahane ederek Peygamber'in evlenmelerine dil uzatmak istemişlerdir. Buna karşı buyuruluyor ki Peygambere Allah'ın lehinde olarak farz ve takdir buyurduğu, yani helal ve mübah kıldığı şeyde bir güçlük, bir darlık olamaz. Allah'ın helal ve mübah kıldığı hakta hiç kimseye bir yasaklık, bir baskı doğru olmadığı gibi, Peygamber'e de olamaz. Bundan önce geçenler de Allah'ın sünneti, adeti olarak böyledir. Bütün geçen peygamberlerde Allah'ın adeti bu, kanunu budur ki, hiçbir peygambere, şeriatında mubah olarak hükme bağlanan şey hakkında güçlük ve baskı yapmamıştır. Geçen peygamberler de evlenmişler, hem Süleyman ve Davus (a.s.) gibi bazıları pek çok evlenmişler, hiçbirine evlenmek yasak edilmemiş, Yahya ve İsa (a.s.) da kendilerine yasak edildiği için değil, evlenmek farz kılınmadığı, yapılmasında veya yapılmamasında bir güçlük bulunmadığı için evlenmediler. Ve Allah'ın emri biçilmiş bir kader bulunuyor. Ezelde bilinip, takdir edilmiş, kat'î, kesin bir hüküm bulunuyor. Yahut ezelde takdir edilmiş olmakla birlikte, mükelleffin kudretini de çekip almaz, emredilen kimse için de kudret dahilindedir. Dolayısıyla herkesin takdir edilmiş olan kaderi, başına gelir, bununla birlikte sorumluluğuna engel olmaz.

39- Onlar, o peygamberler ki hep Allah'ın buyruklarını tebliğ ediyorlardı, yani senin gibi Resul idiler. Ve ondan korkuyorlardı. Bununla birlikte ruhbaniyet yapmıyorlardı, evleniyorlardı. Hem de Allah'tan başka hiçbirinden korkmuyorlardı. Halktan çekinmiyorlardı. Allah hesap görücü olarak yeter. Allah korkusu başka bir korkuya ihtiyaç bırakmaz.

40-Sözün özü Muhammed sizin içinizdeki erkeklerden hiçbirinin babası değildir. Yani kendisinden dünyaya gelmiş olmayan, sizin içinizdeki erkeklerden hiçbirinin gerçek anlamı ile babası olmamıştır. Bundan dolayı Zeyd'in de gerçekte babası değildir. Onun için, "Hurmeti musahere" (Evlenme ile meydana gelen akrabalıktan dolayı haramlık) meydana gelmez ve bundan dolayı bir güçlük konusu olmaz. Gerçi Kasım, İbrahim, Tayyib, Tahir, Mutahher, adında oğullarının babası olmuştur. Fakat bunlar büluğ çağına erişmeden vefat ettikleri için, ayette geçen "rical" (yetişkin erkek) kavramına dahil olmamışlardır. Çünkü gerçekte "recul" büluğ çağına erişen erkeğe denir. Bununla birlikte büluğ çağına ermiş olsaydılar o zaman da "Sizin erkeklerinizden" değil onun erkek çocuğu olurlardı ve yine olumsuzluk ifade eden cümlenin genel kapsamı bozulmazdı. Yani o zaman da ümmetin içinden hiçbir yetişkin erkeğin "recul"un, geçekten babası olmamış olurdu. Fakat Allah'ın resulüdür. Onun için babalardan daha çok şefkatli ve daha çok hayır dileyendir, ebedî hayatın sebebidir. Bu açıdan her resul ümmetinin babasıdır denilebilir ise de, bu bir mecazî mânâdır. Mecazın hükümü ve belirtisi de, gerçek mânânın ondan alınmasının sahih olmasıdır. Doğrusu gerçekten baba değil, fakat babadan daha şefkatli Allah resulüdür. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.

HÂTEM, Asım kıraatinde "tâ"nın üstünü ile, diğer kıraatlerde esresi ile okunur. Esre ile hâtim, ismi fail olup hâtim eden, sona erdiren veya mühürleyen demektir. Mühür de bir şeyin belgelendirilmesi ve tasdiki için sona basıldığından hem son mânâsını, hem tasdik mânâsını içerir. Şu halde iki kırâet, "Hatemünnebiyyin" niteliğinin iki anlamına ayrı ayrı işaret ediyor. Yani Muhammed Resulullah hem peygamberleri sona erdiren son peygamberdir, peygamberlerin en sonuncusudur, hem de bütün peygamberleri tasdik ve belgeleyen ilâhî bir mühürdür. Eğer o gelmeseydi, diğer peygamberler unutulup gidecek tarihte onların varlıklarını ve peygamberliklerinin gerçekliğini ilmen isbat etmek mümkün olmayacaktı. Çünkü diğer peygamberlerin hayat ve varlıkları tarihin bağrında Muhammed'in hayatı gibi açık ve sağlam olarak bilinmemektedir. Öyle ki bugün Kur'ân olmasaydı Musa ile İsa'nın bile varlıkları ciddiyetle ispat olunamazdı. Hz. Muhammed'in hayatının ve peygamberliğinin tarihte açıklık ve kesinlikle bilinmesi sayesindedir ki, diğer peygamberlerin de geçmişteki peygamberliklerini tasdik için bir belge elde edilmiş bulunuyor. Aynı zamanda Muhammed (s.a.v) diğer peygamberlerin kendisi hakkındaki müjdelerini gerçekleştirmek itibariyle de onların peygamberliklerini mühürleyen ilahi bir damgadır. Hz. Muhammed'in peygamberliği ile insanlık din açısından, ilerlemenin son noktasına erişmiştir. Ondan sonra başka peygamber beklememeli, Muhammedî nur'u izlemelidir. Allah her şeyi çok iyi biliyor. Her şeyi bilip duyuyor. Onun için bu hükümleri emrediyor.

