Sizi
bu röportajda çok farklı biri ile tanıştırmak istiyorum: Najla Tammy
İlhan… Irk ve kültür açısından yaşadığımız topraklardan çok uzaklarda,
Teksas’ta (Amerika) dünyaya geldi. Âilesi dindar bir hıristiyan
âileydi. İlk
dînî bilgilerini âilesinde aldı ve üniversite yıllarına kadar İslâm’dan
habersiz yaşadı. İşletme Fakültesi’ni bitirerek mezun oldu. İslâm’la
ilk defa
üniversitedeyken tanıştı. Müslüman olduktan sonra, Teksas’taki özel
İslâmî
okullarda çalıştı, İslâmî radyo programları hazırladı ve sundu. Evli,
iki
çocuklu bir anne olup hâlen Türkiye’de oturan Nejla Hanımı ve onun
hidâyet
hikâyesini, bir de kendi ağzından dinleyelim.
Nejla
Hanım, biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
İsmim
Najla Tammy. Hristiyan bir âilede büyüdüm. Ebeveynim, ben beş yaşında
iken ayrıldılar. Annem ve babam, ikisi de din olarak Hıristiyanlığı
benimsemesine rağmen mensup oldukları kiliselerin görüşleri birbirinden
tamamen
farklı idi.
Babamın
bağlı olduğu mezhep biraz İslâm’a benziyordu. Bu mezhebi, 1960
yıllarında birisi kurmuş. İncil’i incelemiş ve ona göre hükümler
koymuş. Meselâ
bu mezhebe göre, oruç günü ve zekat günü vardı. Hınzır eti yemek
yasaktı. Noel
kutlamazdık. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kanunlarına göre yaşamayı
teşvik
ederlerdi. Allah inancı kuvvetli idi. Tevhid vardı. Teslisten de
bahsediliyordu, fakat en çok Allâh’ın birliği anlatılıyordu.
İncil’in
Kral James versiyonunda bulunan “On Emir”den beni en çok
etkileyen, birinci emirdi. Orada:
“Benden
başka hiçbir tanrı olmayacak. Gökyüzünde, yeryüzünde ve denizlerde
bulunan hiçbir şeyin resmini ve benzerini çizmeyeceksiniz. Kendiniz,
hiçbir
zaman bu resimlere boyun eğmeyeceksiniz veya hizmet etmeyeceksiniz.
Çünkü ben
sizin tek tanrınızım ve ben kıskanç bir tanrıyım!..’’
Bu
sözler, benim için teslisin tam zıttını çağrıştırıyordu ve tanrının tek
oluşunun delillerinden biri idi. Bazen de peygamberlerin hayatlarından
bahsedilirdi.
Bizim
Peygamberimiz’den de bahsediliyor muydu?
Hayır,
hiç duymadım. Zaten peygamberlere yakışmayacak şeyler anlatılıyordu.
Onbir yaşıma kadar o kiliseye bağlı idim. Sonra oradan uzaklaşmaya
başladım.
Çünkü aklıma uymayan şeyler yaşanıyordu. Meselâ kiliseye önceden
hanımların
makyaj yaparak gitmesi yasak değilken bir gün artık makyaj yapması
yasaklandı.
Garibime gitmişti. Eğer bu yasaksa, şimdiye kadar niye izin
verilmişti?!
Kiliseye gidip hanımları makyajsız görünce daha da şaşırdım. Sanki bir
maske
yüzlerinden kaldırılmış ve gerçek çehreleri ortaya çıkmıştı. Uzun
zamandır
muhtelif markalı makyaj katmanlarının altına gizlenen bu yüzler, şimdi
bana
sahte, ruhsuz ve cansız görünüyorlardı.
Neden
böyle bir yasak getirdiler?
Hanımların
edeplerine uygun olmadığını, Allâh’ın verdiği tabiî çehreyi
değiştirdiğini düşünmüşler. Fakat hanımları aklen pek ikna edemediler.
