"Allah,
Kendisine Yönelene Hidâyet Eder"
İnsan,
Cenâb-ı
Hak’tan samimiyet ve ısrarla isterse, Allah ona cevap verir.
Barihudâ
Tanrıkorur
İlk
adı,
Charmaine Angele Moo. Şimdiki ismi Şermin Barihuda Tanrıkorur. Ûdî
bestekâr,
yazar, merhum Cinuçen Tanrıkorur’un hanımı… 1946 yılında Jamaika’da
doğdu.
Üniversite eğitimi için Amerika’ya gitti. 1972-1975 yılları arasında
Kaliforniya Eyâlet Üniversitesi’nde (Amerika) Güzel Sanatlar Bölümü’nün
Heykeltıraşlık ve Tasarım kısmında yardımcı doçentlik yaptı. Daha sonra
Türkiye’ye geldi. Sekiz yıl Konya’da yaşadı. Türkiye’de Ortadoğu Teknik
Üniversitesi, Bilkent ve Selçuk Üniversitelerinde İngiliz Dili ve
Edebiyatı
Öğretim Üyeliği yaptı. 1984-2000 yılları arasında “Türk-İslâm Sanat
Tarihi”
üzerinde çalışarak “Mevlevî Mimarisi” adlı tez ile doktorasını
tamamladı.
1995’ten beri İslâm Ansiklopedisi’ne Mevlevîhâne Mimarisi ve Mevlevîlik
üzerinde maddeler yazmakta olan Barihuda Hanım, ayrıca üniversitelerin
düzenlediği panel ve sempozyumlara katılarak tebliğler sunmaktadır.
2004-2005
yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen UNESCO’ya takdim
edilmek üzere
«kültür mirası dosyası»nın hazırlanmasında görevli 65 kişilik ekibin
başında
bulundu. Bu heyetin hazırladığı “Mevlevî Âyin-i Şerifi” adındaki
bu
dosya, UNESCO tarafından dünya şâhseseri seçildi.
Doğduğum
Yer
Ben
Jamaika’da 1946 yılında doğdum. Âilece
hıristiyandık. Âilem doğudan gelmişler. Annem de, babam da aslen Çinli…
Beş
çocuklu bir âilenin tek kızıyım.
Jamaika,
1,5 milyon nüfuslu bir ada… Orta Amerika’da, Antilles (Antilya)
adaları arasında, Karayip denizinin içinde… Bizler, tabiatın içinde
yaşadığımız
için Allâh’a olan inancımız çok kuvvetliydi. Çünkü yaşadığımız yerde
çok sık
bir şekilde kasırga, sel, deprem gibi tabiî felâketlerle karşı
karşıyaydık. Her
zaman toptan yok olma tehlikesi vardı. O yüzden burada yaşayan
insanlar, pek
çok ölümlere çok yakından şâhid oldukları için Allâh’a duâları ile
ayakta
duruyorlar. Bu felâketlerin sonunda, insanlarda kadere teslimiyet,
şükür ve
tefekkür duyguları gelişiyor ve oradaki insanlarla Allah arasında güçlü
bir bağ
oluşmasına sebep oluyor. Bu hâdiseler bize Allah için imkânsız bir
şeyin
olmadığını, Allah’ın kudretini ve insanlara merhametini, duânın gücünü,
kısacası Allâh’a îmânı öğretiyordu.
Memleketim
Jamaika, İngiliz sömürgesi altındaydı. Okulumuzda İngiliz tarihi
ve edebiyatı dersleri vardı. Bütün hocalarımız İngiltere’den geliyordu.
Ancak
kreşten üniversiteye kadar bütün eğitim hayatım boyunca, İngiliz
sömürgesi
altında bulunmamıza rağmen kız ve erkek okulları birbirinden ayrıydı.
Daha
sonraki yıllarda Türkiye’ye geldiğimde, kız ve erkeklerin karışık bir
şekilde
eğitim görmeleri beni çok şaşırtmıştı.
Okul
yıllarımda okuduğum şiirleri hatırlıyorum da, tevhid inancının izleri
vardı içinde… Şimdi geriye doğru bakınca anlıyorum ki, içinde
bulunduğum
toplumun tabiatla haşır neşir olması, insanlardaki Allah’a bağlılık,
çocukluk
yıllarındaki tevhid izleri, âdeta beni İslâm’a hazırlamış. Hazırlamış
diyorum,
çünkü bulunduğum adada İslâm dininin adını bile duymamıştık. Çünkü
memleketime
İslâm’a dâvet eden hiç kimse gelmemiş. Câmi yok, hoca yok!.. 1973
yılına kadar
İslâm’dan haberim yoktu.
Amerika
ve Arayış Yıllarım
1973’te
Amerika’ya Los Angeles’a gittim. En çok din arayışına yönelişim bu
zamanlarda oldu.
Kendi
kendime soru sormaya başladım: Amerika’da her şey var, ama insanlar
neden huzursuz ve bir arayış içinde diye… İnsanlar, bilhassa üniversite
gençliği maddî şeylerde huzur bulamayınca, mânevî şeylere yönelmişler;
onlarda
huzur arıyorlar.
Her
türlü din hakkında bilgi topluyor, düşünüyordum. Âdeta mânevî bir
süpermarkete döndüm. Bazen de beni ısrarla kendi mensup oldukları din
ve
mezheplere çekmeye çalışan insanlar peşime düşüyordu.
Herkes
âdeta kendi dininin satıcısı olmuştu. Budistler geliyor, dinlerine
dâvet ediyor. Hinduizm’in temsilcileri geliyor:
“-Bizim
dinimiz daha güzel!..” diyor.
Hepsi
bende mânevî bir istidat gördüklerini söylüyorlardı. Gerçekten
küçüklüğümden
beri ben de bazı fevkalâdelikler yaşıyordum. Mesela olacak bir
hâdiseyi, 3-4
gün öncesinden rüyamda görüyor ve etrafımdakilere haber veriyordum.
Bunu fark
eden herkes yanıma yaklaşıyor ve beni kendi dinine dâvet ediyordu.
Peşime
düşen insanlar ve iç dünyamda yaşadığım sıkıntılar, artık dayanılmaz
bir noktaya gelmişti.
“-Ben
bittim, artık!..” dedim ve bir odaya kapandım. Üç aydan fazla
kimseyle görüşmedim. Durmadan Allâh’a yalvardım:
“-Allâh’ım!..
Kaderimde hangi dini benim için yazdıysan, hangisi benim için
hayırlıysa, beni o dine ulaştır. Ve bunun için bana bir işâret göster.
