Hidâyet...
Cenab-ı Hakk'ın bazı kullarına rahmet deryasından sunduğu "bir testi
su" gibidir âdetâ... Hidâyet, rahmet bulutlarından bir sağanak yağmur
hâlinde yağar yüreklere... O taştan da katı olan yürekler, artık bir
gül bahçesine dönmüştür! Kimileri bu bir testi sudan kana kana içerek
ötelere yelken açarken, kimilerinin maâlesef bundan nasibi yoktur.
İşte
Aksana (Hira) kardeşimiz de, bu gül bahçesine girenlerden biri...
Haydi gelin hidayet öyküsünü hep beraber O'nun dilinden dinleyelim.
-Hira
Hanım, önce bize kısaca kendini tanıtır mısın?
Eski adım, Aksana Sigaçova... 25 yaşındayım. Rus bir anne ve Yahudi bir
babanın ikinci kızı olarak İjevsk'te doğdum. Evli ve bir çocuk
annesiyim. Aynı zamanda tıp fakültesi öğrencisiyim. 4 yıldır Moskova'da
yaşıyorum. Müslüman olduktan sonra "Hira" adını aldım.
-İstersen,
senin bu ilginç hidâyet hikâyene en başından başlayalım. Bize, seni
adım adım hidâyete sevk eden hâdiseleri anlatır mısın?
5 yaşımdayken annem ve babam ayrıldılar. Ben ve diğer iki kız kardeşim,
çok iyi bir insan olan anneannemin himayesinde büyüdük. Çocukluğumda ne
sık sık bizi ziyaret ederek ilgilenen annem, ne anneannem, ne
akrabalarım, ne de okuduğum okul bana bir din eğitimi verdi. Zaten din
eğitiminin yokluğu, insanların çoğunun dînî esasları dikkate almayan ve
nefislerini tatmin etmeye dönük bir hayat tarzı benimsemelerine yol
açmış idi. Hatta okulda Sovyet rejimi, "ateizm" ve "sosyalizm"
propagandası yapmakta, insanları ve kâinâtı Allâh'ın yarattığını inkâr
eden Darwin Teorisi okutulmakta idi. Darwin Teorisi, biyolojiye olan
olağanüstü merakımdan dolayı beni derinden etkilemişti. 15 yaşıma kadar
ateist olarak yaşadım.
1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla oluşan serbest ortamda,
gerek Hıristiyanlar ve gerekse Müslümanlar dinlerine sahip çıkmaya ve
sarılmaya başladılar. Annem de bizi zaman zaman Pazar âyinleri için
kiliseye götürmeye başlamıştı. Yine bir Pazar günü kiliseye gitmiştik.
Ben dinimi bilmediğim için gitmekte isteksiz davranıyor, fakat annemi
de kıramayacağım için onunla beraber gitmek zorunda kalıyordum. Annem,
kilisede mum yakıp teslis inancını sembolize eden ikonların önüne
koymamı istediğinde, ona bunu ne için yaptığımızı ve hangisinin önüne
koymam gerektiğini sordum. Bana tam bir cevap veremedi. Bunun üzerine
annemin de dinimiz hakkında bir şey bilmediğine kanaat getirdim. Ve bu
sorunun cevabını düşünerek kendim bulmaya karar verdim. Düşündükçe daha
farklı sorular çıkıyordu karşıma. Mum yakıp kilise ikonlarının önüne
koymadan yapılan bir duâ kabul olamaz mı idi? Kilise olmayan yerlerdeki
Hıristiyanlar ne yapacaktı? Âcilen yapılması gereken duâlar için Pazar
gününü beklemek, ya da mutlaka kiliseye mi gitmek gerekliydi? Allah ile
kulları arasında direk bir bağlantı olması daha doğru değil miydi?
Hıristiyanlar olarak neden Müslümanlar gibi evimizde ibâdet
yapamıyorduk? Bu gibi sorular, çocuk aklımı kurcalamaya başlamıştı.
