Tevessül

TEVESSÜL NE DEMEKTİR?

Tevessül; kişinin, kendisiyle başkasına yaklaştığı nesne, yol, vâsıta, sebep, bahâne, fırsat, elverişli vaziyet mânâlarına gelen “vesîle” masdarından meydana gelmiş bir kelimedir.

Vesîle’nin cem‘îsi (çoğulu), “veseyel” ve “vesâyil” olarak gelir. Tevessül de, vesîle edinerek ma’nen tutunmak, sarılmak demektir ki, meselâ, “Peygamber Efendimizin (s.a.v.), rûhâniyetine tevessül” gibi.(1)

Ayrıca yaklaşma, sebep tutma, başvurma ve girişimde bulunma gibi mânâlara da gelmektedir.

Tasavvuf ıstılâhında tevessül; Allah Teâlâ’ya yaklaşmak, nezd-i İlâhî’de mânevî derece ve mertebe sahibi olabilmek veya bir işin, bir arzu ve isteğin yerine gelebilmesi için güzel bir ameli ya da salih zatları (Allah dostlarını) vâsıta kılmak demektir.(2) Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali’ye (r.a.) buyurmuştur ki: “Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını (hoşnutluğunu) gözetirken sen Hakk’ın rızasını gözet; Hakk’a yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara.”(3)

NEYLE VE KİMLERLE TEVESSÜL EDİLEBİLİR?

Yukarıdaki tariflerden de anlaşılacağı üzere, tevessül iki kısımdır:

1. Amelle tevessül,

2. Şahısla tevessül.

Amel ile tevessül, kişinin, salih bir amelini ortaya koyarak bunu Allah Teâlâ nezdinde dilek ve arzusunun tahakkuku/gerçekleşmesi için vâsıta kılmasıdır.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve ona (yaklaşmaya) vesîle arayın”(4) âyet-i kerimesi, gerek salih ameller ve gerekse Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) ve onun vârisleri olan hakikat âlimleri ve velilerle tevessülün olabileceğine delildir.(5)

Kısacası; insanı Allâh’a yaklaştıran her şey, âyette ifade edilen vesîle’ye dahildir. Peygamberleri ve evliyâullâhı sevmek, onların kabirlerini ziyaret etmek, Allah rızâsı için sadaka vermek ve infakta bulunmak, salavât-ı şerife okumak, duâ ve iltica etmek, akrabaları ziyaret etmek, Allâh’ı çokça zikretmek gibi amellerin hepsi de birer vesîledir; kişi, bunların her biri ile Allâh’a tevessül edebilir. Hepsi de kulu Allâh’a yaklaştıran vâsıtalardır.(6)

PEYGAMBERİMİZ İLE DÜNYAYA GELMEZDEN ÖNCE YAPILAN TEVESSÜL

Resûlüllah Efendimizle (s.a.v.) gerek dünyaya gelmezden önce, gerek hayatlarında ve gerekse vefatlarından sonra tevessül edildiği-edilebileceği gibi, yarın âhiret âleminde de onunla tevessüle ihtiyaç vardır ve yapılacaktır da.

 Henüz dünyayı teşrif etmelerinden önceki tevessüle, atamız Âdem aleyhisselâmın tevbe ve bağışlanmasıyla alâkalı hâdise çok açık bir delildir.

 Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen hadîs-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:

 “Ne zaman ki Âdem (a.s.) hatâsını anlayıp,

– Yâ Rabbî, eğer beni (hâlen) mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum, demişti.

Allah Teâlâ ona,

– Ey Âdem! Ben onu henüz yaratmadığım halde, sen Muhammed’i(n kadrini-kıymetini, nezdimizdeki şân ve şerefinin yüceliğini) nereden ve nasıl bildin? diye sordu.

O da,

– Yâ Rabbi, sen beni yed-i kudretinle yarattığın ve rûhundan bana nefhettiğin zaman, başımı kaldırıp baktığımda, Arş-ı A‘lâ’nın ayaklarında, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlüllah’ yazılmış olduğunu gördüm... Zatının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edeceğini (düşündüm ve bu yolla) bildim, dedi. Cenâb-ı Hak ona,

– Ey Âdem, doğru söyledin. Hakîkaten o, benim nezdimde yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden (afvını) dilediğinde, ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım” buyurdu.(7)

İşte bu hadîs-i şerifte de açıkça görüldüğü üzere, dînimizde vesîle vardır... Ve bunlar da, başta Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere, onun vârisi olan hakîkat âlimleridir.

Yine bu cümleden olarak kaynaklar, Yahûdilerin müşrik Araplarla savaştıklarında, Tevrât’tan vasıflarını ve geleceğini öğrendikleri âhir zaman Peygamberi Resûl-i zîşân Efendimizle (s.a.v.), şu ifadelerle tevessülde bulunduklarını haber vermektedir:

 “Allâh’ım! Kitâbımızda yazıldığını gördüğümüz Peygamberini gönder de, müşrikleri cezalandırıp öldürelim. Allâh’ım! Tevrât’ta tavsîfini bulduğumuz âhir zamanda gelecek Nebî’nle sana tevessül ediyoruz, bize yardım et. Allâh’ım! Ümmî olan Nebî’nle sana tevessülde bulunuyoruz, bize fetih ve zafer ihsân eyle.”(8)

Yahûdilerin, Resûlüllah Efendimizle (s.a.v.) tevessülde bulunduklarını anlatan bu rivâyetler, onun zatı ile –başka bir ifadeyle– onun Allah indindeki derece ve rütbesiyle tevessül ettiklerini gösteren gâyet açık delillerdir.(9)

PEYGAMBERİMİZ İLE HAYATLARINDA İKEN TEVESSÜL

Hayatları esnasında Peygamber Efendimizle sayılamayacak kadar çok tevessülde bulunulmuştur. Basit mânâda bir siyer okuyan kimse bile bunların birçoğuna şâhit olabilir.

Bununla birlikte biz, yine de bunlardan bir tanesini anlatmaya çalışalım. Şimdi nakledeceğimiz bu hâdise, Peygamber Efendimizle (s.a.v.) hem hayatlarında, hem de vefatlarından sonra yapılan tevessüle örnek ve delildir.

Ashâb-ı kiramdan Osman b. Huneyf (r.a.) anlatıyor:

“Bir adam vardı. Bir ihtiyacı sebebiyle Halîfe Osman b. Affân’a (r.a.) gidip gelirdi. Ancak Hz. Osman o adama iltifat etmez ve ihtiyacına bakmazdı. O kimse bir gün Osman b. Huneyf’e (bu hâdiseyi anlatan zata) rastladı ve ona bu durumdan yakındı. Osman b. Huneyf o adama şöyle dedi:

– İbriği getir, bir abdest al, mescide git, orada iki rek‘at namaz kıl. Namazdan sonra da şöyle duâ et:

 ‘Allâhümme innî es’elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyinâ Muhammedin sallallâhü aleyhi ve selleme, Nebiyyi’r-rahmeti yâ Muhammedü innî eteveccehü bike ilâ Rabbike celle ve azze fe-yakzıy lî hâcetî.’

Mânâsı: ‘Allâh’ım, rahmet peygamberi Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (s.a.v.) vesîle ederek senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed (s.a.v.), seni vesîle ederek Rabbin celle ve azze’ye yöneliyorum ki, ihtiyacımı yerine getirsin.’

