Ahkaf Suresi Tefsiri


Elmalı Tefsiri

1-10- İlimden geriye kalmış bir eser, önceki peygamberlerin ilimlerinden kalma rivayete dayanan bir ilim. Yahut toz üstüne bir yazı, "De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim."

BİDİ', BİD'AT, âdette hiç örneği geçmemiş yeni türemiş, türedi, yani ilk olarak peygamberlik iddia eden, yahut hiç bir peygambere benzemeyerek, kendi kendine Allah'ın izni olmaksızın bir takım örneği olmayan şeyler icad edecek bir icadcı değilim. İsrailoğulları'ndan bir şahid de onun bir benzerine şehadet edip iman getirir. Buradaki zamirinde iki ihtimal vardır. Biri Kur'ân'a, biri de peygambere raci olmasıdır. Kur'ân'ın Tevrat gibi Allah kitabı olduğuna, yahut Hz. Peygamber'in Musa gibi bir peygamber olduğuna şehadet ederek iman eder. Bakara Sûresi'nde açıklaması geçtiği üzere Tevrat'ta Hz. Peygamber Hz. Musa'ya "Senin gibi bir peygamber" diye Musa'nın benzeri bir peygamber olmak üzere anlatılmıştı. İsrailoğulları'ndan böyle şehadet eden şahit de çoğunluğun görüşüne göre Abdullah b. Selam (r.a.)'dır. İmam Şa'bi gibi bazıları şahidden maksadın Hz. Musa olduğunu söylemişlerdir ki daha önce haber vermiştir. İbnü Cerir ve diğerlerinin rivayetlerine göre Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a) demiştir ki: Resul-i Ekrem (s.a.v.) "Yeryüzünde yürüyen bir kimse hakkında o cennetliktir derken işitmedim. Abdullah b. Selam'dan başka ki "İsrailoğulları'ndan bir şahit de onun bir benzerine şehadet edip iman getirir." âyeti de onun hakkında nazil oldu. Sûrenin Mekkî, Abdullah b. Selam'ın iman edişinin ise Medine'de olması itibarıyla bu durumda bu âyet gaib haberlerinden demek olur. Fakat yukarıda işaret olunduğu üzere bazıları sûre Mekkî olmakla beraber bu âyetin Medenî olduğunu söylemişlerdir. Hasen'den rivayet olunur ki şöyle demiştir. "Bana şu haber ulaştı, Abdullah b. Selam İslâm'a girmek istediği zaman: Ya Resulullah dedi, yahudiler bilir ki ben onların âlimlerindenim, babam da onların âlimlerinden idi. Halbuki şimdi ben şehadet ediyorum ki, sen Allah'ın hak peygamberisin ve onlar seni Tevrat'ta yazılı bulurlar, şimdi filana, filana ve daha yahudilerden adlarını saydıklarına adam gönder ve beni evinde gizle de onlara benden ve babamdan sor, çünkü benim kendilerinin en âlimi olduğumu, babamın da en âlimlerinden bulunduğunu şüphesiz söyleyeceklerdir. Ben de o zaman çıkarım, ve senin Allah'ın Resulü olduğunu ve onların seni yanlarındaki Tevrat'ta yazılı olarak bulduklarını ve gerçekte senin hidayet ve hak din ile gönderildiğine şehadet ederim. Resul-i Ekrem (s.a.v.) de öyle yaptı, onu evinde gizledi, yahudileri çağırttı, yanına girdiler, derken Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sizin içinizde Abdullah b. Selam nedir?" kendisi dediler bizim en âlimimiz, babası da. O halde müslüman olduysa ne dersiniz?", "olmaz" dediler, üç kere tekrar ettiler, bunun üzerine çağırdı, o da çıktı sonra: "Ben, şahitlik ederim ki sen Allah'ın Resulü'sün, onlar seni yanlarındaki Tevrat'ta yazılı olarak buluyorlar ve sen hidayet ve hak dini ile gönderildin." dedi. Deyince yahudiler biz senden bunu beklemezdik ey Abdullah b. Selam dediler. Küfrederek çıktılar. Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi. "De ki: Ne dersiniz bu Kur'ân Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz bununla birlikte İsrailoğulları'ndan bir şahit de onun bir benzerini Tevratta görüp inanmış iken siz hala büyüklük taslarsanız haksızlık etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz ki Allah zalim bir topluluğu doğru yola iletmez." Buna dair diğer rivayetler de vardır. Bununla beraber Mesruk'da demiştir ki bu Abdullah b. Selam hakkında nazil olmadı, Mekke'de nazil oldu, Abdullah b. Selam ise Medine'de müslüman oldu. Bu ancak Resulullah'ın kavmine karşı bir delilidir. Tevrat, Kur'ân gibi Musa da Muhammed (s.a.v.) gibidir. Onlar Tevrat'a ve peygamberlerine iman ettiler de siz küfrettiniz, demektir. İbnü Cerir der ki gerçi Mesruk'un dediği âyetin zahirine daha uygundur. Çünkü "De ki: Ne dersiniz eğer o Kur'ân Allah tarafından ve siz ona küfretmiş iseniz" âyeti Allah tarafından Kureyş müşriklerine karşı bir kınama ve peygamberi için onlar aleyhine bir delil gösterme makamındadır. Bu âyet de daha öncesindeki âyetlerin benzeridir. Onlarda ne kitap ehlinin ne de yahudilerin zikri geçmediği gibi daha önce zikri geçenlerden sözün çevrilmesine delalet eder bir karine de görülmüyor. Fakat Resulullah'ın ashabından bir cemaatten maksat Abdulah b. Selam olduğuna dair haber varid olmuştur. Ve tevil ehlinin çoğu da bunun üzerinde yürümüştür. Bunlar ise Kur'ân'ın mânâlarını ve nüzul sebebini ve ne kastedilmiş olduğunu da daha iyi bilirler. Buna göre şehit Abdullah b. Selam, kınanan muhataplar da yahudi topluluğu olmuş oluyor, yalnız Taberî'nin daha önce zikri geçenlerden sözün değiştirilmesine delalet eder bir karine görülmüyor, demesi üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü bir kere başta "İnkâr edenler uyarıldıkları şeyden yüz çeviriyorlar." buyurulmakla sözün asıl sevkinin, mutlak kâfirler hakkında olduğu gösterilmiş sonra da iki "De ki: Ne dersiniz?" hitabı ile bunların iki kısmına işaret olunarak birincisi ile müşriklere, ikincisi ile de diğerlerine yahut hepsine hitap yapıldığı anlatılmıştır. Demek ki hem asıl sözün gelişi birliği muhafaza edilmiş hem de iki kere "Deki ne dersiniz?" buyurulmakla bir hitap değişikliği karinesi de verilmiştir. Şu halde "Şüphesiz ki Allah zalim topluluğu doğru yola iletmez", ifadesi ilk bakışta yahudilere uygun olmakla beraber anlam itibarıyla hepsinden geneldir. Bu cümle, şartın cevabı yerinde bulunmaktadır. Yani öyle olunca siz zulmetmiş olursunuz, hidayete eremezsiniz. Çünkü:

