Çobanla
İnek
|
|
Peygamber'imizin
gelişinden çok eski yıllardaydı. Filistin köylerinden birinde bir
İsrailoğlu yaşardı. Adamın geçim yolu ve mesleği çobanlıktı.
Kendisininkilerle birlikte köyün bütün koyunlarını toplar, sabahleyin
erkenden dağlara çıkarır, hava kararıncaya kadar otlatırdı.
Çoban saf düşünceli ve basit görünüşlü bir insandı. Kitap yüzü
görmemiş, âlim sözü duymamış, görgü ve tecrübesini değiştirecek bir
geziye çıkmamış ve çıkmak imkânını da bulamamıştı. Bütün günleri hep
aynı yerlerde ve birbirine benzer şekillerde geçiriyordu. Ömründe bir
defa bile köyünün sınırlarını aşıp komşu köylerden birine varmamıştı.
Dünyayı her gün sabahtan akşama kadar karış karış dolaştığı dağlardan,
yemeğini hazırlayan karısından ibaret sanıyordu.
Daha çocukken ana-babası çobana, evin ayrı bir odasında saygı ile
beslenen bir ineği göstermişler; "Bu inek bizim ilâhımızdır, bizi
yaratan, yaşatan ve günün birinde canımızı alıp kara toprağın bağrına
salacak odur. Atalarımız bize ona tapmasını öğrettiler, sen de ona
saygı duyacak ve bizim gibi ona tapacaksın" diye ona öğüt vermişlerdi.
O günden beri saf yürekli o çoban da öbür hayvanların ahırından
ayrılarak evin hususî bir odasına yerleştirilen ineğe Tanrı diye
tapıyor, ona ana-babasının gösterdiği saygıyı duyuyor, hizmetinde kusur
etmiyordu. Bir an bile içinden "hiç inekten Tanrı olur mu? İnek öbür
hayvanlar gibi bir hayvandır. Dağlarda güttüğüm koyunlara göre onun ne
üstünlüğü var da benim gibi bir insanın yaratıcısı, yaşatıcısı ve
öldürücüsü ulu bir efendi olabilsin" diye hiç aklından geçmedi. Kendisi
ana-babasından, ana-babası da nine ve dedesinden, onlar da daha
eskilerden öyle görmüşler, öyle duymuşlardır. Bu kadar göbekler boyunca
eskilerin yanlış yolda yürümüş olduklarını düşünmek ona mı kalmıştı?
Ona düşen vazife atalarının yolundan gitmek, onlara iyi bir varis
olmaktı. İşte çoban böyle düşünüyor ve ineğe tapıyordu.
Fakat bir ilkbahar günü aklına yeni bir fikir geldi. Dağları ve ovaları
gönül açıcı bir yeşillik bürümüştü. Ağaçlar, çiçekler, çimenler, kuşlar
kışın dondurucu uykusundan uyanmış renk ve solukları ile dünyayı daha
bir güzel bir daha bir tatlı süslemişlerdi. İnsanlar, hayvanlar, hattâ
yuvasında saklı yaşayan karıncalara kadar bütün canlılar kış boyunca
kapandıkları yerlerden taşarak açık havaya yayılmışlardı. Güneş de
sanki ışık ve sıcaklık saçmıyor; hayat ve canlılık püskürerek uyumuş
damarlara hareket arzusu aşılıyordu. Çoban "yazık değil mi mukaddes
ineğimize O'nun da canı var. Hep odasında yalnız ve kapalı durmak onu
sıkmaz, bıktırmaz mı? Bugün koyunları dağa götürürken mukaddes
İlâhımızı da birlikte götüreceğim. O da dağ, bayır, otlak, çeşme, çimen
görsün. Dünya görsün, temiz hava girsin ciğerlerine, gözü gönlü
açılsın" diye düşündü.
