Elmalı
Tefsiri
"yüzünü
ekşitti" ve "döndü" fiillerindeki
zamirlerin Resulullah (s.a.v)'ın yerini tuttuğunu anlatır. Bu nazar-ı
itibara
alınmadığında da bunun evvelki sûrenin sonundaki korkutma mânâsıyla
mutlak
şekilde ilgilendirecek bir mânâ irtibatı vardır. Orada ikinci şahıs
zamiri
olan "sen"den burada üçüncü şahıs zamirine geçilmesinde de iltifat
sanatı
vardır. Yani ikinci şahıstan üçüncü şahsa dönülmüştür. Bu şekilde
korkutma
ve öğüdün kimlere fayda vereceği anlatılırken her şeyden önce korkutucu
ve uyarıcının ise kendisinden başlaması gerektiğine de dikkat
çekilmiştir.
1."yüzünü
ekşitti".
ABS ve UBUS,
huzursuzluktan yüz burkulmak
mânâsınadır ki, yüz ekşimek, burun civrilmek, çehre dürülmek, turşu
olma
tabir edilir. Kâmus Şârihi'nin açıklamasına göre müteaddî (geçişli)
olarak
da kullanılır ki, yüz ekşitmek, surat etmek, surat asmak, çehreyi
dürmek,
kaşını çatmak, alnını buruşturmak deyimleri ile ifade edilir. Lâzım
(geçişsiz)
olarak denilir, "yüzü ekşidi" demek olur. Geçişli olarak da " v ech"
kelimesinin
nasbı ile, "yüzünü ekşitti" demek olur. Bizim buna ekşime ve ekşitme
dememiz,
pek ekşi veya buruk bir şey yenildiği zaman yüzü bu halde buruşturması
münasebetiyle olmalıdır. Çoğu zaman "yüzü ekşidi" denilirse de yerine
göre
sadece "ekş i di" denilmekle de aynı mânâ ifade edilir. "Falanca
gelince
falan kimse ekşidi." denilirse yüzü ekşidi, onun gelmesinden hoşlanmadı
demek olduğu bellidir. Burada da böyle yüz zikredilmeden buyrulmuştur.
Yani, hoşlanmadı, ekşidi.
2. Ve
döndü,
yüzünü çevirdi, öteye yöneldi,
Çünkü ona âmâ
geldi. Âmâ'nın gelmesinden hoşlanmadığı
için böyle yaptı.
Özellikle âmâ
sıfatıyla ifade, âmânın mazeretini
ve kendisinden yüz çevrilmeye değil, aksine kendisine yönelmeye ve onu
irşat etmeye çağıran zahiri ihtiyacını göstermek ve hükmü, kişisel
olacak
şekilde bırakmayıp mânâyı genel olarak yol göstermeye muhtaç özürlü ve
ihtiyaç sahibi olanları içine alacak şekilde genelleştirmek içindir.
Bu gibilere
yüz ekşitmek ve onlardan yüz çevirmenin
doğru olmadığını açıklamak için üçüncü şahısa yapılan sitemden ikinci
şahsa
ve zahiri mânâdan içe geçilerek buyruluyor ki:
3. Yani
âmâyı, sadece âmâ olması nedeniyle
gözetmek daha uygun ve doğru iken ondan hoşlanmayıp yüz çevirmek iyi
olmadığı
gibi, ey ondan yüz çeviren! Hem sen ne bilirsin, belki o arınacak,
günah
kirlerinden temizlenecek,
4. yahut
öğüt
alacak, ders alıp öğüt belleyecek
de o öğüt, (o senin belleteceğin Kur'ân, edeceğin vaaz ve nasihat) ona
fayda verecektir. Yani hemen temizlenemese bile öğüt ala ala
belleyecek,
iyiyi kötüyü öğrenecek ve yerine göre hatırlayıp gereğince amel etmeye
çalışarak bundan sonra olsun o sayede günahtan korunup sevap işlemek
suretiyle
faydalanacaktır. Onun o kör haliyle gelerek, "Ey Allah'ın Resulü! Beni
irşat et. Bana Kur'ân oku." demesinde bu iki ihtimalden biri
düşünülebilir
ve umulabilirdi. Ya günah izlerinden bir şey kalmayacak şekilde tam
anlamıyla
temizlenip feyiz almak veya öğüt ala ala ilerde faydasını görmek.
Bunlardan
birincisi kemâl (olgunluk); ikincisi olgunluğa giden yola girmektir.
Fakat
sen bunu bilemedin de öyle yaptın.
5. Ama
ihtiyaç hisetmeyene gelince: İnanmak,
öğüt almak, zikir etmek ve temizlenmek ihtiyacını duymayan, kendisini
ihtiyaçsız
sayıp da senden ders almak istemeyen veya zengin, servet sahibi olan
kimseye
gelince öyle yapmıyorsun da sen onun üzerine düşüyorsun.
Ebu Hayyan'ın
"Bahr"de açıklamasına göre,
TESADDÂ, "saded"den yahut "sadâ" dan türetilmiş olabilir. Birincisine
göre
mânâsı, sen onun sadedinde oluyorsun, ona yönelip dönerek irşat etmeye
ve durumunu düzeltmeye uğraşıyorsun, demek olur. İkincisine göre ise,
sen
ondan ses ve seda bekliyor, uzaktan uzağa, dağdan taştan sesin yankı
yapmasını
beklemek gibi sesinin ondan yankı yapmasını gözetiyor, ona özeniyorsun
demek olur.
6.