Kadınlar, iknâ olmadıkları hâlde bu isteğe boyun eğdi. Fakat bizim evde
en
başta annem ikna olmadı diyebilirim.
Anladığım
kadarıyla dindar bir âileydiniz...
Evet,
özellikle babam, dinine çok düşkündü. Her gün Tevrat’tan ve İncil’den
bölümler okurdu. Biz dinlerdik. Bizi hep dindar yetiştirmeye gayret
etti.
Yaşayarak da örnek olurdu. Ahlâkî temelimizi kuvvetli attı,
diyebilirim.
Onbir
yaşımdan sonra babamın kilisesinden uzaklaştım. Onaltı yaşımda da
Protestan kilisesine başladım. Annem, babamın kilisesini biraz katı
bulduğu
için normal Protestan kiliseyi tercih etti. Bu kilisede de sevgi,
iyilik ve
merhamet tavsiye ediliyordu. Ancak kimsenin hayatına müdâhale
edilmiyordu. Yani
bence ikisi de yarımdı. Ve en önemlisi, ruhları doyuramıyordu.
Kiliseler
arasındaki görüş farklılıklarını ve zihnimdeki soruları çözmek
için rahipten randevu aldım ve ofisine gittim. Odası tam bir yönetici
odası
idi. Koyu renkli döşemeler ve resimler, odayı da, beni de sıkmıştı.
Rahip
gelince sorularımı sordum.
“−Neden
bir kilisede Cumartesi, diğer kilisede Pazar ayini yapılıyordu?
Neden bazı kiliseler domuz etinin helâl olduğunu söylerken bazıları
haram
diyordu? Tanrı bir miydi, yoksa üç mü?”
Bazılarını
kendisi cevapladı, bazılarını da İncil’den âyetlerle açıklamaya
çalıştı. Cevaplarına ne ben inanmıştım, ne de kendisi…
Bir
türlü tam olarak inanamıyordum. Sorularıma, içinde bulunduğum din bir
türlü gerekli cevabı veremiyordu. Beni iknâ edemiyordu. Bu dinde ibâdet
yoktu.
İbâdet olarak sadece Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Mısır’dan çıkarken mayasız
ekmek
yapması gösterilirdi. O, Mısır’dan çıkarken yanına ekmeği kabartacak
bir maya
almamış ve mayasız ekmek pişirip yemişti. O yüzden bütün mayaları çöpe
atmalı
ve mayasız ekmek yemeliyiz, derlerdi. Bunu bir ibâdet olarak
görürlerdi. Bunlar
da bana hep ters geliyordu.
Zihninizden,
cevabını bulamadığınız başka ne tür sorular geçerdi?
Rabbimiz
bizi yarattıysa, yalnız da bırakmaz. Evrensel bir yol olması
gerekir diye düşünürdüm. Tek bir Allah, herkesin takip edebileceği tek
bir din
gönderebilir. Herkesin, ancak huzura böyle kavuşacağını düşünürdüm.
Herkes
çeşit çeşit konularda tartışıyordu. Mesela “Kürtaj haramdır!” diyen
kiliseler
de vardı, helâl diyenler de!.. Bunun gibi bir sürü şeyler… Bence
insanlar,
bunlarla uğraşmamalıydı. Tanrı’nın bütün hudutları bildirmesi
gerekiyordu.
Bunlar beni yoruyordu.
İslâm’la
karşılaşınca, aradığım dini bulduğumu anladım. Çünkü o,
-elhamdülillâh- hayatın bütününü kapsayan mükemmel bir dindi. Bütün bir
hayat
sistemiydi ve kendi içinde ne bir kopukluk ve ne de birbirine tezat
vardı. Hak
dinin bütün özellikleri onda mevcuttu.
Rabbimiz
var, her şeyi yaratır. Yarattığına sınırlar koyar. Yol dik, ama
sınırlar geniş... Sınırın dışına çıkarsan da ceza var. Her yerde
konulan
sınırları aşanlara cezâ vardır. Böyle olunca mutluluk ve huzur oluyor.