İşte Hıristiyanlığı ilk sorguladığım an, bu an idi. Aklıma, diğer
dinlerin bu hususlarda ne içerdiği sorusu da gelmişti.
Aslında aklımı kurcalayan birkaç husus daha vardı: Allâh'ın çocuğu
olabilir miydi? O zaman Allah, bir anne olmalı değil miydi? Papazların,
bizlerin günahlarını bir çırpıda affetmesi kabul edilebilir bir şey
miydi? Yani daha işlemediğimiz bir günah için bile affedilme garantisi
vardı. Bu nasıl bir adâletti? Her isteyen affedildiğine göre "suç"
diye bir mefhum olamazdı. Bir insanın malı, canı ya da hakkına tecâvüz
edilmesini, diğer bir insan nasıl affedebilirdi? Papazlara bu hakkı kim
vermekteydi? Pekâlâ cennet ve cehennem kimler içindi? Bu durum "cennet"
ve "cehennem" kavramlarının mânâsını yok etmiyor muydu? Fakat bu
sorular, sadece kiliseye gittiğimiz Pazar günleri aklıma geliyordu.
Sanırım o dönemlerde bunları olduğu gibi kabul etmem dışında, pek de
bir alternatifim bulunmadığı için sorulara tatmin edici cevaplar
bulamamak beni fazlaca rahatsız etmemişti.
2001 yılı yazında, kız kardeşim Natalya ile beraber Türkiye'ye tatile
gitmiştim. İstanbul'da tanıştığım bir Türk ile evlendim. Evleneceğim
zaman kayınvalidem, nikâh öncesi Müslüman olmamı istedi. Benim için
Hıristiyan ya da Müslüman olmak hiçbir şey ifade etmiyordu. Müslüman
olmak için ne yapmam gerektiğini sordum. Kelime-i şehâdet getirmemin
yeterli olacağını söylemeleri üzerine kelime-i şehâdeti, mânâsını dahî
bilmeden telaffuz ederek Müslüman oldum. Sadece adım Müslüman olmuştu.
Yaşantımızda değişen bir şey yoktu. Açıkçası ben, bu durumu biraz
yadırgamış idim. Biz Hıristiyanlar ile eşimin âilesinin yaşantısı
arasında örf, âdet ve töresel birtakım farklar dışında, çok büyük bir
fark göremiyordum. Kısacası eşim ve âilesi, Türk toplumunun
çoğunluğunun aksine dindar değillerdi. Tabiî ki, bu dönemde kocamın
dine yakın veya uzak olması, benim için bir önem arz etmiyordu.
Müslüman oluşumla birlikte yeni dinimi merak etmeye başladım. Bu
merakım, bu dini yaşamak isteyişimden değil, sadece büyük ve kadîm bir
din olan İslâm hakkında hiçbir şey bilmememden kaynaklanıyordu. Bize
misafirliğe gelen komşu, akraba ve tanıdıklar bu konulara girmiyor,
daha ziyade Rusya'yı, Rusya'daki hayatı ve Sovyetler Birliği döneminin
komünist rejimini merak ediyorlardı. Fakat komşularımızdan Sümeyra çok
farklı idi. O, diğerlerinin aksine başörtülüydü. Ben, hâlinden ve
kıyafetinden onun İslâmî esaslara uygun bir hayat sürdürdüğünü
anlamıştım. Önceleri onun bana başımı örtmem, namaz kılmam ve İslâmî
ölçülere göre yaşamam gerektiği konularında sıkıcı telkinlerde
bulunacağını sanmıştım. Hatta onun söyleyebileceklerine karşı kendimi
savunmak hususunda hazırlanmıştım. Fakat Sümeyra örnek bir tebliğ
üslûbu kullanarak, öncelikle Allâh'ın varlığı ve birliği konusunu
düşünmemi önerdi. Bunu aklımı kullanarak bulabileceğimden, buna tam
olarak inanmadan ibadet yapmak konusunda bir motivasyonumun
olamayacağından bahsediyordu. Haklıydı da... Aklı iknâ, kalbi tatmin
olmamış bir insan, yüzde yüz saflıkta inanmadığı bir şey için birtakım
fedâkârlıklar gerektiren ibadetleri yapamazdı. Sümeyra İslâmiyet'e
başka bir açıdan bakmamı sağladı. Daha ziyâde ben sordukça anlatıyor,
beni ürkütmemeye gayret ediyordu. Bana, düşünerek Allâh'ı bulmayı
öğretti. Kâinâttaki her şey, niçin ve kime hizmet için yaratılmıştı?