41-47- Çok zikir, zamanlara üstün gelen, ve takdis (ululama) temcid (Ululama), tehlil (la ilahe illallah sözü) tahmid (Hamd etme, elhamdülillah deme) gibi Allah'a layık zikrin çeşitlerini içine alır. Bununla birlikte zikir çeşitleri içinde tesbih'in (sübhanellah kelimesini söyleyerek Allah'ı ululama) vakitleri içinde sabah ile akşamın özellikle önemi ve faziletine işaret için de ve sabah-akşam O'nu tesbih edin buyurmuştur. Çünkü "tesbih" zikirlerin temeli, sabah ile akşam da meşhur zamanlardır. Bununla birlikte sabah akşam ifadeleri Türkçe'de olduğu gibi Arapça'da da bütün vakitleri içine almakla, devam anlamına kinaye de olur. Öte yandan zikir ve "tesbih" namazı dahi kapsar. Hem kendisi, hem de melekleri üzerinize, "salat" yağdırıyor.

SALAT, Allah'tan rahmet, meleklerden istiğfar, müminlerden dua demektir. Burada aynı fiilin, Allah'a ve meleklerine isnad edilmiş olması açısından rahmet ve istiğfarı kapsayan özel bir yardım mânâsını ifade etmesi gerekir. O'na kavuşacakları gün, öldükleri veya kabirden çıktıkları, yahud cennete girdikleri gün esenlik dilekleri selamdır. Her türlü sakınca, afetlerden selamet, uzaklık haberidir. Güzel bir mükafat cennet, bir şahit, tanık olmak üzere. Allah'ın birliğine şahit, Allah'a nasıl kulluk edileceğine delil gösterilecek örnek ümmetin, tasdik, yalanlama, uymak veya uymamak gibi durumlarına, amellerine, yarın ahırette ilâhî huzurda tanıklık edecek şahit Allah'ın izniyle bir davetçi, Allah'ın birliğine ve iman vacip olan sıfat ve hükümlerine iman ile rızasına, O'na kavuşmaya, doğru gitmeye çağırıcı, hem de kendi kendine değil, Allah'ın izni ve müsadesiyle yardım ve başarılı kılması ile çağırıcı. Yukarıda "Ey Peygamber! Biz seni tanık müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Ahzab, 33/45) buyrulduğu halde, burada bir de "O'nun izni ile" kaydı ile kayıtlanması, bu çağrının Allah tarafından özellikle yardım olmayınca yapılamayacak gayet zor bir iş olduğuna işaret ifade eder. Nurlandırıcı, aydınlatıcı parlak bir kandil, cehalet ve şaşkınlık karanlıklarında akılları, gönülleri aydınlatıp doğru yolu gösteren bir ışık Allah'tan büyük bir lütuf. Allah'ın Muhammed ümmetine vaad edilmiş olan lütuf ve ihsanı, başka ümmetlere verilmiş olandan çok fazla ve çok büyüktür.

48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Davet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak, uyarıda hoşgörü göstermek yasaklanıyor. Yasaklama ve uzaklaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için, mânâ, itaat etme biçiminde olumsuz olarak ifade edilmiş ve Allah'ın emirlerini tebliğde bir parça hoşgörü, kâfirlere ve münafıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır. Çünkü kâfirler ve münafıklar O'nu arzu etmezler. Ve onların eziyetlerini bırak. Burada eziyet kelimesi failine muzaf olarak "Onların eziyetlerini bırak, aldırma" anlamı açık ve belli; mefülüne muzaf olması, yani "onlara eziyet etmeyi bırak" mânâsı ise ihtimal dahilindedir. Yani bundan dolayı, onların sana yaptıkları ve yapacakları eziyetlere, rahatsızlıklara aldırma, kafana takma veya itaat etme, fakat eziyet etmeye de kalkışma. Ve Allah'a güven, gerek bunlarda ve gerek bunlar gibi yapacağın ve bırakacağın her hususta kendini Allah'a ver, yardımı O'ndan iste, O'na dayan. Güvenilecek bir vekil olarak Allah sana yeter. Bütün durumlarda kendisine işlerin havale edileceği ancak O'dur. O hepsine yeterlidir. Zamir getirilecek yerde Yüce Allah'ın isminin getirilmesi, sebep bildirme ve en son gelen bu cümlenin önceki cümlelerden bağımsız olduğuna işaret etmek içindir. Peygamber (s.a.v.) şahit, müjdeci, Allah'a çağırıcı, aydınlatan bir kandil diye beş nitelik ile nitelendiği gibi bunlara karşılık birer hitap ile de kendisine seslenilmiştir. Ancak "şahit" hepsine dağıtıldığı için, karşılığı ayrıca açıkça söylenmemiş veya müjdelemenin anlamı ile yetinilmiştir. "Uyarıcı olma" niteliğine karşılık "itaat etme, bırak" Allah'a çağıran niteliğine karşılık "Allah'a güven" aydınlatan kandil niteliğine de "Allah'ın yetmesi" karşılık olarak getirilmiştir. Çünkü bu haber vermede de yetinme ile bir emir mânâsı vardır. Ve bununla o kandilin ışığının, doğrudan doğruya Allah'tan olduğuna düzgün ve çok güzel bir işaret yapılmıştır. "Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da hemen hemen ışık verir. Nur üstüne nurdur." (Nur, 24/35).