Burada
bütün dinler var. Ama hangisi gerçekten doğru bilemiyorum. Kaderimde ne
yazıldıysa bana açıkla ve o çizgiye teslim olayım!..”
Bir
yandan da sürekli düşünüyordum.
“-Dünyaya
niçin geldim? Allah benden ne istiyor? Dünyada ne yapmalıyım?”
Biliyordum
ki, ilâhî irâde ile cüz’î irâdem aynı istikamette olursa, o
zaman gerçek huzur ve selâmete ulaşacaktım. Bunda muvaffak kılması için
Allah’a
çok yalvardım.
İslâm’la
İlk Tanışma - İşaretler
O
sıralarda yukarıdaki komşuma bir zât geldi: Pir Vilâyet Han…
Pakistanlı.
O zaman ben üniversitede hocalık yapıyordum. Komşum beni çağırdı:
“-Sizi
biriyle tanıştıracağım!..” dedi.
Komşum
bir sûfîydi. Bir anda kendimi zikir toplantısının ortasında buldum:
“Lâ
ilâhe illallâh, Mûsâ Rasûlullâh”, “Lâ ilâhe illallâh, İsâ
Rasûlullâh”,“Lâ ilâhe illallâh, Muhammed Rasûlullâh” diye
zikir yapılıyordu.
Ben
bir taraftan da ilâhî bir işâret bekliyordum. Derken bir işâret geldi:
Pir Vilâyet Han, benim kaybolmuş yüzüğümü buldu. Şaşırdım. Bunun
aradığım
işâret olduğunu düşündüm. O topluluğun içine girdim.
Pir
Vilâyet Han, İngilizce’yi çok iyi biliyordu. Peygamberlerin hayatını,
Hazret-i Mevlânâ’nın, Bayezid-i Bistâmî’nin, İbnü’l-Arabî’nin
hayatlarını ve
«Esmâü’l-Hüsnâ»yı hep ondan öğrendim. Onlar Çistiyye tarikatından gelen
bir
kola mensuptular. Kendilerinde zikir var, ama abdest-namaz ve itikad
yoktu.
Onların bâtıl bir tasavvuf akımı olduğunu 3 yıl sonra anladım. İlk
başladığım
zamanlar bilmiyordum, tabiî…
Şimdi
anladığım kadarıyla bunlar Halvetiyye’nin bir kolu idiler ve onların
pîri Hindistan’da yatıyordu. Bunlarda her peygambere iman vardı, ama
son
peygamber olan Hazret-i Muhammed’in şeriatını uygulamıyorlardı. Onlarla
üç sene
süren birlikteliğim, hep imtihanlarla geçti. Kalbî hazırlık
safhasındaydım
sanki… Onlardan kalb temizliğini, zikri, istiğfârı öğrendim. Şâyet
onlardan bu
tasavvufî temrinleri öğrenmeseydim, belki İslâm’ın itikad ve amelini
anlamayabilirdim. Allah, âdeta onların eliyle kalbimi temizleyip,
İslâm’a
hazırlamıştı beni…
Çok
ilginçtir, Pir Vilâyet Han’la ilk tanıştığım gün, apartmandan aşağı
indim. Durakta otobüs bekliyordum ve esmer tenli bir adam bana doğru
yaklaştı.
Bu adamı daha önce hiç görmemiştim. İyice yanıma kadar yaklaştı ve:
“-Sen
ya Müslümansın, ya da Budistsin!..” dedi.
Ben
çekindim. Hiç tanımadığım birisi, yabancı bir erkek, bana niye böyle
diyor ki, diye düşündüm içimden…
Adam:
“-Sen,
yoksa o yukarıdaki pis ve yanlış yolda olanların yanında mısın?”
diye sordu. Sonra da:
“-Gel,
seni bizim evimize götüreyim, seni hanımımla tanıştırayım da sana
salâtı (namaz kılmayı) öğretsin!..” dedi.
Fakat
ben iyice şaşırdım ve korktum. İlk otobüse bindim ve oradan ayrıldım.
Çok
gariptir, bir sene sonra aynı adamı tekrar gördüm. Bir parkta
otururken, bu adam da parkın bir kapısından girdi ve önümde namaz
kılmaya
başladı. Secdeye vardı. O adamın yaptığı hareketlerin namaz kılmak
olduğunu,
ancak müslüman olduktan sonra öğrendim. Sonra elini açtı ve benim
duyacağım
şekilde -belki de bana duyurmak için- yüksek sesle duâ etmeye başladı:
“-Allah’ım,
bu kız çok temiz bir kız!.. Ne olur, doğru yola ulaştır!.. Bu
insanlardan onu kurtar!.. Doğru yolu bulsun!..” dedi.
Her
yerde hidâyete götüren işâretler ortaya çıkıyordu. Allah Teâlâ, âdeta
bana, sırayla bu insanları gönderiyordu, kendisine yaklaşmam için… Hani
âyet-i
kerîmede, “Allah kendisine yönelene hidâyet eder…” (er-Ra’d,
27)
buyruluyor ya… Ben, Allah’tan bunu istemiştim, O da sebeplerini
yaratıyordu.
Çile
Devri
Tam
bir çile devri dolduruyordum. İçinde bulunduğum tarikatın şeyhi Pir
Vilâyet Han, bana bir gün:
“-Sen,
bizden değilsin!.. Senin mânevî âilen çok uzaklarda!.. Sen burada
garipsin. Sen bu dünyaya garip geldin. Doğduğun yerde de seni kimse
anlamadı.
Şimdi etrafındakiler de seni anlamıyor. İnşâallah duâ edelim, er-geç
mânevî
âileni bulacaksın. Biz senin son durağın değil, başlangıç durağınız.
Mâneviyat
dünyanın ilk basamağıyız. Ama bizim yanımızda kalabilirsin. Bu, yalnız
başına
kalmaktan daha iyidir. Merak etme, bir gün gerçekten mânevî âileni
bulacaksın;
görünce de onları tanıyacaksın!..” dedi.
Onların
yanında çok hizmet ettim.
*
* *
Pir
Vilâyet Han’la birlikte, 1975 yılında Fransa sınırında Alp Dağlarında
Chamoni (Şamani) denilen bir yerde inzivaya çekildik. Çile ve riyâzet
dönemi
altı hafta sürdü. Herkesin küçük, ayrı ayrı çadırları vardı. Her sabah
kalkar,
kendi kendimize zikir yapardık. Kimse, kimseyle konuşmazdı. Ayrıca her
gün oruç
tutardık.