O sabah düşündüğü gibi yaptı. Koyunlarını köyün koyunlarını katıp dağa
çıkmaya hazır bir hale getirince mukaddes ineği de saygı ile ve dualar
mırıldanarak odasından dışarıya saldı; sürünün başına geçirdi ve her
günkü gibi yeşil otlaklı dağlara vardı. Koyunları yayılmaya saldıktan
sonra Allah olarak kabul edilen ineği de sulu otlak bir yere götürüp
otlasın diye bıraktı; ama gözünü ondan ayırmıyor; bütün dikkati ile her
hareketini yakından gözlüyordu. "Ya bir de Allah'ın başına bir kaza
gelecek olursa ben ne yaparım, hangi yolu tutarım, başıma ve aileme
yağacak lânetlere nasıl dayanırım?" diye düşünüyor ve ödü kopuyordu.
Öğleye doğru havada tek tek kara bulutlar belirmeye başladı. Beliren
bulutlar ağır ağır kümeleşti; hava karardıkça karardı ve tatlı bir
güneşle başlayan hava şiddetli bir yağmur kokmaya başladı. Çığlıklı
ötüşlerle gökyüzünde daireler çizerek uçuşan kargalar da sellercesine
yağacak bir öğle sonu yağmurunu haber veriyorlardı.
Çok geçmeden ortalık gece karanlığına büründü ve arka arkaya
kulakları sağır eden müthiş bir sesle gök gürlemeye başlamıştı. Tam bu
sırada çoban, bütün düşünce ve inançlarını alt üst eden bir hâdiseye
şahit oldu. O güne kadar baba ocağının eskilerinden gelme bir geleneğe
sıkı sıkıya bağlı kalarak Allah olduğuna dünyadaki her şeyden daha
üstün bir güç taşıdığına inandığı mukaddes inek de gök gürlerken
çimenliğe yayılmış diğer koyunlar gibi ürpermeye ve titremeye başladı.
Çobanın gördüklerine inanası gelmiyordu. Nasıl olurdu da tüm
varlıkların yaratıcısı ve öldürücüsü olan Allah diğer hayvanlar gibi
gök gürültüsünden ürküyor, korkuyordu? Nasıl olur da kendi gücünün
eseri olan bu gürültü onu ürkütebilirdi?
Yoksa gök gürültüsü onun eseri değil miydi? Hatta hayvancağız bu sesin
ne olduğundan da habersiz olduğu için mi böyle ürperiyordu? Bastıran
şiddetli yağmurdan kaçıp sığındığı yakındaki bir mağarada İsrailli
çoban hep böyle şeyler düşünüyordu; düşündükçe de gözü ve fikri
açılıyor; o zamana kadar aklına doğmamış olan yeni düşüncelerin
aydınlığı gönlümü genişletiyor, görüşünü keskinleştiriyordu. Sonunda şu
fikre vardı. O güne kadar mukaddes diye tanıyıp taptığı ve diğer
ineklerden ayırarak hususî bir odada beslediği inek, öbür hayvanlardan
hiçbir üstünlüğü olmayan basit bir canlı idi ve Allah olmasına imkân
yoktu. Ataları yanlış yolda yürümüşlerdi, kendisi de körü körüne, hiç
düşünmeden eskilerinin izinden gittiği o güne kadar sapık ve saçma bir
yolda idi. Ama olan olmuş; giden gitmişti. Eskileri karıştırmak
boşunaydı. Fakat bundan sonra, artık atalarının mukaddes ineğine İlâh
diye inanmayacaktı. İneklerin, koyunların ve bunların topunu birden
ürküten gök gürültüsünün, düştüğü yerleri kavuran şimşeğin ve
arkasından gelen şiddetli yağmurun yaratıcısı olan bir Allah muhakkak
var olmalı idi. Yoksa bunların hepsi kendiliğinden var olamaz ve
yaşayamazdı. İşte bu Allah'ı bulup O'na inanmak, O'na bağlanmak
lâzımdı.