49- "Ey iman edenler..." Sûrenin başından beri Peygamber'e olan her "Ey Peygamber" nidasını, müminlere bir "Ey iman edenler" seselenişi izlemiştir. Bu şekilde bu sûrede de bir peygambere, bir ümmetine seslenen beş "ey peygamber", altı "ey iman edenler" hitabı birbirini takip etmiştir. Mümin kadınları nikah ettiğiniz, kitap ehli olan kadınlarda da hüküm böyledir. Fakat müminlere yaraşan mümin kadınları nikahlamak ve başkalarından soyunu korumak olduğunu anlatmak için, yalnız mümin kadınlar zikredilmiştir. Sonra da onları kendilerine dokunmadan boşadığınız zaman "dokunmak"tan maksat, onlarla cinsel birleşmede bulunmaktır. Ancak "halvet-i sahiha" yani hiçbir engel olmaksızın kadınla tenhada başbaşa kalmak da o mânâdadır. Çünkü gizli şeylerin açık belirtisi o şeyin yerine geçer. Dolayısıyla halvet-i sahiha veya cinsel birleşme olmaksızın sırf dokunma olmuşsa dokunulmamış sayılır. Sizin için üzerinde saydıracağınız bir iddet hakkınız yoktur. Bundan anlaşılır ki, kadınların iddet beklemesi esas itibarıyla kocaların hakkıdır. Onun sperminin korunması içindir. O sebeple şer'î bir haktır. Bu nedenle cinsel birleşme olmayınca o hak meydana gelmez. Derhal kendilerine müt'alarını verin. Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere müt'anın vacip olması mehir belirlenmediği takdirdedir. Mehir belirlenmişse, onun yarısı gerekir. Bununla birlikte bu âyetin mutlak ifadesine göre o şekilde de mut'a vacip değil ise de müstehap olduğu hakkında Hanefi mezhebinde bir rivayet vardır. (Müt'anın tarifi hakkında Bakara Sûresi'ndeki: "Onları zengin olanlarınız kendi gücü oranında, darda bulunanınız da kendi halince olmak üzere maruf bir müt'a ile faydalandırınız." (2/236) âyetine bkz.)

50- Ey Peygamber! Biz sana özellikle şunları helal kıldık. Bu âyette, peygambere, layık ve faziletli olan hanımlar zikredilmiş ve beyan buyurulmuştur. Çünkü;

1- "Ecir"lerini yani, mehirlerini verdiğin hanımların. Şüphesiz mehıri verilmiş olan hanımın gönlü verilmeyenden daha hoştur.

2- Bir kimsenin bizzat kendisinin katıldığı savaşta ganimet olarak sahip olduğu cariye, elbette satın aldığı cariyeden daha temiz ve daha şüphesizdir.

3- Kendisi ile birlikte hicret eden akrabaları da hicret etmeyenlerinden daha şereflidir. Bununla birlikte bazılarının dediği gibi, mehrin önce verilmesi peygamberin özelliklerinden olması da ihtimal dahilindedir. Nitekim amca ve hala, dayı ve teyze kızlarının helal olmasında seninle birlikte hicret edenler, diye kayıtlanmasında Peygamberin özelliğinin olması ağır basmaktadır.

Bunu şu rivayet de destekler: Ebu Talib'in kızı Ümmühanî şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v.) önceleri, benimle evlenmek istemişti, ben özür diledim; o da özürümü kabul etti. Sonra da Allah Teâlâ bu âyeti indirdi; ben ona helal olmadım. Çünkü ben onunla hicret etmemiştim. Ben Tuleka'dan, yani serbest bırakılanlardandım." Bunun gibi Ve kendisini Peygambere hibe eden mümin bir kadın, yani kendisinin mehirsiz olarak Peygambere nikahlanmasına razı olan kadın, fakat bu mutlak değil, Peygamber O'nu nikah etmek istediği takdirde, böyle mehirsiz olarak nikah da Peygamberin özelliklerindendir. Bazıları Meymune binti Haris, Zeyneb binti Huzeymetel-Ensariye, Ümmü Şerike binti Câbir ve Havle binti Hakîm, bu şekilde kendilerini bağışlamışlardı demiş ise de, İbnü Abbas bunun gerçekten meydana gelmediğini, yani Peygamberin bu şekilde hiçbir kadın ile evlenmediğini söylemiştir. Bütün bunlar sırf sana mahsus olmak üzere helal kılındı müminlere değil, çünkü zikrolunan kayıtlarla hepsinin helal olması diğer müminler hakkında gerçekleşmiş değildir. Sayıca da, şekilce de fark vardır. Onlara hanımları ve "mülk-i yeminleri" olan cariyeleri hakkında farz kıldığımız, takdir buyurup karara bağladığımız hükümleri gerçekten bilmişizdir. Yani onlara layık olanı menfaat ve yararlarını bilerek takdir etmişiz ve bildirmişizdir ki, Nisa Sûresi'nde geçtiği üzere dörde kadardır, onun için bu beyan olunanları diğer müminlere değil, sadece sana helal kıldık. Şunun için ki sana hiçbir zorluk, bir darlık olmasın. Olmasın da kalbin huzur içinde ilahî vahyin ortaya çıktığı yer olsun.

51- Onlardan dilediğini geriye bırakırsın. Dilediğini de yanına alırsın. Birden çok hanımı olanlara sıra ile bir nöbet izlemek vaciptir. Buna "Kasm" denilir. Fakat Peygamberin özelliklerinden olmak üzere ona "Kasm" vacip kılınmayıp kendi dilemesine bırakılıyor. Azlettiğin, yani bıraktığın yahut boşadığından arzu ettiğine dönmen durumunda da üstüne bir günah yoktur. Bu hüküm, yani tertib üzere nöbetle "Kasm" sana vacip kılınmayıp böyle senin arzu ve dilemene bırakılması onların gözlerinin aydın olmasına ve gözleri aydın olup da üzülmemelerine ve senin kendilerine verdiğin ile yaptığın davranış ve ihsan ile hepsinin hoşnud olmalarına daha elverişlidir. Çünkü o, bir kere hepsinin eşit oldukları bir hükümdür, sonra sen aralarını eşit tutar "Kasm" yaparsan, onu senin bir ihsanın bilerek sevineceklerdir. Ve eğer bazısını tercih edecek olursan, onu da Allah'ın bir hükmüyle yaptığını bilecekler, yine gönülleri hoş olacaktır. bundan anlaşılır ki hanımları sevindirmek, gönüllerini hoş etmek de şeriatın gözettiği maksatlardandır. Kalblerinizdekini Allah bilir. Hatırınızdan neler geçiyor, gönüller neler istiyor, ne duyguda, ne niyette bulunuyor hepsini bilir. Onun için kalplerinizi de güzel tutmaya çalışın. "Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır."ALÎM, mübalağa ile alîm, çok, pek çok bilir; onun için gizli açık neyiniz varsa bilir. Fakat halimdir, ceza vermekte acele edivermez, mühlet verir, ihmal etmez; o halde cezanın geri bırakılmasından dolayı aldanmamalı ve çok titizlik etmemelidir.

