Bir Genç Kız Uyanıyor  Dini Hikayeler
Çok Güzeldi, Ölüm Ona Yakışmaz ki

Genç kız, uzun uzun çalan telefonun sesi ile uyandı. Bedeni yatağa âdeta yapışmıştı.

"-Sabahın köründe kim bu arayan?!" diye söylenirken başucundaki saat 14: 30'u gösteriyordu. Gece ikide eve geldiğini hatırladı. Telefona yetişemedi. Aradan birkaç dakika geçince tekrar çalmaya başlayan telefon, iyice sinirlerini bozmuştu. Çantasında telefonu arıyor, ama bir türlü bulamıyordu. Çantasını önüne döktü. Telefonun onuncu defa çalışında ancak açabildi.

Ahizeden sadece çığlıklar ve ağıtlar duyuluyordu. Daha kimse konuşmadan önce, genç kız, tepeden tırnağa ürpermişti.

"-Alo, kimsiniz, kimsiniz?" diye sormaya başladı.

Karşı taraf biraz ağırdan alıyordu. Nihayet sesi duyuldu:

"-Alo, ben Reyhan."

"-Ne oldu Reyhan, neden ağlıyorsunuz?"

"-Âmine!.. Dün akşam, dün akşam Füsun trafik kazası geçirmiş. Şimdi ölüm haberini aldık. Hemen gel!.."

Şimdi şaşırma sırası Âmine'ye gelmişti. Karşı taraf telefonu kapatmış, Âmine, telefon elinde donakalmıştı. Daha dün gece birlikteydik, diye düşündü. Yedik, içtik, eğlendik, sinemaya gittik. Ne kadar güzel bir gece geçirdik, hep birlikte... Dün kanlı canlı olan kız, şimdi ölmüştü, öyle mi?! Aklı bir türlü almadı.

"-Ölmüş olamaz!.." dedi, bir anda... "Ölmüş olamaz, daha 19 yaşındaydı. Hem ölüm ona yakışmaz ki!.."

Neden sonra kendine geldi, toparlandı. Hemen üstünü giydi, çantasını yerleştirdi ve yola çıktı. Füsunların evine gidiyordu. Herhalde bütün arkadaşlarına haber vermiş olmalıydılar. Aceleyle bir taksiye bindi ve kısa zamanda cenaze evine ulaştı. Şimdiye kadar koştura koştura gelen ayakları, nedense binanın önüne geldiğinde adeta yere çakılı kalmıştı. Bir türlü ayağını kaldıracak güç ve cesaret bulamıyordu. Orada Füsun'un cesedi ile karşılaşmak korkusu içten içe kendisini kemiriyordu. Aslında tam olarak dile getiremese de, ona ürkütücü gelen, ölümün bu kadar yakınına kadar gelmiş olmasıydı.

Cenâze evinden yükselen ağıtlar, daha apartmanın girişinden duyuluyordu. Kendine biraz cesaret telkin etti, ben, Füsun'un bunca yıllık arkadaşıyım. Onu, ölümün kollarında yalnız bırakmamalıyım, dedi ve yavaş yavaş merdivenleri çıktı. Zile bastı. Kapı açıldığında, içerideki mâtem havası âdeta dışarıya taştı. Ağlayanlar, sızlayanlar, feryatlar, ağıtlar... Birbirinin omzuna yaslanıp gözyaşlı dökenler, ne yapacağını bilmez şekilde çaresizce bir köşeye büzülmüş olanlar... Genç kızlar bir araya toplanmıştı. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Daha dün gece bir aradaydılar. En genç ve en alımlı olanlarıydı Füsun... Gülücükleriyle, esprileriyle neşe saçıyordu, arkadaş grubuna... Ama şimdi, üstüne beyaz bir örtü örtülmüş ve öylece, kaskatı bekliyordu. Annesi feryadı, bütün duvarlarda çınlıyordu:

"-Gelinlik giyecekken kefen mi giydin?! Kalk, bu elbise sana hiç yakışmadı... Gençliğine yazık oldu, güzelliğine yazık oldu!.."

Bir müddet sonra âilenin erkekleri geldi ve Füsun, tabuta yerleştirilerek evden çıkartıldı. Tabut, cenâze arabasına kadar omuzlarda kaya kaya gitti. Cenâze, câmiye götürülecekti. Ezan okunana kadar bir saat kadar zaman vardı. Bu yüzden Mevlid okutmak için bir hocahanım çağırmışlardı.

Âmine, iyice kenara büzülmüş, dün geceden beri olup bitenleri zihninden süzüp duruyordu. O bambaşka bir âleme dalmıştı. Ne kapının çaldığını, ne de gelen hocahanımın sohbete başlamasını hiç fark etmedi. Hocahanım, Mevlid okumak için getirilmişti, ama Mevlid'e başlamadan kısa bir sohbet yapmak istediğini söylemiş, sonra da Kur'ân-ı Kerim okumaya başlamıştı.

Âmine, Kur'ân okuyuşunu duyana kadar kendi dünyasına dalıp gitmişti. Hocahanımın okuyuşunu dinledikçe ruhu biraz tesellî buldu, ama içinde fırtınalar kopuyordu. İçten içe bir isyan büyüyordu; gençti, güzeldi, hayatının baharındaydı, neden öldü, başka kimse yok muydu? Daha gençti, çok güzeldi. Beraberce geçirecekleri daha çok günleri vardı. Neden, neden? Bir türlü bu sorulara cevap veremiyordu. Düşünmekten başı ağrımaya başladı.

Hocahanım, Kur'ân okumayı bitirmiş ve "el-Fâtiha" demişti. Sonra yumuşak bir üslupla sohbetine başladı. Önce cenâze evine, anne ve babasına, yakın ve arkadaşlarına tâziyede bulundu. Sonra sözlerine şöyle devam etti:

"-Sevgili dostlar, Füsun, benim de akrabamdı. Amcamın kızı idi. Onun arkasından ağlamalarımız, feryat ve figanlarımız artık onu geri getirmez. O dönülmez bir yolculuğa başladı. Şu andan sonra ona faydalı olmak istiyorsak, onun için Kur'ân okuyacağız, sadakalar vereceğiz. Artık o, dünya sahnesindeki perdesini kapattı, ununu eledi, eleğini astı. Sırada belki de bizler varız. O, vefatıyla bizimle konuşmaya başladı; bakalım, biz onun öldükten sonra bize söylediklerini duyabilecek miyiz? Sessizce bize nasihat eden ölümün kelimelerini duyabilecek miyiz? Ölüm, diyor ki; ben her yaşta, her seviyedeki insana gelebilirim. Genç, de, yaşlı da, çocuk da benim elimden kurtulamaz. Kimin vadesi gelmişse, onu bir an bile bekletmem. Zenginlere de uğrarım, fakirlere de... Hastalara da uğrarım, zinde ve sağlıklı olanlara da... Ben, her an evinize gelip misafiriniz olabilecek biriyim; siz beni ağırlamaya hazır mısınız? Benim gibi sürpriz bir misafir için hazırlıklı mısınız?"

Hocahanımın, bu sözleri üzerine ağlayanlar önce birbirlerine baktılar, sonra başlarını önlerine eğip düşünmeye başladılar. Deminki ağıtlar yükselen ev gitmiş, daha sessiz, daha mütevekkil bir ev gelmişti sanki...

Âmine ise, iç dünyasında gelgitler yaşamaya devam ediyordu. Ya ölen Füsun değil de, kendisi olsaydı? Füsun'u farklı kılan neydi? Onu alan ölüm, kendisine ne zaman uğrayacaktı? Ya o da genç yaşındayken ölecek olursa? O zaman hayata dair bütün planları, hedefleri, hayalleri alt üst olacak demekti. Sahi, Füsun'un hayallerine ne olmuştu? Şimdi o yapmak istediklerinin ne kadarını yapabilirdi? Âmine, iç dünyasında bu düşüncelerle boğuşurken, dinleyiciler arasından birisinin sesini duydu:

"-Hocam, ben ölümden çok korkuyorum, ölmek istemiyorum!.."

O anda dinleyicilerin hemen hepsi, o cümleyi söyleyen kimseyi tasdik edercesine başlarını salladılar. Sanki hepsi, evet, biz de ölümden çok korkuyoruz der gibiydiler.

Hocahanım, bunun üzerine mevzuya başka bir açıdan yaklaşmaya karar verdi:

"-Mevlânâ Hazretleri, şöyle buyurmaktadır:

"Evlat, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh'a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar."

"Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun."

"Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise, o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göredir."

Demek ki, ölüm, sadece kendisini unutanlara korkunç geliyor. Ölümü devamlı hatırlayan, ona göre hazırlık yapanlar için ölüm, âdeta sevgili gibi hasretle beklenen bir dosta dönüşüyor. Peygamberimizin ashâbından birisi gelmiş ve O'na:

"-Ey Allâh'ın Rasûlü!.. Mü'minlerin en faziletlisi kimdir?" diye sormuş. Peygamber Efendimiz de:

"-Ahlâkça en güzel olanlardır!" cevâbını vermiş. Bu sefer o zât:

"-Peki, mü'minlerin en akıllısı kimdir?" diye sordu. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

"-Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır." buyurdu.(İbn-i Mâce, Zühd, 31)

O hâlde gerçek akıllılar, sadece ölüme hazırlananlardır. Çünkü ölüm, kaçınılmaz bir şekilde herkese uğruyor. Er geç bize de gelecek... Kimse ölmekten kurtulamamış ve yine kimse, öldükten sonra tekrar eski hayatına dönememiş. O hâlde ölümü ve onun ardındaki hayatı iyi öğrenmeliyiz. Sonra da ona göre hayatımızı gözden geçirmeli ve sonsuz bir hayat için hazırlık yapmalıyız."

Hocahanım, sözlerini bu şekilde tamamladı ve usûlen kısa bir Mevlid okuyarak sohbeti bitirdi. Evdekiler, yavaş yavaş toparlandılar ve cenaze merâsimi için bir kısmı câmiye, bir kısmı da mezarlığa doğru hareket etti.

Âmine, yerinde kalakalmıştı. Gözleri, evin içinde biraz önce Füsun'un hareketsiz yattığı yerdeydi. Arkadaşlarının koluna girip kendisini kapıya doğru sürüklemeye çalıştıklarını fark edince kendine geldi. Arkadaşlarıyla beraber arabaya binmişler, mezarlığa doğru gidiyorlardı. O aralıksız düşünmeye devam ediyordu; ölüme hazırlanmak... Ben hayatım boyunca hep bir şeylere hazırlandım. Yarım saatlik bir yemek için saatlerce mutfakta hazırlık yaptım. Üniversite sınavında başarılı olabilmek için yıllarca dershanelere gittim, ek dersler aldım, hazırlandım. Dün sinemaya gitmek için seçeceğim elbiseye karar vermek için bile saatlerce aynanın karşısında hazırlık yaptım. Ya ölüme hazırlık? Arkadaşlarımın bazıları namazlarını kılıyorlar, bazıları da benim gibi sadece yılda bir defa oruçlarını tutuyor. Başka? Evet, ilkokulda yazın câmide Kur'ân okumayı öğrenmiştim. Ama sonra hiç vaktim olmadı, tekrar edemedim. Şimdi nedense hatırlamıyorum bile... Ablama hiç benzememişim. O rahatça başını örttü, namazını da düzenli kılıyor. Ama bunu yapmak o kadar da kolay değil ki... Çevrem var, arkadaşlarım, kurulu bir düzenim... Sonra ben üniversite okudum, başını örtenler, işe girmek için daha çok uğraşıyor. Zaten örtünmek bana göre değil ki... Sonra içinden bir ses, ölmek de Füsun'a göre değildi, dedi.

Gerçekten Füsun ile ölümü yan yana hiç düşünemiyordu. Arkadaşı o kadar hayat doluydu ki, sanki hiçbir zaman ölmeyecek gibiydi. Ölüm, yaşlılara, hastalara yakışıyordu belki ama arkadaşına hiç yakışmamıştı.

Mezarlığa gelmişlerdi. Füsun'un tabutu daha gelmemişti. Onlar, mezarlığın yüksekçe bir yerinde beklemeye başlamışlardı. Âmine, göz ucuyla mezarlığa şöyle bir bakındı. Burası, Füsun'un yeni evi, kabirdekiler de yeni arkadaşları öyle mi, diye geçirdi içinden... Şimdi o can arkadaşımız, bu akşamı, burada, yeni evinde ve yeni arkadaşlarıyla geçirecek öyle mi? Bir anda ürperdi, toprağın soğukluğunu iliklerine kadar hissetti. Sonbahar da yaklaşmıştı. Yerler de ıslak gibiydi. Birkaç gündür yağmur yağmıştı, zaten... Şimdi Füsun, o gencecik beden, toprağa bırakılacak ve geriye dönüp gidilecekti. Herkes, sanki hiçbir şey olmamış gibi, Füsun sanki hiç yaşamamış gibi işlerine güçlerine dönüp kaldıkları yerden hayatını yaşamaya devam edeceklerdi.

"-Hayat, çok garip..." dedi, kendi kendine...

"-Çok seviyorsun, hadi gel, yanına yatıver!.." desen, Füsun'un yanına yatacak, ona mezarda arkadaşlık edecek kimse yok... Feryatlarla yeri göğü inleten annesi bile mezarda biricik kızını yalnız başına bırakıp gidecek... Yazık... Çok yazık.

