"Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözünden maksat nedir?

Bâyezid Bistâmî’ye atfedilen bu söz pek çok kaynakta yer almaktadır. Buradaki “şeyh” kelimesi mutlak mânâda mürşid demektir. Bütün uygulamalı ilimlerde o ilmin öğrenilmesi, bir üstad aracılığıyla olur. O konuya dair eserleri okumak, o ilmi öğrenmek için yetmez. Meselâ İslâmî ilimlerden “Kırâat” uygulamalı bir ilim olduğundan “fem-i muhsin”den (yetkili ağız) öğrenilir. Tecvid ve kıraat kitapları okunarak kurrâ olunamaz. Marangozluk, kaportacılık gibi çağdaş meslekler, futbol, karate gibi sporlar bile mutlaka bir ustadan öğrenilir. Hatta Tıp Fakültesini bitiren kimse nasıl bir uzmanın yanında ihtisas görmeden uzman olamaz ve olmaya kalkıştığında insanları canından ederse, aynı şekilde bir üstadın (usta) yanında tasavvufî eğitim görmeden kendi kendine sûfîlik etmeye kalkışan kimse de mutlaka yanılır ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Bu sözle şeyhsizlikten maksad, tasavvuf ilminin şeyhsiz öğrenilip uygulanamayacağıdır.1

Nefsin terbiye edilmesi ve kalbin tasfiyesi yani bütün kötülüklerden arındırılması için büyük mürşitlerin keşfe dayalı olarak ortaya koydukları bir takım esaslar vardır. Bir kişi o büyük zatları dikkate almadan bu yola kendi başına girdiği takdirde bir takım yanlışlıklar yapabilir ve kendisine bilmeyerek zarar verir. Kişi tarikat yoluna kendi başına girmemeli ve o yolun bir safhası olan riyazeti de kendi kendine uygulamaya kalkışmamalıdır.2

Yukarıdaki sözü, gerek cehaletten, gerekse tarikat yolundaki bu gibi tehlikeli sonuçlardan kurtulmak için “insanın kendi aklına güvenerek yalnız başına hareket etmekten kaçınması, âlimlerin ve mürşitlerin tavsiyelerine uyması” gerektiği şeklinde anlamak lazımdır. Yoksa, bu ifadeyi; “İlla bir tarikat şeyhi ne bağlanmak lazım. Yoksa, şeyhin şeytandır” şeklinde kullanmak, çok yanlış olur.3

Seyr-i sülûk esnasında insan çeşitli aşamalar kat eder. Bu aşamaların en tehlikelilerinden biri de nefs-i mülheme makâmıdır. Bu makamda bulunan kişi ilhâma mazhar olmuştur, ancak kalbine gelen bu ilhâmlar Rabbânî olabileceği gibi şeytânî de olabilir. Kişi bunları tek başına ayırt edemez ve şeytandan gelen fısıltılara aldanabilir. Bu noktada bir mürşidin kılavuzluğuna başvurmak gerekir. Kişi bu sayede şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulur.

Kâdirî meşrebe sahib bir mürşid tavsiye edebilir misiniz?

Bu bölümde isim vermekten çok kâmil mürşidin tarifini yapabiliriz. Bu çerçevede okuyucu kendi kararını vermeli ve çevresince sevilip sayılan kemâlât sahibi bir mânevî rehberden yardım almalıdır.

Son dönem tasavvuf büyüklerinden Es’ad Erbilî (k.s) irşada ehliyetli bir mürşidde bulunması gereken özellikleri şu şekilde sayar:

-Mürşid, öncelikle şerîatın gereklerini yerine getirmeli ve istikamet sahibi olmalıdır.

-Mürşid insanları şerîate tabi olmaya çağırmalıdır, Allah Teâlâ’yı huzur ile zikir etmeye davet etmelidir,

-Mümkün mertebe bütün insanlara nasihat etmeli,

-İnsanlara takva ve istikamet yolunu göstermeli,

-Bütün mahlûkata şefkat ve merhamet gözüyle bakmalı,

-Küçüklere merhamet büyüklere saygı göstermeli,

-Müritlerine yetecek kadar fıkıh ve akaid bilgisine sahip olmalı,

-Müritlerinin ayıplarını gizleyip ifşa etmemeli,

-Gönül zenginliğine sahip olmalı, ancak Hakk’ın rızasına muhalif işlerde kızmalı, güzel ahlaka sahip bir insan-ı kâmil olmalı.

Netice olarak kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibârettir. Mürşid-i kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir.

Mürşidler Allah’ın kullarına karşı çok merhametlidirler. Ayrıca onların ayıplarını ifşa etmeyip daima örterler. Hata ve kusurları affederler. Cenâb-ı Hak, Halîm’dir; mürşidler de hilm sâhibidirler.

Onların ibâdetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinden yürüdükleri için onların duâları diğer insanların duâlarından daha makbûldür. Vücutları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.

Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın rûhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihyâ edip mânevî ufuklara götürmesi lâzımdır.

Mürşitlerde aranması gereken en önemli özelliklerden biri de silsile yani mânevî tâyindir. Bir zâtı mürşid tâyin etmek üzere bir zümrenin toplanması yeterli olmaz. Bu vazîfe, Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar uzanan sahih bir silsileden icâzetli bir mürşid-i kâmilin tâyini ile olur.

Mürşidler aynen fukaha gibi bazı tasavvufî konularda içtihad ederler. Manevi hayatla ilgili ihtiyaçlara tamamen Kur’an ve sünnet çerçevesinde cevap vermeye çalışırlar.

Bu özellikleri taşımayan ve bahusus Kur’an-ı Kerim’in ahkâmını yaşamayan kimselerden rehberlik beklemek boşunadır. Hatta bu tür şahıslardan faydadan çok zarar gelir. Tasavvuf kitapları baştan sona sahte şeyhlerin zararlarını anlatan hikâyelerle doludur. Özellikle Mevlânâ’nın Mesnevisi bu konuda ilginç örnekler verir. Akıllı bir mânevîyat yolcusu tasavvuf yoluna intisap etmeden gireceği yolu iyice araştırmalı ve iradesini şuurluca kullanmalıdır. Mânevî rehberi seçerken yukarıdaki kıstasları iyice araştırmalı, körü körüne her önüne çıkana inanmamalıdır. Bununla birlikte bir kere yola girince de artık kaygılar ve şüpheler terk edilmeli, rehberin tavsiyelerine uyulmalı, şeytanın iğvasına aldanmamalıdır.

Seyr-I sülûkün gerekliliğinin sebebi ve delilleri nelerdir?

Cebrail (as) dinimizi öğretmek için Peygamber Efendimiz’e (sav); “İman, İslam, ihsan nedir?” diye sormuştur. Peygamber Efendimiz bunları tek tek cevaplamış ve ihsanı “Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir” şeklinde tarif etmiştir. Tasavvuf iman ve İslam’dan sonra gelen yüce bir makamın adı olup aslında Kur’an’da nefis tezkiyesi şeklinde tarif edilen olgunun sistematize edilmiş halidir. Bu sebeple tasavvuf kendisine bağlananları ihsan seviyesine ulaştırmayı hedefler. Hedef yüksek olduğu için sâlik farzlara ilaveten Peygamberimizin (sav) yapmış olduğu nafileleri de yapmaya çalışır. Bu sebeple taasavvufun alanı nafileleri yapmak ve mübahları azaltmak olup, zorunlu olmayan bir alandır. Zira Peygamber efendimiz kendisine sadece farzları yapmak üzere söz veren bedeviyi cennetle müjdelemiştir. İslam kurtuluş için yeterlidir ama dinen güçlü olan insanlar dîni hayatı daha iyi yaşamak ve Allah katında daha iyi bir mevkiye sahip olmak için kendilerini daha ciddi bir antremana tabi tutabilirler. Bunu bir örmekle açıklayalım. Futbol oynamak bir hobidir. Ancak kişi futbolcu olmak isterse bir takıma yazılır ve bu takıma tabi olur. Ve böylelikle yapılan antremanlar, idmanlar  vs ile kişinin hayatına her türlü karışılır. Bu, kişiyi futbolcu yapmak için gereklidir. Burada futbol hobi olmaktan çıkar.

Bu nedenler seyr-i sülûk da zorunlu değildir. Ancak bir kişi bir şeyhe bağlanmak isterse mürşidi ona seyr-i sülûk yaptırır. Bu nafile alan artık vacip hükmüne geçer. Zira sâlik kendi iradesi ile bazı nafileleri yapma konusunda Allah Teâlâ’ya söz vermektedir.

Seyr-i süluk neticesinde mânevî kemâlâta ermiş olan Aziz Mahmud Hüdayi, Hacı Bayram Veli, Mevlânâ, Yunus Emre ve daha yüzlerce hak dostu bu yolun başarısının bir delilidir. Dünya çapında iyi Müslüman yetiştiren bu yolu sırf nefse ağır geldiği için inkar etmek doğru değildir.

Hülâsa, kalbin olgunlaşması ve mânevî hakîkatleri alıcı hâle gelmesi ancak ciddi bir eğitimle mümkündür. Bunun için mânevî kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbîk etmek îcâb eder. Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Hak dostlarının rehberliğine ihtiyaç vardır. Her sâlik, mânevî inkişâf için kendisine rehber olacak bir mürşid aramalı, tasavvuf kitaplarında tarifi geçen gerçek mürşide ulaşıldığında da onun mânevî rehberliğine teslim olunmalıdır.

Dipnotlar: 1) H. Kâmil Yılmaz, İslâm Tasavvufu, Altınoluk yay., İstanbul 1996, s. 480. 2) Doç. Dr. Şadi Eren, Sorularla İslâmiyet sitesi. (). 3) Doç. Dr. Şadi Eren, Sorularla İslâmiyet sitesi. (www.sorularlaislamiyet.com)