"Artık
sana
emrolunanı açıkla!" âyet-i kerimesinin mûcibince, Rasûlullâh
-sallallâhu
aleyhi ve sellem-, insanları İslâm dînine dâvet etmeye başlamıştı. Bu
dâvete
ilk mukâbelede bulunanlar, îmânın nûruyla gönlü aydınlanmış olanlardı.
Toplumda
göz önünde olmayan garipler, kimsesizlerdi.
Mekke'de
doğup kıyâmete kadar dünyayı aydınlatacak olan İslâm dini için her
îmân edenin çile ve ızdırabı da sevgisine, muhabbetine göreydi. İşte
gönlünde
olan îmân muhabbetinin büyüklüğü sebebiyle bir çok acılara, ızdıraplara
mâruz kalan
ve buna rağmen baş koyduğu yolda azim ve gayretle ilerleyen gönül
sultanlarından biri de Uzeyle -radıyallâhu anh-'tır.
O
birçok işkencelere katlanarak Rasûlullâh'ın yanına geliyor, sohbetinde
bulunuyor ve onu derin bir heyecan ve muhabbetle dinliyordu.
Uzeyle'nin
en büyük zevki Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'den
öğrendiklerini başkalarına öğretmekti. Henüz Müslüman olmamış, fakat
İslâmiyet'e yakınlık duyan kadınları buluyor, Allâh'ın buyruklarını
onlara
anlatıyor ve birçoklarının Müslüman olmasına vesîle oluyordu.
Zaman
içerisinde Müslümanların sayısı gittikçe artmış, fakat yapılan
işkenceler
de dayanılmaz bir hâle gelmişti. Bu merhalede, Hazret-i Peygamber
-sallallâhu
aleyhi ve sellem- Allâh'ın izni ile Müslümanlara Medine yollarını
gösterdi.
Artık
Müslümanlar geride yurtlarını, yakınlarını bırakarak müslümanca yaşamak
için birer-ikişer gruplar halinde Medine'ye gitmeye başlamışlardı.
Hicret
edenler arasında Uzeyle'nin zevci de vardı. Şimdilik Uzeyle'yi yanında
götüremeyecek ama ilk fırsatta onu da yanına alacaktı.
Mekke
neredeyse boşalmıştı. Uzeyle kendisini yalnız hissediyor, bu yüzden
bütün
gücüyle kendisini İslâm dînini yaymaya veriyordu. Nihayet birgün
Rasûlullâh
-sallallâhu aleyhi ve sellem- de Cenâb-ı Hakk'ın izni ile hicret edince
Uzeyle,
Mekke'de büsbütün yapayalnız kaldı. O biliyordu ki, gönül Allâh ile
beraber
olunca yalnızlığın bir önemi yoktu. Bütün gücünü artık İslâm'ı yaymak
uğruna
harcamalıydı. Zîra her Müslüman'ın görevi bu olmalıydı.
Uzeyle'nin
kocasının akrabaları arasında Müslüman olmayanlar da vardı. Bunlar
birgün Uzeyle'nin evine baskın yapıp "Sen de kocan gibi Müslüman
olmuşsun.
Öyleyse bunun hesabını soracağız." diyerek Uzeyle'yi yakaladılar. Önce
kaçmasın diye bağladılar, daha sonra da hapsettiler. Ertesi gün önüne
bir çömlek
bal koyup hepsini yemesini söylediler. Onların bu hareketi üzerine
Uzeyle;
"Bana bal ikram ettiklerine göre galiba işkence etmeyecekler."
düşüncesi ile balı yemeye koyuldu.
Ancak
yedikçe içindeki hararet artmış, susuzluğu ziyadeleşmişti. Dayanamadı,
biraz
sonra su istedi. Ancak akrabaları su vermeyeceklerini, balı susuz
bitireceğini
söyleyerek onu zorladılar. Bal içini bir hayli yakmış, içindeki hararet
fazlalaşmıştı. Bir müddet sonra gün yavaş yavaş ışıltılarını etrafa
yaymaya
başlamış, güneş bütün sıcaklığını göstermişti.