11- "İnkâr edenler, iman edenler hakkında derler ki..." Bunun da hem müşrikler, hem yahudiler tarafından söylenmiş olması muhtemeldir. Tefsircilerin çoğuna göre müşriklerdir. Müminlerin çoğunu Ammar, Süheyb, Bilâl gibi fakir ve zayıflardan görerek aşağılamak ve güya bu şekilde İslâm'ı küçük düşürmek istiyorlar. Sâlebi, yahudilerin Abdullah b. Selam ve arkadaşları hakkındaki sözleridir demiştir. Bununla, yani böyle demekle iman edenlere dil uzatmakla maksatlarına muvaffak olamayınca, İslâm'ı ve Kur'ân'ı körletmek veya şehadeti iptal etmek maksadına ermeyince Daha diyeceklerdir ki bu eski bir iftiradır, eski uydurulmuş bir yalandır. Yani peygamber hakkında öncekilerden rivayet olunan müjdeler eski bir yalandır diyecekler yahut İslâm'ı inkâr etmek için dini kökünden inkâr edecekler. Demek ki istikbalin kâfirleri daha azgın olacaktır.

12-14- Halbuki onun önünden yani Kur'ân'dan önce nazil olmuş Musa'nın kitabı vardır. Bununla hem eski bir iftira demelerinin nereye kadar varmış olduğu gösterilmiş oluyor hem de cevabı verilmiş oluyor. Çünkü o öyle var ki Bir imam ve rahmet olmuş bir halde, Allah'ın dininde senelerce rehber, kendisine uyulmuş, arkasınca gidilmiş ve o sayede Allah Teâlâ'nın rahmetine, nimetine erilmiş, eğer o bir iftira, bir yalan olsaydı o feyiz ve rahmet olur muydu? Ve işte bu da yani Kur'ân da dili Arapça olarak tasdik edici bir kitap, Musa'nın bir imam ve rahmet olan kitabını tasdik, onun esasındaki hakikati ispat ve teyid eden Arapça dilli bir kitap ki tasdikin hikmeti de zulmedenleri uyarmak için, her kim olursa olsun, kendisinden herhangi bir şekilde zulüm, haksızlık meydana gelenlere Allah'ın azabını haber vererek sonucun korkunçluğunu anlatmak için güzellik yapan iyilere de müjde için, şöyle ki: "Gerçekten Rabbimiz Allah'dır." deyip, sonra da dosdoğru olanlar, yani ilmin özü olan tevhit ile amelin sonu olan doğruluğu kendilerinde toplayanlar. (Fussilet Sûresi'nde bu âyetin benzeri olan 30. âyetin tefsirine bkz.) Orada melekler vasıtasıyla müjde yapılıyordu. Burada ise doğrudan doğruya yapılıyor.

15- "Biz insana ana babasına iyilik yapmayı tavsiye ettik. Tavsiye bir kimseye yapması gereken bir şeyi öğüt tarzında önceden söylemektir. İman ve doğruluk en birinci özellikleri olan iyilerin şanı beyan olunurken anaya babaya iyilik özellikle tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye birkaç yerde gelmiştir. Fakat herbirinde başka bir nükte ve bakış açısıyla sevkedilmiş olduğu için tekrar değil ayrı ayrı fayda ifade etmektedir. Nitekim burada da "Yaptıklarının karşılığı olarak" ifadesi dolayısıyla iyilik ve doğruluğun önemli bir misali olmak üzere getirilmiştir. Rivayet olunduğuna göre ifadesine kadar bu iki âyet Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) hakkında nazil olmuş ve birçok hükümlerin de esaslarını içinde toplamıştır. Önce ahlâkî açıdan araya üç mertebede dikkat çekilmiştir. Birincisi, babanın galibiyeti altında olarak tağlib yoluyla valideyn içinde, ikincisi üçüncüsü ile doğurma ve emzirme yönüyledir. Baba ise yalnız 'de bir kere zikredilmiştir. Bir Hadis-i Şerif'te beyan olunan şu ifade ile mütenasiptir. Bir adam; ya Resulullah "Ben kime çok iyilik edeyim?" demişti. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Anana", sonra kime dedi, yine "anana" buyurdu, sonra kime? dedi, yine "anana" buyurdu. Sonra kime? dedi, "babana!" buyurdu.