Âmine, biraz ileride Hocahanımı fark etti. Dalıp gittiği düşünceleri sebebiyle yarım yamalak dinlediği sohbetinden istifade ettiğini düşündü. Ama soruları vardı. Yanına yaklaşıp sormak istedi. Arkadaşlarının arasından sıyrıldı. Hocahanıma doğru yaklaştı.

"-Hocam, müsaitseniz birkaç sorum olacak." dedi.

Hocahanım, Âmine'nin düşünceli hâline baktı ve başını sallayarak:

"-Cenâze gelene kadar birkaç dakikamız var, buyur seni dinliyorum." dedi.

"-Hocam, neden Füsun? Daha çok gençti, hayat doluydu. Niye yaşlı başlı insanlar değil de o?"

"-Öncelikle ölüm herkes için... Her insan, doğduğu andan itibaren ölüm adayı... Hatta bazıları daha dünyada tek bir nefes almadan, anne karnında ölüveriyorlar. Ölümün yaşı yok. Kime, nerede, ne zaman geleceği belli değil. Onun için hepimizin, her an ölüme hazır olması lâzım. Neden gençlere ve çocuklara da ölüm gelir, dersen birinci hikmeti, ölümün bu hazırlıksız gelişini hatırlatmak olmalı... Böylece insanlar her an, kendilerini âhirete hazırlasınlar; nasıl olsa yaşlanınca öleceğim diye düşünüp rehavete kapılmasınlar. İkincisi insan ya ibâdet üzere yaşar ya da günah ve isyan üzere... Genç iken ibâdet dolu bir hayat geçirenler, böylece tertemiz bir şekilde Rabbine kavuşmuş olurlar. Genç olduğu hâlde günahlara dalanlar ise, daha fazla günah işlemeden Rablerine dönmüş olurlar. Ama yine de gençlerin ölümü hep acı gelmiştir. Yunus Emre bile:

Yalancı dünyâya konup göçenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Üzerinde türlü otlar bitenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Kiminin başında biter ağaçlar,

Kiminin başında sararır otlar,

Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,

Söylemeden kalmış tatlı dilleri,

Gelin duâdan unutman bunları

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Kimisi dördünde, kimi beşinde,

Kimisinin tâcı yoktur başında,

Kimi altı, kimi yedi yaşında,

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Kimisi bezirgân, kimisi hoca,

Ecel şerbetini içmek de güç a!

Kimi ak sakallı, kimi pîr koca

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Yûnus der ki gör takdîrin işleri

Dökülmüştür kirpikleri kaşları

Başları ucunda hece taşları

Ne söylerler ne bir haber verirler!..

demiştir. O hâlde insan, aklını kullanabildiği andan itibaren her an ölüme hazırlanmalı ve onun kendisine ergeç geleceğinin farkında olmalıdır."

Âmine, bir taraftan hocahanımı dinliyor, bir taraftan mezar taşlarını seyrediyordu.

Kabir Koridorundan Geçerken

O esnada gözü, bir mezar taşına ilişti. Mezar taşında, "Ahmet Selçuk Tuncay (02.02.2000-10.02.2000) Ruhuna el-Fâtiha" yazıyordu. Şöyle bir düşündü, bu tarihler doğruysa o mezarda yatan, on günlük bir bebekti. Demek ki, neredeyse doğar doğmaz ölmüştü. Ne gülmüş, ne oynamış, ne annesini-babasını tanımış, ne de hayatın birçok lezzetini tatmıştı. Sonra içten içe ona imrendiğini fark etti. Ne güzel, tertemiz bir şekilde yaşamış ve hiç kirlenmeden ölmüş... Allah bilir, bu kadar kısa bir hayat yaşadığı için cennete bile uça uça gitmiştir, diye düşündü.

O sırada Hocahanım, elini, Füsun'un eline uzattı ve:

"-Bak, cenaze de geliyor."

Herkes kıpırdandı. Cenazenin geldiği tarafa yöneldi. Füsun, bir tabutun içinde, elden ele kabristanlığa doğru geliyordu.

Âmine, gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark etti. Ağlıyordu. Bu ağlayışı kimin içindi? Sonsuz bir yolculuğa çıkmakta olan Füsun için mi, yoksa içinde fırtınalar kopan kendisi için mi? Bir türlü anlam veremedi.

Tabut, daha önce kazılmış olan kabrin yanına getirildi. Kabir, bomboştu; iyice temizlenmişti. O sırada Âmine, kabrin bir köşesine iliştirilmiş siyah bir poşeti fark etti. Gözleriyle Hocahanıma poşeti işaret etti, o da Âmine'nin ne demek istediğini anlamıştı. Hocahanım, derin bir çekerek:

"-O poşettekiler, benim amcamın, yani Füsun'un babasının kemikleri... Onbeş yıl önce vefat etmiş ve buraya gömülmüştü. Şimdi ondan kalan parçalar, birleştirilmiş ve bir poşete konmuş. Füsun da şimdi babasının mezarına gömülecek..." dedi.

Âmine âdeta buz kesilmişti. Demek ki, on-onbeş yıl içinde bütün varlığımız küçük bir poşete girecek kemik parçalarından ibaret... Belki beş-on yıl sonra onlar da kaybolup gidecek ve geriye hiçbir şey kalmayacak!...

Âmine böyle düşünceler içindeyken bir taraftan da defin işleri devam ediyordu. Füsun'un kardeşi ve amcası, mezarın içine girdiler ve başucu ile ayaklarından tuttukları Füsun'u mezara yerleştirdiler. Sonra akrabalarının yardımıyla mezardan çıktılar. Füsun, beyaz gelinlik yerine bembeyaz kefeniyle tek başına mezardaydı. Mezara tahtalar yerleştirildi ve yine amcası ile kardeşi, ellerine aldıkları küreklerle biricik Füsun'larının üzerine toprak serpmeye başladılar. Her kürek, âdeta Füsun'u başka bir diyara, geride kalanları bambaşka bir diyara yolcu ediyordu. Artık aralarında koca bir dünya vardı.

Mezarın üstü örtüldüğünde, imam efendi euzu besmele çekti ve şöyle söze başladı:

"-Muhterem hâzirun, biz burada bir kardeşimizi sonsuzluk âlemi olan âhiret yurduna yolcu etmeye geldik. Size sadece bir hadîs-i şerifi hatırlatacağım. Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki, «Bir insan öldüğünde kabre, onunla birlikte üç şey gelir. Bunlar, yakınları, malı ve amelleri... Bunlardan yakınları ve malı geriye döner. Vefat edenle kalan ise, dünyada yapmış olduğu iyi-kötü amelleridir.» Biz de kardeşimizi, bu amelleri ile baş başa bırakıyoruz. Allah taksirâtını affetsin. Kendisini, rızasına ve cennetine kabul buyursun. Âmin."

Bu cümleleri biter bitmez Yâsîn Sûresi'nden okumaya başladı. Herkes, olan biteni nemli gözlerle izliyordu.

Âmine, daha fazla dayanamamış ve hiç kimseye bir şey demeden, sessizce oradan ayrılmıştı. Sokaklar, olanca kalabalığına rağmen bomboş geliyordu. Sanki caddede yürüyen insanlar, o sokağı oluşturan hareketli dekorlardan ibaretti. Hiç kimse, hiçbir vitrin ve hiçbir olay dikkatini çekmiyordu. Yürüyordu. Nereye gittiğini bilmeden, düşünmeden... İradesini ve aklını devreden çıkarmış, ayaklarını serbest bırakmıştı. Bir otobüse binmiş, birkaç durak sonra evinin önünde inmiş ve alışkanlık icabı elini çantasına atarak çıkardığı anahtarla evin kapısını açmıştı. Anahtar sesi duyulur duyulmaz, ablası kapıda karşıladı Âmine'yi... Beti benzinin sarardığını fark edip onu kucakladı. Âmine, o âna kadar kendisini tutmuş, sanki ablasının sarılmasını bekler gibi bir anda hıçkırıklara boğuldu. Kapıda, öylece dakikalarca ağladı, ağladı. Ablası da, onun duygularını anlamış, hiç kıpırdamadan onun rahatlamasını beklemişti. O üç-beş dakika, sanki saatlere bedeldi. Âmine, şimdi biraz daha sâkinleşmişti. Birlikte içeri girdiler. Ablası, onun koluna girmiş ve odasına kadar eşlik etmişti. Yavaşça yatağına yatırdı, yine aynı sâkin hareketlerle üstünü örttü, perdeyi kapattı ve sessizce odadan çıktı. Âmine, bir anda kendisinin kapkaranlık bir kabirde olduğunu hissetti, ürperdi ve sesinin çıktığı kadar:

"-Abla, beni burada tek başıma bırakma!..." diye bağırmaya başladı.

Ablası, yanına geldi. Ellerini tuttu ve bir müddet, onun yanında yattı. Âmine biraz sâkinleyince öylece uyuyup kalmıştı.

* * *

Aradan neredeyse bir hafta geçmişti. Âmine, hayatına geri dönmeye çalışıyordu. Geceleri gördüğü kâbuslar ve odasında artık karanlıkta kalmak istememesi dışında, Füsun'un yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. İnsan, hayatta nelere alışmıyordu ki...

Bir de Sâcide Hocahanımı sık sık arıyor, bazen ciddi bir şey sormak için, bazen de sırf sesini duymak için onunla konuşuyordu. Sâcide Hanım, Füsun'un evinde tanıştığı hocahanımdı. Onunla konuşmak, Âmine'yi çok teselli ediyordu. Sabah-akşam, saate hiç bakmadan telefon açıyor, o da hep aynı anlayış ve samimiyetle:

"-Buyur Âmine..." diye telefonu açıyordu.

İşte Âmine, bu hitabın ardından içini döküyor, konuşuyor, konuşuyor ve rahatlıyordu. Ama bugün farklıydı. Onunla sözleşmişler, Sâcide Hanım, Âmine'yi evine dâvet etmişti. Âmine, bir elinde adresin yazılı olduğu kâğıt, sağa-sola bakarak nihayet Sâcide Hanım'ın evini bulmuştu.

Akşam saat tam altıda Âmine, Sâcide hocahanımın ziline bastı. Sâcide Hanım, o ilk karşılaştığı andaki güleryüzüyle Âmine'yi içeriye buyur etti. Âmine, ilk defa girdiği bu evi alıcı gözleriyle süzmeye başladı. Sade, tertemiz bir evdi. Koridordan salona geçtiler. Duvarlardaki tezhibli hat yazıları, ebrular, küçük saksılardaki menekşeler, vitrin yerine kitaplıklar, evin köşesindeki halı seccâde ve önündeki rahle o kadar âhenk içinde ve insana huzur vericiydi ki... Büyük bir vecd içinde seyretti odayı... Gözü, gönlü yoracak bir fazlalık yoktu odada... Sâcide Hanım:

"-Âmineciğim, sen şurada birazcık soluklan. Mutfakta az bir işim kaldı, hemen geliyorum." dedi ve Âmine'yi bu huzur dolu odada düşünceleriyle baş başa bıraktı.

Âmine, salonu şöyle bir gezdikten sonra, kendini kitaplığın önünde buldu. Ne kadar çok kitap vardı! Gerçi kendi evlerinde de kitaplar vardı, gazetelerin, dergilerin vermiş olduğu kitaplar... Zaten evde pek kitap okunmazdı. Genelde televizyon hep açık olur ve gelenlerin hepsi, televizyonun tam karşısındaki koltuğa kurulurlardı. Şimdi odanın merkezinin televizyon olmadığı bir eve gelmişti. Burada tam ortada bir kitaplık ve onun yanında çalışma masası vardı.

Çok geçmeden Sâcide Hocahanım, elinde tepsiyle içeriye girdi ve masaya yemekleri yerleştirmeye başladı. Sonra da Âmine'yi masaya dâvet ederek:

"-Haydi, bir şeyler yiyelim. Nasıl olsa daha çok vaktimiz olacak!.." dedi.

Âmine, biraz da tereddütle:

"-Size bir şey söyleyeceğim, ama darılmayın; benim karnım değil, rûhum aç... Kaç gündür, neredeyse gözüme uyku girmedi. Düşünmek, kâbuslar görmek, Füsun'u, arkadaşlığımızı ve kendi hâlimi düşünmek beni perişan etti." dedi.

Sâcide Hanım:

"-Senin derdin, benim derdim... Tamam, konuşacağız. Gerekirse sabaha kadar konuşacağız, ama önce bir şeyler yiyelim. Senin bîtab ve hasta düşmeni istemeyiz değil mi?" dedi.

Masaya oturdular. Bir yandan havadan sudan konuşuyorlar, bir yandan da yemeklerini yiyorlardı. Yemek bitti. Masanın toplanmasına, Âmine de yardım etti. Kısa bir zamanda işlerini tamamladılar, tam koltuklara oturacaklardı ki, ezân okundu.

Sâcide Hanım, Âmine'den izin isteyip namaz için hazırlanmaya başladı. Abdestini aldı, başörtüsünü bağladı. Üstüne evdeki kıyafetinden farklı olarak geniş bir elbise daha giydi. Kolları da örtülmüştü.