Ama
ihtiyaç hisetmeyene gelince: İnanmak,
öğüt almak, zikir etmek ve temizlenmek ihtiyacını duymayan, kendisini
ihtiyaçsız
sayıp da senden ders almak istemeyen veya zengin, servet sahibi olan
kimseye
gelince öyle yapmıyorsun da sen onun üzerine düşüyorsun.
Ebu Hayyan'ın
"Bahr"de açıklamasına göre,
TESADDÂ, "saded"den yahut "sadâ" dan türetilmiş olabilir. Birincisine
göre
mânâsı, sen onun sadedinde oluyorsun, ona yönelip dönerek irşat etmeye
ve durumunu düzeltmeye uğraşıyorsun, demek olur. İkincisine göre ise,
sen
ondan ses ve seda bekliyor, uzaktan uzağa, dağdan taştan sesin yankı
yapmasını
beklemek gibi sesinin ondan yankı yapmasını gözetiyor, ona özeniyorsun
demek olur.
7. Oysa
onun
temizl enmemesinden sana ne?
Senden ve Kur'ân'dan yararlanmak istemeyen o kendini ihtiyaçsız sayan
kişinin
temizlenmesinden, İslâm'a girmemesinden sana bir sorumluluk gelmez.
Fakat
ihtiyacı olduğunu söyleyen, öğrenmek isteyen bir müslümandan yüz
çevirmekte
soru m luluk vardır. Yani inanmayanların, ihtiyacı olmadığını
söyleyenlerin
irşat edilmesi ve hallerinin düzeltilmesiyle de uğraşmak asıl
itibariyle
yasaklanmış değil, fakat ihtiyacı olduğunu söyleyip duran bir müslümana
aldırmayıp da ihtiyaç hissetmeyenlere yönelip özenmek yasak. Onun için
işin bu yönü daha çok açıklığa kavuşturularak buyruluyor ki:
8. Âmâ sana
koşarak yani sende bulunan ilmi
ve irfanı, senden irşat alıp doğru yolu bulmayı isteme ve arama uğrunda
sana can atarak, gayret ederek
9. ve
korkarak, yani bir kusur eder sürçerim,
bir günaha girerim diye Allah korkusu, Hak saygısı ile gelen kimse ki o
âmâ fakir böyle bir şevk ve saygı içinde bunları istemek üzere
gelmişti.
10. Sen
onunla ilgilenmiyorsun, anlamamazlıktan
geliyor, aldırmıyor, ihtiyaç hissetmeyenle uğraşmak gibi, buna göre boş
ve yararsız demek olan bir işe dalıyorsun. Yani bu, gözleri görmese de
kulağı ve kalp gözü açık, hidayet aşığı bir istekliyi bırakıyorsun da
bakıldığı
zaman gözü var görünen, fakat kalp gözü kö r, hak sözü dinlemek gibi
bir
derdi olmayan o kendini ihtiyaçsız hisseden kimselerle, boşuna
uğraşıyorsun
ve fiileri, mâzi (geçmiş zaman) değil, muzari (geniş zaman)nin ikinci
tekil
şahsıdır. Asılları ve olup başlarındaki "tâ"lar hafiflik için
düşürülmüştür.
11. Hayır
hayır. Sakın öyle yapma, koşup saygıyla
gelen istekliyi anlamamazlıktan gelip de o ihtiyaç hissetmeyenin
üzerine
düşme. Çünkü o, birinin isteyip öbürünün ihtiyaç duymadığı o öğüt, yani
o nasihatları kapsayan bu Kur'ân bir hatırlatmadır. Yüce Allah'ı
andırmak,
hak ve vazifeyi düşündürmek, hayrı ve yararı belletmek için bir
öğüttür.
12. Artık
onu
dileyen düşünsün, dileyen bellesin,
çünkü yararı ve zararı asıl kendine aittir. Bu cümle, bir önceki
cümlenin
dallandırılması mahiyetinde bir ara cümlesidir. Bu şekilde "kim
dilerse"
demek, dileme işinde kişiyi serbest bırakmak için değil, Türkçe'de de
mesela,
"canı isteyen dinlesin" derken kastettiğimiz mânâ gibi bir korkutma ve
tehdit mahiyetindedir.
TEZKİRE,
esasen hatırlatmak, yani bir şeyi
ana ana belletmek ve hatıra getirmek mânâsına mastar olmakla beraber
unutturmayıp
hatırlatmaya vesile olan "anımlık" mânâsına hatırlatıcı, hatıra
getirici
gibi isim olarak kullanılır. Mesela, parmağa bağlanan bir iplik, unu t
ulmayıp kulakta küpe olacak ibretli bir söz, bir hatıra defteri hep
birer
tezkire olduğu gibi, bu şekilde verilen öğüt, edilen vaaz ve nasihat,
yazılan
bir eser, bir mektup ve kitaplar hep birer tezkiredir. Bunda esas
itibariyle
bilinen bir şeyi dalgınlık anında hatıra getirip düşündürmek mânâsı
asıl
olmakla beraber, o şekilde yeniden bir şey haber vermek ve bildirmek,
akla
ve hatıra koyup belletmek mânâsı da yok değildir. İşte Kur'ân,
âyetleri,
sahifeleri, sûreleri ve bütün görünüşü ile de Allah tarafından bir
tezkiredir.
13. Onun
için
bu tezkire ve öğüdün sıfatı
olmak üzere buyruluyor ki: "O, kıymetli sahifelerdedir."
SUHUF,
"Sahife"nin çoğuludur. Sahife, yazılı
veya yazılacak kağıttan, kağıt tabakasından bir parçadır ki bizim
Türkçe'de
sahife dediğimiz "safha" dan daha genel mânâda yaprak ve varak
dediğimiz
parçadan ibarettir. "Sahife"nin çoğulu "sahâif" ve bir de kütüb
(kitaplar)
kalıbında "suhuf" gelir. Bu şekilde sahife ve suhuf; mektuba, risâle ve
kitaba da denilir. Nitekim peygamberlere inmiş olan kitaplara suhuf
denilir.