Kime hizmet etmekteydi? Biz ne için yaratılmış idik? Bu soruları
soruyor ve cevaplandırıyordu. İzahları, bana mantıklı ve tutarlı
geliyordu. Artık ben de düşünmeyi öğrenmiştim. Öğrenmiştim, zira hiçbir
canlıya verilmeyen akıl, biz insanlara verilmişti. Aklımı kullanmamın
zamanı geldiğini düşünüyordum. Artık İslâm, benim için basit ve
faydasız bir din olmaktan çıkmıştı.
-Hira
Hanım, seni İslâm'a tam olarak ısındıran, yönünü İslam'a çeviren hâdise
ya da dönüm noktası neydi? Ne oldu da, hiç kimse seni Müslümanca
yaşamaya zorlamazken sen İslâmî bir hayat tarzına geçmeye karar verdin?
Müslüman olmuş idim, ama tam bir Müslüman değildim.
Anladığım kadarı ile Sümeyra kendisini sorumlu hissetmiş ve benimle
ilgilenmeye başlamıştı. Hayatın amacının ne olduğunu düşünmemi
istiyordu. Bana, düşündüğüm takdirde hakikati kendimin de
bulabileceğini söylüyordu. Bana Kur'ân'da birçok yerde akletmemiz,
düşünmemiz ve tefekkür etmemiz gerektiğinin bildirildiğini söylemişti.
Yine Kur'ân'da kâinâtın ve canlıların akıl sahipleri için Allâh'ın
varlığı ve birliğine işaret eden delillerle dolu olduğunun yazıldığını
söylüyordu.
Bir ara kendimi düşünceye verdim. Bir nevi inzivâ süreci başlamıştı.
Beni ve bu kâinâtı kim yaratmıştı? Yaratmasının sebebi neydi? Öldükten
sonra bir hayat var mıydı? Âhiret hayatı olmayacaksa, bu bazı insanlar
için bir haksızlık, bir adâletsizlik değil mi idi? Tüm hayvanlar,
bitkiler, güneş, denizler, yağmur, rüzgar... yani Kur'ân'ın ifâdesiyle
"yer,
gök ve her ikisi arasındakiler" insanlara hizmet etmekte ve
insandan daha üstün bir canlı bulunmamaktaydı. Bu nimetleri verenin,
gelecekte bizlerden hesabını sormaması mümkün müydü?
Artık zaman buldukça Sümeyra'ya gidiyor, bulamadığım cevapları ondan
dinleyerek rahatlıyor ve tatmin oluyordum.
Bir ara Kur'ân-ı Kerîm'de neler yazılı olduğunu merak ettim. Acaba bizi
yaratan, bize ne söylüyordu? Sümeyra aradığım cevapları orada
bulabileceğimi söylemişti. Bazı komşular aralarında zaman zaman
toplanıp Kur'ân okuma toplantıları yapıyorlardı. Onlara, "Okuduğunuz
bu sûrede ne anlatılıyor?" dediğimde bana bilmediklerini
söylemeleri beni çok şaşırtmıştı. İnsanlar neden bilmedikleri bir şeye,
bu derece hürmet etmekte ve değer vermekteydiler? Daha doğrusu bu kadar
değer verdikleri bir şeyin mânâsını, okuma imkânları olduğu hâlde, bunu
neden yapmıyorlardı?! Sanırım, bazı şeyler zamanla örf ve gelenek
hâline gelmişti. Dinin kısmen zor vecîbelerini yerine getirmekte gevşek
davrananların, Kur'ân'ı sadece Arapça'sından okuyarak veya birtakım
iyiliklerde bulunarak dînî bir vecibe îfâ etme huzuru ile
rahatladıklarını, psikolojik bir tatmine vardıklarını düşündüm.