Boşluk
yok, elhamdülillah! Bütün bunların cevabını İslâm’da bulunca, “İşte
bu!..”
dedim.
İslâm’la
nasıl tanıştınız? Hidâyetinize kim vesîle oldu?
İslâm’ı
ilk defa üniversite yıllarımda duymak nasip oldu. Eşim Murad Bey
vasıtasıyla İslâm’ı tanıdım. Aslında hem o benim hidâyetime vesîle
oldu, hem de
ben onun İslâm’ı tanıyıp yaşamasına vesîle oldum. Kendisi Türk ve
Müslüman
olmasına rağmen namaz kılmayan, Kur’ân’dan haberi olmayan birisi iken
benim
sorularımla İslâm’ı tanımış…
Oradaki
müslüman arkadaşları, onu bir gün Cuma namazına dâvet etmişler,
önce gitmemiş. Sonraki dâvetlerine icâbet ettiğinde büyük bir huzur
duymuş ve o
da İslâm’ın emirlerini öğrenmeye ve yaşamaya başlamış.
İslâm’ı
yaşamamasına rağmen Murad Bey’in hangi tavrı, sizin İslâm’ı
araştırmanıza sebep oldu?
Murad
Bey, dinin emirlerini yapmıyordu, ama ahlâkî yönünü taşıyordu.
Herhalde bu da Türklerin örfî yaşantılarının İslâm’a çok yakın
olmasından
kaynaklanıyor.
Babam
da iki sene evvel Türkiye’ye gelmişti. Ona Türkiye’yi nasıl bulduğunu
sordum. Babam:
“−Türkler,
Avrupa ülkelerinden daha sıcak, daha sevecen ve samimi
insanlar... Bu da onların Müslüman olmasından kaynaklanıyor!..” diyerek
hıristiyan olmasına rağmen bir itirafta bulunmuştu.
Yani
din ne kadar yaşanmasa da, İslâm’ın tesiri herkeste az veya çok
görülüyor. Meselâ temizlik, büyüklere saygı, âile yapısı vb. şeylerde
dinle
kültür iç içe... Sizler, içinde büyüdüğünüz için pek fark etmeseniz de
bunlar,
karakter olarak âdeta benliğinize işlemiş. Eşim, İslâm’ın emir ve
yasaklarını
öğrendikçe bunu daha iyi fark etti.
Benim
Murad Bey’le tanışmam, kendisiyle ortak bir arkadaşımız vesîlesiyle
oldu. Arkadaşım, onu hıristiyan yapmak istiyordu. Hep beraber hem
nehirde
kayıkla gezecek, hem de piknik yapacaktık. Herkes ikişerli gruplara
ayrıldı.
Biz de Murad Bey’le aynı kayıktaydık. Gezerken bir taraftan da
konuşuyorduk.
Dünya görüşü, problemlerin çözümünde sunduğu fikirler çok farklı ve
derindi.
Öğlen
duâ etmek için hepimiz toplandık, ama o katılmadı. Yemek yemeden
evvel de:
“−Hangi
yiyeceklerde domuz eti yok?” diye sordu.
Ben,
babamın kilisesinden aldığım terbiye sebebiyle, eskiden beri hiç domuz
eti yemiyordum. İlk defa benim gibi, domuz eti yemeyen birisiyle
karşılaşınca
çok şaşırdım. İşte benim ilk sorularım orada başladı. Tabiî, onun da
ilk
araştırmaları…
Bir
gün bana üniversitemizin kütüphânesinden İmam Nevevî Hazretleri’nin
“Kırk
Hadis” kitabını getirdi. O kitabı iki akşamda bitirdim. Ve çok
etkilendim.
Yıllarca aradığım hikmeti artık bulmuştum. O zamana kadar öyle hikmetli
sözler
ne duymuş, ne de okumuştum.
Hadîs-i
şerîflerin hangisinden daha çok etkilendiniz?