Âmine, onun derin bir huşû içindeki ibadetini seyrediyordu. Annesi, babası, hattâ ablası da namaz kılıyordu; ama Sâcide Hoca'nın namazı bir başkaydı. Sanki namazdan apayrı bir zevk alıyor gibiydi. Hiç acelesi yoktu. Bir yere yetişme telâşesi ya da pek çok insanın namazında gördüğü gibi baştan savma düşüncesi yoktu. O, sanki kendi hâline bıraksalar saatlerce namaz kılacak gibiydi. Birden kendinden utandı. Üstüne başına bakındı. En uzun eteğini giymişti gelirken... Ama o bile, elleriyle çekiştirdiği hâlde dizlerine ancak geliyordu. Bluzunun kolları kısaydı, başı açıktı. Sâcide Hoca'nın kıyafetlerine bakınca kendisinin üstünde hiçbir şey olmadığını hisseder gibi oldu. Bir anda yüzü kızardı. O utançla Sâcide Hoca'ya tekrar baktı, acaba içimden geçen düşünceleri fark etti mi, dercesine... Fakat o şimdi bambaşka bir âlemdeydi. Uzun uzun rükû yapmış, şimdi de secdedeydi. Aman yâ Rabbi, ne kadar uzun duruyordu secdede... Acaba hiç sıkılmıyor muydu? Bu işin sırrını da sormaya karar verdi. Ama şimdi daha önemli soruları vardı.

Sâcide Hanım, selâm verip duâsını da tamamladıktan sonra Âmine'nin yanına geldi.

"-Şimdi başlayalım sohbetimize..." dedi. "Buyur, yüzyüze konuşmak istemiştin. Belli ki, telefondaki konuşmalarımız yetmedi. Ne iyi ettin de geldin, bana misafir oldun!.."

"-Hocam, aslında sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm. Ama inanın, düşündükçe boğuluyorum. Ne yapacağımı bilmez bir hâldeyim. Sanki her an biraz daha çıkmaza sürükleniyorum. Pek çok sorularım var kafamda... Tam birine cevap bulduğumu zannederken bir sürü soru birden ortaya çıkıyor. Artık çaresiz kaldım. Sizinle uzun uzun konuşmak istiyorum."

"-Öncelikle hiç rahatsız etmedin, etmiyorsun. Aksine ben senin ziyaretinden çok memnunum. İnşallah sık sık görüşürüz de sorularına beraber cevaplar ararız. Ben her konuda senin yanında olacağım, bazen benim de bildiklerim yetmeyebilir. O zaman kitaplara bakarız, bilen kimselere sorarız. İçinde hiçbir tereddüt, hiçbir şüphe kalmayana kadar ben senin yanındayım, merak etme."

"-Hocam, Füsun'un cenazesi defnedilirken bir kabir taşı gördüm. 10 günlük bir bebeğe aitti. Bu bebek, neden doğdu? Neden öldü? Hiçbir şey yaşamadan, dünyanın hiçbir zevkini tatmadan birkaç gün var oldu, sonra yok oldu? Yazık değil mi ona, annesine-babasına... Madem dünyaya geldi, neden yaşamadı? Madem yaşamayacaktı, neden dünyaya geldi? Biz neden geldik dünyaya... O bebekten, Füsun'dan ne farkımız var? Onlar neden gitti, biz neden buradayız? Sonunda hepimiz, o iki metrelik yere girip yok olacaksak, bu dünya oyunu neden? Âilem dindar... En azından öyle olduklarını söylüyorlar. Namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar. Hatta benim de namaz kılıp oruç tutmam için çok zorluyorlar. Ama bunları yapmak hiç içimden gelmiyor. O zaman ben iki yüzlü olmuyor muyum? İstemeye istemeye yapmak iki yüzlülük değil mi? İnanın, içimden gelse, hiç terk etmem. Ama ne bileyim, alışmamışım bir kere... Eskiden, lisede okurken bir grup arkadaş gerçekten içimizden gele gele namaz kılıyorduk. O zaman hocalarımız, anne-babamız durmadan «Aman, dersine çalış, üniversiteyi kazan, ondan sonra başlarsın namaza!..» deyip durdular. Onlar büyüklerimizdi, söz dinledik. Ama üniversiteyi kazanınca, artık canımız namaz kılmak istememeye başladı. Şimdi babam tutturuyor; «Ben hacca gittim, geldim. Sen hacı kızısın; başın açık dolaşamazsın. Yoksa elâlem ne der? Bizi rezil etmeye hakkın yok!.. Namazını kılacaksın. Aksi hâlde şöyle yaparım, böyle yaparım!...» diye beni tehdit edip duruyor. Onlar böyle üzerime geldikçe ben daha da dinden uzaklaştığımı hissediyorum. Ne yapmalıyım? Nereden başlamalıyım? Bir türlü karar veremiyorum..."

Sâcide Hanım, araya girmese Âmine daha pek çok şeyi sıralamaya devam edecekti.

"-Âmine, seni anlıyorum. Füsun'un vefatı seni çok etkiledi. Ölümü hiç düşünmediğin bir zamanda, hiç beklemediğin bir şahıs üzerinden hatırlamış oldun. Bu da seni, hayat ve ölüm üzerinde düşünmeye itti. Açıkçası sana bazı konularda hak vermiyor da değilim."

Âmine, anlaşıldığını düşünerek biraz rahatlamış bir şekilde:

"-Hangi konularda hak veriyorsunuz meselâ?" diye sorusunu tekrarladı.

"-Öncelikle sana yakınlarının ibadet etme ısrarı, daha çok çevrelerindeki imajlarının zedelenmemesi açısından... Onlar sana hiç Allâh'ı, Allâh'a kulluğu, ibadetlerin birer şükür olduğunu anlattılar mı hiç?"

"-Nerede hocam... Annem ev işinden, babam dışarıdaki işlerden başını kaldıracak durumda değil ki, bizimle konuşsun, dertleşsin. Hem konuşacak olsalar da bir şey bilmiyorlar ki..."

"-Aslında bütün dertlerin başı cehâlet... Biz, en büyük cevher olan dinimizi hiç bilmiyoruz. Daha da kötüsü hiç merak etmiyor, araştırmıyor, öğrenmiyoruz."

"-Hocam, aslında ben ilkokuldayken annem birkaç defa camiye gönderdi, Kur'ân'ı öğrenmem için... Ama orada da hoca tek başınaydı. 40-50 çocukla başa çıkmaya çalışıyordu. Buna rağmen o zamanlar Kur'ân okumaya bile başlamıştım. Sonra okul hayatı ağır bastı. Ortaokul ve lise yıllarında bazı din dersi öğretmenlerimiz bir şeyler anlatmaya çalışırlardı. Ama biz onları hiç dinlemiyor ya dersi kaynatmaya ya da gece gündüz üniversite imtihanına çalışıyorduk."

"-Evet, çok dertlerimiz var. Ama ilk derdimiz, cehâlet; ikincisi de dünyayı, âhiretin önüne geçirmek... Bütün hayatımızı sadece dünyada yaşayacakmışız gibi düzenlemek... Sonra sevdiklerimizden, yakınlarımızdan birisi ölüverince alt üst oluyoruz. Çünkü hiç hesaba katmadığımız ölüm, birden karşımıza çıkıveriyor; «Ben buradayım, beni unutmayın!..» diyor. Aslında Müslüman, her ân, her davranışına âhiretin gölgesi düşen insan olmalıdır. Her ân Allâh'ın kendisinden haberdar olduğunu, bütün yaptıklarının birbir hesabını vereceğini bilmeli, hayatını hep buna göre düzenlemelidir. Meselâ bazı dükkânlarda kameralar var; oradaki işçiler, patronun devamlı kendilerini gördüğünü düşündüklerinde veya görüntülerin kayıt altına alındığını bildiklerinde işlerini daha dikkatli yapıyorlar. Aynı bunun gibi, biz de her yaptığımızın birileri tarafından kayda alındığının farkında olsak, daha az hata yapar, daha az kalp kırarız. Hatırlarsan, konuşmama başlarken sana hak verdiğimi söylemiştim."

"-Hocam, ben zaten haklı olduğumu biliyordum. Kimse bana bir şey öğretmedi, ama durmadan benden bir şeyler bekliyorlar."

"-Ama dinimizde bilmemek mâzeret değil ki... Hele ergenlik yaşına geldikten sonra, âilenin sana her şeyi uzun uzun anlatmasına da gerek yok. Allah, seni aklı başında bir muhatap olarak alıyor. Meselâ sen, 18 yaşından sonra bir suç işlesen ve kendini savunurken de, «Ne yapayım, bunun kötü olduğunu kimse bana söylemedi.» desen, kim seni affeder? Ha, bu zaten bilmiyormuş deyip senin suçunu görmezden gelirler mi? Tıpkı bunun gibi, insan büluğ çağına geldikten sonra Allâh'ın emir ve yasaklarından birinci derecede sorumlu olur. Artık ona hiç kimse bir şey öğretmemiş olsa da, o kendi akıl ve iradesiyle doğruları öğrenip iyi yolu seçmek zorunda..."

"-Hocam, doğru söylüyorsunuz ama bu hiç de kolay değil... Çünkü bizim birçok engelimiz var. Meselâ okullar var, arkadaş çevremiz, televizyon, internet, gezme tozmalar filan... Hem insan, zaten yaşlanınca Allâh'ın emirlerinin hepsini daha rahat yapmaz mı? Şimdi biz, genciz. Canımız birçok şey istiyor. Hani hep diyorlar ya, bizim kanımız deli gibi akıyor."

"-Peki, Âmine, sen ihtiyarlayacağına garanti verebilir misin? Meselâ Füsun, senin tabirinle erkenden öldü. Ya o da bütün ibâdetlerini, yaşlanınca yapmak üzere ertelemişse... O zaman insan, bir anda Azrail'i karşısında görünce ne yapar? Eli-ayağı birbirine dolanmaz mı? Hem Azrail'le ölümün vakti konusunda bir anlaşma yapan olmuş mu? O hâlde biz, her an ölüme hazırlık yapmalıyız. Ölümün bize, nerede, ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Biz, her an ölümle karşılaşacakmış gibi hazır olmalıyız. Çünkü gerçekten ölüm, bir gün âniden karşımıza çıkıverecek... Gençlik yıllarında insanın canı birçok şey istiyor diyorsun, doğru... Ama gençlikte ibâdetin sevabı da çok, zevki de... İnsan ihtiyarlamaya başlayınca, namaz kılacak oluyor, abdest alamıyor; abdest alıyor, namaz kılmak isteyince yok beli ağrıyor, yok başka rahatsızlıkları çıkıyor. Her şey, insanın hayatının baharında güzel... Îman da, ibâdetler de... Zaten Peygamber Efendimiz, birçok hadîs-i şerifinde gençlik vaktinde yapılan ibâdetleri övmüştür. Ayrıca âhirette, bütün insanların hayatlarını nasıl geçirdikleri sorulurken ayrıca gençliğin de nerede ve nasıl hebâ edildiğinden hesaba çekileceğimizi haber vermiştir. O hâlde gençlik çok önemli... Gençlik çok kısa... Değerlendirdin değerlendirdin, yoksa bir bakıyorsun yıllar geçivermiş bile..."

"-Hocam, peki benim canım ibâdet etmek istemiyor. Niye gösteriş olsun diye ibadet edeyim ki... Annem istiyor, babam istiyor diye namaz kılınmaz ki... Böyle bir şey yapınca, kendi içimde ikilik yaşıyorum. İçimden bir ses, «Seni riyakâr! Onlar olmasa sen bu namazı kılmayacaksın. Şimdi niye kılıyorsun?» diyor. Başka bir ses de, »Başka türlü kılmayacaksın zaten, en azından bu sebeple kıl!" diyor. Hem dinimiz de «Dinde zorlama yoktur.» demiyor mu? O zaman büyüklerimiz bizi neden durmadan ibadet yapmaya zorluyor. Biz, canımız isteyince yapalım, olmaz mı?"

Sâcide Hanım gülümsedi ve:

"-Sen biraz soluklan. Bir çay demleyip geleyim, soruna ondan sonra cevap vereyim." dedi, kalktı ve mutfağa doğru gitti.

Kalpten Çıkan, Kalbi Bulur

Sâcide Hanım, bir müddet sonra elinde tepsi ile içeriye girdi. Boş bardakları masanın üstüne koydu. Yine tebessümle:

"-Gel bakalım riyakâr!.." dedi. "Demek ki, namaz kılmak isteyince, içinden bir ses sana böyle sesleniyor, öyle mi?!"

Âmine biraz mahcup olmuştu. Her şeyi içinden geldiği gibi söylediğine pişman oldu. Sâcide Hanım, onun içinden geçirdiği duyguları anlamış gibi şöyle dedi:

"-Âmineciğim, öncelikle her şeyi bana bütün samimiyetinle anlattığın için teşekkür ederim. Elbette içimizde durmadan konuşan birileri var. Birisi iyiyi, birisi kötü şeyleri fısıldayıp duruyor. İşte dinimizde bunların birisine nefis, öbürüne ruh deniyor. Nefis, âdeta şeytanın içimizdeki uzantısı... Şeytanın gücünün yetmediği yerlerde nefis devreye giriyor ve bizi kötülüğe çağırıp duruyor. İbadetlerden uzak kalmamız için sürekli bahaneler ve mâzeretler üretiyor. Yapacağımız iyilikleri hep daha sonraya ertelemenin derdinde... Kötülüklere sıra gelince, en küçüğünden en büyüğüne bütün kötülükleri teşvik ediyor; aklımızdan, vicdanımızdan fırsat bulsa, neredeyse insanı, uçurumlardan aşağı yuvarlayacak!.."