Bu duânın ardından ihtiyacın ne ise onu söyle. Sonra da bana gel, Osman b. Affân’a (r.a.) birlikte gidelim.”

Bundan sonra birbirlerinden ayrıldılar.

O zat Osman b. Huneyf’in (r.a.) dediğini yaptı ve (arkadaşını dahi beklemeden) Hz. Osman’ın (r.a.) kapısına gitti. Kendisini kapıcı karşıladı, elinden tuttu, Halîfenin yanına götürdü. Hz. Osman onunla beraber bir minderin üzerine oturdu ve “İhtiyâcın nedir?” diye sordu.

Adam ihtiyacını söyledi, o da derhal karşıladı.

Sonra da, “Senin, bana gelip giderken bir ihtiyacını söylediğini ancak şimdi hatırlıyorum. Bundan böyle her ne ihtiyacın olursa çekinme bize gel” dedi.

 O zat oradan ayrıldı, Osman b. Huneyf hazretleri ile karşılaştı. Ona, “Allah seni mükâfatlandırsın. Sen ona benim hakkımda konuşuncaya kadar bana iltifat etmedi ve ihtiyacıma bakmadı” dedi.

Osman b. Huneyf hazretleri, “Vallâhi ben ona senin hakkında hiçbir şey söylemedim. Ancak ben, Resûlüllâh’ın (s.a.v.) huzurunda iken şöyle bir hâdiseye şâhit olmuştum:

Resûlüllah’a (s.a.v.) a‘mâ (gözleri görmeyen) bir adam geldi ve hâlinden yakındı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ona, “Sabretmez misin?” buyurdu. A‘mâ adam, “Yâ Resûlallah, bana yardımcı olacak kimse yoktur. Gözümün görmemesi bana zor geliyor” dedi. Resûlüllah (s.a.v.) da, “Git abdest al. Sonra iki rek‘at namaz kıl, ardından şu duâları (yukarıda geçen duâlar) oku” buyurdu.

Adam bizden ayrıldı. Sohbet uzadığından biz henüz dağılmamıştık. O kimse gözünde hiçbir a‘mâlık yokmuş gibi bizim yanımıza geldi.(10)

Gerek yukarıdaki hadîs-i şerifte, gerekse başka hadislerinde, Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), gayet açık bir ifadeyle, Allah’tan veya bir insandan ihtiyacı olan birinin, iki rek‘at namaz kıldıktan sonra, zat-ı şeriflerini vesile/vasıta ederek ihtiyacını Allâh’a arz etmesini istemiştir.(11) Bunu da sadece hayatta olmaya bağlamamıştır. Binaenaleyh tevessül edilecek zatın hayatta veya vefat etmiş olması fark etmez. Çünkü mü’minler ölmez; onlar, sadece fâni olan bu âlemden ebedî olan âleme nakl-i mekân ederler.

PEYGAMBERİMİZİN DİĞER PEYGAMBERLERLE YAPTIĞI TEVESSÜL

Peygamberimizin (s.a.v.), diğer peygamberleri (aleyhimüsselâm) vesîle edindiğini gösteren bir vak‘a şöyledir:

Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor: Hz. Ali’nin (k.v.) annesi Fâtıma binti Esed vefat etmişti. Defnedilirken Nebî (s.a.v.), onun affı için Allâh’a yalvarmış ve duâsını şu cümlelerle bitirmişti: “Peygamberinin ve benden önceki peygamberlerin (aleyhimü’s-selâmü ve’t-tahiyye) hakkı için Annem Fâtıma b. Esed’i affet. Ona kelime-i şehâdeti telkîn et. Kendisine kabir rahatlığı ver. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.”(12)

Görüldüğü üzere burada Resûlüllah Efendimiz, hem kendisi, hem de kendisinden önce geçen peygamberlerle tevessül edip Allah Teâlâ’ya yönelmekte ve yalvarmaktadır. Demek ki, sadece peygamberimizle de değil, bütün peygamberlerle tevessül câizdir. Vefatlarından sonra da olsa... Bu hususta bunun benzeri daha pek çok deliller vardır.

RAVZA-İ MUTAHHARE’Yİ ZİYARET ÂDÂBI VE TEVESSÜL

Ravza-i Mutahhare, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) kabr-i şerifleridir. Kaadı İyâz hazretleri, Ravza-i Mutahhare’yi ziyâret âdâbı ile alâkalı olarak şöyle diyor:

“Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (s.a.v.) sağlığında nasıl hürmet edilmişse, vefâtından sonra da öyle tâzimde bulunulur. Kabr-i saâdet ziyâret edilirken, huşû ve sükûn üzere derli-toplu ve şuurlu hareket edilir, ses yükseltilmez.” Bunları söyledikten sonra da şu hâdiseyi naklediyor:

“Emîru’l-mü’minîn Ebû Câfer el-Mansûr, Kabr-i Şerîf’i ziyâret esnâsında yüksek sesle konuşuyordu. Orada bulunan İmâm Mâlik (r.a.) hazretleri, îkaz mâhiyetinde şöyle dedi:

− Yâ emîre’l-mü’minîn! Mescitte ve bilhassa Kabr-i Şerîf’in yanında yüksek sesle konuşulmaz. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, Resûlüllah (s.a.v.) ile sohbet âdâbını öğretmek üzere şöyle buyurmuştur:

«Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Onunla konuşurken, birbirinizle konuştuğunuz gibi yüksek sesle konuşmayın!»

Allah Teâlâ, bu edep emrine uyanları da, «Resûlüllâh’ın huzûrunda söz söylerken seslerini kısanlar, şüphesiz Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır» diye övmüş ve müjdelemiştir.

Aksine hareket edenleri ise, «(Habîbim!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu, aklı ermez (senin yüce mertebeni anlamayan, yüksek dereceni kavrayamayan) kimselerdir»(13) buyurarak, azarlayıp kınamıştır.

 Binâenaleyh Peygamber Efendimize sağlığında nasıl hürmet ve tâzim edilmişse, irtihâlinden sonra da öylece hürmet edilir.

Bu nasîhati dinleyen Halîfe Mansur, edep ve terbiyesini takınıp,

− Yâ İmam, nasıl edeyim; kıbleye karşı mı, kabr-i şerife karşı mı dönerek duâ edeyim? diye sordu.

İmam Mâlik de,

− Yüzünü ondan (başka yöne) çevirme. O senin vesîlen. Kıyâmet günü baban Âdem’e varıncaya kadar herkesin vesîlesidir. Ona teveccüh et, şefaat dile, diye cevap verdi.”(14)

Tevessül; bir zata yaklaşmak veya ondan bir şey istemek için bir başkasını vesîle edinmek, yani vâsıta kılmaktır. Meselâ, ihtiyacını doğrudan doğruya hükümdardan istemenin münâsip olmayacağını düşünen veya buna cesâret edemeyen bir kimsenin, önce hükümdârın vezirine başvurması, onu vesîle kılarak arzusunu onun vâsıtasıyla hükümdâra iletmesi gibi.