" Anası onu sıkıntı ile, zahmet ve meşakkat ile yüklendi yine zahmet ve meşakkat ile karnındakini doğurdu. Hamilelik süresi, ve sütten kesilmesi de otuz aydır. Bakara Sûresi'nde "Emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler." (Bakara, 2/233), Lokman Sûresi'nde de "Onun sütten kesilmesi iki yıldadır. (Lokman, 31/14) buyurulduğuna göre bu otuzun iki senesi emzirme müddeti, altı ayı da hamilelik müddeti oluyor. Demek ki hamileliğin en az müddeti emzirmenin de en çok müddeti gösterilmiştir. Çünkü bunlara kadının namusu nesep ve nikâhın haramlığı yönleriyle pek çok önemli hükümler dayanmaktadır. Rivayet olunur ki Hz. Ömer (r.a.)'e bir kadın duruşmaya götürülmüştü ki altı ayda doğurmuştu. Had cezası uygulanmasını emretti. Hz. Ali (r.a) bu âyeti hatırlatarak "had" cezası lazım gelmez hamilelik süresinin en az müddeti altı aydır diye itiraz etti. Hz. Ömer de tasdik etti. Fahreddin Râzî bunu naklettikten sonra der ki: Akıl ve tecrübede bunun böyle olduğuna delâlet eder. Tecrübe sahipleri diyorlar ki ceninin teşekkülü için takdir edilmiş bir zaman vardır, o zaman ikiye katlanınca cenin harekete başlar, bu toplama iki misli daha ilave edilince cenin anasından ayrılır dünyaya gelir. Mesela ceninin yaratılışını otuz günde tamam farz edelim. Bu zaman ikiye katlanıp altmış gün oldu mu cenin hareket eder. Bu toplama iki misli olan yüzyirmi gün daha ilave edilince yüz seksen eder ki altı aydır. O vakit "cenin" anadan ayrılır. Yaratılış otuzbeş günde tamam olduğunu farz edelim, o vakit yetmiş günde hareket eder iki misli yüz kırk daha ilave olununca toplamı iki yüz on gün eder ki yedi aydır. Çocuk anadan ayrılabilir. Kırk gün olduğunu farz etsek seksen günde hareket eder iki yüz kırk günde anadan ayrılır ki sekiz aydır. Kırkbeş günde tamam olduğunu farz edelim o zaman da doksan günde hareket eder ikiyüz yetmiş günde anadan ayrılır ki dokuz ay eder. İşte tecrübe sahiplerinin anlattıkları kural budur. Calinûs demiştir ki ben hamilelik zamanlarının miktarlarının miktarlarını çok merak ile araştırdım. Bir kadın gördüm ki yüz seksen dört günde doğurdu. İbnü Sina da kendisinin bunu müşahade etmiş olduğunu kaydetmiştir. Demek ki hamileliğin en az müddeti Kur'ân'ın nassına göre de tıbbın tecrübelerine göre de bir olarak altı aydır. Ama hamileliğin en çok müddeti hakkında Kur'ân'da bir delalet yoktur. Ebu Ali b. Sina Şifa adındaki eserinde dokuzuncu makalesinin altıncı faslında demiştir ki, tamamıyla itimad ettiğim güvenilir bir yerden bana ulaştı ki bir kadın hamilelik senelerinin dördüncüsünden sonra bir çocuk doğurdu dişleri bitmişti, hem de yaşadı. Eristatalis'ten de şöyle hikâye olunmuştur: Hayvanların doğum ve hamilelik zamanları bellidir. İnsandan başka ki gebe bir kadın bazan yedi ayda bazan sekiz ayda doğurur. Sekizinci ayda Mısır gibi muayyen beldelerden başka yerlerde az yaşar. Ama genellikle çoğunluk dokuzuncu aydan sonra doğmaktadır. Tecrübe sahipleri şunu da hatırlatırlar ki yukarıda geçtiği üzere ikiye katlamak suretiyle beyan ettiğimiz kaide kesin değil, yaklaşık olarak böyledir. Bazan günlerde fazlalık eksiklik olabilir, sonra Râzî ceninin tamamlandığı müddeti de altı kısma ayırarak tecrübeye dayanan bilgilerine göre kaydetmiştir ki zamanımızda buna "mebhas-ı rüşeym" yani cenin, embriyo bilimi denilmekte ve özel bir tasnife tabi tutulmaktadır. Nihayet der ki, altıncısında organlar birbirinden seçilir ve hissolunacak şekilde belli olur, bunun toplamı kırk gündür, bazen kırk beş güne kadar uzanır en azı da otuzdur. Şu halde bu, tıbbî tecrübelerle Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisinde haber verdiğine uygun düşmektedir. "Her birinizin yaratılışı anası karnında kırk günde toplanır." tecrübe sahipleri derler ki: "Kırktan sonraki düşük cenin torbası yarılıp da soğuk suya konulduğu zaman organları belirgin küçük bir şey ortaya çıkar, kısaca hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu gibi emzirme müddetinin de en çoğu iki senedir. "Hamilelik süresi ve sütten kesilmesi ve otuz ay" toplamının haberidir. Ancak İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri bu âyette bir de şu mânâ ihtimalini nazar-ı dikkate almıştır. Hamilelik süresi de sütten ayrılma süresi de otuz aydır. Bu durumda hamilelik müddetinin de otuz ay, emzirme müddetinin de otuz ay olması ve ikisinin de en çok süresinin beyan edilmiş bulunması gerekir. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif hamileliğin en çok müddetinin iki seneden fazla olamıyacağını ispat etmiş olmakla hamilelik hakkında zikredilen ihtimalin sakıt olması lazım gelirse de sütten kesilme hakkında iki sene "Emzirme süresini tamamlamak isteyen baba için tam iki yıl." (Bakara, 2/233) âyetiyle kayıtlı bulunduğu için nikâhın haramlığını ifade eden emzirme müddeti bakımından en çok sürenin otuz ay olması şüphesi devam etmektedir. Bu ihtimali ortadan kaldıracak bir delil yoktur. Dolayısıyla haram kılanın mübah kılana tercih olması hakkındaki usul kaidesi gereğince otuz ay içinde emişenler hakkında ihtiyaten süt kardeşliği dolayısıyla nikahın haramlığının sabit olması gerekir. Fakat Lokman Sûresi'nde "Onun sütten kesilmesi iki yıl içindedir." ifadesi mutlak olduğu için İmameyn bu şüpheye iştirak etmemişlerdir. Fetvada da bu tercih edilmiştir. (Bu konuda geniş bilgi için Fıkıh'dan Hidaye ve şerhlerine bkz.) İşte babanın ananın böyle haklarından dolayı onlara iyilik ile muamele etmesini o insana tavsiye ettik. Nihayet hayat en güçlü çağına erdi, kuvvet ve olgunluk çağına erdi. Kuvveti ve aklı sağlamlaştı. Bunu bazıları bülûğ ile, bazıları da olgunluk çağıyla tefsir etmişlerdir. Bu, şuna daha yakındır: Ve kırk yaşına erişti. Denilir ki peygamberler de kırktan sonra peygamberlikle görevlendirilmişlerdir. Bununla birlikte Hz. İsa ile Yahya'nın küçüklüklerinde peygamberlikleri de söz konusudur. İşte tam aklını, kuvvetini toplayıp da kırkına erdiği zaman o tavsiyeyi yerine getirerek dedi: Allah'tan üç dilek diledi, birincisi şöyle nimetlerine şükür niyazı. Ey Rabbim! Bana öyle ilham et, öyle arzu ver ki senin nimetine şükredeyim. Önce şükrü istemesi, şükrün daima bir nimet neşesiyle ilgili olduğundan ilk önce kalbin neşesini bulmak içindir. İşte her başarının sırrı da bu neşedir. O neşe iledir ki rızaya uygun büyük salih ameller yapılabilir. Hem bana ihsan ettiğin nimetine hem de anama babama ihsan ettiğin nimetine, anama babama, yani din nimeti ve varlık nimeti. İkincisi, ve senin razı olacağın salih bir amel işleyeyim. Kelimesinde tenvin tazim için, yani büyük bir iş olduğunu ifade etmek içindir. Yahut çokluk ifadesi içindir. Birçok iş demektir. Yahut da bir çeşit tekliktir ki salih amel cinsinden Allah Teâlâ'nın rızasını özellikle celbedecek bir çeşit amel, rızayı gerektirecek itaat demektir. Üçüncüsü neslimde de benim için islah nasip et, yani ıslahı, düzgünlüğü onlara da ulaştır. İçlerinde sabit kıl çünkü ben tevbe ile sana yüz tuttum, senin razı olmayacağın fillerden veya senin zikrinden alıkoyacak şeylerden tevbe edip sana yöneldim. Çünkü ben müslümanlardanım. Kendilerini ihlas ve samimiyetle senin birliğine teslim edenlerdenim. Bu iki cümle duanın sağlam olmasının, tevbe ve İslâm'a bağlı olduğuna işarettir. İbnü Abbas (r.a) hazretleri demiştir ki: Allah Teâlâ, Ebu Bekir (r.a)'in duasını kabul buyurdu da müminlerden dokuz kişiyi azat etti ki Bilali Habeşi ve Âmir b. Füheyre bunlardandır. Ve her ne hayır istediyse Allah Teâlâ ona yardım etti. Zürriyyeti hakkında da duasını kabul buyurdu. Çocuklarının hepsi iman ettiler. Ona hem anasının babasının, hem de çocuklarının hepsinin İslâm'a girmesi nasip oldu. Babası Ebu Kuhafe Osman b. Amr ve annesi Ümmül Hayr bintü Sahr b. Ömer, oğlu Abdurrahman b. Ebi Bekir ve onun oğlu Ebu Atik hepsi Peygamber'e yetiştiler ve Hz. Ebu Bekir'in ulaştığı manevî derece sahabeden hiçbirine nasip olmadı. "Allah hepsinden razı olsun." Bununla birlikte ashab-ı kiramın hepsi böyle iyilik ve doğruluk duyguları ile dopdolu idiler.