Mukaddimede
geçtiği üzere Kur'ân sahifelerinin
bir arada toplanıp şirazelenerek ciltlenmiş olduğu kitaba da "Mushaf"
denildiğini
biliyoruz. Kur'ân'ın böyle bir Mushaf'ta toplanması ilk önce Hz. Ebu
Bekir
(r.a) zamanında olmuştu. Ondan önce ise Kur'ân ta Mekke'de inişinden
itibaren
hem ezberlenmeye, hem yazılmaya başlanmış olmakla beraber her biri
ağaçtan,
deriden, taştan, kemikten yapraktan birer sayfa ve yassı, düz nesneler
halinde yapılmış ve düzeltilmiş ayrı ayrı yüzle r e, sahifelere
yazılmış,
özenle zaptedilip korunmuştu. Bunlara Mushaf gibi hepsi bir ciltte
olmak
mânâsına suhuf denilemese de her biri bir sahife demek olacağından
"dağınık
bir halde sahifeler" mânâsına suhuf sözü bunları da kapsar.
Burada ilk
akla ge len, suhuf'tan maksadın
Kur'ân sahifeleri olmasıdır ki bu sahifelerin, "Nûn, Kalem'e ve
yazdıklarına
andolsun."(Kalem, 68/1) âyetinde açıklandığı üzere yüce Kalem'in Levh-i
Mahfuz'a yazdığı sahifeleri, meleklerin Levh-i Mahfuz'dan yazıp alarak
vahiy ile getirdikleri sahifeleri ve sonra Mushaf sahifelerini teşkil
eden
genel mânâda Kur'ân sahifelerini ifade etmiş olması doğru ve sahihtir.
Bunun bazan Levh-i Mahfuz, bazan Levh-i Mahfuz'dan yazılıp alınan
sahifelere
ve bazan da müslümanların sahifeleri olduğuna dair gelen rivayetler,
sadece
öyle olduğu şeklinde yorumlanmayıp, konunun çeşitli yönlerini açıklamak
için gelmiş olsa gerektir. Bu şekilde şu zikrolunan niteliklerde Kur'ân
yazılan bu sahifelerde tanınması gereken vasıfları ve hükümleri
açıklamaktadır. Öyle sahifeler ki,
14.
Değerli,
yüce Allah katında şeref ve ikram
ile seçkin kılınmış, hürmet ve saygı ile kabul edilip alınması gereken,
saygı değer, hürmet edilen yüksek tutulmuş, kıymeti yüce, yukarı, el
üstünde
tutulması gerekli. Bu nedenle mushaflar yüksek,
hürmetli yerlere
konmalı
ve okunurken belden yukarı tutulmalıdır. Tertemiz. Maddî ve
manevî kir
bulaştırılmaz, son derece temiz tutulmasına özen gösterilir,
kirli,
taharetsiz eller sürülmez, tertemiz.
15.
Kâtiplerin elleriyle veya ellerinde. Kelimesi,
zarf-ı müstakar olarak "kâtiplerin ellerindeki sahifeler" mânâsına
suhuf'un
bir başka sıfatı olabileceği gibi, "mutahhere" kelimesiyle alakalı bir
zarf olarak "kâtiplerin elleriyle tertemiz yapılmış" mânâsında olması
da
düşünülebilir.
SEFERE,
"Sfir"in çoğuludur. Kâtib'in çoğulu
ketebe geldiği gibi.
Sfir, ketb
(yazmak) kalıbında ve aynı mânâda
yani, yazı yazmak demek olan sefr'den türemiş olup kâtip, kitap yazıcı,
hattat mânâlarına gelir. Nitekim bu kökten sifr'in kitap demek olduğu
"Kitapları
taşıyan"(Cum'a, 62/5) âyetinin tefsirinde geçmiştir.
Bu maddenin
aslı örtülü şeyi açmak mânâsına
konulmuş bulunduğu ve yazı yazmak da mânâ ve maksadı bir nevi açıklamak
ve izah etmek demek olduğu için yazmaya sefr, yazana sfir, yazılan şeye
de sifr denilmiştir. Sefr yine bu münasebetle süpürmek mânâsına da
gelmesi
açısından bundan, sfir, süpürüp temizleyici demek de olabilir.
Bir yerden
bir yere gitmek mânâsına bildiğimiz
sefrden sâfir, yolcu veya seferber mânâsına da gelirse de bunun
çoğulunda
"sefere" denilmeyip "esfr" veya "süffr" denilir. Sfir bir de "sefir"
mânâsına
gelir ki iki topluluk arasındaki soğukluğun sebeplerini ortaya çıkarıp
düzelten "elçi" demektir. Bunun mastarında sefer'den çok sifâret ve
sefâret
kullanıl ır.
Şu halde
sahife'lere göre sefere; yazan kâtipler
veya getiren elçiler veya süpürüp temizleyen kitap bekçileri,
kitapçılar
demek olabilir. Çoğunlukla yazıcı veya elçi olan melekler mânâsına
tefsir
edilmiştir.
Buharî'de
rivayet olunan tefsirler şöyledir:
Mutahhere, "Ona tertemiz olanlardan başkası el süremez."(Vâkıa, 56/79)
demektir. Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir ve onlar meleklerdir.
Bu, "İş çevirenlere andolsun." (Nâziât, 79/5) gibidir. Hem melekleri,
hem
sahifeleri tertemiz kılmıştır. Çünkü sahifeler tertemiz yapılır. Bu
nedenle
sahifeleri taşıyanlar da tertemiz kılınmışır: Sefere, meleklerdir.