Hepsinden
çok etkilendim. En çok da 1.400 küsur yıl evvel söylenen sözlerin
hâlâ geçerli olması ve etkilemesi, çok farklı bir duygu!.. Bunu size
anlatacak
bir söz bulamıyorum. Ve o sözlerin hepsi, her insanın yaşayabileceği,
örnek
alabileceği mükemmellikteydi. Her biri tek başına rehberlik yapabilecek
vasıftaydı âdeta… Hâlâ okuduğum bütün hadîs-i şerîflerden çok
etkileniyorum.
İslâm öyle geniş, öyle derin bir umman ki, öğrenmekle bitmiyor
elhamdülillah!..
Allah öğrendiklerimizi yaşamayı da nasip etsin. Tek başına öğrenmek de
yetmiyor.
Ben
hadîs-i şerîfleri ilk defa okuduğumdan:
“−Ne
güzelmiş!” deyip bırakmadım, bırakamadım. Öyle etkilendim ki, hemen
hayatıma geçirmek istedim ve hâlen de aynı gayretin içindeyim.
Küçüklüğümden
beri:
“−Allâh’ım!..
Hikmeti bulmama yardım et!” diye duâ ederdim. “Kırk Hadîs”i
okuyunca, bu duâlarımın kabul olduğunu hissettim.
Peki,
hemen Müslüman mı oldunuz?
Hayır,
hemen Müslüman olmadım. Fakat öğrendikçe İslâm’ı yaşamaya başladım
diyebilirim. Öncelikle biraz daha bol giyindim. Bu da kendime olan
saygımı
artırıyordu. İnanın, insanların sapık bakışlarından kurtulmak, benim
kendime
olan saygımı artırdı. Dışım rahatlayınca, içim de rahatladı.
Bir
gün Murad Bey:
“−Başörtün
var mı?” diye sordu.
Evet,
vardı. Ancak başıma değil, belime ya da boynuma bağlıyordum.
“−Takar
mısın? Bir düşün…” dedi.
Düşündüm
ve denemeye karar verdim. Örtüyü başıma takınca, fıtratıma ne
kadar uygun olduğunu gördüm. En önemlisi, örtünme, her dinde de var
aslında…
Hazret-i Meryem’in resimleri, hep başörtülü idi. Kraliçelerin
tablolarına
bakın, hep uzun ve bol giyinirler. Başlarında mutlaka şapka-bone gibi
örtüleri
vardır.
Ben
Teksas’ta büyüdüğüm için kovboy filmlerini çok severdim. Orada da
hanımlar hep uzun ve bol giyinirler, başlarını da boneyle örterlerdi.
Düşündüm;
dar veya açık giyinince, inanın rahat olmuyorsunuz. Hep kendinize
bir zarar gelebileceğinin tedirginliğini yaşıyorsunuz. Sanki sizi
kullanmak
isteyenler, böyle giyinmenizi istiyorlar. Aslında siz istemiyorsunuz.
Yani
başkalarını memnun etmek için, kendinizi zora koşuyorsunuz!..
Düşündükçe,
örtüye ne kadar muhtaç olduğumu fark ettim.
Murad
Bey’in telkinleri ve davranışları beni etkiliyordu. Genç erkek:
“−Aç!”
demiyor, “Kapat!” diyordu.
“−Kendini,
başkasına kullandır!” demiyor, “Kendine saygı göster!..”
diyordu.
“−Beynini
kapatma! Güzelliğini muhafaza et!..” diyordu.
Bütün
bunlar hiç olmadığım kadar kendimi iyi hissettiriyordu.
Anlaşılan
henüz müslüman olmadan örtündünüz, peki, çevrenizden nasıl
tepkiler aldınız?
Murad
Bey dâhil hiç kimse örtüneceğimi bilmiyordu. Kış günüydü. Başımı
örtüp okulda derse gittim. Hiç kimse bir şey demedi. Üşüdüğüm için
örttüğümü
düşündüler. Sadece çinli bir hıristiyan arkadaşım, arkamda oturuyordu.