Bir
gün onlarla birlikte Alp dağlarında kampa çekildiğimizde, şeyhime
müracaat ettim ve:
“-Benim
soyadım Moo; ama bana seslendiklerinde «Hû!..», «Hû!..» gibi
geliyor. Bu zikri duyunca da, dünyadan sıyrılmak istiyorum. Sanki ben,
öbür
dünyaya doğru çağrılıyormuşum gibi hissediyordum. Artık dayanamıyorum,
bana bir
isim verin!..” dedim.
Şeyhim
yanıma geldi ve:
“-Öyleyse
ismin «Bari» olsun!..” dedi.
Bir
şeyler daha söyledi, fakat gerisini anlamadım.(1) Böylece beni rahatsız
eden “Moo” şeklindeki soyadımdan da kurtulmuştum.
Esrarlı
Bir Rüya
Riyâzâtımızın
beşinci haftasında bir rüya gördüm. Bu rüya için, hayatımı
değiştiren, beni İslâm’la buluşturan bir rüya diyebiliriz. Rüyamda bir
ses
duyuyordum. Parmağımdaki yüzüğüm kastedilerek:
“-O
yüzüğü Davud’a ver. Konya’da içine «Lâilâhe illallâh»
yazdırsın!..” deniyordu.
Davud
Bellak, o kampta aşçılık yapan bir Amerikalı idi. Uyandım.
“-Bu
ne garip bir rüya!..” dedim. “O adamı tanımam ki, nasıl gidip yanına
böyle bir şey söyleyeceğim şimdi!..”
Yemeğin
ardından Davud’un yanına gittim ve:
“-Konuşabilir
miyiz?” dedim.
Şaşkınlıkla:
“-Tamam.”
dedi.
“-Ben
bir rüya gördüm. Sanırım seninle alâkalı…” dedim ve rüyamı anlattım.
Birden yüzü değişti.
“-Altı
haftadır buradayım ve ben niye buraya geldim, diye düşünüyor; bir
işâret bekliyorum. Demek ki, ben, senin için buraya gelmişim.” diyerek
anlatmaya devam etti:
“-Ben
geçen sene Konya’da şeyhimin yanındayken bir rüya görmüştüm. Rüyamda,
bu Alp dağlarında her tarafı karlar bürümüştü. Dağda, uzun beyaz
elbiseli, uzun
saçlı bir kadın vardı. «Bana yardım et!.. Bana yardım et!..» diye beni
çağırıyordu. Rüyamı, hizmetinde bulunduğum Süleyman Efendi’ye anlattım.
Şeyhim
Süleyman Efendi:
«-O
seni çağıran Fahrünnisâ Hatun’dur.»(2) dedi. Sonra devamla:
«-O’nun
rûhu, batıdaki kadınlarda doğuyor. Sen onlardan birine yardım
edeceksin ve hidâyetine vesile olacaksın…» diyerek size işâret etmiş
demek ki…
Ben Konya’dan dönünce Norveç’te çalışmaya başladım. Bir reklam kağıdı
geldi.
Üzerinde Chamonix-Alp dağlarının resmi vardı. İçimden, işte rüyamda
gördüğüm
dağlar dedim ve bir işâret olduğunu düşünerek reklamdaki o işi kabul
ettim.
Şimdi verin yüzüğünüzü, seve seve «Lâilâhe illallâh»
yazdırayım. Onu,
Konya’ya bizzat götürürüm.” dedi.
Ben
de yüzüğümü çıkarıp kendisine verdim. Kamp bitti. Oradan ayrıldık.
Sonra Davud’la mektuplaşmaya başladık. Kendisine yüzüğümü soruyordum
hep; o da
henüz Konya’ya gitmediğini söylüyordu.
Kozmik
Mukabele Âyini
O
sıralar ben de çok meşguldüm. Pir Vilâyet Han’la beraber hazırlamış
olduğumuz,
büyük dinlerin arasındaki münasebeti anlatan ve Peygamberlerin
hayatlarından
çeşitli bölümler bulunan bir âyin Newyork’ta gösterilecekti. Ben de bu
âyinin
tasarım ve dekorunu düzenlemeden sorumluydum.
Bu
“kozmik mukabele” sahnelendiği esnada, hayatımda ilk defa bir ezân
duydum. Hem de Newyork’ta… Sudanlı Hamzaddin, hâfız idi ve harika bir
ezân
okudu. Çok etkilenmiştim.
İlginç
olan bir şey daha var, bu “kozmik mukabele”de oynayan kimseler
gerçek birer oyuncu değil, hepsi birer müriddi. Amaç, Allâh’ın bütün
zamanlara
peygamberler göndererek insanları kendisine dâvet ettiğini göstermekti.
Her bir
mürid, temsil ettiği peygamberin (!) hayatını öğrenmek ve hissetmek
için böyle
bir işe girmişti. Ama yaptığımız iş, din bakımından çok büyük bir
cür’et ve hataymış,
bunu da sonradan öğrendik.
Arayış,
Arayış…
Sonra
Boston’a gittim. Orada Harvard Üniversitesi’nde bir seminere
katıldım. Bir profesör, sancısız doğumu anlatıyordu. Elimi kaldırdım ve
söz
istedim:
“-Siz
hep maddî doğumdan bahsediyorsunuz, peki mânevî doğum sancısız olur
mu?” dedim. Profesör, nâzik bir ifadeyle:
“-Hanımefendi,
sizinle biraz sonra görüşebilir miyiz?” deyince, arka tarafa
geçtim ve seminerin bitmesini bekledim.
Profesör
yanıma geldi ve:
“-Kızım,
sen ölmeden önce ölmeye gidiyorsun!.. Senin çok büyük bir zâta
ihtiyacın var. Benim mürşidim Hindistan’da… İstersen sana onun adresini
verebilirim. Çünkü sen mânevî, özel bir dönemden geçiyorsun. Bu dönemi,
bir
mürşid-i kâmilin huzurunda geçirmelisin. En azından bu ölüm devresinden
çıkana
kadar!.. Ayrıca kesinlikle Batı toplumundan ve Amerika’dan dışarıya
çıkmalısın.
Bu dönemi burada atlatamazsın, burada kalırsan sana kimse yardım
edemez!..”
dedi.
Hayatımın
her safhasında birileri geliyor ve beni bir şeylere dâvet
ediyordu. İlk olarak anlattığım parkta namaz kılan ıraklı adam, sonra
Davud
Bellak, şimdi de bu profesör… Sanki Allah beni bir şeylere
hazırlıyordu. Ben de
çilemi tamamlıyordum.
Bu
ikazlar ve insanlar, sanki bana:
“-Artık
aklını kullan da, doğru yolu bul!..”
diyorlardı.