16-Buna işareten buyuruluyor ki: İşte bunlar, böyle güzel vasıflarla vasıflanmış olan iyi ve şükredici insanlar, O cennetlikler için de, yani iman ve doğrulukları dolayısıyla haklarında "İşte onlar cennetliklerdir. Orada yaptıklarının mükâfatı olarak ebedi olarak kalacaklardır." (Ahkâf, 46/14) buyurulan ve kendilerine kıyamet günü korku ve üzüntü olmayan cennetlikler içinde öyle seçkin kimselerdir ki kendilerinden amellerinin en güzelini kabul ederiz ve günahlarından geçeriz. Burada "Yaptıkları amelin en güzeli ifadesi hakkında tefsircilerin iki görüşü vardır. Birisi "en güzel" "güzel" mânâsınadır denilmiş, birisi de den maksat mübahın üzerinde olan itaattır ki mendub ve vacibide içine almaktadır. Çünkü mübah çirkin değil güzeldir, ama ona sevab ve ceza gerekmez fakat açık olan şudur ki bunların günahlarından geçilmiş olduğu gibi yaptıkları iyilikleri de onlara keffaret gibi olarak cennetteki mertebelerinin en güzel amellerine göre olmasıdır. Burada Mücahid'den Taberi Hz. Ebu Bekir'in Ömer'e olan vasiyetini nakleder. Şöyle ki: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i çağırdı da ona dedi ki: Ben sana bir vasiyet edeceğim onu iyi muhafaza edesin Allah'ın gecede bir hakkı vardır. Onu gündüzün kabul etmez ve gündüzün bir hakkı vardır onu da gece kabul etmez. Bizim hiçbirimiz için farzı yerine getirmedikçe nafile yoktur, Kıyamet günü mizanları ağır gelenlerin mizanlarının ağır gelmesi hep dünyada hakka uymaları ve onun, onlara ağır gelmesi sebebiyledir. Haktan başka bir şey konmayan bir mizanın ağır gelmesi ise hakkıdır. Kıyamet günü mizanları hafif gelenlerin mizanlarının hafif gelmesi de dünyada batıla uymalarından ve onun, onlara hafif gelmesindendir. Batıldan başka bir şey konmayan bir mizanın hafif gelmesi de hakkıdır. Görmez misin Allah Teâlâ cennetlikleri en güzel amelleriyle zikretmiştir. Onun için biri der ki benim amelim bunların ameline nerede erişecek onun sebebi çünkü Allah Teâlâ onların kötü amellerinden geçmiştir de onları açığa vurmaz, görmez misin Allah Teâlâ cehennemlikleri en kötü amelleriyle anmıştır da biri der ki; ben amelce onlardan iyiyimdir, onun sebebi çünkü Allah Teâlâ onların en güzel amellerini kendilerine geri vermiştir. Görmez misin Allah Teâlâ şiddet âyetini, rıza âyetinin yanında ve rıza âyetini şiddet âyetinin yanında indirmiştir ki mümin hem ümitli, hem saygılı olsun da kendi eliyle tehlikeye atılmasın ve Allah'a karşı hak olmayan bir kuruntuya kapılmasın.