Tekili
Sfir'dir "aralarını düzelttim" demektir. Melekler Allah'ın vahyi ile
indiklerinde
ve onu eda etme hususunda toplumun arasını düzelten elçi gibi
kılınmıştır.
İbnü Abbas da: "Sefere, kitapları yazan kâtiplerdir." demiştir.
Görülüyor ki
burada üç önemli mânâya değinilmiştir:
ÖNCE,
"Mutahher" kelimesi. Bu "ancak tertemiz
melekler dokunabilir" demek olarak sahifeleri taşıyanların da temiz
kılındığına
işaret edilmesi onun mef'ûlü (tümleci) olan "kâtiplerin elleriyle"nin
de
onların taşıyıcıları olan meleklerin elleri demek olacağına bir dikkat
çekme mânâsı taşır ki, bunda sefere'nin, temizliği korumak için daima
süpürüp
te m izleyen taşıyıcılar, koruyucular mânâsına bir işaret vardır.
İKİNCİ
OLARAK, Sefere kelimesi. Sefere, elçiler
mânâsına olarak vahyi getiren melekler diye tefsir olunmuş ve vahyi
taşıyanlar
bu şekilde izah edilmiştir ki bunda önceki mânâ da dahildir. Ancak özel
bir mânâ ifade etme durumu vardır.
SON OLARAK
da, İbnü Abbas'tan nakledildiğine
göre Sefere, "kitapları yazanlar" mânâsınadır ki bu da taşıyıcıları
diğer
bir mânâ ile tahsis olmakla beraber, bir başka açıdan da
genelleştirmektir.
Bu kât
iplerden maksat nedir? Bundan ilk önce
"Nûn, Kalem'e ve onların yazdıklarına andolsun."(Kalem, 68/1) âyetinde
geçen kalem ile yazanlar akla gelir ki, bunlar Levh-i Mahfuz'u yazan
Melekler
ile Levh'ten ilâhî kitapları emrolunan yerlere teslim etmek üzere h ak
yazılarıyla yazan melekleri, aynı şekilde kulların amel defterlerini
yazan
melekleri kapsadığı gibi bu kalemin, insanların kullandıkları kalemi
kapsaması
halinde de Mushaf yazan hattatları kapsayarak onların vazife ve
niteliklerini
de bildirmiş olur. B u nedenle genellikle tefsirciler sefere'nin sefr
(yazmak)
ve sefâret (elçilik yapmak)'ten olmak üzere iki mânâsı üzerinde
yürümüşler,
çokları bunların sadece melekler olduğunu, bazıları da peygamberler
olduğunu
söylemişlerdir. Katade'den gelen bir rivayet t e de "Kur'ân ehli" diye
genelleştirilmiştir. Gerçi "elçilik" mânâsında; melekler, yüce
Allah'tan
peygamberlere vahiy getirmek itibariyle elçi durumunda oldukları gibi,
Peygamberler de ümmetlerine göre elçi demek iseler de burada özellikle
Kur'ân sahifeler i anlatılırken gerek elçilik gerek yazıcılık açısından
genel olarak bundan peygamberler mânâsını çıkarmak uzak olur. Bundan
özellikle
Kur'ân'ın inişinde ve korunmasında, ilk ve son yazılışında ve
anlaşılmasında
hizmeti olan Kur'ân taşıyıcılarının kastedilm i ş olması gerekir.
16. Sefere
maddesi esasen "açmak" mânâsına
konulmuş olması itibarıyla sahifeleri getiren elçilerin, yazan
kâtiplerin
ve yazılarını tertemiz muhafaza eden veya anlatan ve okuyanların
hepsinin
ellerini ihtimal üzere değil, karşılıklı alıp verme suretiyle kapsayan
bir mânâ da anlaşılabilir. Ancak unutulmamak gerekir ki bu sefere Onlar
değerli ve takva sahibi sıfatlarıyla nitelenmiştir.
KİRÂM,
keramet veya kerem kökünden türetilen
"kerim"in çoğuludur. Değer vermek ve saygı göstermek mânâsına gelen
keramet'ten
olduğuna göre, yüce Allah katında değer verilen ve saygı duyulanlar
demek
olur. Lütuf ve bağış mânâsına gelen kerem'den türemiş olduğuna göre de,
müminlere karşı iyiliksever ve şefkatli, onlara söyler ve onlar için
mağ
firet talep ederler demek olur.
BERARA, de
ebrâr gibi berr'in veya bârr'in
çoğuludur. Berr'in çoğulu olduğuna göre, çok hayır sahibi, bârr'in
çoğulu
olduğuna göre de söz ve fiillerinde doğru demek olur ki, ikisini de
kapsamak
üzere "takva sahibi kişiler" diye tefsir edilmiştir. Bazıları demiştir
ki: Kur'ân'da ebrâr, Âdem oğullarından olanlar hakkında; berara da
melekler
hakkında kullanılmıştır. Zira ebrâr, azlık bildiren bir çoğuldur.
İnsanoğulları
içinde takva sahipleri de azdır. Berara ise, çokluk b i ldiren bir
çoğuldur.