1-Yıllar
sonra tanıştığım Konya’daki şeyhim, ismimin “Bâri”
olduğunu öğrenince, onu “Barihudâ” olarak değiştirdi. Çünkü
Barihudâ,
Allâh’ın (husûsî olarak) hidâyet verdiği kimse demekmiş.
2
-Fahrünnisâ Hatun, Mevlânâ Hazretleri’nin en büyük
hanım müridiymiş.
"Mevlânâ Kapısında"
Anneannemin
Kabri
Yaşadığım
ve bir türlü tatmin olamadığım bu arayışlar beni yormuştu. Uzun
yıllardır memleketime, Jamaika’ya gitmemiştim. En kısa zamanda
toparlandım ve
anne-babamın yanına gittim.
Bu
arada garip şeyler üst üste gelmeye devam ediyordu. Ben bir yaşındayken
vefat eden anneannemin kabrini, bu gidişimde bulmuştum. Bunu anneme
söylediğimde, bana şöyle dedi:
“-Onun
ölüm haberini, bize, sen vermiştin. O, memleketinden kalkıp bizim
yanımıza gelecekti. O gece sen, ağlamaya başladın. Öyle çok ağladın ki,
ne
yapacağımızı bilemez hâle gelmiştik. Herkesi başına toplamıştın. Sonra
öğrendik
ki, tam senin hüngür hüngür ağladığın saatlerde annem vefat etmiş.
Annem, çok
büyük bir hanımmış. Köyde herkes dertlerini ona anlatır, o da herkesin
derdine
derman olurmuş. Mânevî yönü de varmış. Herkes ona saygı gösterirmiş.”
Annemden
bunları ilk defa duymuş ve biraz daha hayret içinde kalmıştım.
Onun mezarının başına gittim. Binlerce «kelime-i tevhid» getirdim.
“Hemen
Los Angeles’a Dön!..”
Sonra
Jamaika’da bir rüya daha gördüm. Yine bir ses, bana:
“-Sen,
anne-babanla vedalaş!.. Los Angeles’a dön. 23 Nisan’da orada olman
lâzım!..”
Rüyamda
kaplumbağalar, gökyüzünde yüzüyorlardı. Uyandım. Âileme bir şey
demeden onlarla vedâlaştım. Los Angeles’a döndüm. Küçük bir yer
kiraladım.
Çünkü Los Angeles’tan ayrılırken her şeyimi toplamış, işimi bırakmış,
öyle
gitmiştim. Şimdi her şeye tekrar baştan başlıyordum. Ve beklemeye
başladım.
“Ben şimdi buraya niye geldim?” diye düşünürken, Davud Bellak’tan bir
mektup
aldım. Davud, “Konya’ya vardım. Şeyhime hizmet ediyorum. Ona odun
taşıyorum…” diye anlatıyor, bu hâlinden de şikâyet ediyordu.
Ben
de, onu tesellî ediyor, Yunus Emre’nin hayatını bilmeden, “Ne kadar
şanslısın, mürşidini bulmuş, ona hizmet ediyorsun!..” diye Davud’a
mektup
yazıyordum. Sonra yüzüğümü sordum. O da yüzüğü “Lâilâhe illallâh”
yazılmak
üzere kuyumcuya verdiğini söyledi.
Davud,
gönderdiği bu mektupta, bir de Konya’dan Los Angeles’a gelecek olan
bir Mevlevî şeyhinden ve onların Los Angeles’ta icrâ edecekleri ilk
semâ
âyininden bahsetmiş ve sonra da:
“-Aman
23 Nisan’da Los Angeles’ta bulun da seni şeyh efendi ile
tanıştırayım!..
Ben de şeyhimle birlikte geleceğim ve senin yüzüğünü de getireceğim.”
diye
eklemişti.
İşte
beklediğim mesaj buydu. Rüyamda haber verilen ve günlerdir ne olduğunu
merak ettiğim işâret!..
Hidâyetin
Bedeli…
Ben
uzunca bir iç seyahat yapmıştım, oturduğum yerde… Yaptığım duâlarla,
okuduğum kitaplarla, tanıştığım insanlarla iç dünyamda kilometrelerce
yol kat
etmiştim. İnsanın, hakikati ararken aslında gitmesi gereken yerdeydim;
uzaklarda değil, gönül âlemimde… Böyle bir seyahat için diyar diyar
gezmeye gerek
yoktu, sadece bir rehbere ihtiyaç vardı. Bu yüzden:
“-Allah’ım,
ben hiçbir yere gitmeyeceğim, burada oturacağım. Sen benim
mürşidimi buraya gönder!..” diye duâ etmiştim.(1)
Halbuki
bazı arkadaşlarım, ihtiyaçları olan rehberi bulmak için
Afganistan’a, Pakistan’a… gitmişlerdi.
Bu
da samimi olarak ve ısrarla yapılan duâların ne kadar tesirli olduğunu
gösteriyor.
Bir
de benim câhilliğimi gösteriyor. Ne kadar cehâlet içindeymişim ki,
herşeyi ayağıma istiyormuşum. Allah’a şart koşulur mu? Halbuki Allah,
en iyisini
bilir ve en güzel şekilde herşeyi gerçekleştirir. O’ndan hayırlısını
isteyip
gerekli ortam ve şartları O’na bırakmalıydım. İnsan, yaşamadan birşey
anlamıyor.
Siz,
röportaja başlarken hidâyet mâceramı anlatmamı istediniz. Önemli olan
“Lâilâhe illallâh” deyip istikamet üzerine olabilmek… Allâh’a teslim
olmak…
Nefisle büyük bir cihada azmedebilmek… Sadece “Lâilâhe illallâh” deyip
sonra da
müslümanca yaşamamanın hiçbir faydası yok!.
*
* *
Neyse,
23 Nisan’da bu Süleyman Dede Efendi ve Davud geldi. Ben de onları
Los Angeles’a dâvet edip karşılayan kimselerin arasına girmiştim. Onu
dâvet
eden kişiler bana:
“-Sen
bu gelen şeyh efendiyi nereden tanıyorsun ki?” diye sordular.
Ben
de:
“-Bana
mektup geldi. Beni de dâvet ettiler.” dedim.
Onlar:
“-Nasıl
olur, onu buraya biz dâvet ettik.” dediler ve beni bir kenara doğru
ittirdiler.
Süleyman
Dede, uçaktan indi. Meğer daha önce Davud, Süleyman Dede’ye benim
fotoğrafımı göstermiş ve kısaca başımdan geçenleri de anlatmış.
Konuşurlarken
Süleyman Dede, fotoğrafa bakmış, alnıma bir çarpı işareti koymuş ve:
“-Hazret-i
Cebrail, bu kıza zaman zaman bazı haberler veriyor.” demiş.
