Müslümanlar olarak özellikle son bir iki
yüzyıldır din-dünya ilişkisine bakışımızda temelli değişiklikler
meydana geldi.
Önceleri dünyaya ancak “ahiretin
tarlası” olduğu için kıymet verirken, şimdilerde dünyayı ahiretin önüne
geçirdiğimizi gösteren tavır ve davranışlar içindeyiz.
Müslüman elbette dünyaya hükmetmeli,
güzel yaşamalı, güzel yaşatmalı. Ama nereden gelip nereye gittiğini,
yanında ne götürdüğünü asla hatırdan çıkarmamalı.
Dilimiz “lehü’l-mülk” diyor. Yani mülk
O’nun. Bir de dönüp kalbimize soralım, o ne diyor?
“Gelişme ve kalkınma yolunda ilerlemek”,
“dünya ile bütünleşmek”, “evrensel standartları yakalamak” gibi
tabirlerin dilimize hiç olmadığı kadar yerleştiği bir zaman diliminde
yaşıyoruz. Bunlar ve benzeri ifadeler, yaşadığımız geçici hayat ile ne
tarz bir ilişki kurduğumuzu anlatıyor aslında.
Gelişmiş/kalkınmış olduğu söylenen
ülkelerle aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalıştıkça “dünyevîleşme”
dediğimiz hali daha yoğun hissetmeye ve yaşamaya başladık. “Piyasa
ekonomisi” olgusu kendi şartlarını dayatıyor. Elbette girdiğimiz yolun
kaçınılmaz gereği bu.
Acımasız şartların hakim olduğu ekonomik
piyasada küçükler, ekonomik olarak daha güçlü olanlarla rekabet
edebilmek ve onlar karşısında ayakta kalabilmek için, büyükler de
piyasada elde ettikleri payı korumak için sürekli daha çok çalışmak,
daha fazla üretmek ve durmadan büyümek zorunda.
Kimin geliri daha fazlaysa onun daha çok
itibar gördüğü, insanların ne kadar fazla tükettiklerine bakılarak
değerlendirildiği bir dünyadayız. Hayat bu hayhuy içinde hızla akıp
giderken, bir an için durup şöyle bir soluklanmak ve bizi içine çeken
bu anaforun dışına çıkarak olup biteni dışarıdan gözlemek en temel ve
ertelenemez ihtiyaç bizim için.
Evet, nereye gidiyoruz?
‘Dünya
hayat’
Yüce Kitabımız’da onlarca kere
tekrarlanan bir tabir var: “el-hayâtu’d-dünyâ.” Dilimizdeki Kur’an-ı
Kerim meallerinin hemen tamamında bu tabirin “dünya hayatı” diye
çevrildiğini görüyoruz. Oysa bu bir sıfat tamlamasıdır ve dilimizdeki
tam karşılığı “dünya hayat”tır, yani “değersiz hayat.” Onu “dünya
hayatı” şeklinde -isim tamlaması olarak- çevirmek bütün anlam
ağırlığını ve vurgusunu yok ediyor. Esasen “dünya hayatı” tabirine tam
karşılık gelen “hayâtu’d-dünyâ” tabiri Kur’an’da kesinlikle geçmez.
“Dünya hayat” ile “dünya hayatı”
arasında nasıl bir fark vardır diye baktığımızda şunu görürüz: “Dünya”
kelimesinin, biri “en yakın” diğeri “pek alçak/değersiz” olmak üzere
iki anlamı vardır. Kur’an’da geçtiği yerlere dikkat edersek “dünya
hayat” tabirinin genellikle “değersiz, geçici, aldatıcı” gibi
nitelemelerle birlikte kullanıldığını göreceğiz. Özellikle ahiret
hayatıyla karşılaştırmaların yapıldığı ayet-i kerimelerde durum daha
bir net olarak görünür. Dolayısıyla “dünya hayat” tabirinin, “ahiret
hayatı”nın karşıtı olan “bu dünyadaki hayat” olarak değil, “ahiret
hayatına nisbetle değersiz bir hayat” şeklinde anlaşılması gerekir.
Halen yaşamakta olduğumuz hayat “dünya”
(değersiz) bir hayat olduğuna göre, onun bizim için değer ifade eden
yanı, sonucu uhrevî akıbetimizi belirleyecek olan bir “imtihan” ortamı
olmasıdır.
Dünyanın “aldatıcılık” vasfı herkeste
aynı şekilde tezahür etmez. Kimi şöhrete, kimi makam mevkiye ve
hükmetme arzusuna, kimi nefsî ihtiraslara ve şehvanî duygulara, kimi de
mal ve servete zebun olur. Şurası açık ki, bunların tamamına esir/köle
olmak da mümkündür ve bunun en kestirme yolu, mal ve servete esaretten
geçer.
Bizler bu dünyada ahireti hedefleyerek
yaşarız. Hz. Musa a.s.’ın ümmetinden rabbanî alimlerin, Karun’a nasihat
ederken söyledikleri gibi, “Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp)
ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan
ettiği gibi sen de insanlara (infak ve tasaddukta bulunarak) ihsan et…”
(Kasas, 77)
Bu ayet-i kerimedeki anlatım dikkatimizi
bir noktaya çekmeli: Allah Tealâ’nın lütfu keremiyle zengin kıldığı
müminlerin ellerinde bulundurdukları malla ilişkisi, öncelikli olarak
malları vasıtasıyla ahiret yurdunu elde etmeye bakmak şeklinde
olmalıdır. Onların esas önceliklerinin bu olması gerekir. Ancak bunu
hakkıyla yerine getirdikten sonradır ki, dünyadan da nasiplerini
unutmayacaklardır. Görüldüğü gibi burada “dünya nasibi” ikinci planda
gelmektedir.
Mal
sahibi mülk sahibi
Konuya giriş mahiyetinde yukarıda
söylediklerimiz, “dünya hayat”ın olmazsa olmazlarından birisiyle
ilişkimizin nasıl olması gerektiği meselesine de zemin teşkil
etmektedir: Mal mülk anlayışımızdan bahsediyoruz.
Sekülerleşme (dünyevîleşme) denen durum,
her şeyin dünya merkezli olarak ele alınıp değerlendirildiği bir süreci
ifade ediyor. Bu süreçte bütün değerler “madde”ye indirgenmiş, insanın
manevi yanı yok sayılmıştır. Batı dünyasında insanların yoğun bir
şekilde dinden (hristiyanlıktan) uzaklaşması hadisesi sadece
hristiyanlığın kendi iç arızalarından kaynaklanmıyor; aynı zamanda
Batılı insanın her şeyi madde planında vehmetmesinin de buradaki payı
hayli fazla.
İnsanı sadece maddi yanıyla ele alan
seküler pozitivist ideolojilerin mal mülk ve servet meselesine bakışı
da çarpıktır. Maddi hayatın aşırı abartılması ve her türlü değerin
maddeye indirgenmesi, sonuç olarak ortaya iki türlü körlük çıkardı:
Özel mülkiyete karşı körlük (Komünizm) veya topluma karşı körlük
(Kapitalizm).
İslâm’ın bu iki körlükten birisine
eklemlenmesini de üçüncü ve en büyük körlük olarak işaretlememiz
gerekiyor. Zira özellikle son bir asırdır insanlığın yaşadığı
travmalara bu iki körlükten birisi kaynaklık ettiği halde, insanlığın
biricik kurtuluş ve saadet iklimi olan İslâm’ı Kapitalizm veya Komünizm
çağrışımlı yorumlar eşliğinde takdim etmekten daha büyük bir arıza
olamaz!
İfrat
ve tefrit
Mal ve servet edinme konusunda biraz
sonra üzerinde duracağımız iki tabir, meselenin mahiyetini oldukça
güzel özetlemektedir. Böyle bir ayrıma gitmeksizin konu hakkında ortaya
atılacak görüşler ister istemez ya ifrat veya tefrit tarafına
kayacaktır.
Konu hakkındaki ifrat tavır şöyle ortaya
çıkıyor: Dinimiz çalışıp kazanmayı emretmiş, özel mülkiyete dokunmayı
yasaklamış ve kişinin, dilediği kadar kazanıp dilediği gibi harcamasına
kimsenin müdahale edemeyeceğini bildirmiştir. Dolayısıyla bir kimse,
helal yoldan kazandığı malını -zekâtını verdikten sonra- dilediği gibi
ve dilediği yere sarf edebilir. Buna kimse karışamaz.
Nitekim Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz
kimsenin elindeki servete müdahale etmemiş, sahabenin zenginlerine
karşı hiçbir zaman olumsuz bir tutum içinde olmamıştır.
Bu tavır, bir adım sonrasında sahibini
“mülkünün mutlak sahibi olduğu” vehmine sürüklüyor. Hepimizin
etrafında, kendisine emanet olarak verilen zenginlik sebebiyle
tekebbüre kapılan ve etrafına tepeden bakan insanlar vardır. Ümmet-i
Muhammed’in yoksulları, yetimleri, kimsesizleri kendilerine uzanacak
merhametli bir el beklerken onlar “helal yoldan kazandım; zekâtımı da
verdim” diye kasılarak, standartları hayli yüksek hayatta bir elleri
yağda diğeri balda yaşarlar. Yaşadıkları mekânlarla, tüketim
tarzlarıyla, alışkanlıkları ve çevreleriyle diğer insanlardan farklı
durmaya özen gösterirler. Bu tavrın Yüce Kitabımız’ın “malın azdırdığı
insan tipi”ne örnek olarak dikkatimize sunduğu Karun’dan ne farkı
vardır?
İslâm
mülk edinmeyi yasaklamaz
Tefrit tavır ise, mal biriktirmenin ve
servet edinmenin İslâm’ın onayladığı bir davranış olmadığını söyler. Bu
tavrı benimseyenlere bakarsanız İslâm -tıpkı Komünist sistemde olduğu
gibi- özel mülkiyeti ve servet sahibi olmayı teşvik etmemiş, aksine
bunu yasaklamış ve böylece eşitliği sağlayarak servet sahiplerinin
toplumun diğer kesimlerini sömürmesinin önüne geçmek istemiştir.
Nitekim Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz hiç para biriktirmemiş, ganimet
ve sair kalemlerden kendisine gelen malları fakirlere ve ihtiyaç
sahiplerine dağıtmadan gecelememiştir.
Bu fikri taşıyanlar da diğerleri gibi,
dünyanın bir “imtihan” yurdu olduğu gerçeğini ıskalıyorlar. Bu dünyada
kimimiz zenginlikle, kimimiz yoksullukla deneniyoruz. Evet Rasul-i
Ekrem s.a.v. Efendimiz hiç mal ve para biriktirmemiş, ancak malını
Allah yolunda sarf etme iradesine sahip hiç kimseyi de zengin ve servet
sahibi olmaktan men etmemiştir. Hatta tam tersine, yeri geldiğinde Hz.
Ebu Bekir r.a. gibi, Hz. Osman gibi, Abdurrahman b. Avf gibi (Allah
onlardan razı olsun) varlıklı sahabilerin sağladığı imkanlarla ordular
teçhiz etmiş, beldeler fethetmiştir. Aynı şekilde fertlerin, hibe,
alışveriş, miras, ganimet gibi helal yollardan elde ettiği mülke hiçbir
zaman dokunmamış, “toplumda eşitliği sağlamak” gibi bir düşünceyle o
mülkü rızaları dışında onların elinden alıp fakirlere dağıtmak gibi bir
politika asla izlememiştir.
İbn Kuteybe, el-Ma’ârif adlı eserinde
ileri gelen sahabilerin sanat ve mesleklerini zikretmiştir. Onlar o
sanat ve mesleklerini serbestçe icra etmeleri sayesinde bir yandan bol
kazanç elde ediyor, ama diğer yandan bu kazancı Allah yolunda infak
etmekten de geri durmuyorlardı. Toplumda dayanışmanın ve paylaşmanın
önünü açmak, varlık sahiplerini çalışıp kazanmaktan men etmekle değil,
dünya malına zebun olmaktan korumakla mümkün olur.
Hem Ebu
Bekir hem Ebu Zerr
Yukarıda iki “körlük” olarak ifade
ettiğimiz ifrat ve tefrit tavır, kendisine Kur’an ayetlerinden, hadis-i
şeriflerden ve Sahabe’den gerekçeler temin etmeyi de ihmal etmez. Büyük
sahabi Ebu Zerr r.a. bu cümleden olarak adı sıklıkla telaffuz edilen
sahabilerin başında gelir. Onun, mal biriktirme aleyhindeki tavrı,
yukarıda ifade ettiğimiz “tefrit” tavrın “İslâmî” gerekçelerinin ilk
sırasında yer alır.
Oysa, “madem ki Ebu Zerr r.a. mal
biriktirmeye ve servet edinmeye karşıdır, o halde İslâm’ın hükmü budur”
tavrı, Kur’an’ı, Sünnet’i ve Sahabe’nin tutumunu bir tek sahabinin
içtihadına indirgemekten başka bir şey değildir. Yukarıda da
söylediğimiz gibi ne Kur’an ne de Sünnet helal yoldan çalışıp kazanmaya
mani olmamıştır, Sahabe döneminden itibaren tarih boyunca İslâm
toplumlarında gördüğümüz vakıa da budur.
Yine bu çerçevede halk arasında çok
meşhur olmuş -sahih olmayan- bir “Sa’lebe kıssası” vardır.
Rivayete göre Ensar’dan, Bedir savaşına
da katılmış bulunan Sa’lebe b. Hâtıb çok fakirdir ve Rasul-i Ekrem
s.a.v. Efendimiz’den, zengin olması için kendisine dua etmesini ısrarla
ister. Efendimiz s.a.v., “Şükrünü eda edebildiğin az mal, şükrünü eda
edemediğin çok maldan hayırlıdır.” buyurarak geri çevirse de o ısrar
eder. Sonunda Efendimiz s.a.v. dua eder ve Sa’lebe zengin olur.
Fakirken mescide herkesten önce geldiği için “mescit kuşu” olarak
anılan Sa’lebe önceleri vakit namazlarını aksatmaya, malı çoğalınca
Cumalara da gelmemeye başlar. Derken Efendimiz s.a.v. zekât memuru
vasıtasıyla Sa’lebe’den zekâtını ister. Ancak Sa’lebe mala öylesine
bağlanmıştır ki, zekât vermek ağırına gider ve vermeyi reddeder. Bunun
üzerine, “Ve onlardan bazıları da ‘Eğer fazlu kereminden bize ihsan
ederse elbette tasaddukta bulunacağız ve elbette salih kimselerden
olacağız’ diye Allah’a söz vermişti.” mealindeki ayet (Tevbe, 75) indi.
Sa’lebe çok pişman oldu ve zekâtını getirip vermek istediyse de
Efendimiz s.a.v. kabul etmedi. Bu durum Hz. Ebu Bekir r.a. ve Hz. Ömer
r.a. zamanlarında da devam etti. Onlar da Sa’lebe’nin zekâtını kabul
etmediler. Nihayet Sa’lebe Hz. Osman r.a. zamanında bu hal üzere vefat
etti.
Kısaca arz ettiğimiz bu kıssanın sahih
olmadığını Hadis ilminin mütehassısları ortaya koymuştur. (Bkz.
ez-Zeyla’î, Tahrîcu’l-Ahâdîsi’l-Keşşâf, 2/84-86; İbn Hacer, el-İsâbe,
1/400-401.)
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye bizi,
sahibini azdırmış zenginlikten de, sahibini azdırmış fakirlikten de
sakındırmıştır. Orta yol ve itidal burada da temel rehberlerimizin
onayladığı ve teşvik ettiği tavır olarak tezahür etmektedir. Bu sebeple
İslâm Ümmeti tarih boyunca “hem Ebu Bekir, hem Ebu Zerr” demiş, onların
birini diğerine tercih etmemiştir. Hz. Ebu Bekir r.a. infakla
bereketlenen zenginliğin, Ebu Zerr r.a. da varlığı sonuna kadar
paylaşmayı teşvik eden merhametin sembolü olarak inanç dünyamızdaki
yerlerini almışlardır. Önemli ve doğru olan onlardan birini tercih
etmek değil, ikisinin tavrını da makul ve İslâmî çerçevede açıklayıp
yerli yerine oturtmaktır.
“Teşri”
ve “tevcih”
Çağımız İslâm mütefekkirleri son derece
isabetli bir şekilde, kazanmanın ve harcamanın ilkesini ve sınırlarını
bu iki tabirle ifade etmiştir. Biz de konuyu bu iki tabiri esas alarak
ortaya koymaya çalışacağız.
İmam Muhammed b. el-Hasan rh.a.’in
dediği gibi, kişinin kendisine gerektiği kadar ilim öğrenmesi nasıl
farz ise, çalışıp kazanması da öyle farzdır. (Kitâbu’l-Kesb, 71) Çünkü
Efendimiz s.a.v.’den hem ilim öğrenmenin, hem de çalışıp kazanmanın
farz olduğunu ifade eden hadisler nakledilmiştir. Mülk ve servet
konusunda günümüzde iki noktanın birbirine karıştırıldığı görülüyor:
“Teşri” ve “tevcih”.
Kişinin, ihtiyaçlarını karşılayacak ve
gerek kendisini gerekse ehlü ıyalini başkasına muhtaç etmeyecek kadar
çalışıp kazanması farzdır. Bu, çalışıp kazanmanın asgari/olmazsa olmaz
sınırıdır. Bundan fazlası ise mübahtır. Dileyen, dinî
mükellefiyetlerini aksatmamak ve helal yoldan sapmamak üzere daha fazla
kazanmak için daha fazla çalışabilir. (İmam Muhammed b. el-Hasen,
Kitâbu’l-Kesb, 81 vd., 96 vd.)
Çalışıp kazanma, mal mülk, servet edinme
ve kazancı üzerinde tasarrufta bulunma konusunda Yüce Dinimiz müminlere
herhangi bir sınırlama getirmemiştir. Yeter ki mal helal yollardan
kazanılsın, kimsenin hakkına hukukuna tecavüz edilmesin ve malî
mükellefiyetler hakkıyla yerine getirilsin. Dinimize göre kişi, el
emeği göz nuru, meslek ve sanat, ticaret, ganimet, hibe, miras vb.
meşru yollarla mal mülk sahibi olabilir ve -yine meşru sınırlar içinde
kalmak kaydıyla- mülkü üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.
Bu durumdaki kimseye, normal şartlar altında herhangi bir ilave
sorumluluk yüklenemez. Kazanırken ve harcarken kimseye zulüm ve
haksızlık etmeyen, bakmakla yükümlü olduğu kimselere karşı
mükellefiyetlerini yerine getiren, zekât, fitre gibi malî ibadetlerini
hakkıyla eda eden kimse, “teşri” noktasında yükümlülüğünü yerine
getirmiş demektir.
Nitekim Yüce Kitabımız’da Efendimiz
s.a.v.’in şahsında bize, “Eli sıkı olma. Büsbütün eli açık (varını
yoğunu harcayan) da olma.” (İsrâ, 29) buyurulmakla meselenin “teşri”
yönü gösterilmiş olmaktadır. Dolayısıyla teşri noktasında cimrilik edip
eli sıkı davranmak da, büsbütün saçıp savurmak da doğru değildir. Bu
ikisi arasında orta yol tutulacaktır.
Sahip
değil vekil
“Tevcih” yönüne gelince, Allah Tealâ
şöyle buyurur: “Allah’a ve Rasulü’ne iman (etmekte sebat) edin. (Sizden
önce gelip geçenlerin ardından Allah’ın) sizi (tasarruf için) vekil
kıldığı maldan O’nun yolunda infak edin. İçinizden iman edip de (o
suretle) infak edenler için büyük bir mükâfat vardır.” (Hadîd, 7)
Bu ayet-i kerime, mal ve servetin
insanlara emanet olarak verildiğini, onu elinde bulunduranların aslında
onun “sahibi” değil, “vekili” olduğunu açık bir şekilde ifade
etmektedir. Dolayısıyla insan, kendisine nasip edilen ve üzerine vekil
kılındığı mal mülkü kendi yetenek ve birikimiyle kazandığı vehmine
düşmemeli, mülkün gerçek sahibini unutarak şeytanın ve nefsin
iğvalarına kapılmamalıdır. Evet, mülk Allah Tealâ’nındır ve akıllı
kişi, vekili kılındığı mülkü O’nun rızasını kazanma yolunda sarf
etmekten geri durmayandır.
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, “Veren
el alan elden hayırlıdır” (Buharî, Müslim) buyurmak suretiyle “isteyen”
konumunda olmayı değil “veren” konumunda olmayı teşvik etmiştir.
Ancak bunu yaparken dengenin muhafaza
edilmesine büyük hassasiyet göstermiş, mal mülkün insanı yoldan
çıkarıcı özelliğine de sıklıkla vurgu yapmıştır.
Bir keresinde Aşere-i Mübeşşere’den Ebu
Ubeyde b. el-Cerrah r.a.’ı Bahreyn’e göndermişti. Ebu Ubeyde r.a.,
külliyetli bir miktar mal ile döndü. Bunu duyan Ensar, sabah namazında
Mescid-i Nebi’de toplandı. Namaz bittikten sonra Rasul-i Ekrem s.a.v.
Efendimiz’in etrafını sararak imalı bir şekilde Ebu Ubeyde r.a.’den
bahsetmeye başladılar. Efendimiz s.a.v. gülümseyerek, “Ebu Ubeyde’nin
bol mal ile geldiğini duyduğunuzu sanıyorum.” buyurdu. Onlar, “Evet!”
diye karşılık verince şöyle buyurdu:
“Size müjdelenen şeyle sevinin ve ondan
fayda bekleyin. Allah’a yemin ederim ki, ben sizin yoksulluğunuzdan
korkmuyorum. Sizin hakkınızda korktuğum husus, sizden evvelkilerin
sahip olduğu gibi geniş servetlere sahip olmanız ve onların birbirini
çekemeyip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk
olmanızdır.” (Buharî, Müslim)
Mülkün
iki tehlikesi
Dünyanın Yüce Kitabımız’da sıklıkla
“aldatıcı” olarak nitelendirilmesinde şüphesiz bizim için büyük bir
uyarı vardır. Kalbinde küçük bir zayıf nokta, iradesinde az bir
gevşeklik bulunan kimsenin dünyaya kapılıp gitmesi hayli kolay ve sık
rastlanan bir durumdur.
Zira dünyaya bağlılık ve düşkünlük
bulaşıcı hastalık gibidir. Hastalığın bağışıklık sistemindeki en küçük
bir gevşemeyi fırsat bilerek insanı ele geçirmesi gibi, dünya ve
dünyalık da irademizdeki en küçük bir zaaftan istifade ile bizi
kendisine zebun eder. Bu, insandan insana bulaşan bir hastalıktır.
Birinin elindeki servet, ev, araba, yazlık kışlık, harcama kapasitesi
ve tüketim seviyesi, çoluk çocuğuna sarf ettikleri, giyim kuşamı… bütün
bunlar iradesi zayıf insanları özendirir, kıskandırır ve “ben de öyle
olmalıyım” düşüncesine sevk eder.
Mülkün iki tehlikesinden biri budur.
Servet sahibi insanlar dayanışma, paylaşma ve infak hassasiyetinden
uzaklaştığı takdirde toplumda zenginlerle fakirler arasında uçurumlar
oluşur ve bu durum toplumu bir arada tutan bağların zayıflayıp
kopmasına kadar gider. Toplumsal patlamaların sebebi budur. Dünyayı bir
asra yakın meşgul eden, milyonlarca insanın şu veya bu şekilde mağdur
olmasına, sürülmesine, acı çekmesine, ölümüne yol açan komünizm belası
böyle zeminlerde gelişip serpilmiştir.
Kur’an’da şöyle buyurulur: “Allah’ın,
(fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine
kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız
zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye
(Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi
de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının.
Şüphesiz Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)
Mülkün diğer tehlikesi ise, eline emanet
olarak verildiği insanlar üzerinde “saptırıcı” bir etki yapmasıdır.
Zengin kişi çok kuvvetli bir iradeye ve engin bir gönüle sahip değil
ise, kendisini malının yegâne hükmedeni sanacak, “küçük dağları ben
yarattım” edasıyla diğer insanları hakir görecek ve böylece kendi
kazancıyla helaka sürüklenecektir. Zenginliğin gurur ve büyüklenmeye
sürüklemediği insan gerçekten ne kadar azdır! Oysa Efendimiz s.a.v.,
kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini
haber vermiştir! (Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî)
Servet
bir emanet
Küçük çaplı bireysel girişimlerin pek
bir işe yaramadığı, liberal ekonomik düzenin kaçınılmaz gereği olan
acımasız rekabeti sürdürebilmek için şirketlerin birleşip holdingleri,
tröstleri oluşturduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hep kazanmak, hep en önde
olmak, daha çok üretmek ve kazanmak dürtüsüyle adeta canavarlaşmış
uluslar üstü sermaye birikimlerinin ortaya çıktığı bu dünyada infakın,
dayanışmanın, paylaşmanın, fakiri düşünerek hareket etmenin ve
hepsinden önemlisi de serveti bir “emanet” olarak görecek ruh ve şuur
durumunu muhafaza etmenin imkanı var mıdır?
İslâm hem bireyi hem de toplumu bu iki
tehlikeye karşı muhafaza altına almanın yollarını göstermekte, ifrata
ve tefrite meyletmeden, insan fıtratının özelliklerini de dikkate
alarak orta yolu göstermektedir.
Senin
Her Varlığın Hakir
Hz. İbrahim a.s.’a inen sahifelerde
şöyle buyurulduğu nakledilmiştir:
“Ey dünya! Senin yapmacık süslerin
iyiler (ebrar) katında hiçbir kıymet ifade etmez. Zira ben onların
gönüllerine sana husumeti ve senden yüz çevirmeyi yerleştirdim. Senden
daha düşük bir şey yaratmadım. Senin her varlığın hakirdir ve yok
olmaya mahkumdur.
Seni daha ilk yarattığım zaman kimse
için devamlı olmamanı ve kimsenin sende daimî kalıcı olmamasını takdir
ettim.
İçlerinden bana iman eden, beni tasdik
eden ve istikamet üzere bulunan salihlere müjdeler olsun. Onlara tekrar
tekrar müjdeler olsun ki, mezarlarından kalkıp bölük bölük bana
gelecekleri zaman onların mükâfatları, önlerinde parlayan nurları ve
kendilerini kuşatan meleklerle beraber benden umdukları rahmete
ulaşmalarıdır.” (İbn Ebi’d-Dünyâ, Zemmu’d-Dünyâ, 63.)
Hz. İsa a.s. Böyle Buyurdu
Hz. İsa a.s.’ın şöyle buyurduğu rivayet
edilir:
“Dünyayı kendinize efendi (rab)
edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle (kul) edinmesin. Servetinizi
zayi etmeyecek birinin korumasına verin. Zira dünya hazinelerine sahip
olanların çeşitli afet ve felaketlerle karşılaşmalarından korkulur. Ama
Allah’ın hazinelerine sahip olanlar için böyle bir korku yoktur.”
Yine şöyle demiştir:
“Ey havarilerim! Sizin için dünyayı ben
yüz üstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın!
Dünyanın kirli olduğunun bir delili, onda Allah’a isyan edilmesi, diğer
delili de ahiretin ancak onu terk etmekle elde edileceğidir. Dünyadan
geçin, onu imarla uğraşmayın. İyi bilin ki, bütün kötülüklerin başı
dünya sevgisidir. Kısa süreli bir arzu, sahibine uzun süren bir hüzün
ve pişmanlık vereceğini unutmayın!” (İmam Gazalî, İhyâ, 3/198)
Zenginlik Allah’ın Fazlu Keremindendir
Muhacirlerin fakirleri bir gün Efendimiz
s.a.v.’e gelerek,
– Ey Allah’ın Rasulü! Varlık sahipleri
yüksek dereceleri ve daimî nimetleri alıp gittiler, diye
şikayetlendiler. Efendimiz s.a.v.,
– Neymiş o, diye sordu.
– Onlar da bizim kıldığımız gibi namaz
kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. (Ama onlar bizden fazla
olarak) sadaka (zekât) veriyor, biz veremiyoruz; onlar köle azad
ediyor, biz edemiyoruz. (Bazı rivayetlerde burada, “Onlar hacca
gidiyor, umre yapıyor, biz yapamıyoruz” ifadesi de vardır.)
Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:
– Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla
sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geride bırakırsınız. Hem
hiç kimse sizin bu yapacağınızı yapmadıkça sizden daha faziletli
olamaz.
Muhacirler:
– Buyurun ey Allah’ın Rasulü (öğretin),
dediler. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:
– Her namazdan sonra otuz üç kere
“Sübhânallah”, otuz üç kere “Elhamdülillâh”, otuz üç kere de “Allahu
Ekber” dersiniz,” buyurdu.
Fakir muhacirler sevinerek Efendimiz
s.a.v.’in yanından ayrıldılar. Ancak bir süre sonra tekrar gelerek
şöyle dediler:
– Mal mülk sahibi kardeşlerimiz bizim
(sizden öğrenerek) yaptığımız ameli öğrenmişler. Onlar da böyle
yapıyorlar (dolayısıyla biz yine geride kaldık).
Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. şöyle
buyurdu:
– Bu, Allah’ın fazlu keremidir;
dilediğine verir.” (Buharî, Müslim)
Ebubekir Sifil
Semerkand, Haziran 2010
|