Bizden.... Bizden Değil...

Bu devirde bir kısım Müslümanların (hepsini kastetmiyorum) yanlışlıklarından biri de, “Bizden” kelimesini yerinde kullanmamalarıdır. Kendi cemaatlerine, tarikatlarına, fırka veya hiziplerine mensup olan Müslüman için “Bizden” diyorlar, mensup olmayan Müslüman “Bizden değildir”.

Ne kadar tehlikeli ve yanlış bir düşünce... Bütün Müslümanlar bizdendir. Müslümanları bizden ve bizden olmayan diye ikiye ayırmak son derece veballidir.

Ben Hanefî mezhebine mensubum, Şafiî mezhebine mensup Müslümanı dışlayabilir miyim, onu farklı ve başka bir Müslüman olarak görebilir miyim? Böyle bir dışlama, “başkalama” sapıklık olmaz mı?

Diyelim ki, ben Nakşîyim, öteki Kadirî. Bu iki tarikat da (ve ötekileri) tarikat-ı Muhammedîye değil midir? Nakşî mi üstündür, Kadirî mi? Bu sorunun cevabını Allah kelamı Kur’ân-ı Kerim veriyor: “Allah katında en üstününüz en takvalı olanınızdır”. Nakşî daha takvalıysa o üstündür, Kadirî daha takvalıysa o üstündür...

Zamanımızda bir kısım cemaatçiler bizdendir, bizden değildir konusunda çok fanatikçe hareket ediyor, çok ileri gidiyor, din sınırlarını aşıyor.

İslâmî kesimde kimin ehliyeti, liyakati, uzmanlığı, tecrübesi, birikimi, uygun ve yeterliyse ona ifa edebileceği hizmetler ve vazifeler verilmelidir. Ama fanatikler buna yanaşmıyorlar. Adam ehliyetli, liyakatli, başarılı, uzman bir kişi, lâkin çok büyük bir eksiği ve kusuru var: Bizden değil!.. Rezalet...

Cemaatçiler hizmet vermek için o adamın ruhunu satmasını istiyorlar. Buna ne hakları var?

Bir gazetecinin, bir eğitimcinin, bir işletmecinin, bir öğretmenin iş bulabilmesi, hizmet edebilmesi için ille de Efendi Hazretlerine intisap etmesi mi gerekir? Bir tarikata, bir Efendiye intisap nasip meselesidir. Nasibi varsa intisap eder, nasibi yoksa etmez. Bir Müslümanın Allah ile ezelde yapmış olduğu ahd ve misaka sadık olması, Peygambere biat etmiş bulunması; İslâm’a, Kur’ân’a, Şeriata, Sünnete yapışmış olması yetmez mi? 

Bunlar bazı fanatik cemaatçilere yetmiyor. İlle de Hazret-i Muhtereme bağlanacak.

İslâmî kesimde gerçekten çok değerli eğitimciler, gazeteciler, araştırıcılar, yazarlar, sanatkârlar, uzmanlar mevcuttur. Bunların çoğu ilgisiz, işsiz, vazifesiz bırakılmışlardır. Nicesi birer kûşe-i inzivada pinekleyip oturuyor, ne büyük bir israf. Bu gibi kimselere çalışma imkânı verilse çok iyi hizmetler edebilirler. Fanatik ve dargörüşlü cemaatçiler, kendilerinden olan nâ-ehillere iş, makam, mevkii, vazife ve hizmet verirler; kendi cemaatlerine mensup olmayan ehil kişilere vermezler. Sonunda hizmetler doğru dürüst yürümez.

Büyük İslâm tarihçisi ve bilgesi İbn Haldun benim fanatizm dediğim şeyi asabiyet kelimesi ile ifade ediyor. Bazı asabiyetler faydalı, olumlu, doğrudur, bazıları da yanlıştır. Fıkıh mezhebi doğrudur, faydalıdır ama bu konuda fanatiklik yapmak, mezhepçilik yapmak yanlıştır. Bir Müslüman Hanefi olabilir ama Hanefici olamaz.

Tarikatlar çok mübarek, çok muazzez, çok ulvî müesseselerdir, tarikatlı olmak iyidir, tarikatçı olmak kötüdür. “Benim tarikatım çok üstün, öteki tarikatlar çok alçak... Benim şeyhim çok büyük, öteki şeyhler çok küçük...” diyenler cahil ve eşek kafalı kimselerdir. Terbiyeli, edepli, efendi bir tarikat mensubu, öteki tarikatların şeyhlerine de hizmet eder.