Tevessül eden mü’min de ihtiyacını yalnız Allah’tan diler, tevessül ettiklerinden değil. Tevessül ettiklerini sadece vâsıta, onun, Allah indindeki kıymet ve mertebesi itibariyle duâsının kabûlüne, dileğinin yerine getirilmesine vesîle olsun ister. Daha açık bir ifade ile; gâyesine ulaşmak için, vâsıta ve vesîle tedârik eder.(15)

Bu Mânâda mürşidler, Hak ile halk arasında vesîle olan kâmil ve mükemmil, yani hem kendileri kemâle ermiş, olgun, hem de başkalarını olgunlaştırabilecek mânevî güce sahip insanlardır.(16)

TEVESSÜL İÇİN KABİR TAŞINI, TÜRBENİN EŞİĞİNİ, SANDUKASINI ÖPMEK

Dâvud b. Ebî Salih (r.a.) anlatıyor:

“Bir gün Mervân; yüzünü Resûlüllah’ın (s.a.v.) kabr-i şerîfinin taşına koymuş bir kişiyi gördü ve yakasından tutup,

‘Ne yaptığını sanıyorsun?’ diye îkaz etti.

Fakat, adam başını çevirince bir de ne görsün, bu zat Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.) değil mi? O da Mervân’a şöyle cevap verdi:

− Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben taş’a değil, Resûlüllâh’a (şikâyete) geldim. Çünkü Resûlüllâh’ı şöyle buyururken dinlemiştim:

‘Din (işlerini-hizmetlerin)i ehil olanlar üstlendi mi, din için kaygılanma. Lâkin, ehil olmayanlar din (hizmetlerin)i tedvîre başladılar mı, din için ne kadar endişelensen-ağlasan yeridir.’(17)

Evet, tarihin tozlu sayfaları; ehil olan olmayan, kabiliyetli-kabiliyetsiz pek çok idarecinin, ilim adamının ve bunların sorumlu oldukları hâdiselerin şâhididir, arşividir.

Bu arşivde, imamları-idarecileri-yöneticileri ikaz usûllerinin çeşitliliği ve zaman zaman vaziyete göre değiştiği; bazan açık ve sert, bazan nükteli ve yumuşak, fakat mutlaka yapılmış olduğu görülmektedir. 

Bu gerçek, İslâm tarihinde daha dikkat çekici bir hâl arz etmekte ve hiçbir zaman terk edilmediği görülmektedir.

Bilhassa din ve dünya ayrılığı söz konusu olmayan İslâm’da, her hâdisenin bir dinî yönü ve kıymet hükmü vardır. Dolayısıyla bu dinin mensuplarının idaresini üstlenen kişilerin yaptıkları işler de, ister istemez İslâm’ı ilgilendireceği için ayrıca önem taşımaktadır.

Hadîs-i şerifte geçen hâdisede Ebû Eyyûbi’l-Ensârî’nin (r.a.), idareciyi îkaz işini –dînen mahzurlu olduğu sanılan, fakat aslında bir beis olmayan– dikkat çekici bir fiille yaptığını görüyoruz. Böylece kendisine uyarıda bulunan Mervân’ı, mukabil bir cevapla uyarmış oluyor. Yani demek istiyor ki: Ben taştan bir şey beklemiyorum, benim münâcât ve mürâcaatım Resûlüllâh’adır. Onun tavsiyesini tutuyorum. Zira o, ehil olmayanlar din işlerini idare etmeye başladığı zaman, din için ne kadar ağlasanız yeridir, buyurmuştu. O günlere geldik, çünkü sen başımızdasın...

Bu davranışıyla ayrıca, çok mühim bir inceliğe de işaret ederek, böyle bir hareketin yapılabileceğini gösteriyor.

Bugün de evliyâullâh’ın kabrini ziyaret edip onların türbelerini-sandukalarını öpen mü’minler, bu işi aynı niyetle yapmaktadırlar. Niyetleri taşı-toprağı-tabutu öpmek değil, o zatın eşiğine yüz sürüp, onu vesîle edinerek taleplerini Allâh’a havale etmektir. Nitekim büyük Şâfiî âlimlerinden Mehmed Emin Erbilî (rh.) de bu mevzûda şunları söylemektedir:

“Maksatları teberrük, yani onu kudsî kabul edip ondan bir hayır, bir fayda, bir uğur, bir bereket ummak olunca; halkın, evliyânın eşiğini ve kabirleri üzerine konulan tabutu öpmelerinde bir beis (bir mahzur/sakınca) yoktur, (öpebilirler). Bu işte onlara itiraz etmek de münasip değildir. [Yani Müslümanların öteden beri yapageldikleri ve dinen de bir mahzuru olmayan bu ameli kabul etmeyerek, yaptıklarına engel olmaya çalışmak doğru bir davranış olmaz.] Çünkü onlar, her şeyi yapanın ve her işte hakiki müessirin (gerçek tesiri-etkisi olanın, yaratanın) Allah Teâlâ olduğuna inanırlar. Ve yine onlar bunu, Allah Teâlâ’nın sevdiklerine olan muhabbetlerinden dolayı yaparlar, (bir başka niyet veya düşünce ile değil).”(18)

 PEYGAMBERİMİZ İLE ÂHİRETTE TEVESSÜL

Âhirette de Resûlüllah Efendimizle (s.a.v.) tevessülde bulunacağız.

Hadîs-i şeriflerde belirtildiğine göre kıyâmet günü insanlar, mahşerin şiddet ve dehşetinden bir an evvel kurtulmak isteyecekler. Bu maksatla ataları Hz. Âdem’den başlayıp bütün ülû’l-azm peygamberleri (aleyhimüsselâm) ziyaret edecekler. Onlardan, Allah Teâlâ’nın kendilerini bu halden bir an evvel kurtarması için, şefaat etmelerini isteyecekler.

Ancak onların her biri kendisinin bu işe liyâkatli olmadığını, kendisini meşgul edecek bir derdi bulunduğunu, bu işe en ehil ve en lâyık olanın peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) olduğunu söyleyip ona gitmelerini tavsiye edecekler.

Bunun üzerine insanlar, Peygamber Efendimize gelip durumu arz edecekler. Peygamberimiz (s.a.v.) de Rabb’inden izin isteyip secdeye kapanarak ona hamd edecek.

Hz. Allah kendisine, “Yâ Muhammed, başını kaldır ve söyle, sözün dinlenecek. İste, isteğin verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek” buyurunca Sevgili Peygamberimiz, “Yâ Rabbî! Ümmetim, ümmetim!” diyecek.

Kendisine, “Kalbinde zerre kadar imanı olanı cehennemden çıkar” denilecek.

O da zerre miktarı da olsa imanı bulunanları cehennemden çıkarıp, cennete sevk edecek.

Böylece bütün insanların en zor gününde, onların en büyük sıkıntılarını gidermek için Allâh’ın izin ve inayetiyle vesîle olacaktır.(19)

Şefaate inanmayanlar, vesîleyi-vasıtayı-tevessülü reddedip bid‘at-hurâfe ve şirk addedenler ise, elbette ki âhirette bunlardan muhrum kalacaklardır.

İYİ İNSANLARLA TEVESSÜL

Salih zatlar, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yakınları, zâhirî ve bâtınî bakımdan vârisleri olan âlim ve âriflerle tevessüle gelince...

Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor:

Halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında Müslümanlar, kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle yüz yüze gelmişlerdi. Hz. Ömer Hz. Abbas’ı (r.anhüma) vesîle edinerek Allah’tan yağmur talebinde bulunduğu niyâzında şöyle yalvardı:

“Allâh’ım! Bizler daha önce Peygamberimizi (s.a.v.) vesîle edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimizin amcasını vesîle kılıyor ve senden taleb ediyoruz. Bize yağmur ihsân et.”