-İyi ama hocam, nefis de bizim bir parçamız değil mi? Neden bizim kötülüğümüzü istesin?"

"-Evet, o da bizim parçamız... Hem de bizim ayrılmaz parçalarımızdan birisi... Ama Allah onu, devamlı kötülüğe çağıran bir yapıda yaratmış. Tıpkı şeytan gibi... O insanı kötülüğe, yanlışlığa çağıracak; hep günahlara davet edecek... İnsan da aklına, vicdanına, Allâh'ın insanı yaratırken tertemiz kıldığı fıtratına danışarak o kötülüklerden yüz çevirecek... Bu aslında hiç bitmeyen bir mücâdele... İyilik ve kötülüğün, melek ve şeytanın insanın iç dünyasındaki kavgası..."

"-Peki, hocam, bu kavga ne zaman bitecek?"

"-Bu kavgayı ölüm bitirir. Ölüm ânı gelinceye kadar, hatta son nefeste bile bu amansız kavga devam eder. Nefis ve şeytan, en son kozunu, ölmek üzere olan insana karşı oynarlar. Eğer insan, o en son ânında nefis ve şeytanın sözlerine ve hilelerine kanarsa, bütün hayatını mahvetmiş olur."

"-Ne kadar acı bir son... Ama bu bir haksızlık değil mi? Yani bütün bir hayatın, son nefese göre şekillenmesi... Yani insan, bütün hayatı boyunca iyilik yapar da son anda nefis ve şeytana uyarsa ne olacak?"

"-Aslında son nefes, biraz da bütün hayatın neticesi... Kişi, bütün hayatı boyunca yaptıkları ile o son nefese hazırlanır. İyilik veya kötülük olarak, hayatı boyunca biriktirdiği her şey, işte o son nefesi şekillendirir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki, «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz ve nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz.» demek ki, bir insan, öncelikle kendi yaşadığı hayat ile ölümü de, âhiret yurdunu da şekillendirmiş oluyor. Fakat şunu da unutmamalıyız ki, bu da bir garanti değil!.. Yani mü'minler, «Ben yeterince kulluk ettim, artık benim son nefesim garanti altında... Ben kolay kolay şeytana uymam!..» diyemez. Göz, kapanmayınca imtihan bitmez. Bu mânâda son nefesinin iman üzere olacağı garanti edilen tek varlık, peygamberlerdir. Onların dışında hiçbir insan, «Ben artık kesinlikle mü'min olarak ölürüm.» diyemez. Her ân her şey olabilir. Allah, bizim de ayaklarımızı kaydırmasın."

Âmine, mırıldanarak "Âmin." dedi. Sonra oturduğu yerden kalktı ve:

"-Hocam, müsaade edin; demlikleri de ben getireyim." diyerek bir çırpıda mutfağa gitti ve demliklerle geri döndü. Masanın üstündeki bardakları doldurdu ve bir tanesini, Sâcide Hanımın önüne koydu. Bir tanesini de kendi aldı ve koltuğuna oturdu. Tam bir soru daha soracaktı ki, Sâcide Hanım:

"-Şu yarım kalan sorulardan birini daha cevaplayayım!" dedi.

Âmine:

"-Hangi soru hocam?" diye sordu. "O kadar çok soru sordum ki..."

"-Hani, «Dinimizde zorlama yoktur.» Bizi neden zorluyorlar diyorsun ya..."

"-Evet, hocam... Bunlar gerçekten birbirine tamamen zıt şeyler değil mi?"

"-Eğer sözlerin hangi şartlar için söylendiğini bilmezsen öyle görünmesi normal... Meselâ sen elinde imkânın olsa, şu dünya üzerinde istediğin bir ülkede yaşayabilir misin? İstersen Amerika'ya, istersen Avrupa'ya, istersen Afrika veya Arabistan'a gidersin. Kimse sana niye oraya gittin de falanca ülkede yaşamıyorsun diye zorlayabilir mi?"

"-Hayır. Ama tabiî yeterince param olursa..."

"-İşte tıpkı bunun gibi insan, istediği dini seçmekte özgürdür. Kişi, istediği dine inanır. Fakat bir ülkeye gittiğinde, oranın vatandaşlığını aldığında nasıl o ülkenin kurallarına uymak zorunda kalırsan, seçerek bağlandığın dinin kurallarına da uymak zorundasın. Meselâ Türkiye'de yaşadığında, onun kanunları açısından suç olmayan bir şey, başka bir ülkeye gittiğinde suç olabilir. O yüzden hangi ülkede bulunuyorsan, onun kurallarını bilmek ve onlara uymak zorundasın. "Ben bunun suç olduğunu bilmiyordum." diye bir mazeret ileri sürerek kendini kurtaramazsın. Çünkü onlar, senin öncelikle aklının yerinde olup olmadığına, sonra da yaşının ne olduğuna bakarlar. Eğer aklı başında ve 18 yaşın üzerindeysen, birçok ülkede yaptığın suçun cezasını tam olarak alırsın. Hemen hemen bütün beşerî sistemler böyledir. Dinler de aklı başında olan ve büluğ yaşına gelmiş olan fertleri, muhatap olarak alırlar ve emir ve yasaklardan onları bizzat mesul tutarlar. Yine dinlerin de birtakım kuralları ve bu kurallar çiğnendiğinde bazı cezaları vardır. Bu cezaların bir kısmı dünyada, bir kısmı ise âhirette uygulanmaktadır. İşte sen, İslâmiyet'i seçerken, onun bütün esaslarını toptan kabul etmiş olursun. Onun ibâdetlerine, ahlâkına ve yasaklamalarına uymaya söz verirsin. Bunlara uymadığın nisbette de zaman zaman birtakım zorlamalarla karşılaşman da normaldir."

"-Ama zorlama kelimesi bana biraz ters geliyor. Sanki dinin özüne uygun değilmiş gibi..."

"-Elbette... Dinin özü, insanın bütün davranışları, inançları severek, isteyerek kabullenmesi ve bunu yine kendi özgür iradesiyle hayatına tatbik etmesidir. Aksi hâlde, yani içinde inanmadığı hâlde, inanıyormuş gibi yapmak münâfıklık, yani iki yüzlülüktür. Ama birçok insan, kendi nefsiyle girdiği mücadelede kendini yalnız hisseder. Nefsinin çeşitli hilelerine ve tuzaklarına kolayca mağlup olur. Bunun için dinimiz, mü'minlere, dini yaşama konusunda birbirlerine yardım etmeyi telkin etmiş ve birçok ibâdeti cemaatle veya açıkça işlemeyi tavsiye etmiştir."

"-Bir ibâdeti insanlar önünde işlediğimde, bu sefer içimdeki ses, «Bak, insanlar seni görsün diye ibadet ediyorsun. Aslında tek başına kaldığında bu ibâdeti yapmayacaktın veya bu kadar itinayla yapmayacaktın!» diyor. O zaman ibadetlerimizin hepsini gizli mi yapacağız?"

"-Güzel bir konuya temas ettin. İnsan, Allâh'ın açıkça emrettiği hususları, meselâ farzları herkesin göreceği şekilde yapmalıdır. Böylece insanların onun hakkında kötü zanda bulunmasına fırsat vermemiş olur. Zaten farzlarda riyâ olmaz. Aksine insan, «Bu ibâdeti birileri görür, ben de riyâ yapmış olurum.» der de bir farz ibâdeti terk ederse, asıl o zaman büyük bir hata yapmış olur. Ama nâfile ibâdetler, mümkün olduğu kadar gizli olmalı ve sadece Allâh'ın rızası gözetilerek yapılmalıdır. Âlimler, zekâtı, herkesin göreceği şekilde vermeyi, sadakayı ise gizlice vermeyi tavsiye etmişlerdir. Böylece insanlar, hem o kişinin zekât verdiğine şâhit olmuş olurlar ve onun hakkında sû-i zanda bulunarak ileri geri konuşmazlar; hem de diğer insanlara, Allâh'ın bir farzı hatırlatılmış olur. Bu durum, bütün farz ibadetlerde böyledir. Aynı şekilde insan, bütün haramlardan da alenî bir şekilde uzak durmalıdır. Hem haramları işleyip hem de "Ben aslında içimdeki iyiliği örtmeye çalışıyorum." veya "Allah biliyor, insanlar da bilse ne olur ki?!" demek doğru değildir. Günahlarla ilgili Allâh'ın bir müjdesi vardır; insan, günahlarını gizli yaptığı müddetçe bunları ortaya dökmedikçe Allâh'ın da onları örtüp affetme ihtimali vardır. Ama insan, günahlarına diğer insanları şâhit tutunca, artık Allah, o günahlara adâleti ile muâmele edecektir. Günahları âşikâr yapmanın bir vebâli de, insanlara kötü örnek olmak ve onlara yanlış yol göstermektir. Rabbimiz, bizleri hayırları işlemede öncü kılsın ve bizi her türlü günah ve haramdan muhafaza buyursun. Aslında bütün Müslümanların hedefi, Allâh'ın dinini en güzel bir şekilde yaşamak için birbiriyle yarış olmalıdırlar. Çünkü âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kullarını üç kısma ayırmış ve şöyle buyurmuştur:

"Sonra Kitâb'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur. (Onların mükâfât) içine girecekleri Adn cennetleridir... (el-Fâtır, 32-33)

Demek ki, hayırda öncülük için yarışanlar, asıl fazilet sahipleri ve onların ahretteki mekânları da Adn cennetleri..."

"-Hocam, daha önce sormuştum. Ama yeri gelmişken bir kere daha tekrar edeyim: Ben namaz kılmak istiyorum, fakat bir türlü içinden gelmiyor. Biraz önce siz namaz kılarken gördüm. Ne kadar içten, uzun uzun namaz kıldınız. Gerçekten ben de içimden geldiğinde böyle tadına vara vara namaz kılmayı istiyorum. Herhalde bunun için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor değil mi? Meselâ sizin yaşınıza gelmem falan gerekiyor."

"-Ben çok mu yaşlıyım öyle?" diyor Sâcide Hanım gülerek...

Âmine de gülüyor, ama biraz da mahcup bir şekilde:

"-Hayır, hocam... Öyle demek istemedim."

"-Biliyorum Âmine, takıldım sadece... Hani sana dedim ya, insanın içinde bir nefis, bir de ruhu vardır diye... İşte nefis, insanın hiçbir zaman ibâdet etmesini istemez. Bizim, «Canım istemiyor.» dediğimiz, biraz da bu kötü tabiatlı nefsimizin isteksizliğidir. Ben sana sorsam meselâ, «Senin canın ne zaman namaz kılmak ister?» diye, ne cevap verirdin?"

"-Herhalde yaşlanınca ister."

"-Eğer öyle olmuş olsaydı, bütün yaşlıların, namaz kılıyor olması gerekmez miydi? Hem bütün hayatın boyunca alışmadığın bir şeye, yaşlanınca nasıl alışacaksın?"

"-Doğru, ama..."

"-Kulluk, bir eğitimdir. Namaz, bir eğitimdir. Bir çiftçi, tohumu zamanında ekmezse, vakti geldiğinde ürün bekleyebilir mi? Her tohumun bir mevsimi vardır. Vaktinde dikilmeyen tohum, bitki vermez. Bak, rahmet ve merhamet Peygamberi ne diyor; «Yedi yaşına geldiğinde, çocuklarınızdan namaz kılmalarını isteyiniz. On yaşına geldiklerinde şâyet namaz kılmazlarsa, onları hafifçe dövünüz ve kız çocuklarla erkek çocukların yataklarını ayırınız.» (Ebû Dâvud, Hadis no: 490) Demek ki, çocukların biraz zorla da olsa namaza alıştırılması, gerçekte bir merhamet gereği... Çocuğuna merhamet eden anne babalar, onları cehennem azabından korumaya çalışır. Kendileri ibâdet ederken, çocuklarının göz göre göre ebedî ateşe düşmesini istemez herhalde...

Bizim insanımız, bu hadis-i şerifin baş tarafını değil, genelde son kısmını duyuyor. Çocukları, küçük yaşta namaza alıştırmıyor da büyüdüklerinde namaz kılmadıklarında, "Benim çocuğum âsî oldu, bir türlü dediğimi dinleyip namaz kılmıyor!.." diye baskı ve şiddet uyguluyorlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz, namaz eğitiminin 7 yaşında başlamasını istiyor. Anne-babalar, çocuklarının kalbine namaz tohumunu küçük yaşlarda atmaya başlayacaklar. Çocuk namaz kılanları görecek, daha küçücükken onlar gibi yapmaya çalışacak... Sonra yedi yaşına gelince nasıl kılınacağını gösterecek ve her defasında onun yanında sen de namaz kılacaksın. Böyle 3 yıl örnek olacaksın. 10 yaşına geldiğinde, o çocuk artık bunu bir alışkanlık olarak yapmaya başlayacak. İşte Peygamberimizin çocuk yetiştirme usûlü bu... Ama biz ne yapıyoruz; âilede, çocuğumuzun yanında hiç namaz kılmıyoruz, ona da "Onbeş-yirmi yaşına kadar hiç namazını kıl yavrucuğum!" demiyoruz. Yirmi yaşına geldiğinde, "Bizim çocuk bir türlü namaz kılmıyor!" diye şikâyet ediyoruz, onu cezalandırmaya çalışıyoruz. Zamanında onun kalbine ne ektik ki, onu biçelim?