2 yıldır Türkiye'deydim ve Rusya'daki âilemi çok özlemiştim. Kocamın da
rızâsını alarak kısa bir süreliğine Rusya'ya döndüm.
İçimdeki ateş hâlâ dinmemişti. Hemen bir câmiye giderek Rusça Kur'ân
meâli aldım ve okumaya başladım. Annemin beni delirmiş olarak
nitelemesine yol açacak derecede Kur'ân meâli okuyordum. Özellikle
kimleri, hangi amellerinden dolayı âhirette ne gibi bir akıbetin
beklediğini anlatan cehennem ile ilgili âyetler beni derinden sarstı.
Çok irkildim. Artık bir karar vermem gerektiğini düşündüm. Annemin
tepkisinden çok çekinsem de, bu ikileme bir son vererek Allâh'ın
istediği şekilde yaşamayı seçtim. Rusya'dan, Türkiye'deki eşime telefon
açarak yeni tercihimi kendisine bildirdim. İslâmî bir hayat tarzı
sürdürmemesi hâlinde kendisiyle olan evliliğimizin sürmesine pek sıcak
bakmadığımı anlattım. Müslüman'ca bir yaşantıyı reddettiği için onunla
ayrılmak zorunda kaldık.
-Ayrıca
senin gibi İslâmiyet'i sonradan tercih eden iki kız kardeşin var.
Natalya ve İlona'nın Müslüman olmasında senin İslâmiyet'i seçmiş
olmanın tesiri var mı? Bu konuda neler söyleyeceksin?
Türkiye'den döndükten sonra İslâmiyet'i kabul ettiğimi, ilk olarak
kardeşim Natalya'ya anlattım. Ona, Allah ve âhiretten bahsettim.
Özellikle "Esmau'l-Hüsnâ" denen Allâh'ın 99 sıfatının her
birini ona şerh ettim. Yani onun aklındaki "Allah çok büyük ve
yücedir."den öteye geçmeyen "Allah" kavramını daha açık ve net
bir şekle sokmak istedim. Allâh'ı, ona hiç anlatılmayan yönleriyle
tanıttım. Yaratıcısının kim olduğunu ve O'nun nelere muktedir olduğunu
anlamasını istedim. Ufkunun açılması ve hakîkati görmesi için çalıştım.
Geleceğini düşünmesi gerektiğini söyledim. Kardeşim Natalya (Medine)
Hazret-i Ebubekir misâli bir teslimiyet ile bana güvendi ve itirazsız
İslâm'ı kabul etti.
Natalya'nın
İslâmiyet'i seçmesi, bana diğer kardeşim İlona'yı (Meryem)
da bu güzel yola dâvet etmem noktasında güç verdi. Ama kardeşim bu
dâvete icâbet etmedi. Bir süre sonra evlendim ve Moskova'ya taşındım.
Kocam Andrey (Abdullah) benden 10 yıl önce Kur'ân meâli okurken
etkilenerek Müslüman olmuş biriydi. Kardeşim İlona'nın neler
kaçırdığının bilincinde olmamasına üzülüyordum. Onun da hidâyete ermesi
için kendisine Moskova'dan defalarca mektup gönderdim. Fakat yine bir
netice alamamıştım. Bizde misafir olarak kaldığı bir haftalık ziyâreti
esnasında İslâmî yaşantımız ve değişen âile ortamımızdan etkilenerek, o
da kendiliğinden Müslüman oldu.
-Peki
anne, baba, kardeş ve akrabaların Müslüman olmanı nasıl karşıladılar?
Onlarla şimdiki ilişkilerin ne durumda?