Tabiî, benim bunlardan çok sonradan haberim oldu.
*
* *
Dînî
konularda bilgi sahibi insanların sayısı bile bu kadar azken, benim
başımdan geçen bazı olayları ve bazı tasavvufî incelikleri herkesin
yeterince
anlamasını beklememek gerektiğini düşünüyorum.
Gerçekten
bazı olaylar var ki, inanç taşımayan kimselerin kabullenmesi,
inanması çok zor!.. Onun için bunlar anlatılmaz, sadece hissedilir,
yaşanır. Bu
yüzden herkesin kendi iç yolculuğunu yaşaması lâzım!..
Süleyman
Dede ile Tanışma
Havaalanında
ben kalabalıktan biraz ayrılmıştım. Davud ve Süleyman Dede
uzaktan göründüler. Davud, “İşte anlattığım kimse!..” der gibi eliyle
beni
gösterdi. Süleyman Dede, bana Türkçe olarak:
“-Kızım,
bana su getirir misin?” dedi.
Türkçe
bilmediğim hâlde, ne demek istediğini anladım. Bir bardak su
getirdim.
“-Kızım,
akşam bizim tekkeye gel!..” dedi.
Akşam
dedikleri yere gittim. Orada yeni müslüman olmuş pek çok kimse vardı.
Süleyman Dede, hepsiyle tek tek ilgilendi. Hatta bir Meksikalı genç
vardı, yeni
hidâyete ulaşmış. Konya’ya götürüp onu yetiştirmiş ve tekrar Meksika’ya
göndermişti. Beni görünce:
“-Sen
Hazret-i Mevlânâ’dan mesajlar alıyorsun ve rüyaların bu mesajlara
rehberlik ediyor. Ama senin bu dünyada bir rehbere ihtiyacın var.
Kızım, ismin
ne?” dedi.
“-Bari…”
dedim.
“-Bundan
sonra, «Barihuda» olsun. Şimdi benden ne istiyorsun?” diye sordu.
“-Aramızda
Hazret-i Şems ve Hazret-i Mevlânâ gibi bir münâsebet (ilişki)
istiyorum. Sizin Hazret-i Şems olup beni bir Mevlânâ hâline getirmenizi
istiyorum.” dedim.
“-O
gün de gelecek… Bazen ben Hazret-i Şems gibi olacağım, bazen de sen!..”
dedi.
Büyük
laflar… Ne kadar çok câhilmişim, haddimi bilmeden neler söylemişim.
Şimdi bile garibime gidiyor. Ben sorular soruyordum, o da Mesnevî’nin
İngilizceye çevrilmiş Reynold Nicholson’un tercümesi veya şerhinden
bazı
yerleri bana gösteriyor:
“-Oku!..”
diyordu.
Bir
gün ona:
“-İngilizce
bilmeden o hanımla nasıl anlaştınız?” diye sormuşlar. Cevâben:
“-Kalpten
kalbe yol vardır.” demiş.
Gerçekten,
neyi sorsam, bana kitaptan yerini gösterirdi. Gösterdiği o
bölümü okur ve cevabımı almış olurdum. Tekkede sohbetler yapılmaya
başlamıştı.
Sohbeti, Türkçe’den İngilizce’ye çevirmek üzere bir tercüman
getirdiler.
Gelen
kimdi biliyor musunuz?! Yıllar önce, bana o bozuk tarikattan uzak
durmamı söyleyen, parkta namaz kılan ve benim doğru yolu bulmam için
duâ eden
Iraklı!.. Adam, beni orada görünce neredeyse kalp krizi geçirecekti.
Dedenin
elini minnetle öpmekte ve bir yandan da şöyle demekteydi:
“-Ah
dede, ne kadar iyi etmişsiniz, bu kızı evlat edinmekle… Ne kadar duâ
ettim, bu kız doğru yolu bulsun diye…”
Üç
sene sonra karşılaşmamız, hem de böyle bir yerde karşı karşıya gelmemiz
çok garipti.
Süleyman
Dede, o sohbette peygamberlerden bahsetti. Her zaman bir peygamber
geldiğini, peygamberlerin hükmünün kendi zamanları için geçerli
olduğunu, eğer
onların devrinde yaşasaydık, onlara tâbî olmamızın gerekli olduğunu,
şimdi ise
son peygamberin gönderilmiş bulunması sebebiyle sadece ona tâbî
olunmasının
zarurî olduğunu söyledi. Sohbette Yahudi ve Hıristiyanlar da vardı.
Hepimizin
rahatça anlayacağı ve kabulleneceği şekilde, bu gerçekleri uzun uzun
izah etti.
“Feyz”
meselesini bilirsiniz. Dede, eskiden Konya Mevlânâ Dergâhı’nın
imâretinde aşçıymış. Yemek yaparak insanlara şifâ dağıtırmış. Los
Angeles’a
gelir gelmez de kıyma aldırmış, kendi elleriyle köfte yapmıştı. Sohbete
katılan
çoluk-çocuk herkese bu köftelerden ikram etti. Dinleyicileri arasından
bazılarına işaret ederek:
“-Bu,
feyzi aldı.” diyordu.
Bazı
çocuklara yemekten önce el yıkamasını öğretti.
“-Buralarda
İslâm’ı öğretecek bir hocaya çok ihtiyaç var. Bu insanlar
temiz, ama yol gösterecek kimse yok!..” dedi.
Benimle
biraz hasbihal ettikten sonra:
“-Kızım,
senin kafanı bâtıl düşüncelerle çorbaya çevirmişler. Aslında her
şey çok kolay... Sen müslüman ol, her şey temizlenecek ve her şey
kolayca
anlaşılacak!..” dedi ve bana kelime-i şehâdeti telkin etti.
Müslüman
Oldum, Elhamdülilâh!..
Huzurunda
kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldum, elhamdülillâh!.. Sonra
bana:
“-Kızım,
şimdi İslâmiyet’i öğrenmek için bir müslüman memleketine gitmen
lâzım… Burada doğru hoca bulamazsın. Ben Konyalı olduğum için seni
Konya’ya
dâvet ediyorum. Buyur gel, misafirim ol!.. İstersen başka İslâm
ülkelerine de
gidebilirsin. Fakat burada kalırsan bir şey öğrenemezsin. Bazen özel
konularda
görüşmen gereken hanım hocalara ihtiyacın olur, burada hocalar hep
erkek!..
Sen, müslüman hanımlarla tanışıp onlardan öğrenmelisin.” dedi.