En büyük merhamet, çocuğumuzu, ebedî ateşten koruyan ve ona ebedî mutluluk veren merhamettir. Bunun aksi, katı kalplilik, bencillik ve vurdumduymazlıktır. Eğer bir anne-baba, bu durumun farkında değilse, ya evlâdını hiç sevmeyecek kadar kalbi katılaşmıştır veya iman ettiği şeyin ne olduğunu bilmeyecek kadar câhil..."

"-Benim anne-babam, beni de, ablamı da çok seviyorlar. Bir dediğimizi iki etmiyorlar. Ama..."

"-En büyük sevgi, âhireti kazandıran sevgidir. Bırak, bir gün evlâdın aç kalsın, ama bir vakit namazını kaçırmasın!.. Biz, bütün hayatımızı, dünyevî istikbali elde etmek üzere kurmuşuz. Evlâdımız, aman aç kalmasın, aman hasta olmasın, aman işsiz-güçsüz kalmasın, aman akranlarının yanında mahcup ve boynu bükük durmasın diye gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz da, aman âhirette namazı, orucu, ibâdeti eksik olmasın diye gayret etmiyoruz!.. Bu, bizim en büyük kaybımız!.. İnsan ölümle karşılaşınca, dünyaya tekrar dönmek isteyecek; ibadetlerini arttırmak, kılamadığı namazları kılmak ve daha fazla sadaka verebilmek için... Ama ölüm perdesi kapandıktan sonra artık geriye dönüş yok!.. Geriye dönüp ibadetleri, sevapları arttırma imkânı da yok. Ne yaptıysan o... Bu yüzden aslında dünyanın bir dakikası, âhiretin binlerce senesinden daha kıymetli... Çünkü burada o bir dakikalık vakitte yapabileceğin şeyleri, âhirette yüzbinlerce senede yapamayacaksın. İş işten geçmiş olacak... Âhirete gittikten sonra geri dönüp hatalarını düzeltme imkânın da yok. Tevbe kapısı kapanmış olacak... O yüzden gün bugün; vakit bu vakit... Kâfirler de, o dünyanın hakikatini, cennet ve cehennemi gördükten sonra dünyaya dönmek için çok yalvaracak; ama onlara da:

«Biz, size dünyada aklınızı başınıza alacağınız kadar bir vakit vermedik mi?» denilecek!.. Onların geri dönüş talebi de reddedilecek!.. (Bkz: el-En'âm, 27-28; el-Mü'minûn, 99-108; es-Secde 11-14)

İşte böyle... Âhiret pişmanlıklar yurdu... Mü'minler, «Keşke daha fazla ibâdet etseydim ve sadaka verseydim!» diye pişman olacak (Bkz: el-Münâfikûn, 10); kâfirler de "Keşke iman etseydim de ebedî cehennem yerine ebedî cennete girseydim." diye...

Hani bebekler, ilk doğduklarında açlıktan ağlarlar, ama annesini emmeyi de bilmedikleri için emmeyi reddederler; tecrübeli hemşireler, bebeğin ağzına annesinin memesini zorla verirler. Bebek, sütün tadını alınca bir daha bırakamaz. Bizim ruhlarımız da tıpkı açlıktan ağlayan bebekler gibi, feryatlar içinde... Nefsimizi, ibâdetlerin tadını alana kadar zorlamalıyız. İbadetler bir alışkanlık, bir zevk hâline dönünce artık onları bırakmak insana zor gelmeye başlayacak... İşte o âna kadar kötülüğü emreden nefsimize muhalefet edeceğiz. "

"-Hocam, kalbimde yerleşmiş birçok kayayı yerinden oynattınız. Size teşekkür ederim. Geç oldu, ben müsaade alayım. Sizi de zaten bu saatlere kadar ayakta tuttum. Hakkınızı helâl ediniz."

Sâcide Hanım, Âmine'nin ellerini tuttu:

"-Olmaz, kesinlikle bu saatte seni dışarıya bırakmam. Annenleri arayalım, bende kalacağını haber verelim. Hem bana arkadaş olmuş olursun." dedi.

Âmine'nin annesi, kızlarının geç saatlere kadar arkadaşlarıyla dışarıda olmasına alışmıştı. Ama Sâcide Hanım'dan gelen telefon onları hem şaşırtmış, hem de sevindirmişti. Kendilerinin bir türlü söz geçiremediği kızlarına, Sâcide Hanım'ın tesiri dokunursa ne güzel olurdu.

Sâcide Hanım, Âmine'ye kalacağı odayı ve yatağı gösterdi. Kendisi de odasına çekildi. Kısa bir müddet sonra ışığı kapandı. Evde büyük bir sessizlik olmuştu. Âmine, Sâcide Hanım'ın söylediklerini zihninde evirip çeviriyordu. Konuşulanları, kâh âilesiyle, kâh arkadaş çevresiyle mukayese ediyordu. Duydukları, tamamen yabancı olduğu şeyler değildi. Şimdiye kadar çeşitli vesilelerle buna benzer şeyler duymuştu, ama bugün dinledikleri nedense kalbinin derinlerine kadar nüfuz etmişti. Acaba ilk defa ne söylediğini iyi bilen birisi ile karşılaştığı için mi etkilenmişti? Belki de söylediklerini, hayatına tamamen yansıtmış birisi ile tanışmış olması onu bu kadar sarsmıştı. Aklına güzel bir söz geldi; "Kalpten çıkan, kalbi bulur." Aslında bütün söylenenlerin özü buydu galiba... Biraz rahatlamış bir şekilde gözlerini kapadı.

* * *

Sabah ezânı okunuyordu. Sâcide Hanım, gözlerini araladığında bir sürprizle karşılaştı.

En Güzel Ev Sahibi

Âmine'nin odasında önce bir tıkırtı olmuş, sonra ışığı açılmıştı. Sâcide Hanım, hiç kıpırdamadan Âmine'yi beklemeye başladı.

Âmine, sabah ezanının sesi ile irkilerek uyanmıştı. Ayaklarını karnına doğru çekti. İlk defa sabah ezânını bu kadar uyanık ve huzur dolu bir ruhla dinliyordu. Yataktan doğruldu, etrafına bakındı. Sâcide Hanım'ın evinde olduğunu hatırladı. Işığı yaktı, sessizce lavaboya yöneldi ve elini-yüzünü yıkadı. Durdu, aynada kendine bir daha baktı. Akşam Sâcide Hanım'ın söyledikleri aklına geldi. İçinden:

"-Mademki kalktım, bari bir namaz kılıp öyle yatayım." dedi.

Abdestini aldı. Sabah namazı için salona girdi. O sırada Sâcide Hanım'ın pencerenin önünde, loş ışıkta, bir seccâdenin üzerinde diz üstü oturduğunu gördü. Gülümseyerek yanına yaklaştı ve:

"-Hayırlı sabahlar." dedi.

Sâcide Hanım karşılık verdi:

"-Sana da hayırlı sabahlar..."

"-Açıkçası sizi burada bulacağımı düşünmemiştim. Yoksa siz hiç uyumadınız mı?"

"-Uyudum. Yarım saat kadar önce kalktım. Seni de sabah namazına kaldırıp kaldırmama hususunda tereddütlüydüm."

"-Olur mu Sâcide Ablam!.. Akşam o kadar güzel anlattınız ki, hâlâ söyledikleriniz kulaklarımda çınlıyor. Ben de abdest alıp namaz kılmaya gelmiştim. İnanır mısınız, bunca yıldır ilk defa sabah ezanının ilk tekbiri ile uyandım ve sonuna kadar büyük bir dikkatle dinledim. Yine aynı heyecanla sabah namazı için yatağımdan fırladım."

"-Âmineciğim, bu sana Rabbinin hediyesi... Allah bazen kullarını böyle uyandırır, «Kalk kulum!» dercesine insanı sarsar. Sonra da kendisine dâvet eder: «Ben, hayır ve ikram kapılarımı sana ardına kadar açtım. Haydi, buyur gel namaza!.. Secdeye var, bana yaklaş, yaklaş ve yüksel!.." der âdetâ... Kimi kulu kalkar, tuvâlete gider, sonra da bu çağrıyı duymaksızın hemen yatağına döner. Sanki hal ve hareketleriyle: «Kusura bakma Rabbim, şimdi çok uykum var; başka zaman buluşuruz!..» dercesine döner arkasını gider. Rabbinin en özel davetini terk eder ve gafletle sabaha kadar uyur. Bu, fâsık ve gâfil insanların hâlidir. Bunu o kadar tabiî olarak tekrar eder dururlar ki, hiç pişman olmazlar, vicdanları bile sızlamaz. Âh, ne kaçırdıklarını bir bilseler!..

Başka bir kul da geceleyin böyle âniden uyandırılır. Bu uyanmanın görünüşteki sebebi, bazen bir rüyadır, bazen harâret, bazen de tuvalet ihtiyacı... Ama o kullar, niçin uyandırıldığını çok iyi bilirler ve vakit geçirmeden Rableri ile buluşmaya koşarlar. Ya teheccüde ya da sabah namazına niyetlenirler. Bazen en Sevgili olan Rablerini zikreder, bazen de O'nunla konuşma hasretlerini gidermek için Kur'ân okumaya başlarlar. Onların içlerinde şöyle bir düşünce geçer; «Rabbim, o sebep-bu bahane beni kendisi için uyandırdı. Milyarlarca uyuyan kul içinden bu gece beni seçti ve huzuruna dâvet ediyor. Demek ki beni seviyor. Demek ki bana gelmiş ve gönül kapımı tıklatıyor...»

İşte o ân, hemen şeytana rest çekip eûzü besmele çekmeli ve yataktan fırlamalı... Eğer «Bir dakika sonra kalkayım» dersen, bu özel dâveti kaçırırsın, bir de bakarsın güneş doğmuş!.. Besmeleden sonra hemen abdest alıp seccadeye varmalı... Namazı güzelce îfâ ettikten sonra da ellerimizi açıp; «Teşekkür ederim Rabbim, bugün beni özel bir kulun olarak seçtiğin ve huzuruna kabul ettiğin için!.." demeli... Sonra secdede, dile ne dilersen, o yerin ve göğün hazinelerinin sahibinden... İşte o secde, en tatlı secdedir; hiç kalkamaz istemezsin. Pek lezzetlidir. Sonra kıvrıl seccadene uyu, işte o, en tatlı, en ballı uykudur. Sabah uyandığında mânen dolmuş, kuş gibi hafiflemiş olursun, için dışın enerji dolmuş olur."

Sacide Hanım, bu anları yaşarcasına kendini kaptırmış anlatıyordu, o sırada bakışları Âmine'ye döndü. Âmine, sessiz bir şekilde gözyaşları dökmeye başlamıştı.

"-Canım, bunları, seni ağlatmak için söylemedim!" dedi.

"-Hocam, bugün ben uyuyan milyarlarca insan içinden özel olarak seçildim, öyle mi?" diye sordu. Demek ki, şimdiye kadar Rabbim defalarca benim gönül kapımı tıklattı da ben hep arkamı dönüp «Çok uykum var, sonra kılarım.» diye ona arkamı döndüm, öyle mi? Ama bundan sonra inşâallah, ben de onun dâvetine icâbet edeceğim!.." dedi.

"-Tabiî ki icabet edeceksin! Sen gönlünü Allâh'a çevirip bir adım attın. Rabbimiz «Kulum, bana bir adım atarsa, ben ona on adım gelirim. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim." buyuruyor. Bak, Âmineciğim! Rabbimizin bütün farzları, Peygamberimize Cebrail vâsıtası ile bildirilmiş emirlerdir. Sadece namaz öyle değildir!.. Namaz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece Mekke'deki hânesinde uyurken Rabbimizin özel ikram ve dâvetiyle, âdetâ az önce anlattığım gibi tatlı uykusundan uyandırılarak Mirac'a daveti ile, yüceler yücesi bir makamda ilâhî bir hediye olarak verilmiştir. Yani Rabbimiz, kullarına namazı bir yük olarak değil, "en güzel ev sahibi" olarak "en güzel misafir"ine sunduğu "pek kıymetli bir hediye" olarak takdim etmiştir. Peygamberimiz, bu lezzeti, ümmetinin de tatmasını istedi. Bunun üzerine Rabbimiz, namaz esnasında kullarının gönül dillerine sürüverir bu namaz lezzetini... Bu tadı alan, bir daha Allâh'ın izni ile bırakamaz. Ama bu lezzeti tatmayana, şeytan, o mübârek hediyeyi büyük bir yük olarak gösterir. İşin sırrı işte burada... Namaz, bir yük değil, bir hediyedir. Rabbe kavuşma ânı, vuslat hediyesi... Haydi bakalım, hediyeni almaya!.." dedi Sacide Hanım büyük bir heyecanla...

Sonra da namaz için hazırlanan Âmine'yi odada yalnız bırakıp:

"-Ben kendi odamda kılacağım. Haydi, şimdiden mîrâcın mübarek olsun!" dedi.

Âmine, seccadeye doğru vardı. En sonda yapmayı düşündüğü duâyı, gözyaşları içinde secdeye kapanarak yapmaya başladı:

"-İşte geldim Rabbim!.. Beni seçtiğin için, huzuruna kabul ettiğin için çok teşekkür ederim Rabbim!.." diyerek dakikalarca ağladı. Ağladıkça hafifledi. Sanki döktüğü gözyaşları, içindeki manevi kirleri yıkayıp atıyordu.