Uzeyle,
azgın bir deveye bindirilip çöle doğru sürüldü. Azgın deve bir o yana
bir bu yana saldırıyor, Uzeyle'ye rahat vermiyordu. İşte vahadaki son
hurma
ağaçları da geride kalmıştı. Karşıda uçsuz bucaksız yakıcı bir çöl
vardı.
Yol
alırken çöl boyunca kimsesiz Müslümanlara işkence yapan zalimlere
rastladılar. Müşrikler onları kızgın kumlar üstünde sürüklüyor,
karınlarına
kocaman taşlar koyuyor, bu da yetmiyor çıplak vücutlarını ateşle
dağlıyorlardı.
Uzeyle,
kardeşlerine yapılan bu işkenceler karşısında kendi çilesini unutmuş
duâ ile; "Allâh'ım hâlimizi Sana nasıl arz edelim. Sen ki, bizi bizden
iyi
tanırsın! Üzerimize sabır yağdır. Sana olan îmânımıza güç ver.
Kardeşlerime
yardım et!" diyordu.
Bir
müddet daha yol aldıktan sonra bir kum tepesinin yanında durdular.
Uzeyle
deveden indirilmiş, bir kazığa bağlanmıştı. Fakat bu kadarı da
yetmezmiş gibi
ayağındaki ayakkabılarını da çıkartıp onu kızgın kumlar üzerine çıplak
ayakla
bıraktılar. Yere oturması yasaktı, hep ayakta duracaktı.
Çöl
o kadar sıcaktı ki, kızgın güneş her yeri yakıp kavuruyor, âdeta
insanın
beynini kaynatıyordu.
Zorla
yedirdikleri bal, Uzeyle'nin ciğerini kavurmaya başlamış yakıcılığını
göstermişti.
"-Ne
olur bir yudum su!" diye inledi. Akrabaları O'nun bu halinden
istifade ederek:
"-Muhammed'in
dinini inkâr et, sana istediğin kadar su verelim."
dediler. Ama boş yere… Çünkü îmân O'nun kalbine öyle yerleşmişti ki,
susuzluktan ölse bile bunun bir önemi yoktu. Nasıl olsa birgün
ölecekti, bu da
İslâm için Allâh için olmalıydı. Birden canlandı, onlara hitâben;
"-Sizi
duymayan, yaptıklarınızı görmeyen, kendisine bile faydası olmayan
taşlara nasıl tapıyorsunuz? Gelin her şeyi yaratan, yarattığı her şeyi
duyan,
gözeten Rabb'e sığının. O Rab ki, kalblerde gizlenenleri bile bilir."
Bu
sözlerle ilk önce şaşkına döndüler ama daha sonra kahkaha ile gülerek;
"-Öyleyse
yalvar da Tanrın sesini duysun; gelip seni elimizden
kurtarsın." diye alay ettiler.
Uzeyle
ellerini duâ için kaldırıp "Ya Rabbi" diye yalvarmaya başladı.
"Allâh'ım!
Beni bu îmânsızlara karşı utandırma. Biliyorum, darda kalan
kuluna yardım eder, Sen'den isteyenin elini boş çevirmezsin. Bana da
yardım et.
Allâh'ım bu adamların kalbini yumuşat, onlara da doğru yolu göster."
Artık
dili damağı büsbütün kurumuştu. Gözlerinden yaşlar akıyor, daha
kirpiklerinden ayrılmadan kuruyordu. Gittikçe gözleri de kararmaya
başladı. O,
su diye inledikçe; karşısına geçip kana kana su içiyor, "Muhammed'e
küfret
sana da verelim." diyorlardı. Uzeyle bu korkunç teklif karşısında her
seferinde
ürperiyor; "Asla, asla!" diye haykırarak:
"-O
ki Allâh'ın sevgilisi, kâinatın efendisi, O'nsuz hayatın ne anlamı
var, canım O'na feda olsun!" diyordu.