Melekler de insanoğlundan çok olduğu gibi takvalıları da çoktur ve
hatta
hepsi takvalıdır, "Allah kendilerine ne emrettiyse karşı koymazlar ve
her
neye memur iseler yaparlar."(Tahrim, 66/6). Bunun için şeriat dilinde
"sefere-i
kir a m-ı berara" (değerli ve takva sahibi elçiler), melekler olarak
şöhret
bulmuştur. Çünkü Sefir ve Resul kelimelerinin taşıdığı elçi mânâsı,
melaike
kelimesinin de mânâsıdır. Şu halde bu vasıf, ibaresinin taşıdığı mânâ
dolayısıyla
melekler hakkında doğruda n doğruya nass, insanlardan bu nitelikleri
taşıyanlar
hakkında da dolaylı yoldan işarettir. Buna işaret içindir ki, Buharî'de
bunun yukarıdaki gibi tefsiri yapıldıktan sonra Hz. Aişe'den şu hadis
rivayet
edilmiştir:
Hz. Peygamber
(s.a.v) buyurdu ki: " Kur'ân'ı
ezberleyerek okuyanın misali, sıfat ve şanı değerli ve takva sahibi
elçilerle
beraberdir. Kendisine zor geldiği halde teahhüd edip çalışarak okuyanın
misali ise, ona iki ecir vardır."
İşte bu
Kur'ân, böyle değerli ve takvalı elçiler
ellerinde öyle tertemiz, yükseltilmiş, saygı değer sahifeler içinde bir
öğüttür. Onun için bunu dileyen öğüt alsın, dileyen düşünsün, bellesin,
amel etsin.
Tezkire ve
tezkir kelimelerinde yeni bir şey
telkin etme mânâsı da bulunmakla beraber az çok duyulmuş bir şeyi
hatırlatmakla
düşünme ve uyanıklığı harekete geçirmek ve bilinenden bilinmeyene doğru
hareket ve geçişi hızlandırmak mânâsı esas olduğu için bu hatırlatmadan
sonra insana Allah'ın yaratma gücüyle ahiretin korku ve dehşetini
duyurmak
ve ona karşı g örev ve kulluk duygusunu harekete geçirerek iman ve
İslâm
ile temizlenme ve yücelme şevkini uyandırmak ve bunların şahitlerinin,
insanın kendi yaratılış ve tabiatında toplanmış olup başkaca
anlaşılması
zor, uzun uzadıya kanıtlamalara gerek olmaksızın sad e ce uyarı ve
hatırlatma
ile duyulabilecek hakikatlar olduğunu anlatmak için insan yaratılışının
gelişme şeklinde herkesin duyabileceği en belirgin noktaları
hatırlatarak
kendini ve yaratıcıyı; başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere
buyruluyor
ki:
17. O
kahrolası insan ne nankör şey!, Müddessir'de
de geçtiği gibi Arapça'da "kutile", Türkçe'de "kahrolası" tabiri gibi
öfke
ve yermeyi gösteren beddua suretinde kınama ve ayıplamadan kinayedir.
"Öyle
fena bir durumda bulunuyor ki, hayata hakkı kalmayacak derecede"
demektir.
nankörlük mânâsına gelen "küfran" kökünden türetilmiş hayret ifade eden
bir fiil olup o bedduanın sebep ve kaynağını beyandır. Yani o öfke ve
ayıplamanın
sebebi, insanın şükredecek yerde hayret edilecek derecede nankörlükte
ileri
g itmiş olmasıdır. Çünkü nankörlük etmek ahlâksızlığın en adisi olduğu
gibi vücudunun başlangıcından son anına kadar nail olduğu nimeti
unutmak,
nimeti verenden ve onun gücünden gafil olmak, hem de hatırlatıldığı
halde
nazar-ı itibara almamak kuşkusuz ki n a nkörlüğün en hayret edilecek
biçimidir.
18. Zira o
yaratan, kendisine bu nimetleri
veren onu hangi şeyden yarattı,
19. bir
nutfeden yarattı da embriyon halinden
doğumuna kadar nice aşamalardan geçirerek en güzel biçime koydu.
20. Sonra
yolunu
kolaylattı ki bu da doğumundan
akıl ve fikrinin olgunlaşmasına kadar geçirdiği aşamaları kapsar.
21. Sonra
öldürdü de kabre gömdürdü. Ölüsünün
açıkta bırakılmayıp kabre gömülmesini de emretti. İnsanın dirisini de,
ölüsünü de saygıya değer kıldı ki, bu da bir nimettir. O halde insan
olan
böyle kendisine verilen nimete nankörlük ederse, kendisiyle aynı
cinsten
olanların hepsine kötülük etmiş olmaz mı? Halbuki o yaratıcı bununla da
kalmadı.
22. Sonra
yaratan onu dilediği zaman yeni
bir hayata da sevketti.
İNŞAR, daha
önceleri geçtiği üzere diriltmektir.
Yani ölümünden sonra da o kabirde öyle bırakacak değildir. Dilediği
zaman
onu öldükten sonra diriltip yeniden hayat verecektir. Fakat bunun vakti
belli değildir, dilediği zaman diriltecektir.
23. "Hayır
hayır". Tefsircilerin çoğu burada
"kellâ"nın, "gerçekten" mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Yani, doğrusu
insan cinsi Allah'ın emrettiğini hiç tam olarak yapmadı, şükrünü,
kulluğunu
tam yerine getirmedi.
Mücahid ve
Katâde'den nakledildiğine göre
tefsirciler şöyle der: Burada 'dan maksat, Allah'ın bütün
emrettikleridir.
Yani yükümlülüğün başlangıcından kabre gömülünceye kadar, yahut Âdem'in
yaratılışından bu zamana kadar bunca seneler, asırlar geçmiş olduğu
halde
insan cins i yaratılışından beklenen ve istenen olgunluğa ermedi.