Gerçekten
ben, Konya’ya gelene kadar hiç müslüman bir hanımla
tanışmamıştım.
Sonra
yine sözlerine devam etti:
“-Hem
geldiğinde Konya’da Mevlânâ hazretlerini ziyaret eder, duâ ederiz.
Onun hürmetine inşaallâh kapalı kapılar da açılır.”
Bu
sohbeti müteakip Süleyman Dede, iki buçuk hafta Amerika’da kaldı. O
zaman zarfında pek çok kimseyle birlikte çeşitli şehirlerden 11 kızı da
Konya’ya dâvet etmişti. Ben, bütün bunları Konya’ya vardıktan sonra
öğrendim.
Türkiye’ye
Dâvet
Süleyman
Dede, beni dâvet etmişti; ancak içimde bir huzursuzluk ve tereddüt
vardı. O sıralar rüyamda Hazret-i Meryem’i gördüm, o da beni “Gel,
gel!..” diye
dâvet etti. Meğer onun kabri de Türkiye’deymiş. Daha sonraki zamanlarda
rüyamda
beni dâvet eden başka evliyâullâhı da gördüm. Öğrendim ki, onların da
kabirleri
Türkiye’deymiş.
Gitsem
nasıl olacak diye düşünüyordum. Ama o zamana kadar Türkler hakkında
hep olumsuz şeyler duymuştum. Türkler vahşî ve barbar insanlarmış.
Osmanlı,
şöyleymiş-böyleymiş. Elime bir harita aldım ve onda Türkiye’yi çok zor
buldum.
İçimden ne zaman, “Sonra giderim!..” desem, başıma bir kaza geliyordu.
Bu
bunalımlar içindeyken, San Fransisko’ya gittim. Orada Kudüs’ten gelen
bir Rifâî şeyhine uğradım. Kapıdan girer girmez, şeyh kalktı ve:
“-Sen
Konya’ya dâvet edildin ve gitmiyorsun!.. 25 Temmuz’a kadar
gideceksin. Ben de orada olacağım.” diye azarladı.
Anladım
ki, benim için yollar Türkiye’den geçiyor. Ama hâlâ bir türlü
kendimi ikna edemiyordum.
Mevlânâ’nın
Kapısında
İkamet
ettiğim şehre dönerken, üstü açık bir arabaya binmiştim. Bir yandan
da, “Gitsem, orada kimi tanırım, lisân bilmiyorum, yer bilmiyorum.
Ne
yaparım ben tek başıma..” diye düşünüyordum. Başımı yana eğmiş
yatıyordum.
Birden arabanın açılıp kapanan tavanı havalandı, uçup gitti. Arabanın
arkasında
yola savruldu. Eğer başım yatık vaziyette değil de dik olsaydı,
kesinlikle
kafam da kopup savrulacaktı. Bu, bir ikazdı.
“-Tamam
Allah’ım, gidiyorum!..” dedim.
İkinci
defa Amerika’daki herşeyimi sattım. Biletimi aldım. Dönüşümün ne
zaman olduğu belli olmadığı için açık bilet aldım. Uçağa binip
Türkiye’ye
geldim. Davud da Temmuza kadar Türkiye’de olacaktı. O bana yardım eder
diye
düşündüm. Davud bana, Konya’da Mevlânâ türbesinin karşısındaki bir
halıcının
adresini vermiş ve:
“-O
sana yardım eder.” demişti. Amerika’dan İstanbul’a, İstanbul’dan da
otobüsle Konya’ya geldim. Yıl, 1976 idi. Konya’ya vardım, adresi buldum.
“-Süleyman
Dede, Ilgın’a, kaplıcalara gitti.” dediler.
Davud
da yoktu. Şaşkındım. İçimden, Hazret-i Mevlânâ beni çağırdıysa, ben
de ona giderim, dedim. Gittim. Kapıdan içeri girer girmez, türbedâr
Ömer Efendi
beni gördü ve:
“-Gel,
gel!.. Kızım geldi!..” diye bana doğru yaklaştı. Ben de onun yanına
gittim. Hazret-i Mevlânâ’nın tam önündeydik. Elini açtı, gülbank çekti
ve duâ
etti. Sonra bana dönerek:
“-Bütün
bunlar vâsıta!.. Sen yarın yıkan, gel!..” dedi ve bana işaretlerle
gusül abdestini öğretti. Bana, erkenden gelmemi ve geldiğimde kapıyı
tıklatmamı
tembihledi.
Târif
ettiği üzere yıkandım ve ertesi sabah erkenden gittim. Beni girilmesi
yasak olan bütün bölümlere soktu, türbenin her tarafını gezdirdi.
Hazret-i
Mevlânâ’nın kabrinin dibine kadar yaklaştırdı.
“-Çök!..”
dedi, oturdum ve sandukanın örtüsünü öptüm. Başımı kaldırdığımda
yukarıdaki kandile kafam çarptı.
“-Akıllan,
uyan!..” diye bir ses duydum ve mânevî terbiyem böylece başlamış
oldu.
Her
gün besmele çekiyor ve Mesnevî’den bir bölüm seçerek okuyordum. Oradaki
hocalar bana İslâm’la ilgili herşeyi öğretiyorlardı, hatta cenâze
yıkamaya
varıncaya kadar… Çünkü Amerika’ya dönecek ve orada hizmet edecektim.
Onlar
böyle dedikçe, hep:
“-Allah
bilir!..” diyordum.
Konya’da
Sekiz Yıl
Şimdi
Süleyman Dede ile karşılaştığım için çok şükrediyorum. Eğer beni
müslüman bir memlekete dâvet etmemiş olsaydı, İslâm’ın yaşanmadığı bir
ülkede o
ilk çile yıllarımı atlatamazdım. Amerika’da olsaydım, beni koruyan bir
toplum
olmayacaktı.
Burada
bir çocuk, ilk doğduğu andan itibaren müslüman bir çevrede büyüyüp
yetişiyor. Ben ise, bambaşka bir toplumda doğmuştum. Herşeye en
başından
başladım: elimi yıkamak, abdest almak, çamaşır temizlemek (şartlamak)
vb… Yirmi
dokuz yaşımdaydım, ama âdeta yeni doğmuş birisi gibiydim. Bana Süleyman
Dede’nin âilesi, Ferişte Teyze her şeyi öğretti. Bizi hamama götürdü,
temizliği
ve guslü öğretti.
Süleyman
Dede, yeni müslüman olan erkeklerle bizzat ilgilenir, onlara ilk
anda gerekli olan herşeyi, en ince teferruatına kadar öğretir; sonra da
Kur’ân-ı Kerîm okumasını, akaid, hadis ve ilmihâlini iyice öğrenmesi
için bir
hocaya teslim ederdi. Böylece onlar akıllarına takılacak her şeyi sorup
İslâm
hakkında daha geniş bilgi sahibi olabilirlerdi.