İkinci
gün sabahleyin yine bal getirdiler. Uzeyle balı ikrâm olsun diye
getirmediklerini artık biliyordu. Ona elini bile sürmedi.
"-Balı
ye!" diye zorladılar, yemediğini görünce de zorla ağzına
akıttılar. Sonra da onu bir sopaya bağlayıp güneşin karşısına diktiler.
Çöl
her zamanki gibi sıcaktı. Âdeta her bir güneş ışığı milyonlarca ok
oluyor
ona saplanıyordu. Bir zaman böyle bekledi, sonra "gözlerim" diye
inlemeye başladı. Gözlerini açmaya çalıştı ama açamadı. Bir kez daha
denedi;
sonra hiçbir şey göremediğini fark etti. "Gözlerim kör oldu." diye
haykırdı; ama sesi, kuruyan boğazından bir fısıltı gibi çıkıyor hiçbir
şey
anlaşılmıyordu.
Uzeyle
iyice zayıfladı. Üçüncü günün işkencesi başladığında âdeta bitip
tükenmişti, ayakta duracak gücü kalmamıştı. Ciğerlerindeki yangın
dayanılmaz
bir hal alınca İslâm düşmanları ona;
"-Haydi
dininden dön de sana her istediğini verelim." dediler.
Bu
teklifi de reddetti. Ama artık sesi çıkmıyor, sadece dudakları
kımıldıyordu.
Görmeyen gözlerini gökyüzüne dikmiş şehâdet parmağıyla; "Allâh birdir,
Allâh birdir!" diye işaret ediyordu. Sonunda kulakları da duymaz oldu.
Söylenenleri artık işitmiyordu.
Çöl
güneşi korkunç bir hal almaya başlayınca müşrikler onu o hâlde bırakıp
kendilerini çadırın gölgesine attılar.
Uzeyle
bütün tâkati kesilmiş bir şekilde öylece yatıyordu. Neredeyse bayılıp
bilincini de kaybetmek üzereyken göğsünün üzerinde bir soğukluk
hissetti.
Eliyle yokladı; bu buz gibi bir kova su idi. Kuruyan dudaklarını kovaya
yaklaştırıp ancak bir yudum içebildi. Sanki biri kovayı çekip almıştı.
Ayağa
kalktı, birden gözlerinin açıldığını fark etti. Evet artık görüyordu.
İşte,
pırıl pırıl billur gibi parlayan bir kova, gökyüzüne asılmış gibi
duruyordu.
"Allâh'ım bana yardım edeceğini biliyordum. Sana bütün kalbimle
inanıyorum." diye mırıldandı. Uzeyle ellerini kovaya uzatıp bu defa
kana
kana su içmeye başladı. Bir taraftan çocuklar gibi seviniyor bir
taraftan da
Rabbine duâ ediyordu.
Buz
gibi su yüreğini serinletmiş, gönlünü ferahlatmıştı. Kalan suyu
başından
aşağı boşalttı.
Çadırda
uyuyanlar, Uzeyle'nin sesini duyunca ne olduğunu anlamak için koştular.
Susuzluktan sesi soluğu kesilen, gözleri kör, kulakları duymaz olan
Uzeyle,
acaba nasıl ve niçin bağırıyordu?
Uzeyle'yi
görünce donakaldılar. Sanki karşılarındaki Uzeyle değildi. Üzerinde
hiç görmedikleri bir güzellik vardı. O pırıl pırıl parlayan gözleriyle
müşriklere "gelin" diye bağırdı.
"-Gelin
de Rabb'imin neler yaptığını görün."
Uzeyle'nin
yanına gelince yüzündeki su damlalarını, elbisesindeki ıslaklığı
fark ederek kendilerini toparladılar:
"-Bağını
çözüp suyumuzu içmişsin, bizi kandıramazsın!" dediler.