52- Sana bundan öte kadınlar helal olmaz. Muhayyer kılınıp da seni tercih eden dokuz hanımından başka kadınla evlenmek caiz olmaz. Bu hanımlar, Aişe binti Ebi Bekr, Hafsa binti Ömer, Ümmü Habibe binti Ebî Süfyan, Sevde binti Zem'a, Ümmü Seleme binti Ebi Ümeyye, Safiyye binti Huyeyyi'l-Hayberiye, Meymune binti'l-Harisi'l-Lilâliye, Zeyneb binti Cahşi'l-Esediye, Cüveyriye binti'l-Hârisi'l-Mustalikıyyedir. Allah hepsinden razı olsun. Onları başka hanımlara değiştirmen de olmaz. Yani bunları boşayıp yerlerine başka kadınlarla evlenmen de caiz olmaz. Onlar Allah ve Resulü'nü seçtikleri için Allah Teâlâ da onlara böyle ikram ve lutufda bulunmuş, Resulullah (s.a.v.)de vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış vefatında da onlar müminlerin anaları olarak kalmışlardı. Güzellikleri hoşuna gitse bile. Alacağın kadınların güzellikleri, senin takdirine layık olmaları varsayılsa bile helal olmaz. İbni Atiyye tefsirinde der ki: Bu ifade, bir adamın evlenmek istediği kadına bakmasının caiz olduğuna delildir. Nitekim Mugire b. Şu'be ve Muhammed b. Mesleme hadisleriyle Sünen'de de varid olmuştur. Ancak elinin altında bulunan cariyeler hariç. Çünkü onlar helal bununla birlikte Allah her şeyi gözetliyor. Onun için O'ndan korkmalı, koyduğu sınırları aşmamalı, helalden harama geçmemeli. Yukardaki ayetin eki mahiyetinde olan bu son cümle, yukarsını tamama erdirirken aşağısına bir ön giriş oluyor.

Peygambere bu seslenişten sonra evi ve hanımları hakkında hukukî düzenlemelerle ilgili olmak üzere, insanların gözetmekle yükümlü oldukları görevleri beyan için, genel olarak bütün iman edenlere şöyle sesleniliyor:

53- "Ey iman edenler! Size izin verilmedikçe peygamberin evine girmeyin..." Ümmetin Peygamber ile ilgili durumu iki şekildedir: Birisi Peygamberle başbaşa olduğu durumdur. O zaman vacip olan onun rahatsız etmemektir. İşte bu sûrenin 53. âyeti olan "Ey iman edenler! Peygamberin evlerine yemeğe çağrılmaksızın vakitli-vakitsiz girmeyin" emri ile bu, beyan buyuruluyor. İkincisi ise Peygamber (s.a.v.) insanların arasında bulunduğu esnadadır. O zaman vacip olan da ona hürmet göstermektir. Yine bu sûrenin 56. âyeti" olan "Ey iman edenler! Siz de ona salat ve selam getirin" ayetiyle de bu beyan buyruluyor. Nur Sûresi'nde de "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin alıp sahiplerine selam vermeden girmeyin." (Nur, 24/27) buyurulmuş, kendi evlerinizden başka evlere sahiplerinden izin almaksızın girmeyiniz diye yasaklama getirilmişti. Bu hüküm genel nitelikli olduğu için, elbette Peygamberin evlerini dahi kapsıyordu. Fakat "Peygamber müminlere canlarından ileridir. Onun eşleri de müminlerin anneleridir." (Ahzab, 33/6) buyurulmakla, Peygamberin müminlere canlarından daha ileri ve hanımlarının onların anneleri olması, müminlerin Resulullahı'ın evine kendi evleri gibi izin almaksızın girebilmelerine caizlik verecek zannedilebilirdi. İşte bu ayet hem böyle bir zanna yer olmadığını anlatıyor, hem bu vesileyle Resulullah'ın eşlerine "hicab"ı (tesettürü) emrediyor, hem de müminlerin anneleri olmalarının mânâsını açıklıyor. Âyetten anlaşıldığına ve İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, birtakım kimselere zaman zaman Resulullah'ın evinde yemek yediriliyordu. Bunlar bazen, yemekten önce yetişinceye kadar bekliyorlar, yemekten sonra da hemen çıkıp gitmiyorlar, Resulullah (s.a.v.) sıkılıyordu, bu ayet nazil oldu. Hz. Zeyneb ile evlendiği zaman yapılan düğün yemeğinde nazil olduğu da Buharî, Tirmizî ve başka kitaplarda Hz. Enes'ten rivayet olunmuştur. Sizin için yemeğe izin verilmedikçe, denilmeyip denilmesi, izin kelimesinin içine davet manasını da yüklemek içindir. Beydâvî'nin ifadesine göre bu mânâ yüklemenin sebebi de, izin verilse bile yemeğe çağrılmadan varmanın güzel olmayacağına işaret etmek içindir. Yemek zamanına bakmaksızın veya yemeğin olmasını gözetmeksizin veya gözetmemek üzere girmeyin.