Annem; ben ve kardeşim Natalya'nın Müslüman olmasına çok ciddî
reaksiyon gösterdi. Annem bir müddet diretti, fakat üçüncü kardeşim
İlona da İslâm'ı tercih edince, kararlılığımızı görüp bizi yolumuzdan
çeviremeyeceğini anladı. Artık bundan sonra bizi kendi hâlimize
bıraktı. Ben ve Natalya, Müslüman eşlerle evlenip annemden ayrıldıktan
sonra ise, aramızdaki bu gerginlik azaldı. Onun bu durumu kabul
etmesinin kendi açısından ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Annem ile
hâlâ görüşmekteyiz. Ben, onu çok seviyorum. Onun da bir vesîle ile
hidâyete ermesi için çok duâ ediyorum.
-Hira
hanım, bir Müslüman olarak Moskova'da, bir başka deyişle Müslüman
olmayan bir toplum içerisinde Müslümanların dinlerini yaşamaları
noktasında karşılaştığın zorluklar nelerdir? İslam'ı tercih ettikten
sonra en çok hangi hususlarda zorlanmaya başladın?
Rus halkının pek de alışık olmadığı İslâmî giyim tarzı ve başörtülü
hanım imajı, buradaki Müslümanların en büyük meselesi!.. Halkımızda bu
konuda eskiden bu yana devam eden bir önyargı mevcut!.. Bunu kırmak
sanıldığı kadar kolay değil... Caddede, metroda ya da markette tüm
gözlerin devamlı size çevriliyor olması, rahatsız edici elbette. Fakat
buna alıştık. Her geçen gün insanların da buna alışacaklarını
düşünmekteyim. Aslında birçok mesele, her büyük şehirde karşılaşılan
meselelerden... Zorluk olmadan kolaylık da olmuyor. Sabretmek
gerekiyor. Bildiğiniz gibi Kur'an'da "Ey inananlar! Sabır ve
namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir."
(el-Bakara, 153) ve "Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır."
(el-İnşirah, 6) buyrulmakta...
-İslâmiyet'i
tercih ettikten sonra, yeni dininde seni şaşırtan, seni etkileyen ve
hayran bırakan şeylerle karşılaştın mı? Daha doğrusu İslâm'ın hangi
yönünü en çok beğendin?
Bu hususta üç şey söyleyebilirim: Müslüman olduktan kısa bir süre sonra
Ramazan ayı girmişti. Müslümanlar hiç beklemediğim şekilde birbirine
yardım ediyor, ikramda bulunuyor, derdi olana çare olabilmek için
aralarında organizasyonlara gidiyor, hayırda âdetâ yarışıyorlardı. Bir
çoğunun durumu, pek de iyi olmamasına rağmen elindekinin bir kısmını
ihtiyacı olan bir diğerine gözünü kırpmadan veriyordu. Kendi nefsi için
yaşamaya alışmış bir toplumdan gelmiş olmam münasebeti ile bu bende çok
büyük bir şaşkınlık ve hayret uyandırmıştı.
İkinci
olarak; günahları affeden, ama kendileri de insan olan ve
günahlar işleyebilen papazların, Allah adına bu bağışlamayı yapmalarını
hiç kabul edemiyordum. Bunun aksine İslam dininde "zerre kadar da
olsa yapılan her hayır ve şerrin hesabının görülecek olduğunu"
(el-Zilzâl, 7-8) öğrenmek, bende Allâh'ın ne kadar âdil ve yüce bir
yaratıcı olduğu noktasında derin bir hayranlık duygusu uyandırmıştı.
Artık bir kez daha kesinlikle doğru yolda olduğumu düşünmüştüm.