Namazını kılınca, seccadenin üzerinde yana kıvrıldı. Bir süre öylece yattı. Yastıksız uyuyamayınca, koltuğun üzerindeki süs yastığı, başının altına koydu ve rüyalar âlemine doğru süzüldü gitti.

Uyandığında gerçekten kuş gibi hafiflemişti. İçinde tarifi imkânsız bir mutluluk vardı. Gözlerinde uykudan eser kalmamıştı. Gece geç yattığı, sabah namazına da kalktığı hâlde zindeydi. Odasına dönüp yatağını topladı, üzerini giydi. Bir not bıraktı, kapıdan çıkmadan önce:

"Âcilen çıkmalıyım. Hayatımdaki en tatlı uyku için teşekkürler. Sizi arayacağım. Âmine"

Sessizce evden çıktı, Fâtih Yokuşu'ndan Balat'a, sahile doğru indi. Sahilde bir çocuk sevinci ile yavaş yavaş yürümeye başladı. Derin derin nefes alıyor, sahilden gelen deniz havasını alabildiğine içine çekiyordu. Hava açık, martılar mavi gökyüzünde nazlı nazlı uçuyorlardı. Arada bir martıların serenatları, yavaş yavaş başlayan sabah trafiğinin gürültüsünü delip geçiyordu. Burnuna sıcacık simit kokusu geldi. Hemen birkaç simit aldı ve acele ile bir dolmuşa bindi. Uzaktan Eyüp Sultan Hazretleri'nin bulunduğu o sükûnet beldesini görünce:

"-Mutlaka bir gün gelip burayı ziyaret etmeliyim. Bunun için özel bir zaman ayırmalıyım." Dedi ve uzaktan da olsa, Eyüp Sultan Hazretleri'nin rûhuna bir Fâtiha-i Şerife okudu.

Hayat, şimdi daha çok değer kazanmış gibiydi. Her şey sanki yerli yerine oturuyordu. Şu sekiz-on günde ne de çok şey değişmişti hayatında... Füsun'u kaybetmesi, onların evinde yaşadıkları, mezarlıktakiler ve Sâcide Hanım'la tanışması... Hepsi bu kadarcık kısa bir zamana sıkışmıştı. Şimdi artık işyerine dönmesi gerekiyordu. Kullandığı izinler bitmişti. Bugün işbaşı yapması gerekiyordu. Minibüsten indi, çalıştığı bankaya doğru yürümeye başladı. Kalbi pır pır atıyordu. Bankanın kapısını açar açmaz, yüksek bir sesle:

"-Herkese günaydın!.." dedi ve çalıştığı masaya yöneldi.

Arkadaşları, Âmine'nin bu tavrına şaşırmışlardı. Onun en sevdiği arkadaşını kaybettiğini, bunun için izin aldığını biliyorlardı. Şimdi bu aşırı enerjik hâllerine şaşırmışlardı. İçlerinden bir tanesi dayanamadı, Âmine'nin masasına yaklaşıp göz kırptı ve:

"-Hayırdır kızım, ne bu hâl?! Gören de âşık olduğunu düşünecek!.."

"-Sorma Tuğçe, gerçekten içimde bir aşk var. Ama tarifi zor..."

"-Kime âşık oldun kız?"

"-Nasıl desem bilmiyorum, en tatlı birisine... Yeni tanıştığım, aslında hep yanımda olan, hep beni düşünen, hep beni seven... Meğer ben onu bilmiyormuşum..."

"-Oooo, kızım sen uçmuşsun ya... Nerelerdesin, kimlerden bahsediyorsun?"

"-Merak etme, yakında bol bol konuşuruz."

Mesai başlamıştı. Herkes masalarına döndü. Gelenler gidenler, borçlar, alacaklar, ödemeler, krediler... O gün öğle paydosuna kadar büyük bir enerji ile devam eden Âmine, öğle ezanı okununca saatine baktı.

"-45 dakikam var; abdest almalıyım. Şimdi namazımı nerede kılacağım? Câmiye gitsem yemek yiyemem. Yemek yiyecek olsam, câmiye yetişmem zor. Hepsini birden nasıl yetiştireceğim?" dedi. Sonra da içinden, "Nasıl olsa namazın vakti daha çok, yemeğimi yiyeyim, bir ara kılarım." diye geçirdi.

Yemekte arkadaşları ile buluştular. Arkadaşları, hasret kaldıkları Âmine'yi dinlemek için sabırsızlanıyordu. Bazıları cenâzeye gelmiş, ama birçoğu o günden sonra olup bitenleri birinci ağızdan dinlemek istiyordu. Bilhassa yakın arkadaşları Tuğçe ile Reyhan, Âmine'yi sözünü kesmeden uzun uzun dinlediler. O da en baştan itibaren anlattı. Sonunda da akşamleyin Sâcide Hanım'da kaldığını ekledi. Tuğçe:

"-Kız, bu hoca, seni de kendine benzetmesin sonra!.." diye takıldı Âmine'ye... Âmine, biraz da sitemli bir şekilde:

"-Niye öyle diyorsunuz ki... Gerçekten bir tanısanız, dünyalar güzeli bir hanım... Âdeta ağzından bal damlıyor. Bir de benim iç dünyamı o kadar güzel okuyor ki... Neredeyse kalbimden geçenleri, ben dile getirmeden ortaya döküveriyor. Sonra da bir güzel üstesinden geliyor."

Reyhan da lafa karıştı:

"-Kızım, bu hoca seni büyülemiş. Bırak bu işleri... Bak, sonra demedi deme, bunlar senin başını belaya sokar. Şimdi her şey iyi, güzel... Sonra paçanı kurtaramazsın. Seni işinden de, yuvandan da uzaklaştırırlar."

Âmine, onların söylediklerine biraz alındı:

"-Ya, siz hiç görmeden, tanımadan nasıl böyle önyargılı oluyorsunuz." İkisi birden:

"-Biz biliriz böylelerini!.." dediler.

Artık konuşulacak bir şey kalmamış gibiydi. Kalktılar. Âmine saatine baktı, öğle paydosunun bitimine birkaç dakika kalmıştı. Aceleyle hesabı ödeyip lokantadan ayrıldılar. Âmine, bir taraftan Sâcide Hanım'ın söylediklerini düşünüyor, bir taraftan da arkadaşlarının yakıştırmalarına sinirleniyordu.

"-Ne kadar ayrı dünyalarda yaşıyorlar." dedi.

Ama sabahki namazın lezzetini unutamamıştı. Öğle vakti gelmiş, mesai başlamış ve o hâlâ öğle namazını kılamamıştı. Şefin yanına gidip izin almayı düşündü. Sonuçta o da nâzik, kibar, anlayışlı birisiydi.

Odasına gitti ve:

"-Âdem Bey, müsaadeniz olursa birkaç dakikalık işim vardı; alt kattaki hademe odasında abdest alıp namaz kılabilir miyim?"

"-Nasıl olur, Âmine Hanım. Şimdi paydos vakti bitti, müşteriler sıra aldı sizi bekliyor. Lütfen gecikmeyelim. Hem çalışmak da ibadet değil mi? Geçin yerinize lütfen, aldığınız maaşın hakkını verin. Sonra yediğimiz lokmanın da helâl olması önemli, değil mi?"

"-Şey, ama..."

"-Tamam, birkaç saat sonra, ortalık biraz tenhâlaşsın; gider kılarsınız. Ama bir kereye mahsus tamam mı? Yoksa burası câmi değil!.. Durmadan herkesin, bir de günde beş defa namaza gitmesi demek, bütün işlerin alt üst olması demek... Ortada düzen mi kalır? Ben hangi birinizin peşine koşacağım? Namazı birleştirip akşamleyin hepsini birden kılarsınız canım. Suçu-günahı varsa, benim üstüme olsun. Benim de dedem hacca gitmişti. Gençlikte çalışmak lâzım, ihtiyarlayınca da ibadet..."

Âmine, masasına büyük bir vicdan azabı ile oturdu. Ne yapacaktı? Tam kara kara düşünürken, bir müşteri geldi, parayı uzattı ve:

"-Doğalgaz borcunu ödeyecektim." dedi.

Ardından bir diğeri kredi kartı borcunu ödedi, başkası maaşını çekti. Derken Âmine, işine dalıp gitti. O telâşe esnasında ikindi ezanının okunduğunu da fark etmedi. Gün sonu hesaplarını yapıp kasaları toplarken okunan akşam ezanı ile kendine geldi.

"-Eyvah, namazlar gitti!.."

Bunu o kadar aniden ve ürkerek söylemişti ki, Tuğçe masasından kalkıp yanına kadar geldi:

"-Ne oldu, Âmine? Birden sıçradın..."

"-Bugün hiç namazlarımı kılamadım da..."

"-Aman kızım, üzüldüğün şeye bak!.. Burada nasıl namaz kılacaksın? Yer mi var, zaman mı? Burası ibadet yapmak için uygun bir yer değil... Evde olursun, işin gücün olmaz, rahat rahat kılarsın. Hem şimdi namaza başlasan, «Başını ört!» derler. Ona başlasan, «İşini bırak!» derler. Bu işler bize göre değil kızım... Kafanı takma... Allah büyük... Bütün günahları affeder. Hocanı çok seviyorsan, emekli olunca git yanına... Sarıl, kucaklaş. Hatta istersen beraber gidelim. Ama gözünü seveyim, kendini bir an önce topla!.. Gençsin, güzelsin, hayatını yaşa... Bu hurafeleri bırak bir yana..."

Reyhan da yanlarına geldi:

"-Ne oldu yine?"

Tuğçe:

"-Namazlarını kılamamış da ona üzülüyor." diye alaylı alaylı konuştu.

Reyhan, Âmine'ye dönerek:

"-Bak, kızım aklını başına devşir. Bu devirde böyle maaşı nereden bulacaksın. Hem kaç yıl okullarda, üniversitelerde okumuşsun. Şimdi evine gidip sabahtan akşama evde mi oturacaksın? Yazık değil mi, senin gibi birisine... Namaz mı kılmak istiyorsun, akşamları eve gidince hepsini birden kıl. Bak, ben aklıma geldikçe kılarım. Hem bu işlerde kalbin temiz olması önemli... Birkaç gün namaz kılmayınca, için acır, ama sonra unutur gidersin. Boşver bunları... Hadi, hayatını yaşamaya bak. Hem yarın akşam, Bora'nın evinde parti var. Sen de gel, açılırsın hem..."

Âmine, onlara cevap vermek bile istemedi. Dinledi sadece... Eşyalarını topladı. Otobüse bindi ve evinin yolunu tuttu.

Eve vardığında, kalbini yokladı; sabahki enerjisinden hiçbir şey kalmamıştı. Çok yorgundu. Bir taraftan Sâcide Hanım'ın söyledikleri, bir taraftan işyerindeki arkadaşlarının söyledikleri... Kafasında bir savaş var gibiydi. Vücudu külçe gibi olmuştu. Annesinin hazırladığı akşam yemeğini yedi ve nefsini zorlaya zorlaya yatsı namazını kıldı, akşamı da kazâ etti. Ama öğle ile ikindiyi kazâ etmek gözünde büyüdü. Mecâli kalmamıştı, yatağına kıvrıldı.

Sabahleyin gözlerini açtığında, saat 7:30 olmuş, güneş çoktan doğmuştu. Sabah namazının vakti geçmişti. Bu gece uyanamamıştı.

"-Demek ki, bugün özel olarak seçilmedim." diye üzüldü.

Sonra da, "Ben Rabbime bir adım atmadım ki, O, bana on adım atsın!.." dedi.

Sonra arkadaşı Tuğçe'nin dedikleri sinsice dolaştı içinde...

"-Tuğçe de haklı, benim hayat tarzım dini yaşamaya uygun değil ki!.. Ben ne yapayım?" diye nefsini haklı çıkarmaya çalıştı.

İşe giderken içindeki bir ses, Sâcide Hoca'yı aramasını söylüyordu. Diğer ses ise, "Ararsan, bildiklerini yaşamak zorunda kalırsın. Boş ver sonra ararsın. Zaten şimdi çok erken, belki kalkmamıştır. Hem onu aramaya ne yüzün var, namazlarını bile doğru dürüst kılamıyorsun!.." diyordu.

İçindeki sesler, o kadar çok ve birbiriyle kavga halinde idi ki, âdeta başını ağrıtıyorlardı. Bankaya varınca masasına oturdu. Arkadaşları yavaş yavaş geliyorlardı.

"-Bugün de şansımı deneyeceğim!" dedi.

Âşık Olmak Günah mı?

"-Bugün inşaallah nefsimi yeneceğim ve namazlarımı vaktinde kılacağım!" diye geçirdi içinden... "Abdestliyim, öğlen ve ikindiye kadar abdestimi muhafaza edersem, ilk fırsatta hemen kılabilirim." dedi.

Müşteriler sırayla işlem için geliyorlardı. Tuşa bastı, elindeki numaraya baka baka bir uzun boylu, yakışıklı bir genç kendisine doğru yaklaştı. Tahsil edilmek üzere elindeki senetleri uzattı. Âmine, bilgisayardan hesabın durumuna bakarken genç biraz da sesini yumuşatarak:

"-Farkında mısınız bilmiyorum, ama saç renginiz size çok yakışmış, yeni boyattınız herhâlde!.." dedi.