İNÂ, bir şeyin zamanı gelip çatmak, yahut bir şey kemaline erip yetişmek mânâlarına gelir. Burada ikisiyle de tefsir edilmiştir. Bu "bakmaksızın" kaydı "Girmeyiniz" fiilinin fâilinden haldir. Yani zamanı gözetmemeniz, beklememeniz üzere, size yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağrıldığınız zaman da girin. Zamanından önce de olsa girin. Fakat yemeği yediğiniz zaman da hemen dağılın. Hiç durmayın. Söz dinlemek veya sohbet etmek üzere izin verilmedikçe girmeyin. Bu da üzerine atfedilmiştir. Bizim anlayışımıza göre, bu kaydın yararı, yemekten başka maksatlar için de izinsiz girmenin yasaklığını genellemektir. Çünkü o izinsiz, zamansız giriş ve duruş Peygambere eziyet veriyordu. Evini daraltıyor, ev halkını sıkıyordu; fakat sizden utanıyor, girmeyin çıkın demekten sıkılıyordu. Halbuki Allah gerçeği söylemekten çekinmez, sıkılmaz. Yani Nûr Sûresi âyeti gereği, başkasının evine izinsiz girenlerin ve ihtiyaçtan fazla duranları çıkarılması bir haktır. O halde Allah'ın söylediği gibi söylemekten sıkılmamak gerekir. Şayet size "Geri dönün' denilirse dönüp gidin. Bu sizin için daha temizdir." (Nûr, 24/28) İzin ile girdiğinizde de kadınlara bir meta, gerekli bir şey soracağınız veya isteyeceğiniz zaman artık onlara bir "hicab", yani görülmelerine engel bir perde, bir siper arkasından sorun. Bundan böyle "harem", farz kılınmışıtır ki, o zamana kadar Araplar da adet değildi. Öyle yapmanız, izinsiz girmemek, çabuk dağılmak, hareme soracağınızı perde arkasından sormak hem sizin kalbleriniz, hem onların kalbleri için daha fazla temizliktir. Şeytanî düşüncelerden, vesveselerden uzaklaşırsanız, hem kadınların, hem erkeklerin iffet ve ismet hisleri daha fazla yükselir, edeb, nezihlik, takva, hürmet gösterme artar. Hem Resulullah'ı üzmeniz, incitmeniz sizin için doğru ve caiz olamaz. Ona hak ve yetkiniz olmadığı gibi, size yaraşmaz ve hakkınızda iyi olmaz. Onun için onu incitmesi düşünülen durumların ve hareketlerin hepsinden sakınmalı hiçbirini caiz görmemelisiniz. Onun arkasından, yani vefatından sonra hanımlarını nikahlamanız asla olamaz. İşte onların müminlerin anneleri olmalarının asıl mânâsı budur. Öz anneler gibi nikahlarının ebediyen caiz olmamasıdır. Çünkü o günah, Peygamberi üzmek, buna dahil olmak üzere o vefat ettikten sonra hanımları ile nikahlanmak günahı Allah katında çok büyük bulunuyor. Peygambere kasten eziyet etmek inkâr olduğu gibi, hanımları ile nikahlanmayı, helal saymak da öyledir. Resulullah, vefatında da Allah katında öyle muazzam ve öyle saygı gösterilmesi vacip olandır.

54- Siz bir şeyi açıklasanız da gizleseniz de gerek eziyet kabilinden olsun, gerek saygı gösterme, gerek iyilik, gerek kötülük herhangi bir şey, Allah onu bilir. Çünkü Şüphesiz Allah her şeyi biliyor. Onun için ne yapacağını da bilir. Rivayet olunuyor ki bu hicab âyeti nazil olunca babalar, oğullar, akrabalar, "ya Resulullah bizler de mi onlara perde arkasından konuşacağız?" demişler. Onun üzerine de bu ayet nazil olmuş.

55- Onlara, yani hanımlar üzerine şunlarda günah yok ne atalarında ki, babalar ve bütün dedeler, amca ile dayı da bu hükümdedir. Bununla birlikte bu ikisi açıkça belirtilmediği için, bazı bilginler amca ve dayı yanında başörtüsüz oturmayı mekruh görmüşlerdir. Nur Sûresi'ne de bakınız. Ve kendi kadınlarında, kadınların kadınları, genel olarak akrabalarından olan kadınlarla tanıdıkları müslüman kadınlar bununla birlikte Allah'tan korkun, iyi korunun, takvalı, ihtiyatlı bulunun ey Peygamberin eşleri Çünkü Allah her şeye karşı şahit bulunuyor. Buharî şerhi Aynî'de Kadı Iyaz'ın beyanına göre denilir ki: Peygamberin hanımlarına özel olan hicab, yüz ve ellerde dahi ihtilafsız olarak kendilerine farzdı. Onun için ne şahitlik, ne diğer sebeble yüzlerini ve ellerini açmaları kendilerine caiz olmadığı gibi, çıktıkları zaman şahıslarını ortaya koymak da caiz değildi. Nitekim Hz. Hafsa babası vefat ettiği gün, çıktığında şahsını örtmüştü. Vefatında da üzerine bir kubbe bina edilmişti.

56- Çünkü Allah ve melekleri Peygamberi hep salat eder dururlar. Allah Teâlâ rahmet ve nimet vermesi ile, melekler istiğfarları ile ve hizmetleriyle Peygambere daima ikram etmektedirler. Bu sayede yukarda "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, üzerinize melekleriyle beraber rahmetini gönderen Allah'tır." (Ahzab, 33/43) buyurulduğu üzere müminlere ilâhî feyz inmektedir. Ey iman edenler! Sizler ona salat ve selam getirin, selamlayarak teslim olun. gibi dualarla onun üzerine Allah'ın salavatını, rahmetini ve bereketlerini niyaz edin. Ve selam vererek ona hürmet edin. Ve bir mânâya göre, hiç incitmeyerek teslim olun, boyun eğin.Bu âyet gösterir ki Peygamber'e salavat getirmek farzdır. Ancak tekrarına değinilmemiştir. Sahih olan budur ki, ismi zikrolundukça vacip olur. Bu hususta birçok hadisler rivayet olunmuştur. Bu cümleden omak üzere Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:

"Yanında adım zikrolunup da bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün." Yine buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir müslümanın yanında anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona 'Allah seni bağışlasın' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak 'Amin' derler. Bir müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salavat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: 'Allah seni bağışlamasın' derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben 'Amin' derler." Bazıları Resulullah'ın adı tekrar tekrar anılsa bile bir mecliste bir kez vacip olur demişlerdir. Nitekim Secde ayetinde de böyledir. Bunun gibi her duanın başında ve sonunda da vaciptir. Namazda diye salavat okumak biz Hanefilerce vaciplerden değil, sünnettir. İbrahim Nehai'den rivayet edilmiştir: "Sahabeler, teşehhüddeki ile yetinebilirlerdi" demiştir. Fakat Şafiî Hazretleri: "Namazın caizliği için salavat şarttır, vaciptir demiştir. Sahabeler: "Ya Resulullah selam vermeyi biliyoruz. Fakat 'salat'ı nasıl getireceğiz?" demişler. O zaman namazda okunan salavat duası müslümanlara öğretilmiştir. Peygamberlerden başkasına salavat, Peygambere tabi olarak caiz olursa da başlıbaşına birisine salavat getirmek mekruhtur. Çünkü örfte peygamberlerin şiarıdır. Nitekim aziz ve celil olmakla birlikte hakkında "azze ve celle" denmez.

57- Çünkü Allah ve Resulüne eziyet edenler. Allah'a eziyet tabiri mecazdır. Allah hakkında uygun olmayan söz söyleyen veyahut Allah'ın razı olmayacağı fiiller yapan veya Allah'ın sevdiği kullarına eziyet eden demektir. Allah onları lanetlemiş, rahmetinin alanından uzaklaştırmış. Dünyada da ahirette de. Dünyada melunlukları hayır ve doğru yoldan mahrumiyetleridir. Ve onlara hakir kılıcı, zelil edici bir azab hazırlamıştır.

58- Erkek müminlere ve kadın müminlere kazanmadıkları, yani sebeb olmadıkları, hak etmedikleri bir şekilde eziyet edenlere de mutlak eziyet maddî ve manevî ve fiilî eziyetten daha geneldir. "Kazanmadıkları ve sebeb olmadıkları" kaydı da, kazanma ve hak etmeye göre, "had vurmak" (şeriatça verilen ceza) ve ta'zir yapmak (şer'an belirlenmiş cezası bulunmayan bir suçu işleyene takdir edilerek verilen ceza) gibi, adaletle iyiliği emir ve kötülükten sakındırmak için, verilen cezaların hüküm dışı bırakılması içindir. Allah ve Resulü hakkında ise, öyle bir "Hak etme" düşüncesi asla var sayılamaz. Onun için Allah'a ve Resulü'ne her ne şekilde olursa olsun eziyet edenler mutlaka lanete uğramış ve aşağılayıcı azabı hak ettikleri gibi, erkek müminlere ve kadın müminlere de hak etmedikleri bir şekilde eziyet edenler bir iftira yüklenmişlerdir. İşitenin donakalacağı çirkin bir yalan, çirkin bir isnat ve iftira ki sözle olan eziyette bu iftira açık, fiilî olan eziyette ise zımnî olur. Hem açık bir günah, besbelli bir vebal. Münafıklardan ve fasıklardan bir takım çapkınlar, geceleyin tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkan kadınları takip eder, cariyelere söz atarak sataşırlarmış. Kılık farkı olmadığı için bu arada bilmeyerek veya bilmezden gelerek hür kadınlara dahi takılır eziyet verirlermiş. Bundan sonraki gibi bu ayetin de bu sebeble nazil olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı imanlı hür kadınların kendilerine söz getirmemek, eziyet gelmemesine vesile olmak üzere vakar ve haysiyetle tanınmaları için tam bir tesettür ile örtünmeleri emrolunarak buyuruluyor ki:

59- Ey Peygamber! Hanımlarına da, kızlarına da, bütün müminlerin kadınlarına da söyle. Görülüyor ki, burada yalnız Peygamberin hanımlarına ve kızlarına değil, Nur Sûresi'ndeki "Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar, zinet yerlerini göstermesinler." (Nûr, 24/31) âyeti gibi müminlerin kadınları dahi bu hükmün kapsamına dahil edilmiştir. Bununla birlikte müminlerin kadınlarında aslolan hürriyet olduğu için, bundan kastolunanın hür kadınlar olduğu beyan edilmiştir. Araplarda tesettür adet değildi. Cahiliyet devrinde kadına hürmet yoktu. Eski cahiliye kadınlarında erkeklerin dikkatlerini çekecek şekilde göz alıcı biçimde açık saçık çıkan, açılıp saçılan orta malı olanlar bulunurdu. Bundan dolayı kız çocuklarını diri diri gömenler olmuştu. İslam ise kadının şanını iffet ve ısmetle, vakar ve haysiyetle yükseltiyordu.

Nur Sûresi âyetleri "Mümin erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar" (Nur, 24/30) ve "Mümin kadınlara da söyle, gözlerini sakınsınlar." (Nur, 24/31), mümin erkeklerin ve mümin kadınların, yani bir cinsin karşı cinse göz dikmeyip, bakışlarını kısarak edeblerini ve iffetlerini korumayı öğreterek terbiyelerini yükseltmiş olduğu gibi, burada da imanlı hür kadınların hiçbir şekilde eziyete uğramamalarını pekiştirmek için buyuruluyor ki: Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler.

CİLBAB: Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır. "Kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri her çeşit giysidir." " Tepeden tırnağa örten giysidir", "Kadınların tesettür ettikleri her türlü elbise ve başka şeylerdir." "Çarşaf ve peçedir".