Son
olarak Müslümanların devamlı olarak, Allâh için bir şeyler
yapmaları beni çok etkilemişti. Müslümanlar her şeyi âhirete göre
tasarlıyordu. Yalan söylemekten, hırsızlık yapmaktan, başkasının
hakkını yemekten ve adâletsizlik yapmaktan uzak duruyorlardı. Namaz
kılıyor, oruç tutuyor, sadaka veriyor, nasihatlerle dolu sohbetlere
iştirâk ediyor, Allâh'ı zikrediyorlardı. Hatta sorumlu olmadıkları
hâlde sünnet ve nâfile ibâdetlere de teveccüh gösteriyorlardı. Elbette
bütün Müslümanlar, İslâm'ı bu derecede yaşamıyor, ama yaşayanların
oranı çok fazla!.. Hatta namaz kılmayanların ve dininin gereklerini pek
de umursamayanların çoğunda bile bunlar belli oranda mevcut... Yani
İslâm, hayatın en ince anlarına kadar yayılmış durumda... Küçücük
şeyler dahî Allâh'ın rızasını kazanmaya endekslenmiş. Yoldaki bir taşı,
insanlara eziyet vermesin diye kaldırmak veya bir hanımın akşamları
kocasını güleryüzle karşılayıp önüne güzel bir sofra kurması dahî
Allâh'ın râzı olması için yapılıyor. Bu ve benzerleri de beni etkileyen
şeyler arasında... Böyle bir din, hangi insanı etkilemez. Akıllı bir
insan, İslam'dan nasiplenmemişse, bence bunun sadece bir açıklaması
vardır; o insana ulaşılıp bu güzellikler kendisine güzelce
anlatılmamıştır.
Hıristiyanlarda
böyle bir yaşantı, maalesef yok. Herkes, kendi menfaati
için yaşıyor. Diğerinin derdiyle pek ilgilenen yok.
-Peygamber
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında neler söylemek
istersin?
Öncelikle O'nu çok sevdiğimi söyleyeyim. Çünkü kendimi sorumlu
hissederek kardeşlerim ve annem başta olmak üzere birçok kişinin
hidâyete ermesi için çalıştığım ve bunun ne kadar zor olduğunu
anladığımda hep O'nu düşündüm. O yüce insan, hayatı boyunca bu zor
vazifeyi icraya çalışmıştı. Size bu dâvetler esnasında karşılaştığım
tahammülü zor güçlükleri anlatmayacağım. Ama O'nun bu yolda
çektiklerini okurken hep gözlerim dolar. O'nu anlayabilmenin, O'nun
yolundan gitmekle daha kolay anlaşılacağını söylemek isterim.
Düşünebiliyor
musunuz? Hayatınızda örnek alabileceğiniz, hayran kalarak
değer verdiğiniz, kendisi gibi olmak istediğiniz hiçbir insan yokken,
karşınıza hayal dahî edemeyeceğiniz derecede mükemmel bir insan bir
"üsve-i
hasene" çıkıyor. Bunu kelimelerle anlatmak, sizce ne kadar mümkün?
O bizim için bir ideal ölçü!.. Bence O'nu Kur'ân'dan sormalı. Kur'ân'da
O'nun hakkında söylenenleri düşünürsek, O'nu ne kadar sevmemiz
gerektiğini daha iyi anlayabiliriz.
-Kur'ân-ı
Kerîm'in meâlini defalarca okuduğunu söylemiştin. Seni en çok etkileyen
âyetler ya da sûreler hangileri oldu?
Belirli bir âyet ya da sûre ismi zikretmek, Kur'an'ın bütününe
saygısızlık olur. Onun her âyeti birbirinden etkili... Fakat Fâtiha
Sûresi'nin benim üzerimdeki tesiri bambaşka olmuştur. O bir öz!.. Her
şeyi özetliyor. Bir de Allah -celle celâlühû- kimlerin âkıbetinin ne
olacağını belirtirken, cehennemden ve oraya girenlerin hâllerinden
bahsediyor. Bu da beni hep ürpertmiştir. Aklımda olan birkaç âyeti de
söyleyeyim isterseniz:
"Andolsun ki, «Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir»
diyenler kâfir oldular. Oysa Mesih, «Ey İsrailoğulları! Rabbim ve
Rabbiniz olan Allâh'a kulluk edin; kim Allâh'a ortak koşarsa, muhakkak,
Allâh ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin
yardımcıları yoktur.» demişti."(el-Mâide, 72)
"Andolsun
ki, cehennem için de bir çok cin ve insan
yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama
görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi
hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gâfillerdir." (el-A'râf, 179)
"Size
inanacaklarını umuyor musunuz? Oysa onlardan
birtakımı Allah'ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra, bile
bile onu tahrif ediyorlardı. Münâfıklar, inananlarla karşılaştıkları
zaman, «İnandık!» derlerdi; birbirleriyle yalnız kaldıklarında,
«Rabbinizin katında size karşı hüccet göstersinler diye mi Allâh'ın
size açıkladığını onlara anlatıyorsunuz? Bunu akıl etmiyor musunuz?»