17- "Ve o kimse ki ana babasına üf size dedi." Bununla önceki âyetin tamamen aksine yani anasına babasına eziyet edenlere intikal ile uyarıya geçiliyor. Mervan, bunun Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olduğunu iddia etmiş ise de doğru değildir. Hikâye olunuyor ki Mervan bir gün mescidde hutbesinde ben Emirül Müminin'in yani Muaviye'nin Yezid'i halife tayin etmesi hakkındaki görüşünü güzel görüyorum, çünkü Ebu Bekir de yerine halife bıraktı, Ömer de demişti. Bunun üzerine Abdurrahman b. Ebi Bekir: yani krallık mı?, Ebu Bekir (r.a) vallahi onu ne çocuklarından birisi ne de ehli beytinden birisi hakkında yapmadı. Muaviye ise sırf oğluna rahmet ve keramet yaptı, dedi. Mervan sen "Ana ve babasına üf size diyen kimse" değil misin? dedi. Abdurrahman'da sen Resulullah'ın lanetlediği melunun oğlu değil misin? dedi. Hz. Aişe işitti, Mervan'a sen Abdurrahman'a şöyle şöyle mi dedin? Yalan söylemişsin. Vallahi o âyet onun hakkında inmedi, isteseydim kimin hakkında indiğini söylerdim, dedi.

Bana çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Öldükten sonra kabirden dirileceğimimi vaad ediyorsunuz? Halbuki benden önce nice nesiller geçmiş, yani onlardan kim kabirden çıkmış da ben çıkacakmışım? diyor. O ikisi, yani anası babası ise Allah'a sığınıyorlar, onun böyle inkârından cüretinden, küfründen aman diyerek Allah'a sığınıyor, aman ya Rabbi diye feryad ediyorlar. Yazıklar olsun sana, inan, iman getir. Herhalde Allah'ın vaadi haktır, diyorlar.

VEYLEK, veyil sana, aslında bizim "canı çıkası, geberesi" tabirimiz gibi bir helak duası olmakla beraber hakikaten helak için değil, azarlayarak teşvik ve özendirme için de kullanılır ki burada da maksat odur. Onun için bana yazıklar olsun sana demek daha uygun olacaktır. O yine, onları yalanlayarak bu sizin Allah'ın vaadi dediğiniz öncekilerin masallarından başka bir şey değildir, hiç aslı olmayarak yazılan masallardır, der.

18- İşte bunlar öbürlerinin tam aksine olarak cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce geçen ümmetler içinde aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir. Sözden maksat "Andolsun ki ben cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım." (Hûd, 11/119) âyetinde ifade edilen azap kelimesidir. Burada "ümmetler içinde" ifadesi yukarıdaki "cennetlikler içinde" ifadesinin karşılığında kullanılmış olmak üzere cehennemlikleri gösteriyor ve bu âyetten cinlerin de insanlar gibi ölümlü olduğu anlaşılıyor. Çünkü bunlar kendilerini ziyan etmiş, hüsrana düşmüş kimselerdir

19- ve her biri için, yani şu anlatılan iki kısımdan cennetliklerle hüsrana düşenlerden hirbir kısım için amellerinden dereceler var, işledikleri hayır veya şer amellere göre çeşitli dereceleri vardır. Cennetliklerin de dereceleri farklıdır. Kendilerine azap hak olanların da. Çünkü gerek mahiyet, gerekse şekil itibarıyla amelleri farklıdır. Onun cezası olan dereceleri de ona göre farklıdır. Bunun için buyuruluyor ki: Bu da onlara hiçbir zulüm edilmek sizin amellerinin kendilerine tamamen ödenmesi içindir.

20- Onun için kimininki dünyada tamamlanır, kimininki ahirette. Bu şekilde kâfirler sırf dünya için çalıştıkları ve yaptıkları iyi amellerin mükâfatını hemen dünyada alacakları için O küfredenler ateşe arz olunacağı günde -ki kıyamet günüdür- şöyle denecektir: "Siz bütün iyiliklerinizi dünya hayatınızda giderdiniz." Hz. Ömer (r.a)'de rivayet edilmiştir. "İstesem ben sizin en hoş yemekliniz en güzel giyimliniz olurdum. Fakat gördüm ki Allah Teâlâ bir kavme iyiliklerinin yok olduğu haberini vermiş. "Siz bütün iyiliklerinizi dünya hayatında giderdiniz" buyurmuştur. Ben iyiliklerimi geriye bırakmak isterim demiştir. Yine rivayet olunur ki Şam'a geldiği vakit ona misli görülmemiş bir yemek yapılmıştı. Buyurdu ki: Bu bizim fakat vefat etmiş olan müslüman fakirler için ne var, onlar arpa ekmeğinden doymuyorlardı. Halid b. Velid, onlara cennet var, dedi. Deyince Ömer'in gözleri doluktu da vallahi bizim nasibimiz bu dünyanın geçici menfaatlerinde olup da onlar gittiler ise!.. Dedi ki: Allah daha iyi bilir ama, cennette aramız ne kadar uzak olur demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) bir gün suffe ehlinin yanlarına girdi. Elbiselerine yamalık bulamadıklarından deri ile yapıyorlardı.

Buyurdu ki siz bugün mü daha hayırlısınız yoksa her biriniz sabah süslü bir elbise, akşam süslü bir elbise giyeceğiniz ve sofranızda tabakların biri gidip biri geleceği ve evi Kâbe örtülür gibi örtüleceği gün mü? Biz bugün daha hayırlıyız dediler, evet buyurdu, bu gün daha hayırlısınız. İbnü Zeyd bu âyetin tefsirinde şu âyetleri okumuş. "Kim dünya hayatını ve zinetini isterse biz onlara amellerinin karşılığını burada tamamen öderiz, bu hususta onlara cimrilik yapılmaz." (Hud, 11/15) ve "Her kim ahiret sevabını isterse onun sevabını artırırız. Ve her kim dünya menfaatini isterse ona da dünyalık veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur." (Şura, 42/20), "Her kim acele geçen dünyayı isterse dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar dünyalık peşin veririz. Sonra da ona cehennemi tahsis ederiz." (İsrâ, 17/18) ve demiştir ki işte dünya hayatında iyiliklerini giderenler bunlardır. Aşağılayıcı azab, aşağılayıcı yani zillet ve hakaret azabı. Bunun bir misal ile izahı:

21-23- Âd kavminin kardeşi, yani "Hani kardeşleri Hud onlara demişti" (Şuarâ, 26/124) buyurulduğu üzere Âd kavminin içlerinden kendilerine peygamber olan Hud (a.s) Ahkâf'ta, Ahkâf, aslında uzun ve eğrili büğrülü yüksekçe kum yığını demek olan "hıkf" kelimesinin çoğuludur ki o eğri büğrü kum tepeleri demek olup Âd kavminin o uyarı sırasında bulundukları yer bu ad ile anılmıştır. İbnü Zeyd ve Katade'den Yemen beldelerinden "Şıhr" denilen yerde denize doğru kumluklarda oturuyorlardı diye İbnü Abbas'tan Umman ile Mehre arasında diye rivayet edilmiş. Muhammed b. İshak da demiştir ki Hûd (a.s) peygamber olarak gönderildiği zaman Âd kavminin bulunduğu yer ve cemaatleri, Ahkâf, Umman civarında Hadramut'a doğru kumluk, sonra da bütün Yemen idi. Bununla beraber yeryüzünün her tarafına yayılmış ve Allah'ın verdiği fazla kuvvetleriyle halkını perişan etmişlerdi. Mucemül Büldan'da der ki bu üç rivayetin üçünde de mânâ birdir. Ancak Dahhak'tan Şam'da bir dağdır diye bir rivayet gelmiş ise de İbnü Atiyye tefsirinde de sahih olan demiş Âd'ın beldeleri Yemen'de idi. Ve "Direkli irem bağları" (Fecr, 89/7) onların idi. (O âyetin tefsirine bkz.) Demek ki Ahkâf kelimesi anlam itibarıyla Âd kavminin kuvvetlerine rağmen yerlerindeki çürüklüğe işaret eden ve uyarıya uygun olan bir kelimedir. Bu bakımdan "Ondan önce ve sonra birçok uyarıcı peygamberler gelip geçmişti." âyetinde "nüzûr" kelimesi "İnzar" yani uyarı mânâsına "nezir" kelimesinin çoğulu olarak da düşünülebilir. Fakat mastarın çoğul olması zahire muhalif olacağından "münzir" uyarıcı mânâsına "nezir"in çoğulu olması daha doğrudur, yani Hud'dan daha önce ve daha sonra uyarıcı peygamberler gelmiş geçmiş ise de şimdi sen özellikle Hud'un uyarısını hatırla. Şöyle ki "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin çünkü ben size büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum." demişti.

24- "Ne zaman ki o azabı bir bulut halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı görülen demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr kavimleri, yani her şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla öyle ummadıkları bir şekilde gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Onun azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur, çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince şöyle rivayet olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin üzerine bir hat çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı çevrili bir yere çekilmişti. Onlara rüzgardan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor ve fakat Âd kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla beyinlerini parçalıyordu.

25- "Ne zaman ki o azabı bir bulut halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı görülen demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr kavimleri, yani her şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla öyle ummadıkları bir şekilde gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Onun azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur, çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince şöyle rivayet olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin üzerine bir hat çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı çevrili bir yere çekilmişti. Onlara rüzgardan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor ve fakat Âd kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla beyinlerini parçalıyordu.

26- "Ne kulakları, ne gözleri ve ne de gönülleri kendilerine hiç bir fayda vermedi. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı." Bu gösteriyor ki kendileri için ondan korunmak mümkündü. Eğer Allah Teâlâ'nın onlara göstermiş olduğu âyetleri ve delilleri inkâr etmeyip de Hud (a.s)'ın uyarısı üzerine iman ve itaat etselerdi helak olmayacaklardı, fakat dinlemeyip eğlendikleri için o alay ettikleri, haydi getir bize dedikleri, azab da kendilerini kuşatıverdi. Şu halde onlardan daha zayıf olan sizleri kuşatamaz mı? Görülüyor ki bunlarla bütün semavî afetler beşerin bir suçuna ceza olmak üzere anlatılmış olmuyor. Beşerin kazancı ile ilgili olan âfetlerin dehşeti ve Allah Teâlâ'nın her kuvvet üzerindeki kudreti anlatılmış oluyor.

27- "Andolsun ki biz sizin etrafınızdaki memleketleri helak etmişizdir." Bu örnek yoluyla Mekkelilere hitaptır. Etrafındaki helak olan memleketler, Me'rib, Semud'un hicri, Sedum, Eyke gibi yerlerdir. Biz âyetleri de evirip çevirip anlatmıştık. Yani uyarıcı âyetleri hep onlara türlü şekillerde evirip çevirerek tekrar da etmiştik. Ki belki dönerler. Şirkten, isyandan vazgeçip, tevhide dönerler, zaten bu değişmelerin herbiri diğerleri için başlıbaşına bir âyet bile oluyordu, gösteriyordu ki Allah'tan başka dayanılıp ibadet edilecek hiçbir şey yoktur.

28- O zaman onları kurtarsa idi ya? O Allah'tan başka yakınlık için. "Biz onlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.." (Zümer, 39/3), "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir." (Yunus, 10/18) diye şefaat için ilahlar diye tutundukları kimseler o mabut taslakları niye kurtaramadılar? Hayır bilakis onlardan kaybolup gittiler. Yani onları bırakıp dünyadan ve inançlarından silinip gittiler. Ve işte bu sapıklık, bu hayal kırıklığı onların iftiraları, yani iftiralarının eserleri yalan ve batıl itikadlarının vardığı sonuçtur. Ve uydurdukları iftiranın neticesidir.