Allah'ın
emirlerini tamamıyla yerine getirmedi. Çünkü şükredici kullar pek az
"Kullarım
içinde şükreden pek az." (Sebe', 34/13) olduğu gibi bir tür kusuru
olmayan
fert de yok gibidir. Kazada "tamamla m a" mânâsı bulunduğu ve bir işin
henüz vuku bulmadığını ifade ettiği için buradaki olumsuzluğun, tam
olumsuzlukla
henüz tamamlanmadığı mânâsında olduğu açıktır. Ancak fiilinde gizli
olan
"o" zamiri, her ferdin değil de insan cinsinin yahut kendisini
ihtiyaçsız
gören insanın yerini tutması itibariyle "kaziyye-i mühmele" alarak ref'
edilmesi "tam olumluluk" mahiyetinde demektir. Onun için bu, ihlaslı
kullar
gibi bazı fertlerin görevlerini yerine getirmiş olmalarına engel
olmazsa
da, insan cinsinin, vaz i fesini tam olarak hiç de yapmamış olduğunu
ifade
etmede nasstır. Onun için genel olarak insanlık daha çok büyük ilerleme
ve olgunlaşmaya muhtaçtır ki, bu mânâ İnsan sûresinde "Onu imtihan
ederiz."
(İnsan, 76/2) kaydıyla ifade edilmişti ve onun için Hz. Ebubekir "Ah ne
olurdu o tamam olaydı." demişti.
İnsan,
Allah'ın iyi bir dirilmeye erdirmek
için olan emirlerini tam yerine getirmemiş olduğunu önce kendi
yaratılışının
nasıl cereyan etmekte bulunduğunu düşünerek anlasın.
24. Bir de
insan, yiyeceğine baksın. Yediği
nimetlerin de nasıl bir kudret ve hikmet ile yavaş yavaş yükselerek
yetiştirildiğine
baksın. Böylece hem kendi içinde hem de dışında olmak üzere ne kadar
nimet
içinde bulunduğunu ve onların hakkını ödeyerek yararlanmak için nasıl
çalışmak
gerektiğini düşünsün.
25.
Evvela: O
suyu biz bol bol dökmekteyiz,
yani yerkürede maddi hayat için, gerekli olan yiyecekleri yetiştirmek
için
ilk sebep "Canlı olan her şeyi sudan yarattık."(Enbiya, 21/30) âyetinin
gösterdiği gibi sudur. Bu ise her şeyden önce Allah'ın bir lütfudur.
Suyu yaratıp
o yağmurları şarıl şarıl döken,
yağdıran Allah'tır.
26. Sonra
da
toprağı güzelce biz yarmaktayız.
Hacc sûresinde "Yeryüzünü sönmüş kül halinde görürsün. Fakat biz ona
suyu
indirdiğimizde harekete geçer, kabarır." (Hacc, 22/5) buyrulduğu gibi
bu
yarma, o sönük kupkuru yerküre, yağmurların inmesiyle harekete geçip
kabarmaya,
sonra çatlayıp bitkiler çıkarmaya başladığı bir yarmadır ki bunu da
yapan
Allah'tır.
27-30
Bu
suretle o yerkürede bitir mekteyiz:
hububat, ve (bildiğiniz) üzüm ki yerkürenin sürülüşünde, hububat ve
bağların
bakımında insanların çalışmalarının da bir kıymeti olmakla beraber o
kara
toprakta böyle daneler, üzümler yetiştirecek derecede kabarma ve
olgunlaşma
uyandıran h e p yüce Allah'tır, taze yonca veya sebze, zeytin ve hurma
ağaçları, bahçeleri, girift ağaçlı. Bu kelime "galbâ" kelimesinin
çoğuludur.
Hadika-i galbâ, ağaçları iri boylu ve birbirine girift bahçe demektir.
Bu kelimenin aslı "boyun"a sıfat olmaktır. Boynu kalın adama ağleb
denilir.
31-32.
Meyve
(genellikle yaş ve kuru meyvelere
fakihe denir.) ve çayırlar. Bu kelimenin çayır ve otlak, sebze, hayvan
yemi, çerez mânâlarına geldiği söylenmiştir.
"Misbah"
yazarının ve Rağıb'ın açıklanmasına
göre, bu kelime esasen hazırlanmak, hazırlıkta bulunmak mânâsına
konulmuş
olup yaz ve kış için biçmeğe ve hayvan gütmeye elverişli olması
itibariyle
ot ve otlak mânâsına kullanılması bu kökle ilgilidir. Saman ve kuru
yemiş
için kullanıldığı da söylenmiştir. Bununla beraber Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer'den bunun hakkında şöyle iki rivayet vardır:
Ebu Ubeyde
"Fezail"inde ve Abd b.Humeyd İbrahim
et-Teymi'den rivayet etmişlerdir ki, Ebubekir es-Sıddık'a, "ebb nedir?"
diye sorulduğunda: Allah'ın kitabında bilmediğim bir şey hakkında
konuşacak
olursam beni hangi gök gölgelendirir ve hangi yer barındırır?"
demiştir.
İbnü Sa'd,
Saîd b. Mansur, Abd b. Humeyd,
İbnü Cerir, İbnü Münzir, Hâkim ve daha bazıları Hz. Enes'ten rivayet
etmişlerdir
ki: Hz. Ömer minberde dan 'e kadar okumuş, "bunların hepsini biliyoruz,
fakat ebb nedir?" demiş ve sonra elindeki âsâyı kırıp atarak demiştir
ki:
İlâhî hayata yemin ederim ki bunu anlamaya çalışmak bir zorlanma ve
külfettir.
Ey Ömer'in anasının oğlu! Ebben'in ne olduğunu bilmesen ne var? Bu k i
taptan açıklananları arayın ve onunla amel edin. Bilemediklerinizi de
Rabbına
havale edin."