Hz. Enes, halîfenin bu duâsından sonra yağmurun hemen yağmaya başladığını ifade ediyor.(20)

Cesareti, kahramanlığı ve harp sanatındaki dehası ile ünlü sahabî Hâlid b. Velîd (r.a.), Yermuk muharebesi günü takkesini kaybetmişti. Askerlere onu aramalarını emretti. Uzun aramalardan sonra takke bulundu. Oldukça eskimiş bu takkeyi ısrarla aratmasını yadırgayarak sebebini soranlara şu cevabı verdi: “Peygamberimiz (s.a.v.) umre yapmış ve başını tıraş ettirmişti. Etrafında bulunanlar, onun saçının yanlardan kesilen uçlarını almak için atıldılar. Bense daha atik davranarak onun alnının perçeminden kesilen kısmı aldım ve onu bu takkemin içine koydum. Bu saç yanımdayken girdiğim her savaşta galip geldim.”(21)

Mü'minlerin annesi Hz. Esmâ’dan (r.anhâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “… İşte Resûlüllah’ın (s.a.v.) cübbesi! (…) Âişe (r.anhâ) vefat edene kadar bu cübbe onun yanında idi. O vefat edince ben aldım. Resulullah (s.a.v.) onu giyerdi. Şimdi biz de onu hastalar için yıkıyoruz... Onunla (ondan dökülen suyla) şifa talep ediliyor.”(22)

Mu'âviye b. Ebî Süfyan (r.a.) zamanında şiddetli bir kuraklık olmuştu. Hz. Mu'âviye (r.a.) Şamlılar'la birlikte yağmur duası yapmak için minbere çıkıp oturduğu zaman, Yezîd b. el-Esved el-Cüreşî'nin nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlar Yezîd b. el-Esved'i çağırdılar. Geldiğinde, Mu'âviye (r.a) ona, minbere çıkmasını söyledi. Yezîd b. el-Esved minbere çıktı ve Mu'âviye’nin (r.anhümâ) yanına oturdu. Hemen arkasından Mu'âviye (r.a) şöyle dua etti: “Allah’ım! Bugün en hayırlımız ve en faziletlimiz olan kişiyi bizim için sana vesile/aracı yapıyoruz. Allah’ım! Yezîd b. el-Esved el-Cüreşî'yi bizim için sana vasıta/aracı yapıyoruz.” Sonra da, “Ey Yezîd, ellerini kaldır!” dedi. Bunun üzerine Yezîd b. el-Esved ellerini kaldırdı; orada bulunanlar da ellerini kaldırdılar. Hemen oracıkta batı tarafından bir bulut beliriverdi ve bir rüzgâr çıktı. Ardından da öyle bir yağmur yağdı ki, neredeyse insanlar evlerine ulaşamayacaktı.(23)

Zehebî'nin naklettiğine göre İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, babasının, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) saçıyla tevessülde bulunduğunu; onu öptüğünü ve içine daldırdığı kaptaki suyu şifa niyetiyle içtiğini söylemiştir.(24)

 Yine aynı kaynaktan öğrendiğimize göre İmam Tebarânî ile İmam Ebû Bekr b. Mukrî ve Ebu’ş-Şeyh, Medine'de bulundukları zamanlardan birinde yiyecekleri tükenmiş, aç kalmışlardı. Açlık dayanılmaz bir hal alınca Ebû Bekr b. Mukrî, “Kabr-i Saadet”e giderek, “Ey Allah'ın Resûlü! Açlık bizi perişan etti!” diye serzenişte bulunur. Medine’de oturanlardan birisi aynı günün akşamı kapılarını çalar ve “Bizi Resûlüllah’a (s.a.v.) şikâyet etmişsiniz. Rüyama geldi ve size yardım etmemi emir buyurdu” diyerek elindeki yiyecek dolu sepeti kendilerine verir…(25)

Allâme İbn-i Hacer-i Mekkî (rh.), “bi’l-Hayrâti’l-Hısân fî Menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfeti’n-Nu‘mân” isimli eserinin 25. bâbında şöyle demiştir:

“İmâm Şâfiî (rh.) Bağdat’ta kaldığı günlerde İmam Ebû Hanîfe’nin (rh.) türbesine gelir, ziyaret eder, kendisine selâm verirdi. Sonra da Allah Teâlâ’ya, ihtiyacını gidermesi için onunla tevessül ederdi.”(26) Yani Cenab-ı Hak’tan, ihtiyaçlarının, onun yüzü suyu hürmetine giderilmesini niyaz ederdi.

 Sahabe’den itibaren selef-i salihinin tevessül mevzuuna giren tutum ve davranışları hususunda zikredilebilecek olanlar elbette bunlardan ibaret değildir. Daha pek çok rivayetler vardır. Ancak onları tekrar ederek sözü uzatmak istemiyoruz.

Kısacası, başta Resûlüllah Efendimiz olmak üzere geçmiş bütün peygamberlerle, kâmil ve mükemmil mürşidlerle, veliler ve salih zatlarla gerek hayatlarında ve gerekse âhirete irtihallerinden sonra tevessül câzdir. Zira âlimler onların tasarruflarının yani insan, eşyâ ve sâir varlıklar üzerindeki mânevî tesirlerinin devam edeceğini ifade ederek özetle şöyle demişlerdir:

Cenâb-ı Hak, sevdiği kulunun yükü ağırlaşınca, anâsırdan tecrîd eder de onu rûhen mutasarrıf kılar. Yani o kulunu, vücûdunun ana maddeleri olan su, toprak, hava ve ateş unsurlarından (anâsır-ı erbaa) soyar da rûhuyla tasarruf eder hâle getirir. Ruhta ise telsiz sür‘ati olduğundan, tasarruf daha sür‘atli, daha ihâtalı-kuşatıcı ve kolay olur.(27)

Aksini iddiâ edenleri ise, kendi iddiâlarıyla başbaşa bırakıyoruz.

RUHLARIN ŞİMŞEK GİBİ ÇAKAN TESİRLERİ

Ahmed Rufâî (k.s.) hazretleri, el-Burhânü’l-Müeyyed isimli eserlerinde, insanları irşâda ehil, Allah ve Resûlü tarafından selâhiyetli/yetkili olan evliyâullâhın mânevî tasarrufları ile alakalı olarak şu açıklamalarda bulunmaktadır: 

“Allah Teâlâ bizleri, Resûlüllâh’ın (s.a.v.) vekîli yapmış, kendisine insanları dâvet eden imamlar yani kılavuzlar-rehberler olarak tâyin etmiştir.

 Bize uyan selâmete erer.

Bizim vesîlemizle Allah Teâlâ’ya yönelen kazanır....

Bizi yok etmek isteyen yok olur.

Bizi dövmeye kalkışan dövülür.

Bizim duvarımızdan yüksek yapılan duvar, harâb olur; (yani bize karşı büyüklük taslayan, perişan olur).

Çünkü Cenâb-ı Hak buyurdu ki:

“Şüphesiz ki Allah, (müşriklerin ezâ ve cefâlarını) iman edenlerden def‘edecektir.”(28) “(O) Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden evlâdır (kendi canlarından daha üstündür).”(29)

“Ruhların şimşek gibi çakan tesirlerini (mânevî tasarruflarını) inkâr, (onlara) her şeyi açıp salıveren Allah Teâlâ’nın yardımını bilmemektir. Allâh’ın kelâmı hükümsüz bırakılamaz. Kur’ân-ı Kerim’de Resûlüllah Efendimiz’in şöyle söylediği açıklanmaktadır:

“Muhakkak ki benim velîm, (bana yardım etmekte, beni korumakta yegâne sâhibim) o Kitab’ı indiren Allah’tır. Ve o, bütün salihlerin de velîsidir.’(30)

“Yani onların, salih kullarının da işlerini üzerine alır, onlardan meded umanların da... Hatta onlardan yardım isteyenlere sığınanları da himâyesine alır.