29- "Bir de o zamanı hatırla ki cinlerden bir takımını Kur'ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik.." Bu yukarıdaki üzerine matuf zannedilebilirse de değildir. "Yönelttiğimiz zamanı hatırla" takdirinde yukarıdaki cümlesine matuftur. Arapça'da nefer kelimesi üçten ona ve ondan kırka, kadar toplanmış bir cemaat hakkında kullanılır. Cin, insan karşılığı gizli yaratıklardır. (En'am Sûresi'ndeki "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yapmışızdır. (Enam, 6/112) âyetinde bu kelimenin izahına ve Cin Sûresi'ne bkz.) Bu hatırlatmada sırf ibret ve uyarı için bir kaç rivayette geldiğine göre bunlar Diyarbekir tarafından Nusaybin cinlerinden imiş.
Ninovalı da denilmiştir. Fahreddin Razî der ki: Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır: Birincisi, Said b. Cübeyr demiştir ki; cinler gök kapılarını dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp kovuldular gökte olan bu olay her halde yerde bir şeyden dolayı olsa gerektir diye sebebini aramaya gittiler. O sırada Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke halkının kendisine uymalarından ümitsiz olarak İslâm'a davet için Taif'e çıkmıştı. Mekke'ye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil denilen vadide kalkmış sabah namazında Kur'ân okuyordu. İşte oraya Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü İblis onları göğün taşlamalarla korunmasını icab ettiren sebebi öğrenmek üzere göndermişti. Kur'ân'ı işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar. İkinci görüş: Allah Teâlâ peygambere cinleri de uyarıp davet etme ve kendilerine Kur'ân okuma görevini de vermişti. Onun için Allah Teâlâ ona Kur'ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak üzere bir takım cin göndermişti. Ebu Hayyan da Bahir'de der ki: Cin kısası iki defa olmuştu, birincisi Taif'ten dönüşündeki. Siyercilerin anlattıkları kıssaya göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz kılarken dinlediler, o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların dinlediklerini haber verdi. Diğer bir defasında da Allah Teâlâ, Peygamber'e cinleri uyarıp onlara Kur'ân okumasını emir buyurmuştu. Bunun üzerine bana cinlere Kur'ân okumam emredildi, arkamdan kim gelecek dedi, bunu üç kere söyledi, Abdullah b. Mesud'dan başkası ses çıkarmamış önlerine bakmışlardı. Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: Cin gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik. Hacun'daki dağ yoluna vardığımızda bana bir hat çizdi, ben gelinceye kadar bundan çıkma dedi, sonra Kur'ân okumaya başladı ben şiddetli bir gürültü işittim hatta Resulullah'a bir şey olmasından korktum, onu birçok karartılar kapladı, onunla benim arama engel oldu hatta sesini işitmez oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar, sonra bana birşey gördün mü dedi. Evet beyaz elbiselere bürünmüş siyah adamlar gördüm, dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu. Taberi tefsirinde der ki: Allah Teâlâ "Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik" buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi, dedi. Bu cümleden olarak İbnü Abbas'tan İkrime rivayet ederek demiştir ki Nusaybin halkından yedi kişi idiler. Resulullah onları kavimlerine elçi yaptı, diğer bazıları da dokuz kişi idi, dediler. Bunlardan Zirr b. Hubeyş demiştir ki Hz. Peygamber (s.a.v) Nahle vadisinde iken "onun huzuruna vardıkları zaman" âyeti indirildi. Dokuz idiler, birisi Zevbaa idi. sözü yani Allah'ın Resulüne yönelttiği cin grupları peygamberin huzuruna vardıklarında demektir. Alûsî de şunları kaydetmiştir. İbnü Ebi Hatim'in Mücahid'den rivayetine göre yedi kişi idiler. Üçü Harran'dan, dördü Nüsaybin'den, isimleri de: Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, el-Ahkam yahut el-Ahkab idi. Taberânî Evsat'ta ve İbnü Merduyye cinnin Resulullah'a iki kere gönderildiğini nakletmişlerdir. Hafaci'nin Şihab'ında Kâdi haşiyesinde Cin Sûresi'nin tefsirinde denilmiştir ki hadisler cinnin gönderilmesi altı kere olduğuna delalet etmektedir. Rivayetlerde gerek adet ve gerek diğer hususta görülen ihtilaf da bununla bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki: Nüsaybin halkından dokuz kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve fulan ve fulan ve'l-Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak vardılar, sonra da çıktılar. Resulullah'a heyet halinde yetkili delege olarak geldiler üç yüz kişi idiler. Hacun'a kadar geldiler el-Ahkab geldi Resulullah (s.a.v)'a selam verdi ve kavmimiz seninle görüşmek üzere Hacun'da hazır bulunuyorlar dedi. Resulullah da Hacun'da geceden bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime'den bu âyette onların Musul ceziresinden on iki bin olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi Keşşaf'ta da hikâye eder. Resulullah'ın onlara okuduğu sûre yani Alak Sûresi idi. Bununla beraber Bahir'de İbnü Ömer ve Cabir b. Abdullah (r.a)'dan nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a.v) onlara (Rahman) sûresini okudu. "Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz." dedikçe, hayır Rabbimizin âyetlerinden hiçbir şey yalanlamayız "Ey Rabbimiz sana hamd olsun" derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil'de Resulullah'a cinlerin gelişinin, peygamberliğin on birinci senesinde olduğunu rivayet etmiştir. Bu kıssanın hicretten üç sene önce olduğunun söylenmesi de bu mânâdadır.

30- "Musa'dan sonra indirilen bir kitap, Musa'dan sonra deyip de İsa'yı söylememelerine iki ihtimal gösterilmiştir. Birincisi, çünkü Musa (a.s) iki kitap ehli arasında hakkında ittifak edilen bir peygamberdir. Ve ona indirilen kitap Kur'ân'dan önce en büyük kitaptı. İsa (a.s) da onunla amel etmek üzere görevlendirilmişti. İkincisi Ata demiştir ki, çünkü yahudi milleti üzere idiler. Bu ifadelerin bir çok noktaları bu gizli varlıkları zannedildiği gibi sadece mücerred (soyut) şeylerden ibaret olmadıklarını bildirmekten uzak kalmıyor. Onun için kelamcılar bunlara latif cisimler demişlerdir. Önündekini, yani Tevrat'ı yahut bütün geçmiş ilâhî kitapları tasdik ediyor. Hakka, yani esas itibarıyla sahih itikada ve doğru bir yola, teferruat itibarıyla da doğruca Allah'ın rzasına erdirecek amelî ve şerî hükümlere iletiyor.