Bana
eğilip:
“−Onun
dinini kabul ettin mi?” dedi. Ben de:
“−Hayır!”
dedim. Ama içimden, “Yakında kabul edeceğim!..” diye geçirdim.
Oradan
çıkınca Murad Bey’le kütüphanede ders çalışacaktık. Kapıdan girdim,
beni tanıyamadı. Fark edince çok mutlu oldu. Kütüphanede bunu
yapabildiğimi
görünce müslüman olacağımı anlamış, orada bana evlenme teklif etti.
Beni
zorlukların içinde yalnız bırakmak istemedi. Arkadaştan öte, eş olarak
da
yardım etmek istediğini söyledi.
Ben
de evlilik teklifini severek kabul ettim. Ve müslüman olduktan sonra da
evlendik.
Müslüman
olmadan Kur’ân-ı Kerîm’in meâlini okudunuz mu?
Hayır,
okumadım. Hadîs-i şerîfler ve Murad Bey’in sorularıma verdiği
hikmetli cevaplar, mutmain olmama yetti. Fakat Murad Bey, benim iyice
emin
olmam için önceden ihtidâ etmiş müslümanlarla görüştürdü. O da bana,
“İslâm’da
niçin çok evlilik var?” onu anlattı. Sonradan duyunca yanlış
anlamayalım
diye… Ancak onun da fıtrata uygun olduğunu hepimiz zaten biliyoruz.
Bunun emir
değil, (savaş, hastalık vb.) zor zamanlarda kullanılan bir ruhsat
olduğunu
anladım.
Âileniz,
müslüman olduğunuzu öğrendiklerinde tepki gösterdiler mi?
Daha
müslüman olmadan önce, annem tepki göstermeye başladı. Başörtüme çok
kızdı. Arabamı geri aldı.
“−Kız
kardeşini görmeyeceksin!..” dedi.
Beni
ikna etmeleri için, arkadaşlarıma defalarca telefon ettirdi. Günlerce
ağladı, çeşit çeşit diller döktü, ancak olmadı.
Ben
kararımı vermiştim. Amerika kültüründe bir hıristiyan olarak devam
edemezdim. Murad Bey’in hayatına bakıyorum, daha huzurlu… Hayatı, hep
iyiye
doğru koşuyor. Amerikalıların hayatı ise, yaşlandıkça kötüye ve
huzursuzluğa
gidiyor. Ben kendi hayatımda böyle kötü bir sonu seçemezdim.
Sonra
babama telefon açtım. Babam:
“−Seni
şimdiye kadar doğru yolu takip etmen için yetiştirdim. Eğer doğru
yolu buldunsa devam et!” diyerek destek oldu.
İslâm’a
girdikten sonra, zorlandığınız herhangi bir yönü oldu mu?
Hayır
zorlanmadım. Çünkü Allah’tan olduğuna bütün kalbimle îmân ettim. Bir
şey, Allâh’ın emri ise, seçeneğin yok, mecbursun. En önemlisi, bu
mecbur
olduğun emirler, senin tamamen faydana olan şeyler!.. Yapmazsan
zorlaşır,
yaparsan kolaylığını Allah verir diye düşünüyorum.
Şunu
anlamıyorum; örtü, Allâh’ın emri… Rasûlullâh’ın etrafındaki bütün
hanımlar örtülü idi. Şimdi bazıları hâlâ örtü farz mı, değil mi, bunu
tartışıyor.
İslâm’ın,
sizi en çok etkileyen, en beğendiğiniz yönü nedir?
Her
emrini, her yönünü çok seviyorum. Fakat evrensel olması beni çok
etkiliyor. Bu yalnızlığı, karanlığı ve yanlışlığı çözüyor. Sadece
teslim olup
yaşamak lâzım… İslâm, bütün insanlığın fert, toplum ve dünya olarak her
problemini çözecek çapta bir din… Sadece biz onu seçelim ve onun
emirlerine
tâbî olalım yeter!