“O salih kişiler ister hayatta olsun, ister olmasınlar; onlar, ister farkında bulunsun, isterse farkında bulunmasınlar... Nitekim kul merhametli olunca, uyurken açılan birisinin üzerini örter de, o uyandıktan sonra, yaptığı iyiliği ona anlatmaz. Zengin birisi, fakire iyilikte bulunur da, ona haber bile vermez.

 “Allah Teâlâ ise Rahmân’dır, Rahîm’dir; o azamet sahibidir, ihsânı boldur. Dostu olan kuluna, bilmediği yerden yardım, ummadığı taraftan da rızık bahşeder.

“Cenâb-ı Hakk’ın dağlar gibi olan ulvî yardımları, kulunu keder ve sıkıntılar denizinde boğulmaktan korur. Sevgili kulundan ve onu sevenlerden, kötü olan mukadder âkıbetleri, tenezzülât-ı sübhâniyyesinin bir neticesi olarak kulunun hayrına olan kaderlerle def‘eder, giderir. Ancak bu, velî kulunun tesiriyle değil, onun vesîle ve vâsıtalığı iledir.

Efendim, Şeyhim Mansûr-i Rabbânî (k.s.) dedi ki:

‘Allah Teâlâ’ya sığınman; ona itimat etmendir, zihnini de ondan gayri varlıklardan temizlemendir.

‘Resûlüllâh’ın (s.a.v.) vârisleri olan evliyâullah bizi irşâd ettiler, bize doğru yolu gösterdiler. Kur’an ve sünnetlerdeki inci-mercan hazînelerini kapatan perdeyi bize araladılar. Allah ve Resûlü ile olan terbiyenin hikmetini bizlere öğrettiler.

‘Onlar öyle bir topluluktur ki, yanlarında oturanlar azıtıp sapıtmaz.

‘Allâh’a (c.c.) iman eden, Peygamberi’nin (s.a.v.) ulviyetini idrâk eden kişi, onları sevsin, onlara tâbi olsun.”

SALİH AMELLE TEVESSÜL

Mevzuya, salih amellerin vesile olduğuna dair âyetin söz konusu edildiği, bir talebe-hoca diyaloğunu naklederek başlamak istiyoruz. Şöyle ki:

Bir talebesi, üstad Ebû Ali ed-Dehkâh’ın dersinde Cenâb-ı Hakk’ın, “Ona ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da salih amel yükseltir”(31) âyetini okur. Bunun üzerine Ebû Ali, “Amelin yükseltilmiş olduğunun alamet de; yaptığın şeyin sence tamamen unutulmasıdır. Bu itibarla, eğer o amelin hâlâ senin nazarında duruyorsa, o amel geri çevrilmiş demektir. Yok unutulmuş ise, o da yükseltilmiş ve kabul edilmiş demektir” der.(32)

Salih amelle tevessüle dair ders ve ibretlerle dolu uzunca bir hadîs-i şerif şöyledir:

Abdullah b. Ömer el-Hattâb (r. anhüm) anlatıyor: Resûlüllah’tan (s.a.v.) şöyle dinledim:

“Sizden öncekilerden üç kişi yolu çıktılar. Gecelemek niyetiyle bir mağaraya girdiler. Bu esnada dağdan kopan büyük bir kaya parçası, mağaranın ağzını kapattı. Birbirlerine, ‘Sizi bu kayadan ancak salih amellerinizle duâ etmeniz kurtarabilir’ dediler. Bunun üzerine içlerinden biri şöyle niyaz etti:

‘Allâh’ım! Benim yaşlı, kocamış anam ve babam vardı. Ben onlardan evvel ne çoluk-çocuğuma, ne de kölelerimden hiç birine bir şey içirirdim. Bir gün hayvanlarımı otlatacak ağaçlık bir yer aramak arzusu, beni uzaklara götürdü. Onların uyku saatlerinden önce dönemedim. Buna rağmen gelir gelmez akşam sütlerini sağdım, fakat onların uyuduklarını gördüm. Kendilerini uyandırmayı da, onlardan evvel çoluk-çocuk ve kölelerime akşam sütlerini içirmeyi de hoş bulmadım. Çocuklar ayaklarımın etrafında ağlaşırken ben, süt bardağı elimde olduğu halde, onların uyanmasını gözeterek fecir söküp ortalık ağarıncaya kadar bekledim. Nihayet uyandılar ve akşam sütlerini içtiler. Allâh’ım! Eğer ben bu yaptığımı senin rızân için yapmış isem, şu kayanın üzerimize kapanmasından dolayı düştüğümüz sıkıntıyı bizden kaldırıver.’

Kaya biraz aralandı. Ancak çıkabilecekleri kadar değildi.

Diğeri de şöyle yalvardı:

‘Allâh’ım! Benim amcamın bir kızı vardı. O bana insanların en sevimlisi idi.

(Başka bir rivâyette de, ‘Onu, bir erkeğin kadını en şiddetli sevdiği gibi seviyordum’ diye ifade edilmiştir.) Ona yaklaşmak istedim, benden çekindi. Nihayet kıtlık senelerinden birinde o, kendiliğinden bana geldi. Kendisini bana teslim etmesi şartıyla, ona yüz yirmi altın verdim. Kabul etti. Ona karşı olan arzumu yerine getirmeye muktedir olunca, o bana, «Allah’tan kork! Haksız yere mührümü bozma (nikâhsız olarak bekâretime ilişme)» dedi. O bana, kadınların en sevimlisi olduğu halde ondan uzaklaştım. Verdiğim altınları da kendisine bıraktım. Allâh’ım! Eğer ben bunu senin rızân için yaptımsa, içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden kaldırıver.’

Kaya biraz daha aralandı. Fakat o açıklıktan da dışarı çıkmak mümkün olmuyordu.

Üçüncüsü ise şöyle duâ etti:

‘Allâh’ım! Bir takım amele-işçi kiralamıştım. Birisi hâriç hepsinin ücretlerini kendilerine ödedim. O bir kişi ise hakkını almadan bırakıp gitti. Onun parasını çalıştırıp çoğalttım. O kadar ki, pek çok mal meydana geldi. Bir zaman sonra o şahıs bana geldi ve «Ey Abdullah, bana ücretimi ver» dedi. Ben de (mallarını göstererek); deve, sığır, koyun ve köle olarak bu gördüklerinin hepsi senindir, dedim. O, «Ey Abdullah, benimle eğlenme» dedi. Ben de, seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine malların hepsini aldı ve sürüp götürdü. Onlardan hiçbir şey bırakmadı. Allâh’ım! Eğer ben bu yaptığımı senin rızân için yapmış isem, içinde bulunduğumuz şu sıkıntıyı kaldırıp kurtarıver bizi.”

... Ve kaya tamamen açıldı, mağaradan yürüyerek çıktılar.”(33)

Demek ki dinimizde, peygamberlerle, velilerle, salih zatlarla olduğu gibi, sırf Allah rızâsı için yapılan salih amellerle de tevessül etmek mümkündür; yani bu usûl de meşru’ ve câizdir. Bid‘at ve hurâfeyle de ilgisi yoktur.

