Ukbe
bin Ebî Muayt, Mekke
müşriklerinden kötü niyetli olmayan bir adamdı. Rasûlullâh'la her
karşılaştığında saygıyla bakar, iyi münasebetini bozmamaya gayret
ederdi. Hatta
uzun yolculuklardan döndüğünde Mekke'de insanlara yemek ikram etmeyi
âdet
edinmişti. İşte yine böyle bir yolculuktan dönmüş, vereceği yemeğe
Rasûlullâh'ı
da davet edecek kadar yakınlık göstermişti.
Efendimiz,
Ukbe'nin artık gönlünün îmâna hazır hâle geldiğini düşünerek yemek
davetine şöyle karşılık verdi:
"-Ukbe,
dâvetine gelirim, ama yemeğini yemem. Yemeğinden yemem için seni
yaratan Allâh'ı inkar etmemeni, O'nun Rasûlü'ne de şehâdet etmeni
beklerim.
Senin gibi iyi niyetli bir insan küfürde ısrar etmemeli artık!.."
Ukbe,
bu teklife çok da direnmedi. Efendimiz'in isteğine olumlu cevap vererek
îmân eden herkesin söylediği şehâdet kelimesini söyleyiverdi. Efendimiz
Ukbe'nin îmân etmesine çok sevinmişti.
Ne
var ki, Ukbe'nin Mekke'de putperest dostları da vardı. Haber bir anda
onlara
da ulaştı. Onların içinde katı, sert ve insafsız bir müşrik olarak
meşhur olmuş
Übey bin Halef, duyduğu haberden hiç hoşlanmadı. Hemen gelip arkadaşını
suçlayıcı sorular sormaya başladı:
"-Duyduğuma
göre Muhammed'i yemeğe dâvet etmişsin. Bununla da kalmayıp
onun teklif ettiği şehâdet kelimesini de söylemişsin!"
"-Evet."
dedi "Öyle oldu. Onun istediği şehâdet kelimesini de
söyledim."
Müşrik
dostu:
"-Olamaz!.."
dedi, "İşte bu olamaz. Hem şehâdet kelimesini
söyleyeceksin, hem de bizimle dost olacaksın. Bu olacak şey değil!..
Bu, sana
pahalıya mâl olur. Bundan sonra hiçbir yerde iş bulamazsın." diye ilâve
etti.
Ukbe,
müşrik dostunun sözlerinden endişe etmiş, getirdiği şehâdet
kelimesinden
pişmanlık duymaya başlamıştı.
"-Olayı
büyütme!.." dedi. "Ben sadece Ukbe'nin yemeğini yemeden
gitti diye bir söylenti çıkmaması için, utandığımdan şehâdet kelimesini
getirdim; yoksa ona inandığımdan değil!"
Übey
bin Halef, kopardığı bu tâvizden memnun olmuş, ama yeterli de
bulmamıştı.
Daha da ileri giderek yol gösterdi:
"-Biz
bu sözlerinin doğruluğunu, ancak gidip O'na tükürdükten sonra kabul
ederiz. Gideceksin, onu sevmediğini ifade eden bir tükürük
fırlatacaksın, o
zaman anlarız, senin O'na inanmadığını!.. Yoksa bizi savamazsın boş
sözlerle!.."
Îmâna
yeni ısınmaya başlamış olan Ukbe'nin kalbi, maalesef artık geri dönüşe
geçmiş, dostlarının baskısına dayanamayarak vazgeçmişti, getirdiği
şehâdet
kelimesinden...
Doğruca
Efendimiz'in Daru'n-Nedve'de ibâdet ettiği yere gitti. Dilinin ucunda
topladığı tükürüğü fırlatmak üzere hazırlanırken ansızın bir rüzgar
çıktı.
Dudakları arasından çıkan tükürük geriye dönerek kendi suratına yapışıp
hem de
ateş gibi yaktı. Ertesi günü Ukbe'yi yanağındaki yanık iziyle görenler
sordular:
"-Sende
böyle bir yanık izi yoktu, ne zaman oldu bu yara?"
Ukbe
saklamadan anlattı:
"-O'na
doğru tükürdüğüm tükürük, kendime geri dönüp suratıma yapışarak
ateş gibi yaktı, izi kaldı!"
Ne
yazık ki, yarı îmân etmişken dostlarının baskısı yüzünden gerisin
geriye
dönen Ukbe, Bedir'de küfür üzere öldü. İşte bu hâdise üzerine Furkan
Sûresi'nin
27-29. âyetleri nâzil oldu:
"O
gün, zâlim iki elini ısırıp "Ne olurdu, ben o peygamberin
beraberinde bir yol edineydim." Ne yazık bana! Keşke falanı dost
tutmayaydım. Beni o zikirden, imânâ geldikten sonra, o saptırdı. Şeytan
insanı
yapayalnız ve yardımsız bırakandır."
Burada,
dostlarının yanlış telkinlerine uyanların ellerini ısırarak âhirette
nasıl pişmanlık duyacakları şöyle anlatılmaktadır:
"-Ah
ne olurdu, keşke falanı dost edinmeseydim, onun isteğine boyun
eğmese, sözlerine îtimat etmeseydim!.. Getirdiğim şehâdet kelimesinden
vazgeçirip Peygamber'le birlikte olmama mâni oldu, şeytana uydurdu. Ne
kötü
dostmuş meğer onlar..."
Ukbe'nin îmânına engel
olan bu dost
örneği, bizim de dostluğumuzu ve
dostlarımızı düşünmemize sebep olmalıdır. Arkadaş ve dostlarımızın bize
neleri
telkin ve tâlim ettiklerini gözden geçirmeliyiz ki, buradaki yakın
dostluklarımız, âhirette amansız düşmanlığa dönüşmesin. "Böyle dost
düşman
başına!.." diyerek pişmanlık duymayalım.
A. Karamanoğlu
Şebnem Dergisi