Uzeyle
onların gaflet içindeki hâllerine acı acı gülümseyerek ellerini öne
doğru uzattı ve:
"-İşte
bakın ellerim hâlâ bağlı duruyor, su tulumlarınızın kapağı bile
açılmadı." dedi.
Hayatları
âdeta bir kum fırtınası gibi geçen müşrikler bu mucizevî olay
karşısında donakalmışlardı. Bir an fırtına dindi. Sonsuzluğu görmeyi
engelleyen
kumlar dağıldı. Nasıl bir kum fırtınasının ardından toprakların yerleri
değişir, orası apayrı bir mekân hâline gelirse işte onlar da bu gönül
fırtınasının dinmesiyle yüreklerinin değiştiğini hissetmişlerdi. Artık
hiçbir
şeyi eskisi gibi görmüyorlardı.
Bir
anda hepsinin gözleri ufka daldı. Bir müjde bekliyor gibiydiler. Ufkun
kızıllığına bakan gözler bir anda Uzeyle'nin sıcacık bakışı ve
tebessümünde
eriyip gitmişti. Artık onlar için ufuktan daha derin olan Uzeyle mâsivâ
çölünde
buldukları bir vahâ, bir testi soğuk su gibiydi. Beyinleri fokurdatan
güneşi
hissetmiyorlar, kalblerine hakikat güneşinin huzmeleri aksediyordu.
Hidâyet
dedikleri böyle bir şey olsa gerekti.
İşte
böylesi bir çölde Uzeyle'nin bir serap gibi bir anda kaybolmasından
korkan
bu nasipliler bir anda vecde gelerek:
"-Ey
Uzeyle, meğer biz nasıl bir hâldeymişiz ki seni, nûranî hakîkatlerini
görememişiz. Ey sadece bir olana itaat eden eşsiz kul, şimdi bizi
affedersen
biz de belki nasiplilerden oluruz. Şayet bize acımazsan her birimiz şu
gönül
harâretinden mahvolur gideriz. Ne olur bizi bu dünya çölünün
aslanlarına yem
etme ve gönül menbaından bir tas îmân suyu bize de sun."
Uzeyle'nin
gözlerinden iki damla yaş süzüldü. O damla ki çöle düşse oradan güller
bitirir, ateşe düşse orayı gül bahçesine dönüştürürdü. Zîrâ onun gönül
dokusu
teslimiyetti ve o merhametle onlara yönelerek "bir olan"ın bütün
kâinatta nasıl hissedildiğini öğretircesine kelime-i şehâdeti telkin
etti.
"Eşhedü
enlâ ilâhe illallâh ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve
rasûluhu."
Ve
bütün mahlukât şâhitti artık bu îmâna. Onun îmân saâdetinin nasıl
gönüllere
aksettiğini artık her şey biliyordu. Zîra güneş balçıkla sıvanmazdı.
Îmân
güneşini bulutlar örtse de o ışımadan, aydınlatmadan duramazdı.
Ve
onunla aydınlananlar da çölden kurtulmuşlardı. Hâsılı çöl, onların
sudan
bîhaber kurak topraklara dönmüş gönülleriydi. Ve onlara neşve verecek,
gönüllerini muhabbet-i Muhammedî ile dolmasını sağlayacak bir müjde ile
Uzeyle;
"Medîne'ye hicret!" dedi.
Bunu
demesiyle bir gül kokusu yayılmıştı iklimlerine. Ve îmânla tanışan
gönüller bir anda bir muhabbet yangınıyla tutuşmaya başlamıştı. Ve
yeniden
doğmak için, gönüllerini tecdid için, yüreklerindeki Yesrib'i Medine
eylemek
için artık onlar da düşmüştü yola. Gözlerdeki ışıltı güneşten ayân,
kalblerdeki
nûr, ayın hâlesini kıskandırır bir hâldeydi. Küfürden îmâna hicret,
işte böyle
bir şeydi…
Kevser Atar
Şebnem Dergisi
|