S O N U Ç

Hiçbir şeyin Kur’an-ı Kerim’in dışında kalması mümkün olmadığına göre, elbette ki peygamberlerin, evliyanın kabirlerini ziyaret edip ruhaniyetlerini vesile/vasıta ederek Allah Teâlâ’dan isteklerde bulunmanın hükmü de onda vardır. Bazı âyet-i kerimelerin ibâre, bazılarının da işâre mânâlarında tevessülün hükmünü bulmak mümkün. Yani kimilerinde açıkça, kimilerinde de işâret ve delâlet yoluyla Allâh’a yakınlık için bazı şeyleri vesile/vasıta edinmenin meşrûiyeti ifade edilmiştir.

 Yukarıda açıkladığımız gibi dilimizde “vesîle”, kendisi ile maksada-hedefe ulaşılan vâsıtadır. Müfessirler, âyette (Mâide, 35) geçen “vesîle”ye çeşitli mânâlar vermişler...

Bunlardan Fahreddîn-i Râzî hazretleri, “vesîle”yi, Peygamber Efendimizin vârisi olan “mürşid-i kâmil” ile tefsir etmiştir.

İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) de bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, “vesîle”den murad, salih ameller olduğu gibi, Allâh’a yakın olmak için kendisiyle tevessül edilen her şeydir, diyor. Sonra da Te’vîlât-ı Necmiye’den şunları naklediyor:

Bu âyet-i kerime, ‘vesîleyi arama’ emrini açıklamaktadır; bu, elbette ki lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ’ya vusûl yani Hakk’a ermek, seyr u sülûkü(34) tamamlamak, ancak vesîle ile elde edilir. Bu vesîle de, hakîkat âlimleridir....(35) Yani Peygamber Efendimizin zâhir ve bâtınına vâris olan Allah dostlarıdır... İster hayatta olsunlar, ister vefat etmiş bulunsunlar; vasıta olmaları açısından bir şey fark etmez.

Dikkatlice baktığımızda görürüz ki âyet-i kerîmede mü’minlere, kurtuluş ve selâmet için, üç şeye riâyet etmeleri emredilmiştir:

1) Allah’tan korkmak,

2) Ona yaklaşmaya vesîle aramak,

3) Onun yolunda cihad etmek...

Vesîle’den maksat ise, peygamberler, evliyalar, salih kişiler ve salih ameller olduğuna göre, onlarla tevessül etmek, onların hatırına, onların yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Hak’tan talepte bulunmak da şüphe yok ki caizdir.

Ayrıca yukarıda geçtiği üzere, “vesîle” kavramı umumidir; mutlak olarak vesîleyi aramamız ve onunla Allâh’a yaklaşmamız emrediliyor... Karîneden mücerret emirler ise vücub ifade ettiğine göre, mü’minlerin “vesîle”yi arayıp bulmaları, onlarla Allah’a yaklaşmaları icap ediyor. Onlar, mü’minleri Allah Teâlâ’ya yaklaştıran-ulaştıran bir vâsıtadır. Nitekim tasavvufla alakalı bir eserde, “Allah” ismini zikirle meşguliyetin mahiyeti anlatılırken, şu açıklamaları görmekteyiz (mealen):

“Kişi, boş ve temiz bir yerde oturur; gözlerini yumup ağzını kapayarak dilini damağına bitiştirir. İstiğfar ile kalbini iyi-kötü bütün düşüncelerden ve Allah’tan gayri her şeyden uzak tutar. Bu hususta mürşidine muhabbetle bağlanarak onun rûhâniyetinden istimdât eyler (yardım taleb eder) ki, müridin bu hususi istimdâdı, mürşidi vâsıtasıyla diğer bütün mürşidler zincirinin ve Resûlüllah Efendimiz’in rûhâniyetine ve oradan da nihâyet Cenâb-ı Hakk’a ulaşır.”(36)

Demek ki büyük zatların kabirlerini-türbelerini ziyaret edip onların yüzü suyu hürmetine bir şeyler istediğimiz zaman da, dileklerimiz, sonuçta onlar vasıtasiyle Allah Teala’ya ulaşıyor. Âmiyane tabirle onlar amaç değil, sadece birer araç. Her şeyi veren de, alan da Allah Teâlâ’dır. Yardım da vasıtalı veya vasıtasız yalnız O’ndan gelir. Mü’min buna inanır. Dolayısiyle kabir ziyareti hususunda Müslümanların tevessülüne, aksi yönde kesin bir hüküm varmış gibi karşı çıkmak doğru değildir. Aksine, kul ile Allah arasında bazı hallerde vesile ve vasıtalar koymanın caiz olduğuna dair hem âyet, hem de hadisler mevcuttur. Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Ümmetimin hayırlılarından bir topluluk vardır ki, Allâh’ın rahmetinin genişliğinden dolayı, açıktan gülerlerse de, azâbının korkusundan dolayı, gizli gizli ağlarlar. Onların vücutları yerde, kalpleri semâdadır. Ruhları dünyada, akılları âhirettedir. (Yeryüzünde) sekîne ile yürürler, vesîle ile Allâh’a yaklaşırlar.”(37)

Peygamberimiz’in diliyle övülen, yeryüzünde İlâhi nur ile, sükûnet ve vakarla yürüyen bu mü’minler, doğrudan değil, vesile ile Allah’a yaklaşıyorlar.

Ayrıca tevessülün câiz olduğu hükmünü daha pek çok hadîs-i şeriften de ortaya koyabilmek mümkün. Meselâ, “Ameller niyetlere göredir; herkes için niyet ettiği şey vardır”(38) meâlindeki meşhur hadis-i şerif, bunlardan biridir. Bilindiği gibi ameller kısaca, bedenî ve kalbî olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna göre kişi, mubah olan davranış ve düşüncelerden herhangi birine ibadet olarak niyet etse, o davranış ve düşüncenin ibadet olacağı izah ve isbâta gerek olmayacak derecede açıktır.(39)

Şu da muhakkaktır ki, tasavvufla meşgul olan âlimler, tevessülün meşru‘ olduğu hususunda icma‘ (söz birliği) etmişler... Bunlardan kalabalık bir topluluk da bu icma‘ı tesbit edip üzerinde ittifak etmiştir. Bunun muğlak ve kapalı bir yanı, şüphe ve tereddüde mahal olacak bir tarafı da yoktur.

Âlimlerin tevessül üzerindeki bu icma‘ı, inananlar için elbette ki delildir ve bunu kabul etmeleri gerekir. O bakımdan bu gibi mânevi meselelere vukufu olmayan, kuşatıcı bir ilmî yeterliliğe sahip bulunmayan kimselerin itirazlarına ise itibar edemeyiz. Onları kendi kanaatleriyle başbaşa bırakır, telakkimizin doğru olduğuna inanırız.

Mü’minleri, Allah Teâlâ’dan başkasına duâ ve ibadet etmekten sakındıran âyetlere gelince... Dilerseniz öncelikle bu âyetlerin meallerini görelim.

“Allâh’ı bırakıp da sana faydası ve zararı olmayan şeylere tapma!Bunu yaparsan, o halde sen hiç şüphesiz zâlimlerden olursun.”(40) “Hak davet ancak ona (Allâh’a)dır. Müşriklerin onu bırakıp da yalvarıp durdukları putlar ise, kendilerine hiçbir şeyle icabet etmezler. Onlar ancak ağzına gelsin diye, suya doğru iki avucunu açana benzer ki, o su ağzına gelmez. Kâfirlerin duâsı, sapıklık içinde bocalamaktan başka bir şey değildir.”(41) “(Müşriklere) de ki: Allah’tan başka, ilah dediklerinizi çağırın; anlarsınız ki, ne sizden zararı def etmeye, ne de değiştirmeye kaadir değillerdir.”(42) “O halde, Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk etme. Azap edilenlerden olursun.”(43) “... Onu bırakıp da taptıklarınız (putlar), bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değillerdir. Kendilerine duâ etseniz, duânızı işitmezler. (Farz-ı muhâl) işitseler, size cevap veremezler. Kıyamet gününde de sizin şirkinizi (kendilerine taptığınızı) inkâr ederler. (Her şeyden hakkıyla) haberdâr olan (Allah) gibi sana haber veren olmaz.”(44) “Allâh’ı bırakıp da, kendisine kıyamet gününe kadar cevap veremeyecek olana (putlara) tapan kimseden daha şaşkın kim olabilir! Onlarsa, bunların tapmalarından habersizdirler. (Kıyamette) insanlar bir araya toplandığı vakit bunlar, onlara (tapanlarına) düşman olurlar ve taptıklarını inkâr ederler.”(45) “Gerçekten bütün mescitler, hep Allâh’ındır. O halde, Allah’la beraber başka birine ibadet etmeyin.”(46)

Evet, şimdi de bu âyetlere dayanarak “tevessül” için, “Allah Teala ile birlikte bir başkasına dua etme, yalvarma, niyazda bulunmadır” diyenlerin iddialarına gelelim... Gayet açıktır ki, meşru olan tevessülde bunun yeri yoktur.

Tevessülün meşru olduğunu söyleyen aklı başında hiçbir âlim bunu caiz görmemiştir. Ayrıca âyetlerde bahis mezzu olanlar putlardır; peygamberler, veliler değil. Bununla biklikte eğer bazı kimseler bu konuda yanlış bir tutum ve anlayış içinde iseler, onları hemen “şirk”le damgalayıp İslam dairesi dışına atmaya kalkışmak yerine, yapılması gereken, herhalde “Din nasihat(le kaim)dir, dinin direği nasihattir”(47) düsturunca kendilerini doğruya yöneltmek ve işin hakikatini açıklamaktır.

Allah Teala'dan herhangi bir şey dilerken araya bir başkasını koymayı mutlak mânâda “şirk” kabul edenlere ayrıca sormak lâzım: Bu takdirde, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve ona (yaklaşmaya) vesîle arayın.”(48) “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit sana gelseler ve Allah'tan mağfiret dileseler, Peygamber de onlar için istiğfarda bulunsaydı, elbette Allah'ı çok affedici, çok merhametli bulurlardı”(49) vb. âyetleri nasıl açıklayacaksınız? Öyle ya, madem ki Allah Teâlâ kullarına şah damarlarından daha yakın,(50) dua edenin duasına da karşılık vereceğini(51) bildiriyor; bu durumda insan, vesileye neden ihtiyaç duysun? Günahlarının affı, kusurlarının bağışlanması için Peygamber de olsa bir başkasının duasına niçin mecbur kalsın?!

Hz. Yusuf’un, babası Hz. Yâkub’a (aleyhimesselâm), gözlerinin açılması için önceden elçilerle gömleğini gönderip yüzüne sürmelerini istemesi ve böyle yapıldığında babasının gözlerinin açılması(52) hadisesi de mevzumuz bakımından önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Onlara göre bu hadisenin -ilmi yönü bir tarafa- makul ve mantıklı bir izahı olabilir mi? Tevessül meselesinde şiddetli bir muhalefet tavrı takınanlar, dileriz ki Hz. Yâkub’un bu fiilini, gözlerinin açılması için -en hafif tabiriyle- bir “bez parçası”ndan medet ummak, Hz. Yusuf’un davranışını da o bez parçasında bir fayda vehmetmek olarak açıklama talihsizliğine düşmezler.

... Ve yine kimse zannetmesin ki, tevessülün meşru olduğunu söyleyenler, yukarıda zikri geçen Allah Teâlâ’dan başkasına dua etmekten sakındıran âyetlerden habersiz, -hâşâ- tevhid ve şirk mevzuunda hassasiyet sahibi değildir! Bilakis onlardan çok daha itinalı ve dikkatlidirler.

Konuyu özetlemek gerekirse şunları söyleyebiliriz:

Yukarıda açıkladığımız üç türlü tevessül usûlünce, istediğini Allah’tan isteyen, yardımı ondan bekleyen; ancak kendi aczini, kusûrunu-küsûrunu, hata ve isyanını bildiği için bir Allah dostunu araya koyan, onun hatırına-yüzü suyu hürmetine günahlarının afvını, ihtiyaçlarının giderilmesini isteyen mü’mine, asla “senin yaptığın bid‘attir, hurâfedir; şirk koştun, haram işledin” denemez. Tasavvuf erbabı, bu gibi hususlarda, hiçbir mahzur görmemişler, hatta bunun lüzum ve faydasından bahsetmişlerdir. Onlara göre peygamberlerin, evliyanın kabirlerini ziyaret etmenin en önemli gayesi; en mühim, en faydalı kabir ziyaret şekli de budur. Bu maksatla kabir ziyaretinde bulunanların, evliyaya dua ederek onlara faydalı olmak veya kabirlerinden ibret almak gibi bir husus akıllarından bile geçmez… Bilakis bütün türbelere, dergâhlara, âsitânelere, tekkelere, yatırlara yapılan ziyaretlerde hakim olan anlayış, düşünce ve inanış onlardan istifade etmektir.

Tasavvuf anlayışında evliyanın, ister hayatta ister vefat etmiş olsun, yeryüzündeki insanlar için, Allah katında şefaatçi ve yardımcı olacaklarına inanılır. Nitekim bütün tarikatlerce makbul bir velî sayılan Ma‘ruf el-Kerhî (ö. h. 200), müridi Seriyyu’s-Sekatî’ye şöyle demiştir: “Allâh’a bir ihtiyacın olursa, beni vasıta ve vesile kılarak iste. Allah’tan hacetini bana and içerek dile.” Bağdat sûfileri de, “Ma‘ruf el-Kerhî’nin kabrinin her derde deva olduğu tecrübeyle sabittir” diye ifade etmişlerdir.

Sûfiler, tıpkı diri mürşidler gibi ceseden ölü evliyanın ruhlarının hayattaki insanları terbiye ve irşad ettiklerine, bazı velilerin öldükten sonra da dünyada tasarrufta bulunduklarına, bu âlemdeki nizama ve hadiselere yön verdiklerine inanırlar. Tasavvufun, bilhassa Nakşibendilerin bu mevzudaki inançlarını, dilerseniz Reşahat’tan takip edelim: “Şeyh Ebu’l-Hasan Harkâni’nin vefatı (h. 425), Şeyh Bayezid-i Bistâmi’nin vefatından (h. 234) bir müddet sonra vaki olup, Şeyh Bayezid’in ona terbiyeleri zâhirî ve surî olmayıp, ruhanîdir.” Tasavvufta üveysiyet tarîkı ve ruhanî nisbet denilen bu inanç, bütün tarikatler tarafından kabul edilmiştir.

Velhasıl bu hususta fıkıh, kelâm, hadis ve tefsir âlimleri, bilhassa selefiye mensupları dikkatli olmak ve şu hususları göz önünde bulundurmak zorundadırlar: Tasavvufla alâkadar olan mü’minleri tenkit veya onlara karşı kendi görüşlerini savunmak için dayandıkları aklî ve naklî deliller, kesin ve açık olma özelliğine sahip değildir.(53)

Dolayısıyla o insanları müşrik, bid‘atçi-hurâfeci veya sapık olmakla suçlamak, hele de şirk ile itham etmek asla caiz olmaz. Tenkit edilecek, düzeltilmesi için mücadele verilecek husus, İslâm toplumundaki bid‘atler ve hurâfelerdir. Onun da usûlü, çıkıp basında-medyada ulu-orta konuşmak, onu-bunu suçlamak, itham etmek değil, iyi ve hayırlı neticeler almaya yönelik metodlarla faaliyetlerde bulunmak olmalıdır.

Halis ECE, Molla Cami 


DİPNOTLAR


 1 Muallim Nâci, Lûgat-i Nâci, s. 297; Şemseddin Sâmi, Kâmûs-i Türkî, s. 451. İbnü Manzur, Lisânü’l-Arab, 11, 724.

 2 el-Cezâirî, Ebû Bekir, Akîdetü’l-Mü’min, s. 123.

 3 İslam Ansiklopedisi, Şâmil Yayınevi, İstanbul, 1990, 1, 110.

 4 Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.

 5 Bursevî, İsmâil Hakkı,Tefsîru Rûhu’l-Beyan., 2, 388.

 6 Bkz. Sâvî (Celâleyn hâşiyesi), 2, 182.

 7 Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr, 2, 82-83; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8, 253; Beyhakî, Delâil, 5, 488-489; Şevâhidü’l-Hak’tan Vehhâbîlere Cevaplar, Mehmed Emre, Fazilet Neşriyat, İst., s. 134.

 8 İmam Hâkim, el-Müstedrek, 1, 313, 519 - 2, 263; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul 1985, 1, 143; Kurtubî, el-Câmi‘, Kahire, 1967, 1, 28.

 9 Bkz. Âlûsî, Rûhu’l-Meâni,fî Tefsiri Kurâni’l-Azîmve’s-Seb‘i’-Mesâni, Beyrut, bty., 1, 320.

 10 İbn Mâce, Sünen, İkâme, 189; Tirmizî, Sünen, De’âvât, 118; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 138; İbn Huzeyme, Sahîh, 2, 225-6; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, 6, 169; Hâfız el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 473-475; Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr, (Terc.) 1, H. 358.

 11 Bkz. Tirmizî, Sünen, Salât, 348.

 12 Ebû Nuaym el-Isfahâni, Hılyetü’l-Evliya, 3, 121.

 13 Kur’ân-ı Kerim, Hucurât sûresi, 49/2-3-4.

 14 Kaadi İyaz, Şifâ-i Şerîf, 2, 41.

 15 Ebû Hâmid b. Merzûk’un, Berâetü’l-Eş‘ariyyîn min Akâidi’l-Mu-hâlifîn’inden naklen, A. Polat, Teymiyecilik–Vehhâbilik ve Tevhîdi Koruma Adına İşlenen Cinâyetler, Fazilet Neşriyat, İstanbul, bty., s. 59-60-61.

 16 Serrâc, Ebû Nasr, el-Luma‘, Kahire, 1960, s. 452.

 17 İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 422.

 18 Erbilî, Mehmed Emin, Tenvîru’l-Kulûb, s. 534.

 19 Bkz. Buhârî, Sahîh, Tevhîd, 19; Müslim, Sahîh, İman, 322; Tirmizî, Sünen, Kıyâme, 15; İbn-i Mâce, Sünen, Zühd, 37; Dârimî, Sünen, Mukaddime, 8.

 20 Buhârî, Sahîh, İstiskâ, 3; Aynî, Umdetü’l-Kârî, 6, 13.

 21 Taberânî, Mu'cemü'l-Kebîr, 4, 104; 2, 335; İmam Hâkim, el-Müstedrek, 3, 299.

 22 Müslim, Sahîh, Libâs, 10.

 23 İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübrâ, 7, 210; Zehebî, Siyeru A‘lâmi'n-Nübelâ, 4, 127.

 24 Zehebî, a.g.e., 11, 212.

 25 Zehebî, a.g.e., 16, 400-1.

 26 Yûsuf b. Nebhânî, Şevâhidü’l-Hak, s. 166.

 27 Erol, Ali, Hâtırâtım, s. 38.

 28 Kur’ân-ı Kerim, Hac sûresi, 22/38

 29 Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb sûresi, 33/6.

 30 Kur’ân-ı Kerim, A‘raf sûresi, 7/196.

 31 Kur’ân-ı Kerim, Fâtır sûresi, 35/10.

 32 Fahreddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr (Terc.) Akçağ Yay., Ankara, 1993, 15, 129-30.

 33 Buhârî, Sahîh, Edeb, 5; Müslim, Sahîh, Zikir 27; İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 116.

 34 Seyr u sülûk: Tasavvufta Hakk’a ermek için yapılan mânevî yolculuğa verilen addır.

 35 Tefsîru Rûhu’l-Beyan, 2, 387-388.

 36 Kibrît-i Ahmer, Limuharrihî, s. 5.

 37 el-Gazâlî, İhyâu Ulûm, 1, 57’de, İmam el-Hâkim ve Beyhakî’den rivâyet etmiştir; ayrıca bkz. Rûhu’s-Salât Aynü’l-Hayat. Hadis-i şerifte geçen “sekîne” kelimesi lûgatte vakar, ağırbaşlılık ve sükûnet mânâlarınadır. Tasavvufta ise sekîne, kalbte bir nûrdur ki, kalb onunla müşâhede ettiklerine karşı sükûnet ve istikrar bulur, mutmain olur. (Bursevî, İsmail Hakkı, a.g.e., 9, 12) Başka bir ifadeyle sekîne, gaybla ilgili hususların gelişi esnasında kalbin bulunduğu itmi’nân ve huzûr hâlidir. Sekîne; nûr, kuvvet ve ruhtan meydana gelir, korkan kişi o sayede sükûnete erer, mahzûn olan da tesellî bulur. Günahkâr-isyankâr ve cür’etkârlar ona sığınır. (Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn, s. 29; İbnü Arabî, Istılâhâtü’s-Sûfiyye).

 38 Buhari, Sahih, Bed’ü’l-Vahy, 1.

 39 Hüseyin ed-Devserî, er-Rahmetü’l-Hâbita (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî hâmişi), 1, 223.

 40 Kur’ân-ı Kerim, Yûnus sûresi, 10/106.

 41 Kur’ân-ı Kerim, Ra‘d sûresi, 13/14.

 42 Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresi, 17/56.

 43 Kur’ân-ı Kerim, Şuarâ sûresi, 26/213.

 44 Kur’ân-ı Kerim, Fâtır sûresi, 35/13-14.

 45 Kur’ân-ı Kerim, Ahkâf sûresi, 46/5-6.

 46 Kur’ân-ı Kerim, Cin sûresi, 72/18.

 47 Tirmizî, Sünen, Birr, 17, 18; Müslim, Sahîh, iman, 95.

 48 Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.

 49 Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 4/64.

 50 Kur’ân-ı Kerim, Kaf sûresi, 50/16.

 51 Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 4/64.

 52 Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/93-6.

 53 Doç. Dr. Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, 2, 333-34.