Köye inince çoban, ineğin ilâh olmadığını söyleyen ve tüm varlığın
yaratıcısı olan Allah'ı öğretecek bir adam aradı. Kendi köyünde böyle
bir kimse bulamadı. Köyde herkes kendini akıllı ve âlim sanan kimseler
de dâhil olmak üzere, ineğin Allah olduğuna inanıyordu; bunun aksini
düşünmek bile istemiyorlardı. Derdini önüne açıp fikrini danıştığı
bütün köylüler, atalarının inançlarına karşı çıktığı için çobanı suçlu
buluyorlar, onu dinsizlikle itham ediyorlardı.
Kendi köyünde düşüncelerine ışık tutacak akıllı ve bilgili bir yol
gösterici bulamayınca, ömründe ilk defa köyünün sınırlarını aşarak
komşu köyleri dolaşmaya başladı. Epeyce dolaştıktan sonra
yakınlarındaki bir kasabada aksakallı, nur yüzlü ve tatlı sözü bir
ihtiyarla tanıştı. Ona da içini döktü; başından geçenleri bir bir
anlattı. Kimsenin ona özlemini duyduğu doğru yolu gösteremediğinden
yakınarak sözlerini bitirdi ve arkasından gözyaşı ve hıçkırıklar
arasında yaşlı âlimin ayaklarına kapandı. Yaşlı âlim gülümseyen
bakışlarını çobanın yüzünde gezdirerek, diz üstü dikilmesini ve
söyleyeceklerini dikkatle dinlemesini emretti. Çoban diz üstü çökerek
dinlemeye hazır olduğunu belirtince nur yüzlü âlim tane tane konuşmaya
başladı.
Söyledikleri kısaca şunlardı: "Oğlum seni yürekten tebrik ederim. Hiç
kitap yüzü görmemiş, hiç âlim sohbeti dinlememiş, şu çoban halinde
geçte olsa hakikata ulaşmasını becerdin. Halbuki kendini akıllı ve
bilgili sanan nice kimseler, apaçık gözleri önüne serilen delillerden
ibret almıyorlar ve sapık yoldan son nefeslerine kadar ayrılmıyorlar,
ben ömrüm boyunca bu sapık kalabalığı nasihat ve delillerle doğru yola
getirmeye çalıştım; hemen hemen bütün gayretlerim boşa gitti. Hiçbirin
ineklere tapmaktan alıkoyup varlıkların ulu sahibi önünde secde etmeye
inandıramadım.
Oğlum! Senin de gördüğün gibi inekler de diğer hayvanlar gibi dilsiz,
güçsüz birer canlıdırlar. Hâşâ, Allah olmalarına imkân yoktur. Allah
(c.c.), hayvanları, insanları, canlı ve cansız tüm varlıkları yaratan,
besleyip büyüten ve sırası gelince öldürüp yokluğun sessiz karanlığına
gömen, üstün ve biricik bir kuvvetin adıdır.
İşte bu Allah (c.c.), yarattığı varlıklar içinde en üstün güç ve
imkânları insanlara vermiş, diğer bütün varlıkları onların istifadesine
sunmuştur. Yine bu Ulu Allah (c.c.), konuşabilme gibi, ruh zenginliği
gibi, akıl gibi başka canlıların hiçbirinde bulunmayan meziyetleri
insanoğluna bağışlamış ve bütün bunlara karşılık insanoğlundan Allah'ın
yüce varlığını tanımasını istemiştir. İnsanoğlu hiç kitap okumadan,
hiçbir âlim sözü dinlemeden etrafındaki hâdiselerin mânâları üzerine
bir parça düşününce, Ulu Allah'ı bulması ve ona bağlanması güç
değildir. Fakat zamanımızın sapıkları körü körüne atalarının yanlış
fikirlerine saplanıyor ve apaçık gerçekleri kabul etmeye
yanaşmıyorlar." Bu sözlerden sonra çoban artık her şeyi daha aydınlık
görüyordu. Hemen orada biricik Allah'a imân getirerek artık bir daha
atalarının ineğine tapmadı.
(Müzhet'ül Mecalis)
Yüce Allah (c.c.) cümlemizi Allah'ı unutturan her türlü
sapıklıktan korusun. Âmin...
|
|