1976
yılında, Konya’da olmak çok zordu. Halk o zaman çok daha
muhafazakârdı. Orada Selçuk Üniversitesi de henüz açılmamıştı. Benim
hakkımda:
“-Bu
kız, burada tek başına ne yapıyor?” diyorlardı.
Hatta
bazıları benim bir casus olduğumu düşünüp beni sağa-sola şikâyet
etmişlerdi. Şeyh, müridinin mânevî babası oluyor ya, Süleyman Dede de:
“-Bu
kız evlenene kadar, ondan ben sorumluyum!..” der ve bu tür insanlara
karşı hep beni himaye ederdi. Hatta zaman zaman bana da:
“-Eğer
ben vefat ettiğimde sen hâlâ bekâr kalmış olursan, babanın evine
döneceksin!.. Burada tek başınasın. Yeni müslüman olmuşsun. Kalbin
temizlenmiş,
arınmış. Şimdi kim sana ne söylerse inanıyorsun. Toplumu, gerektiği
gibi
tanımıyorsun.” diye tembih ederdi.
Konya’ya
ilk geldiğimde bir müddet otelde kaldım. Daha sonra dul bir
hanımla kızının yanında vakit geçirdim. Daha sonra yatılı bir Kur’ân
kursunda,
küçücük çocuklarla beraber kaldım. Ama hâlâ Türkçe bilmiyordum. Bu
yüzden çok
zorluklar çektim. Bazen üstü akan, kerpiç evlerde gecelediğim oldu.
Nihayetinde
hepsi Allah rızâsı içindi. Tam 8 sene Konya’da kaldım ve
sonunda evleneceğim kişiyle tanıştım.
Her
Gün Bir İncelik, Bir Güzellik
Nicholson’un
6 ciltlik Mesnevî tercümesini yanımdan hiç ayırmıyordum. Her
sabah kalkınca tefe’ül yapıyordum. Yani rastgele bir bölümünü açıyor,
okuyor
ve:
“-Bakalım,
bu gün bana Mevlânâ ne diyor?” diye kendime ders çıkarıyordum.
Yeni
müslüman olan bir hanımın en büyük problemi, bütün zorluklarla tek
başına boğuşmasıdır. Ancak müslüman bir âile veya müslüman bir çevre
içinde
olunca, bu dertler büyük oranda azalıyor. Aynı Peygamber Efendimiz’in
ashâb-ı
kirama en basitinden en önemlisine kadar her merhalede her şeyi
öğretmesi gibi,
müslüman bir çevre de insana her konuda büyük bir lütuf oluyor.
Konya’da
geçirdiğim ilk Ramazan ayını hiç unutamam. Çevremizdeki komşular:
“-Bu
kız, bizim memleketimizde misafir. Biz, ondan sorumluyuz!..” derler ve
gönlümü almaya çalışırlardı.
Bir
yandan da:
“-Sen,
burada ilim öğreniyorsun. Eğer gurbet elde ölürsen, şehit
sayılırsın!..” diyerek sürekli teşvik ederlerdi.
Ramazan
ayında zengini-fakiri, hepsi nesi var, nesi yok bizimle paylaşırdı.
Peygamber Efendimiz’in “komşuluk” hakkındaki hadis-i şeriflerini âdeta
yaşayarak öğrettiler bana… Çocuklarını sallarken, uyuturken “Huuu!..
Huuu!..” diye
ninni söylerlerdi. Bunların hepsi benim için çok güzel birer örnekti.
Ali
Kemal Belviranlı hocaya sık sık giderdim. İngilizce bildiği için bana
namazı çizerek-yazarak öğretti. Namaz için gerekli bütün duâ ve
sûreleri
ezberletti.
Konya’da
ne yaptıysak kalma problemini çözemedik. En sonunda İstanbul’a
gittim. Konya’da yaşamak da hayli zorlaşmıştı. Konya’daki hanımlar
genel olarak
İngilizce bilmedikleri için onlardan dinî bilgiler açısından istifade
edemiyordum. Ancak onlardan dikiş-nakış, oya vs. öğrendim. Çeyiz bile
yapmaya
başlamıştım.
Bir
de yaptığım bazı şeylerde hanımlar sadece:
“-Günah!..”
diyorlardı.
Ben
de acaba “gelenek-görenek” mi, yoksa “Allah’ın kesin bir emri” mi diye
soruyordum. Bana kesin bir cevap veremiyorlardı. Hep sabrediyordum.
Hemen her
gün Mevlânâ’yı ziyaret ediyordum. Süleyman Dede de beni böyle üzgün
görmeye
dayanamıyordu. Sonunda İstanbul’a gittim.
Binbir
Günü Geçen Çileler
İstanbul’a
her geliş gidişimde biraz daha rahatlıyordum. Bir ara
memleketime de gittim. Ama bir tuhaf olmuştum. Kendimi hâlâ Konya’da
zannederek
herkese güveniyordum. Birşey aldığımda, paranın üstünü kontrol
etmiyordum.
Halbuki Anadolu’da insanlar, Allah’tan korktukları için paranın üstünü
kuruşu
kuruşuna ödüyorlardı. Halbuki mesela Newyork’ta herkes birbirini nasıl
kandırabileceğini düşünüyordu. İki dünya arasındaki fark, gece ile
gündüz
gibiydi.
Âilemin
İslâm’ la Tanışması
İlk
duyduğunda annem, müslüman olduğuma çok üzülmüştü. Türkiye’de, yabancı
bir ülkede tek başıma olmamdan rahatsız oluyordu. Annem her Pazar
kiliseye
giderdi. Oradaki papaza, benim müslüman olduğumu söyleyince, papaz da
benim
için Allah’tan af dilemeye başlamış. Eski dinime dönmem için birlikte
nice
duâlar etmişler.
Ben
de annemin hidâyete ermesi için çok duâ ettim, ama bu iş, istemekle
olmuyor. Allah’ın takdiri… Peygamber Efendimiz, öz amcasını bile
istediği hâlde
hidâyete getiremediği gibi…
Memleketimde
aradığım huzuru bulamayınca İstanbul’a geri döndüm. Dönüşte
bana Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis öğretecek hocalar ayarlamışlardı.
İngilizce
tercüme yapacak birisi de vardı. Âdeta kendimi bir hanımlar tekkesinde
bulmuştum. Sorularıma istediğim gibi tatminkâr cevaplar bulabiliyordum.
