Cezmi
Efendi, İstanbul'un zengin semtlerinden birinde oturan, hatırı sayılır
bir halı
tüccarıydı. Kısa boylu, bir hayli göbekli, hafif sakallı bir adamdı.
İri
gözleri, tombul bir yüzü vardı. Çevresine devamlı gülümser, insanları
sevdiğini
ifade eder, onların da kendisini sevdiğini sanırdı.
Yaşı
altmışa merdiven dayamıştı. Son zamanlarda ticareti oğullarına
bırakmış,
köşesine çekilip kendisini ibâdete vermişti. Beş vakit namazını evine
uzakça
olan mahalle camisinde kılıyordu. Haftada bir evine gelen, mahalleden
birkaç
kişiyle sohbet edip onlara kitap okuyarak ya da ilmihâl bilgileri
anlatarak
vaktini değerlendiriyordu.
Dışarıdan
bakıldığında ideal bir ihtiyarlık hayatı gibi görünen bu gidişât, bir
süre sonra rengini değiştirmeye başladı. İhtiyar adamın gönlünde
fırtınalar
kopuyordu. Sanki rûhu bedeninden çıkmış da onun ne yapıp ettiğini
dışarıdan
seyrediyordu. Kafasının bir yanı yaptığı her şeyin nedenini, niçinini
sorguluyordu hep. Bu çalkantılı rûh hâli zamanla bütün hayatını
etkilemeye
başladı. Açık açık insanlardaki eksikleri araştırıyor ve her fırsatta
kendisinin üstünlüklerini (!) görüyordu.
Bu
buhranlı günlerinde, Cezmi Efendi, hayattayken bir türlü fırsat bulup
da
hacca götüremediği hanımının yerine, hacca gitmeye karar verdi. Belki
bu
sıkıntılı hâlden de kurtulurum, diye düşünüyordu.
Gerekli bütün hazırlıklar tamamlanmıştı.
Önceden
bir kaç kere gitmişti hacca... Kendisine yalvardığı hâlde, imkânı da
varken hanımını hiç götürmemişti. Yıllarca "ha bu sene, ha öbür
sene…" diye atlattığı hayat arkadaşına yaptığı vefâsızlık vicdanını
sızlatıyordu.
İçindeki
bu duygu anaforundan kurtulmak için kendisini zikirlere, salavâtlara
verdi. Şimdiden başlayıp o mukaddes topraklardan dönünceye kadar, bir
dakika
bile kaybetmeden ibadet ve tâatla uğraşmalıydı.
Kendi
kendine böyle bir çok karar almasına rağmen, uçağa biner binmez
uyuyakaldı. Uçak, Cidde havaalanına inerken, hostesin kemerini
bağlaması için
uyarmasıyla uyanabildi ancak. Gözlerini ovuşturdu. Derin bir iç çekip,
yüksek
sesle salavât getirirken kemerini bağladı. Etrafına, uyuduğunu gören
kimse var
mı diye şöyle bir göz attı. Kimse ilgilenmiyordu onunla. İçi rahatladı…
Mekke'deki oteline yerleşeli bir hafta olmuştu. Mina'ya giden işlek bir
caddenin kenarındaki orta halli bir mahalledeydi otel. Harem-i Şerif'e
de bir
hayli uzaktı. Zengin müşterilerine iyi hizmet etmeye çalışan hac
şirketi,
Pakistanlı şoförlerin kullandığı iki minibüs kiralamıştı. Bu servisler
her
vakit Kâbe'ye götürüp getiriyorlardı hacıları.
Ne
yazık ki Türkiye'deyken yirmi dört saatini Kâbe'nin karşısında
geçirmeyi
planlayan Cezmi Efendi'ye bir hâller olmuştu. Kendisini ya yatağına
uzanmış;
"Bir ân önce şu haccı yapıp da gitsek." diye düşünürken, ya da
caddelerde
alışveriş için gezerken buluyordu. Arada sırada da hotelin yakınındaki
küçük
mescide uğruyordu. Bir ara mescidin müezzininin Türk olduğunu öğrendi,
hacı
arkadaşlarından. Kıyâfeti ve tipiyle Araplardan hiç farkı olmayan bu
adam,
tavır ve hareketleriyle çok ilginçti doğrusu. Camiye girdiği zaman hiç
etrafına
bakmadan gidip yerine oturur, vakti girince güzel sesiyle ezan okurdu.
Namaz
bittikten sonra da yine hiç etrafına bakmadan kapıya doğru yürür, çıkıp
giderdi… Hiç kimse ile oturup konuşmaz, kendi halinde ibâdetini îfâ
edip
giderdi.
Gün
geçtikçe Cezmi Efendi'nin kafası, bu garip müezzine daha fazla
takılmaya
başladı. Durduk yerde bir hased fırtınası sardı gönlünü. İçinden "Böyle
müezzin mi olur? İnsan hiç olmazsa Türk hacılarla biraz ilgilenir…"
deyip
duruyor, her yaptığı hareketi uzun uzun inceliyordu. Bir yandan da
müezzinin
dikkatini çekecek şeyler yapıp, onunla konuşmak için fırsat arıyordu.
Ne
yaptıysa müezzinden beklediği ilgiyi göremedi. Ve bir sabah namazı
sonrası
sokuldu yanına. Adını, hâlini, hatırını, nereli olduğunu sordu. Adının
Hasan
olduğunu öğrenince içinden "Garip Hasan" diye geçirdi, alaylı bir
şekilde...