Âmine, hiç beklemediği bu iltifatlar karşısında biraz şaşırdı. Çünkü bu genci daha önce gördüğünü hatırlamıyordu. Ama saçını yeni boyattığını nereden bilmişti?

"-Evet, yeni sayılır." dedi. "Herhalde buraya sık sık gelen müşterilerdensiniz."

"-Evet, eski müşterilerdenim. Fakat siz beni yeni fark ettiniz herhâlde... Oysa bu bankaya her geldiğimde benim gözlerim ilk sizi arıyor." dedi ve sustu.

Âmine, elini biraz daha hızlandırarak:

"-Buyurunuz, işleminiz bitti beyefendi!" dedi. Genç pişkin pişkin:

"-Bir gün beraberce bir kahve içebiliriz, değil mi?" dedi.

Âmine sustu. Eliyle düğmeye basarak bir sonraki müşteriyi çapırdı. Bir yandan da:

"-Sıradaki..." diye seslendi. Genç, "Tamam mesaj alındı!" deyip muzip bir şekilde gülerek oradan uzaklaştı. Âmine, gencin ardından gülümseyerek uzun uzun baktı, daha önce duymadığı bu iltifatlar hoşuna gitmişti.

Öğle paydosuna kadar kendi kendine "Bu da kim böyle?" deyip durdu. Allah'tan işlemini yaparken gencin ismine de dikkat etmiş ve belki unuturum diye ismini bir kenara not almıştı. Adı, Özgür'dü. Tuhaf çocuktu, Özgür... Daha ilk tanıştığı bir kıza bile iltifatlar ediyor, bir anda senli-benli olabiliyordu. Gerçi laf arasında kendisini uzun zamandan beri takip ettiğini de anlamıştı.

Saat 12:00 olmuş ve öğle paydosu vermişlerdi. Âmine bu sefer, tercihini namazdan tarafa yaptı. Arkadaşları dışarıya çıkarken o, "Birazdan gelirin!.." dedi ve hemen alt kata, hademe odasına gitti. Odada kimse yoktu. Derin bir nefes aldı içersi çok rutubetli ve havasızdı. Orada hademelerden bazılarının zaman zaman namaz kıldığını biliyordu. Kenara iliştirdikleri kartonu aldı, kıbleye doğru döndürdü, "Allâhu ekber" diyerek ellerini bağladı.

Beş-altı dakikada namazını bitirmiş ve alelacele arkadaşları ile buluşacakları lokantaya gitmişti. Namazını kıldığı için vicdanen rahattı, ama pek de lezzet alamamıştı. Dünkü sabah namazının tadı bambaşkaydı.

Arkadaşlarıyla buluştuktan sonra havadan sudan konuştular; mevzu, dönüp dolaşıp Özgür'e geldi. Arkadaşları, Âmine'ye takılmaya başladı:

"-Ooo Âmine Hanım, aşk okyanusuna yelken açıyor, öyle mi?!"

Âmine, biraz mahcup, biraz da kırgın:

"-Amma uzattınız ha!.. Bir daha sizinle bir şey paylaşırsam!.." diye kendini naza çekti.

Hepsi birden güle oynaya işyerine geri döndüler. O neşeyle içeriye girmişlerdi ki, kapıda, elinde bir çiçek sepeti kuryeyle karşılaştılar. Kurye, çiçeğin üzerindeki kartviziti tekrar okuyarak:

"-Âmine Balkanlı kim?" diye sordu. Âmine:

"-Benim." dedi. Kurye, bir kâğıt uzatarak:

"-Şurayı imzalayabilir misiniz, teslim aldığınıza dair..." dedi.

"-Peki, bunları bana kim gönderdi?" diye sorunca da:

"-Açıkçası isim vermediler. Herhâlde içinde yazılıdır." diyerek çiçeğin kenarına iliştirilen zarfı gösterdi.

Âmine, kuryeye teşekkür etti. Çiçekleri aldı, masasına doğru giderken Tuğçe ile Reyhan da tepesine üşüştüler:

"-Kimdenmiş kız? Çabuk açsana şu zarfı!.."

Âmine, sepeti masaya koydu, zarfı açtı. Kısa bir not vardı içinde: "Tanışmamızın şerefine, Özgür"

Mesele şimdi anlaşılmıştı. Artık kolay kolay arkadaşlarının dilinden kurtulamazdı. Çiçekler harikaydı; sevdiği orkideler, kırmızı kır çiçekleri... O sırada telefon çaldı, arayan Özgür'dü.

"-Umarım çiçekleri beğenmişsinizdir."

"-Evet, çok beğendim; ama niye zahmet ettiniz ki... Hem tanışmıyoruz bile..."

"-Artık bir kahvelik hatırımız vardır, değil mi?"

"-Ne bileyim..."

"-Bahane istemiyorum, bankanın karşısındaki cafede, mesai çıkışı bekliyorum. Saat 17:00 iyi mi?"

"-Tamam, sadece bir kahve... O da teşekkür için..."

"-Akşamı iple çekeceğim."

"-Tamam beşte..."

Özgür, bir anda sevinç çığlığı attı ve:

"-Okey, havalara uçtum!.." dedi.

Âmine, bu oldu-bittiye şaşırıp kalmıştı. Daha sabahleyin gördüğü birisiyle akşam buluşacaklardı. Her şey ne çabuk ilerlemişti. İçi kıpır kıpırdı. Damarlarındaki kanın bütün vücudundaki dolaşmasını hissediyor gibiydi.

Daldığı düşüncelerinden, bir müşterinin uzattığı faturalarla kendine gelebildi. Evet, her şeye rağmen hayat devam ediyordu.

Çok geçmeden Reyhan, elinde bir bardak çayla Âmine'ye doğru yaklaştı.

"-Buyur canım, bunu sana getirdim. Ne de olsa akraba olduk!" dedi.

Âmine şaşırdı:

"-Hayırdır, nereden çıktı bu akrabalık?"

"-Ee, Özgür bir kere senin peşine düşmüş. Artık kurtuluşun zor kızım!.."

"-Sen nereden tanıyorsun Özgür'ü?"

"-Benim kuzenim olur. Buraya gelip gittikçe seni görmüş, beğenmiş. Bana sordu. «Çok severim, iyi kızdır» deyince de seninle tanışmaya karar verdi.

"-Nasıl birisidir Özgür?"

"-Nasıl desem, boy-pos yakışıklılık... Para desen öyle... Babası bayağı zengin... Büyük bir inşaat şirketleri var. Ağzı da iyi laf yapar. Birisini kafaya koymasın, ne yapar eder, ona ulaşır."

"-Yani biraz çapkındır diyorsun!.."

"-Olsun o kadar... Hem neyi eksik ki... Biraz çapkınlık da göz çıkarmaz. Hem sana ayrı bir gözle baktığını söyledi. Bir eğlenilecek kızlar varmış, bir de evlenilecek... Seni ikinci gruptan görüyormuş."

"-Sen de var ya, bir görüşte aşkla bizi evlendiriverdin Reyhan!.."

"-Benden söylemesi kızım... Hem ne oldu, ne zaman buluşuyorsunuz?"

"-Bugün, mesai çıkışında... Kahve içeceğiz sadece... Hemen işi büyütmeyin."

Reyhan:

"-Tabi canım, tabiî... Sadece kahve..." dedi ve gülerek oradan ayrıldı.

Âmine, kapana kısıldığını anlamıştı. Arkadaşları, onun arkasından iş çevirmiş ve onu kıskıvrak yakalamışlardı. Ama böyle bir değişiklik kendisi için de iyi gelecek gibiydi. İki-üç hafta içinde çok büyük dertlerle boğuşmuştu, biraz açılması, kendisine gelmesi gerekiyordu. Bu yüzden Reyhan'ın sözlerine biraz kızıyor, biraz da seviniyordu. Kısmet, ayağına kadar gelmişti. Özgür, gerçekten yakışıklıydı, kime gitse geri çevrilmezdi herhalde... Madem zengindi de... "Niye olmasın?" diye düşündü.

Bir ara müşteriler tenhâlaşınca aşağıya giderek ikindi namazını da kıldı. Namaz kılarken bile aklı-fikri randevu saatindeydi. Heyecanla mesai bitişini bekleyen Âmine, lavaboda saçını-başını topladı. Kendine çeki düzen verdi. Sonra acele ettiğini belli etmemeye çalışan tavırlarla kafeye yaklaştı. Özgür Bey, güzel bir masa hazırlatmıştı. Bir-iki saat oturdular, şakalaştılar, gülüştüler. Tekrar buluşmak üzere randevulaşarak vedalaştılar.

Maaşını yeni alan Âmine, bir alışveriş merkezine girdi; durmadan alışveriş yapmaya başladı. Deneyip beğendiği eteği aldı, altına ayakkabı, üstüne gömlek derken maaşının yarısı bitmişti. Artık eve gitme vakti gelmişti. Tam evin yolunu tutmuştu ki, cep telefonu çaldı. Arayan Sâcide Hanım'dı.

"-Alo, hocam nasılsınız?"

"-Elhamdülillah Âmineciğim. Ben iyiyim. Sen nasılsın?"

"-Ben de iyiyim. Size anlatacaklarım var, müsaitseniz yarım saatliğine size uğrayabilir miyim?"

"-Tabiî buyur, beklerim." dedi Sacide hanım.

"-O zaman onbeş yirmi dakikaya sizdeyim." deyip telefonu kapattı. Ardından evi arayarak annesine, Sâcide hocahanıma gideceğini bu yüzden biraz gecikebileceğini söyledi.

Annesi Ayşe Hanım:

"-Tamam, çok da gecikme. Bizi merakta bırakma!.." diye tembihledi.

Ayşe Hanım, telefonu kapattıktan sonra:

"-İyi, Allâh'a şükür, bu sefer doğru insanlarla düşüp kalkmaya başladı. Bak bey, artık Âminemiz namaza da başladı. Sâcide Hocahanım sağolsun!.." dedi.

Kocası Ahmet Bey, içini çekerek:

"-Âh bir de başını örtse... Arkadaşlar, bir şey diyecek diye ödüm patlıyor!.." dedi.

"-O da olur. Her şeyin bir vakti var. Sen de şunun üzerine bu kadar gitme!.." diyerek sofrayı hazırladı, oturdular ve yemeğe başladılar.

Âmine, elinde yeni aldığı kıyafet çantaları, Sâcide Hanım'ın ziline bastı. Sâcide Hanım, güleryüzle kapıda karşıladı Âmine'yi... Elindeki çantaları aldı, yardımcı olmak için... Bir yandan da:

"-Hayırdır Âmine, bütün çarşıyı satın almışsın!" dedi gülerek... Sarılıp içeri buyur etti.

Âmine, eve girerken bir taraftan da konuşmaya devam ediyordu:

"-Hocam bugün maaş aldım. Ee bütün bir ay çalışıp yoruluyoruz, kendimizi de böyle arada sırada ödüllendirmeliyiz, öyle değil mi?! Alışveriş yapınca çok mutlu oluyorum. Alıyorum, alıyorum, bir türlü doymuyorum almaya... İnanın, sorsanız kaç ayakkabın var diye sayısını ben bile bilmiyorum. Bir kuaförüm, bir de alışverişim var. Çalmıyoruz, çırpmıyoruz; kendimiz kazanıp kendimize harcıyoruz. Bunun ne kötülüğü olabilir ki?"

Sacide Hanım'ın cevabını beklemeden devam etti:

"Zaten modaya yetişmek için çalışmak lâzım... Ben alıp giyene sezon sonu geliyor, haydi tekrar başa... Arkadaşlar marka giymeyince dalga geçiyorlar zaten... «Kızım, semt pazarına mı kaldın?» diye..."

Âmine, Sâcide Hocahanımın hiç konuşmadığını, durgunlaştığını görünce:

"-Kusura bakmayın hocam, çenem düştü, sizi hiç konuşturmadım! Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?"

"-Almanın sonu yok, Âmineciğim, ama hesabı çok!.. Bir âyet-i kerime aklıma geldi «Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiz!» buyruluyor."

"-Bu da israf mı yani? Çöpe atmıyoruz ki paramızı... Sonuçta giyeceğimiz şeylere harcıyoruz."

"-İhtiyaç fazlası ise, tabiî ki israf... Eğer bir-iki değil, onlarca çift ayakkabın varsa, dolabındaki kıyafetler, sığmıyor ve dışarıya taşıyorsa işte bu apaçık israftır. Moda denilen şey de sonuçta kapitalizmin handikabı ve tuzağı... İnsanları, durmadan bir şeyler almaya yönlendiriyor. Yılda bir-iki defa, baştan sona bütün renkler, bütün modeller değişiyor ve eğer bu değişimi takip etmezsen hemen yaftalanıyorsun. Ya alacaksın ya da alacaksın. Sana başka tercih imkânı bırakmıyorlar. Bütün kazandığını yatırsan, yine yetişemiyorsun. Allah Teâlâ, başka bir ayette «Saçıp savuranlar, şeytanın arkadaşlarıdır.» buyuruyor."

"-Gerçekten böyle bir âyet de var mı? İlk defa duyuyorum. Aslında Kur'ân-ı Kerim'i şöyle bir baştan sona okusam diye çok niyetlendim, ama bir türlü fırsatım olmadı."