İDNÂ: Yaklaştırmak demek ise de, âyette ile kullanılması, kapsamak suretiyle sarkıtmak mânâsını da ifade ettiğinden üzerinden sıkı örtmek demek olur. Cilbabdan örtmek tabirinde de iki şekil vardır. Birisi cilbablarından birisiyle bütün bedenini sıkıca örtmek, birisi de bir cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur. Bu beyanda da iki suret vardır. Birisi kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak. ikincisi de alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerini ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır. Rivayet olunduğu üzere Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: "Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler' âyeti nazil olduğu zaman Ensar kadınları üzerlerine siyah elbiseler giyerek öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, başları üstünde kuşlar varmış gibi idi."

Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki; "Ensar kadınlarına Allah rahmet etsin. Bu "Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına bütün müminlerin kadınlarına da söyle" âyeti indiği zaman mırtlarını yardılar, onunla başlarını sardılar da Resulullah'ın arkasında öyle namaz kıldılar ki, sanki başlarında kargalar varmış gibi..." demiştir. Bu tesettür onların tanınmalarına, dağınık cariyelerden, adi kadınlardan vakar ve heybetle seçilerek hürmet edilmelerine ve dolayısıyla incitilmemelerine elverişli olan biçimdir. Gerçi eziyeti kendilerine davet edecek olan içi bozukları örtü tutacak değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların, kirli bakışlardan yuvalarında gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan biçim de budur. Asıl o zamandır ki onlara eziyet edecek olanların açık bir vebal ve iftira yüklenmiş oldukları ortaya çıkar. Ve dolayısıyla bundan önceki ve sonraki âyetlerin hükümlerine dahil olacakları anlaşılır. Bununla birlikte Allah bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulunuyor. Burada yukardaki âyetlerin eki gibi getirilen bu son cümle çok anlamlıdır. Bu bize şu mânâları ilham eder:

1- Allah'ın bağışlaması çoktur. Bugüne kadar geçmiş açıklıkları bağışlar. O kusurları örter. Rahmeti de çoktur; bundan böyle emrini tutanları rahmetiyle arzusuna çok ulaştırır.

2- Allah bağışlayıcı ve merhametli olduğu içindir ki, kadınlara eziyet edilmesine razı olmaz ve onun için örtülmelerini emreder.

3- Tesettür emrolunduğundan dolayı da kadınlar bir baskıya uğratılmasın, aşırıya gidilmesin; çünkü Allah bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Bu emri onların aleyhine değil, lehine olarak vermiştir demek de olabilir.

60-61-O bağışlayıcı ve merhametli olan Allah, bu emri verdikten sonra emniyeti ve asayişi, ahlak ve huzuru bozanlara karşı celal ve azametle buyuruyor ki, Ululuğum hakkı için söylerim ki, eğer vaz geçmezlerse o münafıklar, münafıklıktan ve onun eziyete sebeb olan hükümlerinden ve ahlâkından ve o kalblerinde hastalık bulunanlar, henüz İslâm terbiyesini tam almamış, fasıklığa ve günaha meylederek erkek müminlerle, kadın müminlere eziyet eden ahlaksızlar şehirde bozguncu haberler yayanlar.

İRCAF, aslında sarsıntı mânâsına olan "recfe"den alınarak ortalığı sarsacak tahrikler yapmak demektir ki, fiilî de olur, sözlü de. Bundan dolayı yalan yanlış uydurma haberler yaymaya "ircaf" denildiği gibi, o yoldaki yalanlara da "eracif" denilir. Bunu yapanlar içinde münafıklar dahi varsa da ayrıca zikrolunması daha başkalarını da göstermiş oluyor ki Medine ve civarındaki yahudilerdi. Bütün bunlar akıllarını başlarına alıp bu kötü huylarından tevbe ederek bu yaptıklarından vaz geçmezlerse azamet ve şanım hakkı için mutlak ve muhakkak seni onlara musallat kılar, saldırtırım, öldürülmelerine ve uzaklaştırılmalarına teşvik ve sevk ederim. "Sonra da senin civarına pek az yaklaşabilirler."

62- Allah'ın bundan öncekiler hakkındaki adetine göre, yani adet etmiş olduğu kanun gereğince. Çünkü bir memlekette, bir yerde fitne ve fesada koşanlar öteden beri her millette öldürme ve uzaklaştırma ile cazalandırıla gelmişlerdir. Sen de Allah'ın o adetinde ve kanununda bir değişme bulamazsın. Yani geçmiş ümmetlerdeki birtakım hükümleri ve kanunları nesh eden İslam dini öyle zararlı ve fesatçı olanları savmak ve uzaklaştırmak kanununu, nesh etmek ve değiştirmek için gelmemiştir. Çünkü Allah fesatçıları sevmez ve müslümanlık bozgunculuğu çoğaltmak için değil, rahatlık ve barışı çoğaltmak içindir.

63-68- İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. Kur'ân'ın tehdit ve uyarısı geldikçe, müşrikler alay yollu, tez olmasını isteme şeklinde, münafıklık ve komiklik için; yahudiler de imtihan için kıyametin ne zaman kopacağını sorar dururlardı. "De ki: Onun bilgisi Allah katındadır."

Şimdi peygambere olan bu seslenişten sonra, yine müminlere selenilerek buyuruluyor ki:

69- Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Bu âyet de Resulullah'ın Zeyneb'le evlenmesinden dolayı edilen sözler üzerine, bir rivayette de "İfk" meselesi üzerine inmiştir deniliyor. Musa'ya verilen bu eziyet hakkında da çeşitli rivayetler ileri sürülmüştür.

1- Hazreti Musa, çok edebli bir kişi olduğu için, pek sıkı örtünüp bedenini kimseye göstermediğinden dolayı, İsrailoğullarından birtakım kimseler "Bu neye bu kadar örtünüyor? Mutlaka vücudunda bir ayıp veya bir felaket, hastalık var" diye söz etmişler, sonra da bir gün ıssız yerde elbisesini bir taşın üzerine koymuş yıkanırken Allah tarafından taşın yuvarlanmasıyla bastonunu kapıp onu izlerken büyük bir kalabalık rast gelip kendisini Allah'ın yarattığı en güzel bir vücud ile görüvermiştir.