İlk
defa Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettim. Kur’ân-ı Kerîm okumayı çok zor
öğrendim, bir
türlü dilim dönmüyordu. Ama yavaş yavaş, büyük bir sabırla öğrettiler.
Türkiye’de
herşeyi yavaş yavaş öğreneceğimi anladım. Yine anladım ki, insanlara
ve makamlara takılmamak lâzım!.. Mevlânâ’nın dediği gibi renksiz
makama, berrak
makama ulaşıncaya kadar hiçbir şeye takılmamak lâzım!..
Süleyman
Dede, benim çektiklerimi gördükçe:
“-Bir
mevlevînin çilesi binbir gündür. Kızım, senin çilen ne kadar uzun
sürdü. Allah seni neye hazırlıyor, bir türlü anlamıyorum!..” diyordu.
Süleyman
Dede, bana sık sık:
“-Şu
anne-babana mektup yaz; onlar iyi olmasaydı, sen böyle iman
edemezdin!..” diyordu.
Türkçe’yi
iyice öğrenmiştim. İlk hatmimi indirdikten sonra, hatim duâmda
hocam anne-babam için dua etti… Aradan bir hafta geçmemişti ki,
Süleyman
Dede’yle beraber Amerika’ya dâvet edildik. Orada dört gün kaldık.
Oradan da
onu, annem ve babamın yeni göçtükleri şehre (Miami’ye-ABD) götürdüm.
Annem-babam,
onu görür görmez:
“-Bu,
bizim Tevrat ve İncil’de okuduğumuz Süleyman ve İlyas peygamberlerin
nûrunu taşıyor.” demişlerdi.
Annem-babam
çok bilgili insanlardı; özellikle Tevrat’ı çok iyi bilirlerdi.
Onların bu teveccühü de beni Süleyman Dede’ye ayrı bir şekilde
bağlamıştı.
Süleyman
Dede, orada namaz kıldı. Babam, bizzat yemek yaptı. Herkes onu çok
sevdi. Süleyman Dede de, onları Türkiye’ye dâvet etti.
Âilem,
3 yıl sonra Türkiye’ye geldi. Süleyman Dede’yi ziyaret ettiler. Bu
vesileyle tanıştıkları Türkleri de çok sevdiler.
Teslim
Olmayı Öğrenene Kadar
Süleyman
Dede ile tekrar Türkiye’ye döndüm. Bir ara, ona döndüm ve:
“-Ben,
daha ne kadar Türkiye’de kalacağım?” diye sordum.
O
da:
“-Aklından
neden ve niçin sorularını çıkarana kadar!.. Herşeyi sorgulayan
Batı kafasından kurtulup teslim olmayı öğrenene kadar…” diye cevap
verdi.
Aradan
bir hayli zaman geçti. Artık eskisi gibi tereddüt ve endişeler,
beynimi kemirip durmuyordu. İşte o zaman Süleyman Dede:
“-Artık
gidebilirsin!..” diye izin verdi.
Ama
bu sefer de ben gitmek istemedim. Süleyman Dede’ye:
“-Ben,
Allah’a gitmek istiyorum, ölmek istiyorum!..” dedim. O ise itiraz
etti:
“-Kızım,
sen daha otuz yaşlarındasın!.. Evleneceksin, beyine hizmet
edeceksin. Allah rızâsını kazanacaksın!..”
Konya’da
Hazreti Mevlânâ’nın Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) kutlamasında 17
Aralık 1981’de bir semâ âyini vesilesiyle Cinuçen Tanrıkorur Bey ile
tanıştım.
Birkaç ay sonra da kendisiyle 28 Ağustos 1982’de evlendim. Sonra
öğrendiğime
göre, ikamet etmekte olduğumuz evlerimiz birbirine çok yakınmış. Yine
beyimin
vefatından sonra, günlüğünden okuduğuma göre de, rüyasında ona benimle
evlenmesini tavsiye etmişler.
Süleyman
Dede, bu evlilikten üç yıl sonra, 1985 yılında vefat etti. Allah
rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
Son
Olarak Okuyucularımıza Söylemek İsterim ki…
Gençler,
kültürünüzden, dininizden ve tarihinizden kaçmayın!.. Bunları
öğrenin ve onlarla gurur duyun!.. Eğer sahip olduğunuz bu değerlerden
kaçmaya
çalışırsanız, yok olmaya mahkum olursunuz. Özünüze dönün.
Değerli
okuyucularıma da şunları söylemek isterim. Türkiye’ye ilk defa
geldiğim 1976 yılındaki ülkenizle şimdiki Türkiye arasında maalesef çok
fark
var. Müthiş bir Batı hayranlığı, sizi esir almış. Batının teknolojisini
alın,
ama onun esiri olmayın. Batının kokuşmuş hayat tarzı; sizin dininizi,
âile
hayatınızı ve örflerinizi alıp götürmesin!.. Buna izin vermeyin!.. Âile
hayatının özenle korunması lâzım… Yaşadığınız toprakların altında bir
çok
evliyâullâh var. Onlar, sizin en büyük yer altı hazineniz!.. Onların
ruhları,
bu mekânları muhafaza ediyor. Ama siz de onların kıymetini bilmelisiniz.
Batı
dünyası bu mâneviyattan mahrum… Toprakları da, ruhları da, mânevî
hayatları gibi kurak ve çorak…
Teknoloji
geldi, rahatlık arttı, ama huzurunuz kayboldu. Dışarıda
aradığınız huzur, içinizde… Birçok kişi yoga ile meditasyonla o huzuru
arıyor.
Tıpkı benim İslâm’dan önceki çırpınmalarım gibi… Ben de İslâm’la
tanışmadan
önce, beyhûde yere huzuru oralarda aradım. Ama nafile… Gelin, siz de
değerli
vakitlerinizi boş yere kaybetmeyin… Huzuru, bulamayacağınız yerlerde
aramayın.
Huzur, sizde, sizin içinizde, sahip olduğunuz mukaddes değerlerinizde…
Son
söz olarak biz de; bu duygu ve ibret yüklü hayat ve hatıralarını
bizimle paylaşan Barihuda Tanrıkorur Hanım’a minnet ve şükranlarımızı
sunuyoruz.
Halime Demireşik
Şebnem Dergisi,
Sayı 27-28
(1)
Allah, duâlarıma
mukabele ile bana Pir Vilâyet Han’ı Hindistan’dan, Mevlevî Süleyman
Dede’yi de
Konya’dan Los Angeles’a getirmişti. Ama âdeta benim de bir emek sarf
etmem için
de tâ Jamaika’dan Los Angeles’a gelmek zorunda bırakılmıştım.
|