Bugün
birçok müslüman, müslüman olduğunu kabul ediyor, fakat müslümanca
yaşamayı kabul etmiyor. Bu çok yanlış!.. Mutluluğu, huzuru böyle
yakalayamazsınız!.. “Bal, bal” demekle insanın ağzı tatlanmaz ki!..
Yaklaşık
onsekiz yıllık müslüman bir hanım olarak müslüman hanımlara
dergimiz vasıtası ile iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Türkiye’de
modaya çok aşırı bir ilgi var. Bu da “Biz dindarız, ancak alt
seviyede değiliz!..” demek için herhâlde… Yahut bir tepki… Bilemiyorum.
Ama bu
da İslâm kimliğine yakışmıyor. Amerika’da kimse kimsenin giyimine
karışmaz,
herkes istediğini giyinir. Burada uyumlu giyinmeyene bile bakışlar
değişiyor.
Hâlbuki, markalı giyinmek şart değil!.. Temiz, bol, sâde kıyafet
müslümana daha
çok yakışıyor diye düşünüyorum. Her gün değişik giyinmek farz değil
ki!.. Buna
yetişmek çok zor ve benim bu kadar vaktim yok!.. Hayat çok kısa...
Allah sana
fazla zenginlik verdi diye abartmamak lâzım, israfa dikkat etmeli!..
Kıyâfet
fiyatlarına bakınca çok şaşırıyorum. Nasıl bir gömleğe yüz lira, iki
yüz lira
verilir ki… Pazarda benzerleri on lira… Diğeri markalı olunca iki yüz
lira
oluyor. Dünyada bu kadar aç insan varken bir gömleğe bu kadar para
vermenin
doğru olacağını düşünmüyorum.
Bunun
dışında, dilimizi nasıl kullandığımızda çok önemli… En çok hayretime
giden şey, herkesin kalabalık içinde birbirlerinin kilosunu sorması...
Bunu,
birbirlerinin eşlerinin yanında yapanlar bile var!.. Kilo almışsın,
vermişsin
diyerek bütün dikkatleri muhatabının üstüne çekiyorsun.
Eşim,
ben müslüman olmadan önce, Türkiye’ye izne gelip geri döndüğünde bana
nazar boncuğu hediye getirmişti.
“−Bunu
duvarına as, seni kötülüklerden koruyacak!..” dedi.
Henüz
müslüman olmamış bulunmama rağmen ondan rahatsız oldum. Bir taş beni
nasıl koruyabilirdi ki!.. Ben onu kırdım, attım. Türkiye’de bu tür
şeyler çok
yaygın… Allah Kur’ân’da insanı nelerin koruyacağını bildirmiş; İhlâs,
Felak,
Nas ve Âyete’l-Kürsî… Allah’tan başka hiçbir şey seni koruyamaz!.. Seni
Yaratan’dan başka hiçbir şey seni koruyucu olamaz.
Ama
Türkler’de takdir ettiğim yönler daha fazla!.. Âile bağlarınız çok
kuvvetli… Âilece yemek yemeniz, büyükleri ziyaret etmeniz çok güzel!..
İnşâallâh bunları hiç kaybetmezsiniz!..
Özellikle
gençlere dikkat edelim; Batı kültürüne, maalesef gerektiğinden
çok daha fazla hayranlar!.. Hayran kalmasınlar!.. Hayran oldukları
insanların
hepsi bunalımda. Onlar bütün sapkın yolları denediler ve şimdi
çöktüler. Aynı
hataları tekrar etmenin hiçbir mânâsı yok. Onların düştüğü batağa
düşmeden
uyanmak lâzım!..
Bu
yüzden gençlerin İslâm terbiyesine çok ihtiyacı var, değil mi?
Evet,
tek kurtuluş reçetesi orada çünkü... Meselâ bana:
“−Sen
de birisinin İslâm’a girmesine vesîle oldun mu?” diye soruyorlar.