Zemahşerî de
şöyle der: Hz. Ömer'in bu sözünde
Kur'ân'ın mânâlarını araştırmayı ve müşküllerini incelemeyi yasaklama
var
gibi görünürse de o bu kanaate varmış değildir. Fakat onların en büyük
gayretleri amele yönelik idi. Amel edilmeyecek bir şeyi bilmeye
uğraşmak
onlarca bir zorlanma ve külfet idi. Onun için Hz. Ömer şunu anlatmak
istemiştir
ki: Âyetin akışı, Allah'ın insanlara verdiği yiyecekleri sayması ve ş ü
krüne davet esası üzerinedir. Âyetin mânâsından ise "ebb"in, insana
veya
hayvanlarına, istifade etmesi için yüce Allah'ın bitirdiği bitkilerden
bir şey olduğu özet olarak anlaşılıyor. Şu halde burada müminin asıl
önemli
görevi, özel ismi "ebb" olan otları n ne olduğunu öğreneceğim diye
zorlanarak
vakit geçirmeyip, nimetlerden açık olarak anladıklarının şükrünü yerine
getirmeğe girişmek ve onun ne olduğu başka bir zaman aydınlanıncaya
kadar
özet olarak anlamakla yetinmektir.
Biz bu
rivayetlerden bu kelim ede dikkate
değer üç nükte anlıyoruz:
BİRİNCİSİ,
Kur'ân'da herkesin her zaman mânâsını
kavrayamayacağı ve ancak kısa ve özet bir mânâ ile yetinilerek
inanılması
gereken ve zamanı geldikçe detayları ve yorumu açıklık kazanacak olan
müşkil
ve mücmel kelime ve mânâlar bulunduğu.
İKİNCİSİ,
kelimesinin önceki sûredeki "Mer'âhâ"
(otlağı) (Nâziât, 79/31) mânâsına olmakla beraber "daha neler neler"
gibi
insan ve hayvanların yararlanabileceği yaş ve kuru birçok bitkiyi
kapsayan
ve detaylandırılması uzun uzun araştırmalara bağlı özet bir mânâ ifade
ettiği.
ÜÇÜNCÜSÜ, bu
kelimenin asıl ortaya çıkışında
hazırlık ve hazırlanma mânâsı bulunması itibariyle âyetlerin akışına
göre
ahiret hayatı içinde böyle yapılması gerekli birçok hazırlığa ihtiyaç
bulunduğuna
bir işaret olabilmesidir.
33. Çünkü
"kulakları sağır eden gürültü geldiğinde".
SÂHHA, tâmme
gibi büyük bela ve musibet mânâsına
olup ikinci üfürme veya son üfürme denilen Kıyamet seslenişinin
ismidir.
Bu kelimenin
as lı "sahh"tan türetilmiş olup
bu şekilde isimlendirilmesinde birkaç yön zikredilmiştir:
Sahh, demir
ve taş gibi katı ve pek bir şeyi,
içi boş olmayan yine öyle dolgun bir şeye çarpmaktır. Bundan sâhha
şiddetle
çarpan demek olur. Böyle şiddetle çarpılan kayanın çarpıldığı sırada
ses
çıkarmasına da sahh ve o sese sâhha denilir. Bundan da sâhha, kuvvetli
ses çıkaran, haykıran demek olur. Bundan mecazi isnad suretiyle sâhha,
çarpınca kulağı sağır eden şiddetli sese de denir ki, kulağa çarpıp
sağır
etmek mâ n âsına sahh'tan alınmıştır. denilir ki, "onlara kulakları
çatlatacak
bir sesle haykırdı" demektir. Şiddetli bela ve musibete sâhha denilmesi
de bundandır. Çünkü kulağı sağır edecek derecede çarpan şiddetli
haykırmanın
iki özelliği vardır:
BİRİNCİSİ,
her şeyden önce şiddetle çarpıp
kendisini işittirme özelliğidir.
İKİNCİSİ de
şiddetinden dolayı kendisinden
başkasını işittirmeyecek şekilde kulağı sağır etmesidir. İşte büyük,
şiddetli
bela ve musibetler de böyle yalnız kendisini işittirip başka şeyleri
duymayacak
bir halde kulakları sağır gibi ettiği için sâhha denilmiş; kıyamet
haykırışı
da dünyadan sağır edip ahiret işlerini dinleten en şiddetli bir bela
olması
nedeniyle bu isim ile isimlendirilmiştir ki etkisinin şiddetini ifade
eden
eşsiz bir b elagattır. Bu mânâ, çarpmak ve sağır etmek mânâsının gereği
olan bir mecazdır. Zemahşerî de şöyle demiştir: Sahh, iyice kulak verip
dinlemek mânâsına gelir. İsrafil'in üfürmesine sâhha denilmesi de
insanların
onu dinleyip kulak vermeleri sebebiyle mecazdır. Yani, dinleyen
insanlar
iken, aşırılık ifade etmesi için kendisine "dinleyen" denilmiştir. Bu
şekilde
izahta sâhha'nın dinlenilmesi özelliğine, öbüründe ise başkasını
duyurmayacak
şekilde kendini dinletmesi özelliğine fazlaca dikkat çekilmektedir.
İkisi
de şiddetle beraber bulunurlar.
34.
Bunun şu
şekilde izahı evvelki yoruma
daha yakındır: "O gün kişi kaçar". Bu, sâhha'dan bedel olarak onun
şiddetini
izah etmektedir.