31- "Günahlarınızı bağışlasın." Burada Baziyet ifade eden ile denilmesi dikkat çekicidir. Denilmiştir ki maksat sadece Allah'ın hakkı olan günahlardır. Çünkü kulların hakları sadece iman ile bağışlanıvermez. Gerçi bir gayri müslim kanlar döküp mallar yağma etmiş olup da sonra müslüman olsa müslüman oluşu hiç şüphesiz bütün geçmişlerini keser atar ise de yine o gayri müslimin birkaç sene önce eman yolu ile gelip bir şahısdan borç almış olduğunu farz etsek bu defa sadece İslâm'a gelmesiyle o borcun da zimmetinden düşmüş olması gerekmez. yani aynı yurt içinde zimmi ve andlaşma ile orada bulunan gayri müslimlerin İslâm'a girmeleri belirli olan kul haklarını düşürmez. Bu cinler de kendi kavimleri içinde imana davet ettikleri için yalnız bazı günahların bağışlanacağını vaad etmişlerdir. Daha diğer şekilde de söylenmiştir.

32- Her kim de Allah'ın davetçisine, yani peygambere ve peygamberin elçilerine uymazsa yeryüzünde aciz bırakacak değildir. Yani Allah'ı aciz bırakıp da onun azabından kendini kurtarabilecek değildir. Bu âyet tehdit ve uyarıyı özetlemiş oluyor. Ve burada cinlerin sözü son buluyor.

33- Nihayet öldükten sonra dirilme ve ahiret meselesi iyice zihinlere yerleştirilmek üzere buyuruluyor ki: Görmediler mi? Bu görüş, göz görüşünden, kalp görüşü ile görmek ve delil getirmektir. Yani şu görülüp duran gökler ve yeri yaratmış ve onları yaratmakla yorulmamış. Bu kayıt yahudilerin altı günde yarattı da yedinci gün dinlendi demelerini reddir. Nitekim Kâf Sûresi'nde "Bize bir yorgunluk da dokunmadı." (Kâf, 50/38) buyurulmuştur. "Ölüleri diriltmeye de kadirdir." Ölüleri diriltme: "Bir ölü iken dirilttiğimiz (Kâfir iken hidayet verdiğimiz) ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur ihsan ettiğimiz kimse..."(En'am, 6/122) âyetinde ifade edilen diriltmeyi de kapsadığında şüphe yoktur. Evet hiç şüphe yok ki o herşeye kadirdir. Diriltmenin de her türlüsüne kadirdir. Onun için İslâm herhalde ebedi hayat bulacak, kâfirler cehenneme girecektir.

34-35- "O gün kâfirler ateşe arzolunacaktır." Böyle olunca, yani kâfirlerin sonu böyle ateş olacak ve hakkı itirafa mecbur kalacak olunca ey Muhammed! Sen sabret! Ulü'l-Azm (Azim sahibi) peygamberlerin sabrettiği gibi. Çünkü sen de onlardansın.
ULÜ'L-AZM: Azim sahipleri, azim bir işin icrasına ve yerine getirilmesine kalbi kesinlikle bağlamak yahut iradede sabır ve sebat ile maksadı takip ve gayret sarfetmektir. 'deki 'in beyaniye ve tebîziye olması muhtemeldir. Beyan olduğuna göre Ulü'l-azim'den maksadın resuller olduğunu, resullerin hepsinin azim sahipleri bulunduğunu gösterir. Çünkü peygamberlerin hepsi sabır ve sebat, azim ve atılım sahipleridir. Baziyet olduğuna göre de peygamberler içinden azimlerinin üstünlüğü ile seçkin bir kısım, yani şeriat sahibi olup onun kuruluş ve yerleşmesinde çok çalışan ve onun meşakkatlerine ve hasımlarının düşmanlıklarına tahammül ederek sabreden şerefli peygamberlerdir ki bunların meşhurları "Hani biz peygamberlerden misaklarını almıştık senden de, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryemoğlu İsa'dan da. Onlardan sağlam bir söz almıştık." (Ahzap, 33/7) âyetinde isimleri sayılanlardır. Bu konuda daha başka görüşler de vardır, bizim fikrimizce Kur'ân'da isimleri zikredilen peygamberlerin hepsi Ulü'l-azm Resuldür, denilmesi de doğrudur. Çünkü, Resuller Kur'ân'da zikredilenlerden ibaret değildir. "Kıssalarını sana anlatmadığımız Resuller." (Nisa, 4/164) vardır. Sabret de onlar o kâfirler,özellikle Kureyş kâfirleri hakkında azap için acele etme, sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. O saat gelince onun korkusundan ve ahiretin uzunluğundan dünyada durdukları senelerce ömür az, o kadar az gelecektir.

Müddeti devri felek bir gündür. Âdem bir nefes. Yeter, yani bu size edilen vaaz ve hatırlatma son derece beliğ, yeterli bir öğüttür, elverir. Yahut beliğ bir tebliğdir. Haberiniz olsun duymadık demeyin.

Kısaca, helak olacak başkası değil, ancak o fasıklar güruhudur. İtaatten çıkmış, öğüt dinlemez, fasık kavimdir. Âlûsî tefsirinde der ki; Bu sûrenin âyetleri arasında bu "Sanki onlar görecekleri gün..." âyetinin bir özelliği bulunduğuna işaret eden bazı eserler vardır. Taberani, Dua kitabında Enes aracılığı ile peygamber (s.a.v)'den şöyle rivayet etmiştir. Buyurdu ki; bir hacet diledin ve onun çabuk olmasını arzu ettin mi? Şöyle de:

"Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun hiçbir ortağı da yoktur. O çok yücedir, çok büyüktür. Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O kullarına karşı çok yumuşak ve çok cömerttir. Daima diri ve kullarına yumuşak davranan kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'ın adıyla, yüce Arş'ın sahibi olan Allah'ı tesbih ederim. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur. Sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. Bu yeterli bir tebliğdir. Helak olacak başkası değil ancak o fasıklar güruhudur. Allah'ım, senden rahmetine sebep olacak şeyleri, mağfiretine sebep olacak iradeni, her türlü günahtan kurtuluşu, her türlü iyiliği elde etmeyi, cennete kavuşmayı, cehennem ateşinden kurtulmayı diliyorum. Allah'ım, bana bağışlamayacağın bir günah, ferahlık vermeyeceğin bir sıkıntı, ödettirmeyeceğin bir borç, yerine getiremeyeceğim dünya ve ahiret ihtiyaçlarından herhangi bir ihtiyaç bırakma, ey merhametilerin en merhametlisi olan Allah'ım! bunları rahmetinle ihsan et ya Rab!