Dine, Şeriata, Sünnete hizmet etmek için cemaatler olabilir. Birtakım Müslümanlar bu cemaatlere bağlanabilirler, ancak “Cemaatli olmak başka şeydir, cemaatçi olmak başka şey”. Cemaatçilik yanlıştır.

Tekrar ediyorum: Allah bütün müminleri kardeş kılmıştır. Hiçbir müminin diğer müminleri “Bizdendir, bizden değildir” diye sınıflandırmaya, bizden olmayanları hor görmeye, onları dışlamaya hakkı yoktur. Böyle birşey İslâm’ın ruhuna aykırıdır.

Resul-i Kibriya aleyhisselatü vesselam Efendimiz, “Mazlum (zulme uğramış) olan Müslümana da, zalim Müslümana da yardım ediniz” buyurunca Ashab-ı Kiram radiyallahu anhüm ecmain Efendilerimiz sormuşlar:

– Mazlum olana yardımı anladık da, zalime nasıl yardım edeceğiz?

Resulullah Efendimiz şu cevabı vermişler:

– Elini onun eli üzerine koyarsın, yani zulmüne (en uygun ve münasip şekilde) mani olursun.

Bir insanın kalbinde iman varsa onu dışlayamayız, ona bizden değildir diyemeyiz. Ehliyetine, liyakatine, uzmanlığına göre ona hizmet vermekle, iş temin etmekle mükellefiz.

Nice değerli fikir adamları, araştırıcılar, edebiyatçılar, tarihçiler, sanat erbabı İslâmî basında yazı yazamıyor. Bütün kapılar onlara kapalı. Neymiş efendim, bizden değilmişler.

Değerli, ehliyetli, liyakatli bir Müslüman, senin aleyhinde de bulunsa, sen onunla İslâmî uhuvvet (kardeşlik) rabıtasını (bağını) kopartamazsın. Ben kopartırım mı diyorsun, o halde günahkâr olursun, yanlış bir iş yapmış olursun.

Kur’ân bize nasıl öğüt veriyor:

“Kötülüğü iyilikle gidermeye çalış, böyle yaparsan sana düşman olan kişinin yakın bir dost olduğunu göreceksin...”

Batasıca benliklerimiz yüzünden Ümmet bütünlüğünü, iman kardeşliği yapısını berhava ettik. Haydi, cahil Müslümanlara fazla bir şey demeyeyim, peki yüksek tabaka Müslümanlarına ne oluyor? Yüksek bir Müslümanın gönülsüz olması gerekir, bağışlayıcı olması gerekir, kin tutmaması gerekir. Bedîüzzaman Hazretleri ne demiş: “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete (düşmanlığa) vaktimiz yoktur.”

Millî Gazete’de 1991 yılından beri yazıyorum. Bana böyle bir imkân verildiği için müteşekkirim. Yazılarıma da karışmıyorlar...

Bundan on sene kadar önce bir gün telefon çaldı, benim üstü kapalı olarak tenkid ettiğim bir cemaate mensup terbiyeli ve efendi bir Müslüman konuştu. “Efendim, siz bizim yaşça büyüğümüzsünüz, hürmet ederim, ellerinizden öperim” diyerek söze başladı ve tenkidlerimin haksız olduğunu söyledi. Darılmadım, kızmadım; aksine çok takdir ettim, memnun oldum. Müslümanlar arasındaki münasebetler böyle olmalı.

Bir Müslüman, başka bir Müslümanın şeyhini tenkid ediyor, aleyhinde konuşuyorsa, ikinci Müslümanın fazla tepki göstermemesi, “Bu kardeşim nasipsiz...” sözünden başka söz söylememesi gerekir.

Vay sen benim şeyhimi, tarikatımı, Efendimi, cemaatimi tenkid ediyorsun. Sen münafıksın, sen fitne fesatçısın, sen şusun, sen busun demek ne kadar yanlıştır.

Tenkidden tenkide fark vardır. Eğer tenkidler yapıcıysa, olumluysa, doğruysa, faydalıysa bunlara kulak vermek gerekmez mi?

Her hal u kârda, bir Müslümana iş, vazife, hizmet vermek için onun ruhunu satmasını istemek ahlâksızlık ve faziletsizliktir.

Mehmet  Şevket Eygi
Milli Gazete

21.09.2005