Mutlu
bir aileydiler. Bey kendine göre bir çevre
edinmiş, mazbut dostlarıyla sık sık görüşüyor, onları zaman zaman da
evine
davet edip İslâmî konularda seviyeli sohbetlerde bulunuyorlardı.
Ne var
ki,
hanım bu davetlerdeki hizmetinden memnun değildi. Nihayet bir gün son
sözünü
söylemekten çekinmedi:
– Artık
ben
misafir falan istemiyorum. Senin dostlarının çayını hazırlamaya da
mecbur
değilim!
Sakin ve
edebli
bey, her zamanki gibi sesini çıkarmadan düşünmeye başladı. Kendi
kendine
söyleniyordu:
– Benim
dostlarım kahve dostu değil ki. Her biri İslâm’a hizmetten başka derdi,
meselesi olmayan kültürlü insanlar. Bunlarla bir araya gelmek, şöyle
bir çay
sohbetinde meselelerimizi konuşmak bir eğlence değil, bir hizmettir. Ne
var ki
bu hanımın hizmetle, misafire ikramın sevabıyla hiç alâkası yoktur.
Rabbim bana
sabırlar ihsan eyle!..
Biricik
kızı
Mümine ise babasının hüznünü yüzünden okuyordu. Hemen atıldı:
–
Babacığım,
neden üzülüyorsun? Anneme bakma sen. Misafir ağabeyleri her zaman
çağırabilirsin. Senin bütün hizmetlerini tek başına ben görebilirim.
Çayını da,
hattâ gerekirse sofranı da ben hazırlayabilirim!
Baba,
çok
etkilenmişti. Zaten çok sevdiği biricik kızını, daha da çok sevmeye
başladı.
Artık misâfirlerini rahatça davette bulunabiliyor, anneye rağmen küçük
hanımın
üzerine düşen hizmette hiç de kusur etmediği görülüyordu. Zamanında
gelen
berrak çaylarını yudumlarken de hizmetlerini konuşabiliyorlardı. Ne var
ki Anne
malum tutumunu yine devam ettiriyordu:
– Senin
misafirlerinden de bıktım! Sana ne falan öğrencinin perişan oluşundan,
filanların hizmete muhtaç halde bulunuşundan. Çivisi çıkmış dünyayı sen
mi
ıslah edeceksin? Sen kendine bak, kendi işinle, gücünle meşgul ol!
Hep
sabır
içinde şükreden bey, bir gün Eskişehir’den İstanbul’a gitmek zorunda
kalmıştı.
Arabasına hanımı ile kızı da bindiler. Yolda Cumayı münasip bir yerde
edâ
etmeyi düşünüyordu. Ne var ki, hanım yine itiraz etti:
– Cumayı
yolda
kılmaya mecbur değilsin. Hızlı git, İstanbul’da kıl!
Bu
yüzden hızla
yol alırken ansızın önlerine çıkan bir demir kasalı kamyonun altına
girmezler
mi! Tabii her şey bitmiş, her üçünün de hayatları sona ermişti. Haber
duyulduğunda dostları koşuşmuş, ama ilahî takdiri kimse
değiştirememişti.
Her
üçünü de
defnettikten sonra masum bir yakınları bunları rüyada gördü. Öyle bir
rüya ki,
tesirinden bir türlü kurtulamayıp bir maneviyat büyüğüne şöyle anlattı:
– Bey,
hanımı
ve kızı ile hacca gidiyorlardı. Sınır kapısına vardıklarında pasaport
kontrolü
başladı. Bey ile kızının bütün muameleleri gözden geçirildi. Eksik
yoktu.
Geçin, dediler. Hanımınkini kontrol ettiklerinde:
– Bu
hanım bu
pasaportla hacca gidemez! Geri çevirin! dediler. Hanım feryadı bastı:
– Ne
münasebet!
Biz bir aileyiz. Muâmelemiz aynı. İşte bu, beyim, bu da kızım. Bizi
ayıramazsınız!
Cevap
kesindi:
– Hayır!
Senin
muamelen onlarınkinden ayrı yapılmış. Sen giremezsin, çekil geriye
bakayım.
– Bu
rüyanın
tevili ne ki? diye sorulduğunda maneviyat büyüğünün cevabı şundan
ibaret oldu:
–
Evladım,
bunun tevile ihtiyacı yok ki, rüya açık!
O günden
bu
yana bu olay ürperti ile anlatılıyor, ibretle dinleniyor. Bilmem size
de bir
şey söylüyor mu?
Kaynak:
Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
|