derlerdi. Gizlediklerini de, açıkladıklarını da Allâh'ın bildiğini
bilmiyorlar mı?" (el-Bakara, 75-77)
"Vay, Kitâbı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere
satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin
yazdıklarına! Vay kazandıklarına!" (el-Bakara, 79)
-Önceki
hayatın mâlûm... İslâm'a da sonradan katıldın. Her iki dine ve bu
dinlerin insanlarına âşinâ birisi olarak Müslümanlara ve Hıristiyanlara
neler söylemek istersin?
Çok önemli bir meseleye değindiniz. Bu konu, özellikle Rusya gibi
Hıristiyan ve Müslümanların iç içe yaşadıkları ülkeler için çok şey
ifâde ediyor. Aslında bu, başlı başına ayrı bir röportaj konusu
olabilir. Ama kısaca ifâde edecek olursak, Müslümanlar Kur'ân'ın
meâlini okumakta ve Allâh'ın -celle celâlühû- Kur'ân'da buyurduğu gibi
"akletmek"te, "düşünmek"te gevşek davranıyorlar. İdrâk yeterince
gerçekleşmeyince amel de eksik oluyor. İnsanlar, hayatın akışı
içerisinde durup düşünebilme fırsatı bulamıyorlar. Bunun için de bazı
hakîkatleri yeterince idrak edemiyorlar. Hayat bir "oyun ve eğlence"!..
Sanırım tek bir gün de olsa dünyevî işlerimizin tamamını bir kenara
bırakıp îtikaf benzeri bir seans yapmalı... Bir gün tefekkür etmeli!..
Sadece bir gün!.. Sanırım tefekkür sonrası, kişi dünyaya, hayata ve her
şeye farklı bir açıdan bakar hâle gelecektir. İdrâk büyük bir kavram!..
Anlamak değil, idrâk etmekten bahsediyorum. Zihnî değil, hissî bir şey
bu. Derinlemesine duyulan, yaşanan bir duygu...
Hıristiyanlıkta
ise "teslis inancı" akıl karıştırıyor. Neye
îmân edileceği konusunda tereddüt var. Bana göre, insan fıtratı, tek
bir tanrıya inanmak ve ona yönelmek üzere programlanmış. "Üçlü
tanrı inancı" (Teslis) beni hiçbir zaman tatmin edememişti. Allah,
üçün üçüncüsü olmamalı bence!.. Müslüman olmanın birinci şartı olan
kelime-i şehâdette Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in
Allah'ın "kulu" ve "elçisi" olduğu vurgulanıyor. Bu
daha doğru ve tatmin edici... Hıristiyanlıkta inanç konusu muallakta...
Hıristiyanların özellikle bu îmân konusunu tekrar tekrar düşünmeleri
gerektiği kanaatindeyim.
-Evet,
gerçekten film gibi bir mâceran var. Ne mutlu sana ki, uzaklardan
gelerek bir çoğunun Müslüman bir toplum içerisinde olmasına rağmen
farkına varamadığı bu büyük hakikati keşfettin ve bu mutlu sona erdin.
Allah bundan sonraki hayatınızda da muvaffakıyetler ihsân eylesin.
Âmin. Doğru yolu seçtiğimi düşünüyor ve diğerlerinin de bunu yapmasını
arzu ediyorum. İlginize teşekkür ederim.
Hatice Toprak
Şebnem Dergisi
Sayı 21
|