2- Kardeşi Harun'u öldürdü demişlerdir.

3- Haşa zina etti demek istemişlerdir. Karun azdığı zaman sürtük bir kadına birçok mal vererek Hz. Musa'ya nefsiyle iftirada bulunmak üzere teşvik ve sevk etmiş, fakat sonunda kadın Karun ile aralarında geçen macerayı, itiraf edivermiştir. Ki Allah onu onların dediklerinden ibra etti, temize çıkardı. Onu lekelemek isterlerken Allah kendilerini rezil ve rüsvay etti. Ve Allah katında "vecîh idi veya "vecîh" oldu.

VECİH: Vecahetli, haysiyet ve mevki sahibi, şerefli, sevgili, tam Türkçesiyle "yüzlü" idi. Onun için duasını kabul ediverdi de düşmanlarını da kahreyledi veya daha yüzlü oldu, daha çok şerefi ve namı arttı. Muhammed (s.a.v.) ise, Resulullah ve peygamberlerin sonuncusu olduğu ve Allah ve melekleri hep ona salavat getirmekte bulunduğu için, Allah katında daha vecîh, daha sevgilidir. Onun için gerek Zeyneb meselesi ve gerek başka herhangi bir hususta onu incitecek sözler söyleyenler, uydurma haberler yayanlar kendilerine yazık etmiş olurlar.

70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun, takvalı olun. İmana yaraşmaz şeylerden korunun ve sağlam, doğru söz söyleyin. Hangi hususta olursa olsun bir söz söylediğiniz zaman, hak ve doğru hedefine yönelmiş sağlam söz söyleyin. Sonunda yalan çıkacak, söyleyenlerini küçük düşürecek çürük sözler söylemeyin.

71-O düzme sözlerle meşgul olanlara benzemeyin ki Allah size amellerinizi düzeltiversin, işlerinizi yoluna koyuversin. Çünkü bir toplumun sözü ne kadar sağlam olursa, işleri de o oranda düzgün olur. Sözü sağlam olanın özü de sağlam olur. Özü sağlam olanın işi de sağlam olur. Ve günahlarınızı bağışlaması ile örtüversin, çünkü halleri düzgünlük kazananların günahları da örtülür. Her kim de Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse. Bu yükümlü kılmalarının içine dahil bulunan emirlerini ve yasaklarını tutarsa -ki Allah'a itaat Resulüne itaatla olur- o gerçekten çok büyük maksada ermiştir. Büyük kurtuluşa, en büyük hoşnutluğa ermiştir.

72- Bunu sırrı ve hikmeti de şöyle izah buyuruluyor: "Biz emaneti arz ettik.."

EMANET, aslında mimin ötresiyle fiilinden masdar olup eminlik, yani başkasının hakları güvenilip inanılabilir, inanç olmak, inançlık huyu demektir. Sonra güvenilip inanılan şeye de isim olmuştur ki, "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisâ, 4/58) âyetinde bu mânâya idi. "Emanet" "vedîa"dan daha geniştir, denilir. Burada her iki mânâ da olabilirse de önceki daha uygundur. Çoğunlukla tefsirciler bunu "yükümlülükler" ve "farzlar" diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle anlamak gerekir. Allah'ın gerek kendi hakları ve gerek insanların hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının, hükümlerinin yerine getirilmesine Allah'ın emîn'i, inanç memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah'ın diğer eşyada olduğu gibi zorlama ile cebren değil, hoşnutluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği serbest fiillerden emrine itaatla halifeliği demek olan görev ve yükümlülüğü o göklere ve yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük varlıkların ve gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve çekindiler, gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ'nın "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin," (Fussilet, 41/11) gibi kainata yönelttiği emirlerini "İsteyerek geldik." (Fussilet, 41/11) diye isteyerek kabul ettiler. Öyle iken başkalarının haklarının yüklenmek mânâsını ifade eden emanet kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle göklerin ve yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, sorumululuk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada "teklif" etmeyi ve "yüz çevirme"yi gerçek mânâsı üzere anlayan tefsir bilginleri varsa da, çokları emanetin büyüklüğünü beyan için "temsili istiare" biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rüsvaylıktır, rezalettir. İnsan ise onu yüklendi, (belâ) dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor. Her ferdi değil, insan cinsi.

ZALÛM: Çok zalim, zulme haksızlığa çok yatkın, Allah'ın ve Allah'ın kullarının haklarını yüklendiği halde, gerektiği gibi ifa etmeyip kendine yazık ediyor.

CEHÛL: İddiası gibi âlim değil, aksine çok cahil, çünkü akıbetinin nasıl olacağını bilmiyor, onun için zulmediyor.

73- Halbuki o yeryüzünün hikmeti ve emaneti yüklenmesinin sonu şudur: Elbette Allah akıbette münafıkların erkeğine, kadınına ve müşriklerin erkeğine ve kadınına azab edecek, emanete hıyanetin, zulümlerinin cezasını verecek. Gerek erkek, gerek kadın müminlere, emaneti eda etmeye çalışan imanlılara da tevbelerini kabul ederek dönüp dönüp bakacak, bağış ve rahmeti ile cemalini gösterecek. Ve Allah bağışlayıcı ve çok rahmetli bulunuyor. Münafıklar, müşrikler de tevbe edip imana gelirlerse, onların tevbelerini kabul edip bağışlar. Demek ki emaneti yerine getirmeyen görevlerini yapamayanların sonu çok fena olduğu gibi, Allah'a ve Resulü'ne itaat edip de iman ile emaneti yerine getirenler de en büyük kurtuluşa ermiş, ilâhî cemale kavuşmuş olacaklardır. Şüphesiz ki bu nimet ve rahmet hamdetmeye ve şükretmeye layıktır. Onun için bundan sonra Sebe' Sûresi'nin de "Allah'a hamd" ile başlaması ne güzeldir. "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun."