Kader
Kader,
Yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak
bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezeli ilmiyle
bilip sınırlaması ve takdir etmesi, demektir. Allah'ın ilim ve irade
sıfatlarıyla
ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları
belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilahi kanunu ifade eder.
Kaza
Cenab-ı
Hakk'ın ezelde irade ettiği ve takdir
buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini ezeli ilim, irade ve
takdirine
uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kaza Allah'ın tekvin
sıfatı
ile ilgili bir kavramdır.
Kaza
ve Kadere İman
Kaza ve kadere
inanmak
demek, hayır ve şer iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı
ve faydasız her ne varsa hepsinin Allah'ın bilmesi, dilemesi, kudreti,
takdiri ve yaratması ile olduğuna, Allah'tan başka yaratıcı
bulunmadığına
inanmak demektir. Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey,
Allah'ın
ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur.
Her
şeyin bir kaderi
var
Yüce
Allah, insanları
hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini
ezeli yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu
bilgisine
göre diler, yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı
gelince
kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah'ın ilmi kulun
seçimine
bağlı olup, Allah'ın ezeli manada bir şeyi bilmesinin, kulun
irade
ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkis yoktur. Aslında insanlar,
Allah'ın
kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik
hayatta
bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle
davranmaktadırlar. Yüce Allah bildiği için belli şeyleri
yapmıyoruz. Bizim
bu işleri
yapacağımız,
O'nun tarafından ezeli ve ebedi ve mutlak anlamında
bilinmektedir.
Allah, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak
yaratmış,
onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca Allah Teala
kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilahi
kanun
da belirlemiştir.
Kader
- İlahi Sır
Kader
konusunda bilinmesi
gereken bir başka husus da şudur: Kader iç yüzünü ancak Allah'ın
bilebileceği,
mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan bir ilahi
sırdır. Zaman ve mekan kavramlarıyla yoğrulmuş bulunan insan aklı,
zaman
ve mekan boyutlarının söz konusu olmadığı bir ilahi ilmi, irade ve
kudreti
kavrayabilme güç ve yeteneğinde değildir. Kader konusunu kesin biçimde
çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkansıza talip
olması
demektir.
Kaderi
bahane etmek
Kaza
ve kadere inanmak
iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane edere kendilerini
sorumluluktan
kurtaramazlar. Bir insan"Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu
şekilde
takdir etmiş, ben ne yapayım?" diyerek günah işleyemeyeceği gibi,
günah
işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret
olarak
ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için
bu
seçime uygun olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan
kaderin içyüzü Allah 'tan başkası tarafından bilinemez. O halde
kader
ve kazaya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması
ya
da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak
ve tedbirleri almamak, İslam'ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her
şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine
getirirse
Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir İlahi kanundur
ve
kaderdir.
Kaynak:
İlmihal, İman ve İbadetler, TDV İslam
Araştırmalar Merkezi
Kur'an-Kerim
de ve Hadislerde Kader
Kadere iman farzdır. Bu husus Kur'an-ı kerim ve hadis-i
şerifler ile
bildirilmiştir. Allahü teâlâ, ezeli ilmiyle, insanların ve diğer
mahlûkatın, ne zaman doğacağını, ne zaman öleceğini ve ne yapacaklarını
bilir. İlahın her şeyi bilmesi, her şeye gücü yetmesi gerekir.
Bilmeyen, gücü yetmeyen, muhtaç olan, ölebilen ilah olamaz. Allahü
teâlâ, herkesin ne yapacağını bilir. Kur'an-ı kerimde mealen, (Allah,
onların işlediklerini ve
işleyeceklerini bilir)
buyuruluyor. (Bekara 255)
İnsanların başına
gelecek olaylar, doğacakları, ölecekleri ve ne iş yapacakları gibi
bütün bilgiler, levh-i mahfuz denilen bir kitaptadır. Bu kitaptaki
bilgilere kader deniyor. Kader hakkında birçok âyet-i kerime vardır.
Birkaçının meali şöyledir
(Yeryüzünde
vuku bulan ve başınıza gelen
bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta [levh-i
mahfuzda yazılmış] olmasın. Elbette bu, Allah’a kolaydır.)
[Hadid 22]
(Ölümü Allah’ın iznine
bağlı olmayan hiç kimse yoktur.)
[Al-i İmran145]
(Ölüm zamanını takdir eden
ancak Allah’tır.)
[Enam 2]
(Yaptıkları küçük büyük her şey, satır satır kitaplarda yazılmıştır.)
[Kamer 52, 53]
(Her ümmetin bir eceli vardır, gelince ne bir an geri kalır, ne de bir
an ileri gider.)
[Araf 34]
(Biz, her şeyi kader ile [bir
ölçüye göre] yarattık.)
[Kamer 49]
(Allah her canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir.
Hepsi açık bir kitapta [levh-i
mahfuzda] dır.)
[Hud 6]
(Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, Ondan gizli kalmaz. Bundan
daha küçük ve daha büyüğü de, apaçık kitaptadır.)
[Sebe 3]
(Bir canlıya verilen ömür ve ömrünün azaltılması da mutlaka bir
kitaptadır.)
[Fatır 11]
Peygamber efendimiz, bu
âyet-i kerimeleri açıklamıştır. Kadere inanmak, imanın altı şartından
biridir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(İman; Allah’a,
meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Cennete,
Cehenneme, hesaba, mizana], kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan
olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka
ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet
etmektir.)
[Buhari, Müslim, Nesai]
(Kadere inanmak, iman
esaslarındandır.)
[Ebu Davud, Tirmizi]
(Kadere inanmayan imanın
gerçeğine erişmez.)
[Nesai]
(Kaderi inkâr edenin
İslam’dan nasibi yoktur.)
[Buhari]
(Kadere iman etmek,
tevhidin nizamıdır.)
[Deylemi]
(Ahir zamanda şerli
kimseler kader hakkında konuşur.)
[Hâkim]
(Ahir zamanda kaderi inkâr
edenler çıkacaktır)
[Tirmizi]
(Ahir zamanda, şu üç
şeyden korkuyorum: Müneccimlere [falcılara] inanmak, kaderi inkâr ve
idarecilerin
zulmü.)
[Taberani, İbni Asakir, Hatib, İbni Ebi Âsım]
(Kaderi inkâr etmeyin.
Hıristiyanlar kaderi inkâr eder.)
[Cami-us-sagir]
(Ümmetim kaderi inkâr
etmedikçe, dinde sabittir. Kaderi yalanlayınca helak olurlar.)
[Taberani]
(Ahirette kaderi tekzib
edene rahmet nazarı ile bakılmaz.)
[İ. Adiy]
(Şu üç şeyden korkuyorum:
1- Âlimin sürçmesi,
2- Münafıkların (Kur'an böyle diyor) diyerek tartışmaya girişmesi,
3- Kaderin inkâr
edilmesi.)
[Taberani]
(Kaderden bahsedilince
dilinizi tutunuz!)
[Taberani]
(Kaderi inkâr edene, bütün
peygamberler lanet eder.)
[Taberani]
(Kadere, hayra ve şerre
iman etmedikçe, başa gelenin asla şaşmayacağına, başa gelmemesi
mukadder olanın da asla gelmeyeceğine inanmadıkça, hiç kimse iman etmiş
sayılmaz.)
[Tirmizi]
(Bütün Peygamberler
şunlara lanet etmiştir:
1) Allah’ın kitabında
olmayan şeyi ona ekleyen [Kur’anda
böyle yazıyor diye yalan söyleyen, Kur’anı kendi görüşüne göre tevil
eden],
2) Allah’ın kaderini inkâr
eden,
3) Allah’ın zelil ettiğini
aziz, aziz ettiğini de zelil eden zalim idareci.)
[Taberani]
Kaderi yaratan Allahü
teâlâdır. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Birkaç hadis-i şerif meali
şöyledir:
(Allahü teâlâ buyurur:
“Ben âlemlerin rabbiyim, hayrı da, şerri de ancak ben tayin ederim.
Hakkında şer yazdığıma yazıklar olsun, hakkında hayır yazdığıma ise ne
mutlu.)
[İ.Neccar] (Allahü teâlâ, kullarının iyilik mi kötülük işleyeceklerini,
Cehennemlik mi, Cennetlik mi olduklarını elbette bilir, bildiğini
yazıyor. Yoksa yazdığı için kul öyle yapmak zorunda kalmıyor. Cebriye
zorla Allah yaptırır der, Mutezile ise Allah’ın kaderini inkâr eder.)
(Bütün işler Allahü
teâlâdandır; hayır olanı da şer olanı da.)
[Taberani]
(Kaderiyenin İslam’dan
nasibi yoktur. Bunlar, Şer takdir edilmedi derler.)
[Beyheki] (Kaderiye, Mutezile demektir.)
(Allahü
teâlâ buyurdu ki: Bana iman edip de kadere, hayır ve şerrin benim
takdirimle olduğuna iman etmeyen, benden başka Rab arasın.)
[Şirazi]
(Ümmetimin helaki üç
şeydedir: Irkçılık, kaderi inkâr ve nakle itibar etmemek)
[Taberani]
(Allahü teâlâ, ilk önce
Kalemi yaratıp, “Kaderi, olanı ve sonsuza kadar olacak olanı yaz”
buyurdu.)
[Tirmizi, Ebu Davud]
(Her şey ezelde yazıldı.
Kalem kurudu.)
[Tirmizi] (Yani
kader, takdir son buldu ve kaleme yazacak bir şey kalmadı.)
(Ya
Resulallah,
yaptığımız ve yapacağımız işler önceden takdir edilip yazıldığına göre,
iş yapmanın ne önemi var) diye soranlara, (Herkes, kendi işine
hazırlanır) ve (Herkes önceden takdir edilmiş olan
işlere hazırlanır) buyurdu.
(Müslim,
Tirmizi)
Kazâ
ve Kaderin İnce Bilgileri
Allahü
teâlânın ismine sığınarak, mektûbumu yazmağa başlıyorum. Kazâ
ve kaderin ince bilgilerini, kullarından seçilmiş olanlara bildiren ve
doğru yoldan sapmamaları için, câhillerden saklıyan, Allahü teâlâya
hamd
ederim! Kazâ ve kaderin esrârını, din câhilleri anlıyamayıp, doğru
yoldan
kayar. İnsanları işlerinde mecbûr, esîr veyâ hâkim, yaratıcı sanmak
tehlükesine
düşerler. Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en üstünü ile, kullarına doğru
yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen câhillerin ve âsîlerin
özr,
behâne etmelerine meydan bırakmadı. O büyük Peygambere ve Akrabâsına ve
Eshâbının hepsine, bizden iyi düâlar ve selâmlar olsun (sallallahü
teâlâ
aleyhi ve alâ Âlihi ve Eshâbih)! Onun Eshâbının herbiri, Allahü teâlâya
itâat edenlerin ve kadere inanıp, kazâya râzı olanların en iyisidir.
Kazâ
ve
kader bilgisini, çok kimseler anlıyamamış, doğru yoldan ayrılmışdır.
Bu bilgi üzerinde akl yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmışdır.
Bunlardan
bir kısmı, insanların istiyerek yapdığı işlerinin cebr, zor ile
olduğunu
sanmış, çokları da, insanların her işi yaratarak yapdığını, istiyerek
yapılan
işlere, Allahü teâlânın karışmadığını söylemişdir. Üçüncü anlayış şekli
de, doğru yolda gidenlerin, islâmiyyeti iyi anlıyanların sözüdür ki,
bunlar,
(Fırka-i nâciyye) ismi ile müjdelenmiş olan Ehl-i sünnet
vel-cemâ'at'dir. Allahü teâlâ, o yüksek âlimlerden ve onların
yolunda gidenlerden râzı olsun! Bunlar, birinci ve ikinci kısmda
olanlar
gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir.
Ehl-i
sünnetin reîsi olan imâm-ı a'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh),
imâm-ı Ca'fer-i Sâdıkdan (radıyallahü anh) sordu:
- Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzûsuna bırakmış
mıdır?
- Allahü teâlâ, rübûbiyyetini, âciz kullarına bırakmaz, buyurdu.
- Kullarına, işleri zor ile mi yapdırıyor?
- Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günâh işletip, sonra
Cehenneme
sokmak, Onun adâletine yakışmaz, buyurdu.
- O hâlde, insanların, istekli hareketi, kimin arzûsu ile oluyor, kim
yapıyor?
- İşleri insanların arzûsuna bırakmamış ve kimseyi cebr etmemişdir.
İkisi arası olagelmekdedir. Yaratmağı kullarına bırakmadığı gibi, zor
ile
de yapdırmaz.
İşte,
Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki, kulların istekli
hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd etmekde, yaratmakdadır. Onun
kudreti ile var oluyorlar. Fekat, insanın kudreti de karışmakdadır.
İstekli
hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile (Yaratılır) ve bizim
kudretimiz
ile (Kesb edilmiş) olur.
Ehl-i
sünnetden, Ebül-Hasen-i Alî Eşarîye göre, insanların istekli işlerine,
kendi ihtiyârları, hiç karışmaz. Yalnız,
kul bir iş yapmak isteyince, Allahü teâlâ, o işi hemen yaratmakdadır.
Âdet-i
ilâhîsi hep böyledir. İşin yapılmasında kulun kudretinin tesîr i olmaz.
Bu sözü, (Cebriyye) mezhebinin sözüne yakındır. Bunun için, Eşarî
mezhebine
(Cebr-i mütevassıt) denilmekdedir.
Büyük
âlim, Ebû İshâk İsferâînî buyurdu ki, (İnsanların yapdığı, istekli
hareketlerinin meydâna gelmesinde, kendi kudretleri de işe
karışmakdadır.
İş iki kudretin bir araya gelmesi ile yapılıyor. Biri, kulun kudreti,
ikincisi
Allahü teâlânın kudretidir. Ayrı iki kuvvetin tesîr i ile, bir iş
meydâna
gelir) diyor. Eşarîden kâdî Ebû Bekr-i Bâkıllânî buyuruyor ki, (İnsanın
kudreti, işin meydâna gelmesine değil, işin iyi veyâ fenâ olmasına,
yanî
tâat veyâ günâh olmasına tesîr eder. Mâtürîdî mezhebi de
böyledir). Bu
zaîf kulun anladığına göre, insanın kudreti, işin yapılmasına da, iyi
veyâ fenâ olmasına da, birlikde tesîr etmekdedir. Çünki, işin
meydâna
gelmesine tesîr etmeyip, yalnız iyi veyâ fenâ olmasına
tesîr eder demek manâsızdır. Çünki, işin iyi veyâ kötü olması,
işin yapılması ile meydâna
çıkar. Fekat, bunun için de, aynı kuvvetin ayrıca tesîr etmesi
lâzımdır.
İşin yapılması başkadır, iyi veyâ fenâlığının yapılması başkadır. O
hâlde,
işin iyi veyâ fenâ olması için de, kuvvetin ayrıca tesîr i lâzımdır
demek,
yanlış olmaz. Ebül-Hasen-i Eşarî, böyle demiyor. Hâlbuki, insanların
kudretini
Allahü teâlâ yaratdığı gibi, bu kudretin tesîr etmesini de Allahü
teâlâ
yaratmakdadır. Bunun için, kulun kudretinin tesîr etdiğini
söylemek, hakîkate
dahâ yakın olur. Eşarî mezhebi, Allahü teâlânın, kullarını cebr
etdiğini
bildirmiş oluyor. Çünki, kulda ihtiyârın yanî beğendiğini yapmak
bulunmadığını
ve kulun işinde, kendi kuvvetinin hiç tesîr i olmadığını bildiriyor. Bu
mezhebi, cebriyyeden ayıran şey, cebriyye mezhebinde, bir insan, bir
işi
yapdı demek, mecâzdır. Yanî, o istekli işi, yalnız Allahü teâlâ
yapmışdır.
O insanın eli ile yapmışdır. İnsanda kudret yokdur derler. Eşarî ise,
işi yapan, hakîkatde insandır. Ancak, insanın isteği ile değil, Allahü
teâlânın istemesi ile yapmışdır. İnsanda ihtiyâr yokdur diyor. Ehl-i
sünnetden, Eşarîden başkaları, kulun kudreti, yapdığı istekli işde
tesîr eder diyor. Eşarî ise, kudreti ancak, işin yaratılmasına
sebeb olup, yaratılmasında tesîr i olmaz diyor ki, her ikisine göre de,
işi insan yapdı demek doğru
olur. Ehl-i sünnet, Cebriyyeden, böylece ayrılmış olur. Cebriyye
mezhebinin,
insanın, istekli işlerini hakîkaten yapdığını kabûl etmemesi, işi insan
yapdı demek mecâzdır demesi küfrdür, Kur'ân-ı kerîmi inkâr etmekdir.
(Temhîd)
kitâbının sâhibi iyor ki, Cebriyye mezhebinde, (İşi insanın yapması
mecâzdır,
görünüşdür, insanda kudret yokdur. Kullar, rüzgarla sallanan yaprak
gibidir.
İnsanların her hareketi, ağacın hareketi gibi mecbûrîdir) diyenler
kâfir
olur. Yine diyor ki, Cebriyyenin, (Kulların iyi, kötü, bütün işleri,
hakîkatde
onların değildir. İhtiyârî hareketleri de yapan, yalnız Allahdır)
sözleri
de küfrdür.
Süâl:
İmâm-ı Eşarî insanın işinde, kudretinin tesîri yokdur, hakîkatde
insanın ihtiyârı da yokdur dediği hâlde, işi
yapan hakîkatde kuldur demesi, doğru mudur?
Cevâb: İnsan kudretinin,
işinde tesîr i yok ise de,
Allahü
teâlâ,
işi yaratması için, onun kudretini sebeb kılmışdır. Allahü teâlânın
âdeti
şöyledir ki, insan kudretini ve ihtiyârını bir iş için kullanınca,
Allahü
teâlâ, o işi yaratıyor. İnsanın kudreti, böylece, işin yapılmasına
sebeb
oluyor. İşlerin yapılmasına tesîr etmiş oluyor. Çünki, kulun
kudreti olmadıkça,
âdet-i ilâhî o işi yaratmamakdadır. Bu âdete göre, işi yapan, insandır
demek, hakîkatde doğru oluyor. Eşarî mezhebini doğru yola uydurmak,
ancak
böyle olur. Başka dürlü anlatanları şübheli dinlemelidir.
Ehl-i
sünnet âlimleri kadere inanmış, kaderin
hayrlısı, şerlisi, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü
teâlâdandır
demişdir. Çünki (Kader), var etmek, yaratmak demekdir ve herşeyi yapan,
yaratan, ancak Allahü teâlâdır. (Mutezile), yanî kaderiyye fırkası kazâ
ve kadere inanmadı. İşlerin, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olduğunu
zan
etdi. Şerler, kötülükler, Allahü teâlânın kazâsı ile olsaydı, bunlar
için
azâb yapmazdı. Bunlara azâb yapması zulm olur dedi. Böyle sözleri
söylemek
zulmdür. Câhilce sözdür. Çünki, kazâ ve kadere inanmakla, kulun
ihtiyârı
ve kudreti gitmez. (Kazâ) demek, bir insanın bir işi kendi ihtiyârı ile
yapıp yapmayacağını, Allahü teâlânın, önceden bilmesi demekdir ki,
insanda
ihtiyârın bulunduğunu göstermekdedir. Kazâya inanmak irâdenin,
ihtiyârın
yok olmasına sebeb olsaydı, Allahü teâlâ da, yaratmağa mecbûr veyâ
memnû
olurdu. Çünki, ezelde, her şeyin var olacağını bildi ise, onu yaratmağa
mecbûr olurdu. Yokluğunu bildi ise, yaratması memnû olurdu. Kazâya
inanmak,
kulda ihtiyârın bulunmasına inanmağa mâni olsaydı, Allahü teâlâda irâde
ve ihtiyârın bulunmasına inanmağa da mâni olurdu. Allahü teâlânın
yaratacağı
şeyleri ezelde bilmesi, irâde sıfatını yok etmediği gibi, kullarının
yapacağı
şeyleri de ezelde bilmesi, kulların irâde ve ihtiyâr sâhibi olmalarına
mâni değildir. Evet, insanların kudreti azdır. İşi yalnız insan kudreti
yapar demek, pek aklsızlık olur ve düşüncesizliğin son derecesidir.
Mutezilenin,
burada da, doğru yoldan ayrılmış olduğunu, Mâverâünnehr âlimleri
bildirmiş,
bunların sözü, mecûsîlerin sözünden dahâ fenâdır demişlerdir.
Çünki
mecûsîler, Allahü teâlânın bir şerîki, ortağı var sanmışdır. Mutezile
ise, sayısız ortak var demekdedir.
(Cebriyye
mezhebi), insan aslâ bir iş yapmaz, cânsızlar gibi hareket
eder. İnsanın kudreti, kasdı, ihtiyârı yokdur diyor. İnsanlar iyi iş
yapınca
sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günâh
işliyenler
mazûrdur, mesûl olmazlar. Çünki, insanın her işini, yalnız Allah
yapıyor.
İnsan istese de, istemese de, Allah günâh yaratıyor. İnsan günâh
yapmağa
mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfrdür. Bunlara (Mürcie) de denir ki,
melûndurlar.
Günâh, insana zarar vermez. Âsî, fâsık, azâb görmiyecekdir dediler.
Peygamberimiz (s.a.v) buyurdu ki, (Mürcie mezhebinde olanlara yetmiş
Peygamber, lanet etmişdir). Mezhebleri temâmen yanlışdır, bozukdur.
Çünki,
ihtiyârî, istekli hareketimiz ile, titreme, refleks hareketlerinin
başka
olduğu meydândadır. Elimizle birşey tutmamız, elbette ihtiyârımız
iledir.
Göz seğirmesi, kalbin çalışması ise, böyle değildir. Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîfler, bu mezhebin bozuk olduğunu bildirmekdedir. Nitekim,
Secde
ve Ahkaf ve Vâkı'a sûrelerinde, (Yapdıklarının cezâsıdır) ve Kehf
sûresinde,
(İstiyen îmân etsin, istiyen inanmasın!) meâl-i şerîfleri ile
buyurmakdadır.
İnsanların
çoğu, tenbel olduğundan ve niyyetleri kötü olduğundan özr,
behâne arıyor. Süâlden, azâbdan kurtulmak için, Eşarî, hattâ Cebriyye
mezhebine yanaşıyor. Bunlar, bazan, (İnsanın hakîkatde ihtiyârı yokdur.
İşi insanın yapması mecâzdır, görünüşdedir) diyor. Bazan da, (İnsanın
ihtiyârı azdır. Herşeyi yapan, Allahü teâlâdır) diyor. Bu söz, Cebriyye
mezhebine kayıyor. Bunlar, bazı tesavvuf büyüklerinin sözlerini öne
sürüyor.
Meselâ, (İşleri yapan birdir. Hiçbirşey yokdur, yalnız O vardır.
İnsanın
işinde, kudretinin tesîr i yokdur. İnsanın hareketi, ağacın sallanması
gibidir. İnsanın varlığı da, işleri de, çöldeki serâb gibidir, bir
görünüşden
başka birşey değildir) gibi sözler, bu gevşek, tenbellerin kötü
söylemelerini
ve işlemelerini destekliyor. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ
bilir.
Bildiğimiz kadar, bunlara şöyle cevâb veririz ki: Eşarînin dediği gibi,
eğer ihtiyâr, hakîkaten bulunmasaydı, Allahü teâlâ, kulların zulm
etdiğini
bildirmezdi. İnsanın yapdığı işde kendi kudreti tesîr etmeyip,
kudreti,
yalnız işin yaratılmasına sebeb olsaydı, insanların kötü işlerine zulm
denmezdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde,
insanların
zulm işlediğini bildiriyor. İnsanın gücü, işin yaratılmasına
tesîr etmeyip,
yalnız sebeb olsaydı zulm buyurmazdı. Evet, Allahü teâlâdan gelen
elemlerde,
azâblarda, insanın ihtiyârı karışmıyor. Fekat, bu zulm olmaz. Çünki,
Allahü
teâlâ, kaydsız, şartsız mâlikimiz, sâhibimizdir. Mülk yalnız Onundur.
Mülkünü,
istediği gibi kullanır, hiç zulm olmaz. Fekat insanların zulm
etdiklerini
bildirmesi, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermekdedir. Burada zulmün
mecâz olması düşünülemez. Hakîkatler, zarûret olmadıkca mecâz yapılmaz.
İnsanların
irâdeleri, ihtiyârları zaîfdir, azdır sözüne gelince, eğer
Allahü teâlânın ihtiyârı yanında azdır denirse veyâ insanların ihtiyârı
yalnız olarak işleri meydâna getiremez demek istenirse, doğru olur.
Fekat,
eğer ihtiyârları, işlerin yapılmasına tesîr etmez denirse, doğru
olmadığını
yukarıda bildirdik.
Allahü
teâlâ, kullarına yapabilecekleri şeyleri emr etmişdir. İnsanları
zaîf yaratdığı için, her emrinde kolaylık göstermişdir. Nisâ sûresi
yirmiyedinci
âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, size hafîf, kolay emr etmek istedi.
Çünki,
insan zaîf yaratılmışdır) buyuruldu. Allahü teâlâ, (Hakîm)dir.
Kullarına
yapamıyacakları şeyi emr etmek hikmetine, refetine yakışmaz. Kullarına,
kaldırılamıyacak, büyük kayayı kaldırmağı emr etmeyip, herkesin çok
kolay
yapacağı kıyâm, rükü, secde, ufak bir âyet okumak ile meydâna gelen
nemâzı
emr etmişdir. Nemâz kılmak, herkes için çok kolaydır. Ramezân-ı şerîf
orucu
da, pek kolaydır. Zekâtı da, çok hafîf emr etmiş, malın hepsini değil,
kırkda birini verin demişdir. Hepsini veyâ yarısını vermeği emr
etseydi,
kullarına güç olurdu. Merhameti, pek fazla olduğundan, emri tâm
yapılamaz
ise, dahâ da hafîfletmişdir. Meselâ, abdest alamıyanlara, teyemmüm
etmeğe,
nemâzda ayak üzere duramıyanlara, oturarak kılmağa, oturamıyanlara da,
yatarak kılmağa, rükü ve secde yapamıyanlara, îmâ ile kılmağa, bunlar
gibi, dahâ nice kolaylıklara izn vermişdir. İslâmiyyetin emrlerine
dikkatle
ve insâfla bakan, bu kolaylıkları görür. Allahü teâlânın, kullarına ne
kadar çok merhametli olduğunu, pek iyi anlar. Emrlerin pek kolay
olmasının
bir şâhidi de, çok kimselerin, emr olunan ibâdetlerin, dahâ artmasını
istemesidir.
Nemâzın, orucun artmasını istiyen, çok görülmüşdür. Evet, ibâdet yapmak
güç gelen kimseler de, yok değildir. Böyle kimseler, normal insan
değildir.
Böyle bozuk kimselere, ibâdetlerin zor gelmesine sebeb, nefslerinin
karanlığı
ve şehvânî arzûlarının kötülüğüdür. Bu karanlık ve kötülükler, nefs-i
emmâreden
hâsıl olmakdadır. Nefs-i emmâre, Allahü teâlânın düşmanıdır. Şûrâ
sûresi
onüçüncü âyetinde meâlen, (Îmân ve ibâdet etmek, müşriklere güc gelir)
ve Bekara sûresi, kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Nemâz kılmak, yalnız
müminlere,
Allahü teâlâdan korkanlara kolay gelir) buyuruldu.
Bedenin
hastalığı, ibâdetlerin yapılmasını güçleşdirdiği gibi, (Bâtın)ın
hasta olması da güçleşdirir. Allahü teâlâ, islâmiyyeti, nefs-i
emmâreyi,
arzûlarından, âdetlerinden vaz geçirmek için gönderdi. Nefsin istekleri
ve islâmiyyetin istekleri birbirinin zıddıdır, aksidir. O hâlde,
ibâdetleri
yapmakda güclük çekmek, nefsin kötülüğünü gösteren bir alâmetdir.
Nefsin
arzûlarının kuvveti, bu güçlüğün çokluğu ile ölçülür. Nefsin istekleri
kalmayınca, güçlük de kalmaz.
Sôfiyye-i
aliyyeden bazısının, insanda ihtiyârın bulunmadığını veyâ
kuvvetsiz olduğunu gösteren birkaç sözünü yukarıda yazmışdık. Tesavvuf
büyüklerinin, islâmiyyete uymıyan sözlerine, hiç kıymet verilmez. Nerde
kaldı ki, huccet ve sened olarak kullanılsın. Yanî, bir iddiâyı,
düşünceyi
isbât için böyle sözleri şâhid getirmek, hiç doğru olmaz. Şâhid, sened
olacak, uyulabilecek, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir.
Sôfiyye-i
aliyyenin sözlerinden, âlimlerin sözüne uygun olanlar, kabûl edilir.
Uymıyanları,
kabûl edilmez. Burada da yine bildirelim ki, Sôfiyye-i aliyyeden,
hâlleri,
keşfleri doğru olanlar, islâmiyyete uymıyan hiçbirşey söylememiş ve
yapmamışdır.
Keşflerinden, hâllerinden, islâmiyyete uymıyanların, yanlış olduğunu
anlarlar.
İslâmiyyete muhâlif olan sözlere ve hareketlere doğru diye sarılmak,
zındıklık,
ilhâd yanî dinsizlik alâmetidir.
Şunu
da
ilâve edelim ki, Sôfiyye-i aliyyenin islâmiyyete uymıyan bazı
sözleri, hâlin kapladığı zemânda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir
ki, o zemân, akl ve şüûrları örtülü olduğundan, özrlü sayılırlar ve
keşfleri
yanlış olmuşdur. Başkalarının, böyle keşflere, sözlere uyması câiz
değildir.
Böyle sözlere, islâmiyyete uyacak şeklde manâ vermek, kelimelerden
anlaşılan manâyı bırakıp, meşhûr olmıyan manâlarını vererek,
islâmiyyete uydurmak
lâzımdır. Çünki âşıkların, muhabbet serhoşlarının sözleri, çeşidli
manâlara
gelir. Bu manâlar arasından, doğru ve onların büyüklüğüne yakışan
manâyı
bulup, öyle kabûl etmek lâzımdır.
İmam-ı
Rabbani
Hazretlerinin Mektubat'ından Mevlânâ Bedreddîne
Arabî'ye yazılan289. Mektub
|