"Kardeşinden,
anasından, babasından, eşinden
ve oğullarından". Burada kardeşten başlıyarak yakınlık ve sevginin
derecelerine
göre kaçışta bir gelişme üslubu vardır. Yani akraba ve yakınlar
içerisinde
kardeş en yararlıklı, en yakın ve en sevgili; ana-baba daha yakın daha
sevgili; arkadaş, yani eş olan zevce ve çocuklar daha y a kın ve daha
sevgili
olduğuna işaret ile beraber o gün derece derece bunların hepsinden
kaçılacağı
anlatılmıştır ki şöyle denilmek gibidir: O gün kişi, başkaları şöyle
dursun
kardeşinden, hatta anasından babasından, hatta yâri olan eşinden ve
çocuklarından
kaçar.
37. Çünkü
onlardan her kişinin o gün kendisine
yeter bir işi vardır. Yani kendisini meşgul eden öyle önemli bir işi,
bir
meşgalesi vardır ki başından aşar. Onun önemi başkalarını düşünmeğe,
yardıma
koşmaya meydan vermediği gibi ayrıca onlardan kaçırır, hepsini feda
ettirir,
kimisi kendi başının derdiyle onlara yardımdan kaçar, kimisi de sorguya
çekilmekten kaçar. Çünkü kardeş, "sen bana dünyada yardım etmedin"
diye;
ana baba, "sen bize iyilikte kusur ettin" diye; karısı, "sen bana haram
yedirdin" diye; çocukları, "sen bize dinimizi belletip öğreterek bi z i
irşat etmedin" diye yakasına sarılırlar.
Taberânî,
İbnü Merduye, Beyhakî ve Hâkim müminlerin
anası Sevde binti Zem'a'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber
(s.a.v);
"İnsanlar Kıyamet günü yalınayak, çırılçıplak, sörpük va sarkık, ter,
gem
gibi boğazlarına takılmış ve kulak tozlarına çıkmış bir halde haşr
olunurlar"
buyurdu.
"Ey Allah'ın
Resulü! Eyvah o ne sefillik,
birbirinin ayıbına bakacaklar" dedim. İnsanlar bundan meşguldür"
buyurdu
ve şu âyeti okudu: "Onlardan her kişinin o gün kendisine yeter bir işi
vardır."
Ebu Ubeyde ve
İbnü Münzir'in Katade'den rivayetlerinde
de şöyle denilmiştir: "Kıyamet günü insan tanıdığı bir kimseyi
görmekten
sıkıldığı kadar hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık
nedeniyle
peşine dü şülmesinden korkar."
38. Ama
"bu
dehşetli, belalı gün böyle olacak
olunca bunun hükmü, hikmeti, bu konuda uyarılıp bundan haberdar
edilmenin
faydası nedir? Bu durumda hayatın sonu herkes için bir kötümserlikten
ibaret
olmaz mı?" denecek olursa, bunun hüküm ve hikmetini beyan ile
neticesinin
herkes için böyle olmadığı anlatılmak üzere buyruluyor ki: nice yüzler
o gün sabah aydınlığı gibi açılarak ışıldar, pırıldar ki bu sûrenin
akışından
ve buradaki âyetlerin önceki âyetlere karşılık olmasından a
nlaşıldığına
göre bu, Allah saygısı ve iman ve İslâm ile Allah'ın emirlerini yerine
getirerek temizlenmenin eseridir. İbnü Abbas'tan gelen rivayette; "bu,
geceyi ibadetle geçirmedendir" denilmiş, çünkü bir hadiste; "Gece
namazı
çok olan kişinin gündüz ü n yüzü güzel olur." diye rivayet edilmiştir.
Dahhâk'ten gelen rivayette; "abdestin eserlerindendir" denilmiştir.
Bu da abdest
hakkında bilinen ve abdest alanların
yüzleri nurlu ve abdest azalarının da abdestin eserinden bembeyaz
olduğunu
bildiren hadis ile ilgilidir. Bir de, "Allah yolunda uzun müddet toz
toprak
içinde cihat yapmaya katlanmaktandır." denilmiştir ki bu hepsinden daha
kapsamlı bir ifadedir. Razî de şöyle der: "Bence bu, dünyadan kurtulup
mukaddes âleme, rahmet ve rıza makamlarına kavuşma seb e biyledir."
Doğru,
fakat asıl mesele o kurtuluş ve vuslatın dünyadaki sebeplerini
bilmektir.
39. Güler,
çünkü hesaptan kurtulmuştur; Müjdelenir,
sevinir, çünkü Allah'ın rahmet rızasını elde ederek Hakk'ın cemaline
kavuşmaktadır.
40. Nice
yü
zler de vardır, o gün üzerlerinde
bir toz, tor toz istilâ etmiş,
41 o tozu
da
is gibi bir karalık sarmıştır.
Yüzlerde böyle tor toz ile karanın bir araya gelmesi ise, korku ve
zelillik
ile elem ve azabın en ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdır.
42. İşte
onlar, öyle tozlu kara yüzlüler,
kâfirler ve günahkârlardan ibarettirler. Onlar hem küfür edip hem de
günah
işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlar, yüce Allah da bunu
onlara
tor toz içinde yüzkarası etmiştir. Onun için insan o gün gelmeden kendi
dileme ve iradesiyle bütün bunları düşünüp Allah'tan korkarak, küfür ve
günahtan sakınarak Allah'ın emirlerini tutup iman ve İslâm ile
temizlenmeye
çalışmalı ve o gün yüz aklığıyla güle güle, sevine sevine o son murada
ermelidir. Zira bu dünya böyle kalacak değildir. Bundan sonraki
sûrede
geleceği gibi güneş dürülüp yıldızlar sönecek, insana yalnız yaptığı
amel
kalacak; Hakk'ın huzurunda ya yüz aklığı, ya da yüz karası olacaktır.
|