Garip Hasan sorularına kısa cevaplar veriyordu. Konuşmak istemediği her
hâlinden belliyken, Cezmi Efendi lafı uzatıyor ve ona çile çektirmekten
âdeta
zevk alıyordu.
Daha
sonraları, her sabah namazından sonra müezzinin yanına giden Cezmi
Efendi,
ihtiyacı olsun olmasın pek çok soru soruyor ve Garip Hasan'ı köşeye
sıkıştırmaya çalışıyordu. Bu esnâda mukaddes topraklarda bulunduğunu
da,
buralara geliş gayesini de unutmuştu.
Garip
Hasan kendisine sorulan sorulara, bazen kısacık cevaplar veriyor, bazen
de "Bilmiyorum" demekle yetiniyordu. Cezmi Efendi ise onun bu
ürkekliğini gördükçe daha çok üzerine gidiyor ve "Bilmem de ne demek!.
Sen
burada bir de cami hizmeti yapıyorsun!.. Niye hacıların sorularına
cevap verip
onlara yardımcı olmuyorsun!" diyerek üsteliyordu.
Aradan bir hafta daha geçti. Bir Cuma sabahı Cezmi Efendi içinde yine o
murdar
duygularla Garip Hasan'a yaklaştı. Daha önceden hazırladığı sorularını
sıralayıverecek iken, âniden hepsini unuttu. Boğazında bir şeyler
düğümlendi,
yutkundu ve bir şey söyleyemedi. Bu hal daha sonraları birkaç kere daha
tekrar
etti. Nihayet, birgün müezzine yaklaşarak:
"-Hasan
Efendi, buraya Hac için geldim, ama içimde garip bir huzursuzluk
var. Ne ibadetten, ne de hayattan zevk alamaz oldum. Gönlümü
kapkaranlık bir
duman kapladı. Bu dumanda boğulacakmış gibi oluyorum. Tavaf etmeye
üşeniyorum.
Kâbe'nin karşısında uyuya kalıyorum. Daha da kötüsü buralardan kaçıp
gidesim
geliyor…" dedi.
Garip
Hasan gülümseyerek dinledi onu. Sonra hep yere bakan gözlerini kaldırıp
Cezmi
efendinin gözlerine dikti. Çakmak çakmak yanıyordu bu gözler. Bir
müddet
gülümsemesine devam etti, sonra:
"-Cevap
mı istiyorsun?" dedi.
Pişmanlık içinde kıvranan Cezmi Efendi, "Evet" demekle yetindi. Garip
Hasan:
"-O
halde Cuma'dan sonra, bizim eve teşrif ediver. Misafirim
olursun." dedi.
Cezmi
Efendi, mazlum mazlum:
"-Olur,
gelirim!" diyebildi. Bu defâ kendisini kapana kısılmış gibi
hissediyordu…
Garip Hasan ve Cezmi Efendi dışında, beş altı kişi daha vardı odada.
İçeriyi
bir hayli serinleten klimayı kapatmışlardı. Bütün evde Garip Hasan'nın
sesi
yankılanıyordu. Garip Hasan konuşuyor diğerleri de hıçkıra hıçkıra
ağlıyorlardı.
Ömründe hiç böylesine içten, böylesine saf ağlayan bir topluluk
görmemiş olan
Cezmi Efendi, ürktü biraz…
Garip
Hasan, Cezmi Efendi'ye pek de yabancı gelmeyen şeyler söylüyordu ama o
da
sanki bunları ilk defa duyuyormuş gibi tesirinde kaldı. Aşktan,
hizmetten,
teslîmiyetten, vefâdan, cefâdan anlatıyordu. Söze "Edeb yâ hû!" diye
başlayarak "Edep"ten bahsediyordu. Anlattığına göre, önce gönüller
edeblenmeliydi.
Rûh,
Yaratan'dan ötürü yaradılanın karşısında bir kıyâm vakarıyla
süzülmeliydi…
Kalbler
zikzak çizmemeliydi. Er kişinin özüyle sözü bir olmalıydı ilkin…
Yüreğini
aşk oduna yakmayan, o sızıyı parmak uçlarına kadar tatmayan, hasedi,
fesâdı, kini, öfkeyi, intikamı cehennem uçurumlarına atmayan ve edeb
tâcını
başına takmayan kimseye kurtuluş meydanında yer yoktu çünkü…
Bütün bunları dinlerken Cezmi Efendi'nin yüreğindeki buzlar sıcacık göz
yaşlarıyla erimeye başlamıştı. Yüreğindeki karanlıkları, sonuna kadar
kovmuştu
içinden. Ve kapıdan çıkarken helâllik diliyordu Garip Hasan'dan…
Cezmi Efendi, Hac'dan döneli sekiz ay olmuştu. Bir gece rüyasında
Mekke'den bir
ışığın çıkıp, odasına girdiğini gördü. Işığın içinden Garip Hasan
çıktı.
Üzerinde o bembeyaz fistanı ve örtüsü vardı. Kaşları çatıktı.
O Cuma
günü, evinde söylediği gibi sesini yükselterek "Edeb yâ hû!"
diye seslendi. Cezmi Efendi nefessiz kalıp sıçrayarak uyandı. Gözleri
faltaşı
gibi açılmıştı. Dilinden saygıyla "Garip Hasan" kelimeleri
dökülürken, kanepenin üzerine ayaklarını kıbleye çevirmiş olarak uyuyup
kaldığını gördü ve hemen toparlandı.
Gözleri
dolu dolu olmuştu…
Asiye Yılmaz
Kaynak: Şebnem
Dergisi
|