Ben
en önemli sorumluluğumun, çocuklarımı müslümanca yetiştirmek olduğunu
düşünüyorum. Sonra inşâallah, başkalarına da sıra gelecek… Biri 15,
diğeri 13
yaşında… İki çocuğumun da İslâm’ı severek yaşaması için gayret
gösteriyorum.
Tamam, başka ülkeye gideceğim, insanları İslâm’a dâvet edeceğim, fakat
kendi
çocuklarımı oralarda kaybedersem ne faydası var!.. O yüzden Amerika’ya,
Avrupa’ya gidip yaşamayı tercih etmiyorum. Kimseye de bunu tavsiye
etmiyorum.
Müslümanlar beraber olmalı bence, durup dururken kâfir okyanusu içinde
çırpınmaya gerek yok!
Müslümanlar
beraberce İslâm’ı daha iyi öğrenip yaşarlarsa, zaten onlar
gelip sizdeki fazîletlere talip olurlar. Siz “örnek şahsiyet”
olursanız,
zaten size gelirler. Tebliğ için oralara gitmek çok da faydalı olmuyor.
Belki
birkaç kişiyi müslüman olarak kazanıyorsunuz, fakat kendi nesillerinizi
kaybedebiliyorsunuz.
Sen
kendini koruyorsun, onları taklid etmiyorsun, ancak çocukların taklid
ediyor, şerre özeniyor. Avrupa ülkelerine gidenler, oradan geri dönmek
istemiyorlar. Neden? Nefse rahat geliyor!.. Rahat, hesap soran yok,
akraba
ziyareti yok!.. Komşuya destek vermek yok!.. Çünkü kimse onu
beklemiyor. Herkes
hayatını fert olarak tek başına yaşıyor. Müslümanca yaşamak ise,
fedakârlık
gerektiriyor, nefse zor geliyor!.. Fakat bu fedakârlık aslında en büyük
nimet!..
Bu
anlattığınız sebeplerden dolayı İslâm’da hicret vardır. İslâm’ı
yaşayamıyorsan, oradan hicret etmek farz olur. Bu husus, Nisâ Sûresi,
97.
âyette geçer. Siz de inşâallâh, dininizi yaşamak için burayı tercih
etmekle
hicret sevabına nâil olursunuz.
Gerçekten
burada tatil yapmakla yaşamak arasında çok fark var!.. Buraya
yerleşince âdeta câhil kaldım. Dil bilmiyorsun, okumayı bilmiyorsun.
Çevren
yok! Bu kadar zor ve yıpratıcı olacağını hiç tahmin etmemiştim.
Hatta
bir arkadaşım Amerika’ya giderken ona sarıldım, fark etmeden ağlamaya
başladım. Neden ağlıyordum? Galiba nefsim rahatlığı özlemişti. Başka
bir
arkadaşım da bana sarıldı:
“−Ağlama!..
Sen hicret ettin. Hicret etmek çok zordur, ama çok sevaptır!..”
diyerek beni teselli etti.
Gerçekten
“hicret” duygusunu o zaman daha iyi anladım. Ben
doğduğum,
büyüdüğüm ve alıştığım toprakları bıraktım ve ezân sesleri arasında
olmayı
tercih ettim. Müslümanların içinde müslümanca yaşamayı, eşimin ve
âilemin
hakkını vermeyi istedim. Çocuklarım büyüklere saygıyı, akraba
ziyaretini
öğrensinler istedim. Dışarıya çıkınca müslüman toplumu içinde
olduklarını
hissetsinler.
<>
Hidâyet mâcerânızı bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.
<>
<>Ben
de bu fırsatı verdiğiniz için size teşekkür ederim. Okuyucularınızın
dualarını da beklerim. Hidâyet yolculuğum hakkında daha geniş bilgi
sahibi
olmak isteyen okuyucularımıza da, “Timaş Yayınları” arasında neşredilen
“Teksas’tan Hakikate Yolculuk” isimli hâtırat kitabımı tavsiye ederim.
Halime
Demireşik
Şebnem Dergisi, 54. sayı
|