"-Âmine, çok sevdiğin bir kişi sana uzaklardan bir mektup gönderse ne yaparsın."

"-Hemen okurum."

"-Peki, bu mektup senin ilk anda anlamadığın bir dilde yazılmış olsa ya da sen okumayı bilmesen..."

"-Hemen iyi okuyacak birisine okuturum."

"-İşte Kur'ân-ı Kerim de böyle... Rabbimiz, biz kullarına hayatları boyunca lâzım olacak bütün bilgileri Kur'ân-ı Kerim'in içinde göndermiş. Eğer biz, bunu çok sevdiğimiz Rabbimizden gelen bir mektup olarak düşünsek okuyup anlamaya çalışırız. Eğer ne dediğini anlayamıyorsak, bir bilene sorar yine öğreniriz. Meâlini okuruz, tefsirine bakarız."

"-Hocam, açıkçası ben Kur'ân'ın içinde sadece cennet ve cehennem anlatılıyor diye düşünüyordum. Onun için hep okusam da olur, okumasam diye düşündüm."

"-Olur mu Âmineciğim. Kur'ân-ı Kerim, öldükten sonra lâzım olacak bir kitap değil!.. O, bu dünyaya indirilmiş, bu dünyadaki insanlara Allâh'ın mesajlarını iletmek için gönderilmiş bir kitap!.. O, bizi sıkıntılardan kurtarmak, saadet yollarını, Allâh'a ulaştıran yolları göstermek için gönderilmiş bir ilâhî harita... Hangi yola gidersen, seni bataklığa çeker; hangi yola saparsan uçurumdan yuvarlanırsın; hangi yol ise, selâmet yoludur onu gösterir. Allah, biz insanlara, onların akıllarına, gönüllerine uygun bir usûlle emir ve yasaklarını anlatmış. Bazen bize, bizim gibi insanlar olan peygamberlerin hayatından örnekler vermiş, bazen cennetliklerin, bazen cehennemliklerin dilinden yaptıklarımızın neticelerini anlatmış. Bazen bütün kâinâtın yok oluşu olan kıyâmetten haber vermiş, bazen bizim vefâtımız olan küçük kıyametten... Bazen nimetlerini saymış, bazen insanın nankörlüklerini... Kısacası Kur'ân, bize, bizi anlatmış; bizim yaşadığımız ve yaşayacağız hayatı... Bizi yaratan Rabbimizi... Bizden önce gelenleri ve bizden sonra olup bitecekleri... En doğru, insanın fıtratına en uygun ve en sağlam bilgi hazinesi..."

"-Hocam, peki Kur'ân'da her şey var; Allah, bize niye peygamberimizi göndermiş?"

"-İnsanlar, kitaplara ne kadar müracaat ediyorlar. En doğru bilgiler yazsa bile, bir işi kitaptan öğrenmek mi kolay, yoksa o işi denemiş, uygulamış bir ustadan öğrenmek mi? Birçok meslek, hep usta-çırak ilişkisi ile devam eder. Çünkü insan, görerek, yaşayarak, taklid ederek öğrenmeye müsait yapıda yaratılmış. Kitaplar ne derse desin, insan, kendisi gibi yaşayan bir örnekten her şeyi çok daha güzel öğrenebiliyor. İşte bu yüzden Allah Teâlâ, Peygamberimizi, Kur'ân'ın nasıl yaşanacağını göstermek üzere bize göndermiş. Onu "canlı bir Kur'ân" kılmış. Ashâb-ı Kiram, Kur'ân'ı okumadan önce Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesini görmüşler, O'nun şahsiyetini, ahlâkını sevmişler. Gönüllerinde O'nu takdir edip O'na tâbî olmuşlar. Biz, bütün hayat ölçülerimizi Kur'ân'dan ve onu hayata tatbik eden Peygamber Efendimizin sünnetinden alırız. Yani bizim değişmeyen, bozulmayan, solmayan tek modamız, tek rehberimiz vardır; Kur'ân ve Sünnet... Bunun dışındaki her yol, her ölçü geçicidir, eksiktir, hatalıdır. Çünkü bu ikisinin kaynağı da ilâhîdir. İkisi de Allah tarafından bizim için çizilmiş, değişmez, bozulmaz, pörsümez hayat kaynaklarıdır."

"-Hocam, açıkçası sizin yanınıza her gelişimde hem çok mutlu oluyorum, hem de çok mahcup..."

"-Neden ki?"

"-Mutlu oluyorum; çünkü her gelişimde yeni bir şey öğreniyorum, hayata bakışım kökten değişiyor. Mahcup oluyorum; kendi eksikliğimi, câhilliğimi, ne kadar boş şeylerle hayatımı geçirdiğimi hissediyorum."

"-Estağfirullah Âmineciğim, herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin câhili... Bizim bildiklerimiz de bize öğretilenler... Hepimizin her an kendimizi tazelemeye ihtiyacı var. İlim, bitip tükenmek bilmez bir hazine..."

"-Hocam, en çok da Peygamberimizi yeterince sevemediğime üzülüyorum. O, madem bizim için gelmiş, bizi kötülüklerden, yanlışlıklardan kurtarmak için... Bizim de O'nu çok sevmemiz gerekiyor, değil mi?"

"-Âmineciğim, her şeyin başı sevgi... İnsan tanıdığı kimseyi sever. Tanıdıkça onun peşinden gider, onu takip eder. İslâm'ı yaşamak, Peygamber Efendimizi tanımadan, sevmeden olmaz. Hatta Allâh'ın bizi sevmesi bile, bizim Peygamber Efendimizi sevip O'na tâbî olmamıza bağlı...O'nu yeterince sevmeden îmanımız bile yarım kalıyor. Bak, sana bir misal vereyim: Hazret-i Ömer bin Hattab'ın rivâyet ettiğine göre, Allah Rasûlü, ona, kendisini ne kadar sevdiğini sormuş. O da bütün samimiyeti ile:

"-Allâh'a yeminle söylerim ki, (yâ Rasûlallâh) canım hâriç, Sen, bana her şeyden daha sevgilisin!.." diye cevap vermiş.

Bunun üzerine Rasûlullâh şöyle buyurmuşlar:

"-Sizden biriniz, beni kendi nefsinden, atasından, babasından, evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla îmân etmiş olamaz!.."

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yaptığı hatayı derhal telâfî etmiş ve:

"-Sana Kur'ân'ı gönderen Allâh'a yemin ederim ki, Sen, bana canımdan daha sevgilisin!"

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

"-Ey Ömer!.. Şimdi tamam oldu!.." buyurmuşlar.

Allah Rasûlü, başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

"Allâh'ı ve Peygamberini, her şeyden çok sevmedikçe tam mü'min olunmaz."

İşte ashâb-ı kiramın sık sık kullandığı, «Anam babam sana fedâ olsun!..» ifâdesi bu düsturların îcâbıdır.Peygamber Efendimizi canımızdan bile fazla sevmek, îmânın bir gereğidir. Peygamber'e duyulan sevgi, her şeyden ve her türlü sevgiden çok olmalıdır. Nitekim âyet-i kerimede; «Peygamber, kendi nefislerinden daha çok yakındır...» (el-Ahzâb, 6) buyrulmuştur."

"-Hocam, diyecek bir şey bulamıyorum. Bugün ilk defa görüp tanıştığım birisini bile hemen sevdim. Şimdi sizi dinlerken düşündüm de Peygamberimi, sevdiğim her şeyden çok mu seviyorum diye, size yalan söyleyemeyeceğim, ben Peygamberimizi, sizin anlattığınız gibi sevmiyorum, sevemiyorum. Nerede kaldı, kendi canımdan daha öte sevmek... Ne olur, bana da Peygamber Efendimizi sevmeyi öğretin. Bunun yolu nedir? Hayatımın neresine dokunsam enkaz yığını!..." diyerek ağlamaya başladı Âmine... Bir taraftan da söylenir gibi konuşmaya devam ediyordu:

"-Ne namazım tam, ne îmanım, ne kulluğum... Burada sizinle başka âlemlere dalıyorum; işimde başka hâllere... Benim halim ne olacak böyle?!"

Sâcide Hanım, onu kolları arasına aldı:

"-Bu hâlin, en büyük adım işte... Yavaş yavaş hepsi olacak... Birbirimize yardım edeceğiz. Bak, yakında "kutlu doğum" dediğimiz "Mevlid Kandili" yaklaşıyor. İnşallah, senin de kalbine doğacak Efendimiz... Âmineciğim, hadi şuraya bir otur, sâkinleş!... Allah, bu kalbimizi niçin yarattı diye hiç düşündün mü?"

"Âmine, nemli gözlerle gülümseyerek Sacide Hocahanıma bakıp:

"-Âşık olmamız içindir herhalde?" dedi. Sâcide Hanım, büyük bir ciddiyetle:

"-Doğru söyledin!.." diye karşılık verdi.

"-Gerçekten mi? İlk defa bir şeyi bildim. Hocam, o zaman ben bugün kalbimin hakkını verdim galiba, bir gence âşık oldum!"

Sâcide Hanım, damdan düşer gibi karşılaştığı bu söz üzerine çok şaşırdı, bir an diyecek bir şey bulamadı. Âmine, büyük bir tereddüt içinde kaldı:

"-Yoksa âşık olmak da mı günah hocam?" diye sordu.

Kalbimiz Aşk Antremanında

"-Yoo, âşık olmak, başlı başına bir günahtır, diyemeyiz. Belki âşık olduktan sonra yaptığımız hareketlere, duygu ve düşüncelere daha fazla dikkat etmemiz gerekir."

"-Nasıl yani Sâcide abla?"

"-İnsanın sevgisi, meşrû daireler içinde olursa günah değildir. Hatta insanı yüceltir, ulvîleştirir."

"-Aşkın da sınırı mı olur? İnsan, sevince gözünün önünde hiçbir engel duramaz ki... Aşk, engel tanımaz; öyle değil mi?"

"-Bak Âmineciğim, bizim vücudumuzu bize Allah verdi, değil mi? Gözümüzü, kulağımızı, elimizi, ayağımızı... Hepsinin bir işi var; göz kendi işini yapar, ağız kendi işini, el kendi işini... Herkes vazifesini yapınca, sınırlarını bilince kargaşa kalkar; bir düzen ve âhenk gelir. İşte Rabbimiz, aklımıza da birtakım sınırlar çizmiştir, gönlümüze de... "Benim aklım, çok fazla, ben her şeyi bilirim, her şeyi düşünürüm!" diyen insanların yolu, er-geç aklını zâyî etmeye varır. Çünkü kuyumcu terazisiyle kömür tartılmaz. Kalp de böyledir. Cenâb-ı Hak, onu, biraz önce senin de dediğin gibi «sevmek, âşık olmak» için vermiştir. İnsan, kalbinin sevdâsı ile kıymetlenir. Kim, neyi severse, onun kadar değer kazanır veya kaybeder. Bir dükkâna girdiğini düşün, elinde on tane çeyrek altın olsun. Eğer bakkala, «Ben elimdekileri vereyim, sen de bana on tane sakız ver!» desen, ne duruma düşersin?! O altınların bir tanesi ile belki yüzlerce sakız alabilecekken yazık değil mi verdiğin bedele... İşte kalbimizin sevgisi de bu altınlar kadar değerli ve paha biçilemez kıymettedir. Onları, vara-yoğa harcamamalıdır."

"-Peki, o zaman insan olarak hiçbir şeyi sevmeyecek miyiz? Ne bileyim, bir çiçeği, bir kuşu, bir evi, bir başka insanı..."

"-Hayır, bunu demek istemedim. İnsan, elbette sevgi sermayesiyle pek çok şeyi sevebilir. Hatta bazen bunları sevmesi, sevgisini ziyadeleştirir. Meselâ eskiden köylerde kuyu açarlar ve bu kuyulardan su çekerlerdi. Ancak ilk defa su çekmek için, tulumbaya biraz su dökmek gerekirdi. Önce küçük bir bakraçtan veya kovadan su döker, bir taraftan da elinle tulumbayı hareket ettirirdin, böylece kuyudan bol miktarda su çıkardı. İnsanın farklı varlıklara duyduğu sevgiler, büyük muhabbet hazinesini keşfetmek için dökülen o bir-iki sürahilik su gibi... O küçücük damlalar, engin suyla buluşunca sevgi menbaı fışkırıyor ve bir çağlayan gibi gürül gürül dışarı çıkıyor. Eskiden bazı şeyh efendiler, kendisine talebe olmak isteyen kimselere sorarlarmış. «Sen hiç birisine âşık oldun mu?» diye... Cevap olumsuz ise, bu sefer, bitkilerden, hayvanlardan bir şeyi sevip sevmediğini sorarlarmış. Eğer şahıs yine, «Benim hiçbir önemleri yok, hepsi aynı...» derse, «Evlâdım, sana bu kapıda verecek bir şeyimiz yok!.. Çünkü sevmeyen, sevemeyen kimse nasipsizdir. Kendini de, bizi de yorma!..» derlermiş. Hani Peygamber Efendimiz de, torunlarının başını okşarken yanına gelip, «Benim de on evlâdım var, ama hiçbirini kucaklayıp sevmiş değilim!..» diyen zavallıya, «Cenâb-ı Hak, senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapabilirim?» diyor ya... Onun gibi... İnsan, kalp sermayesi yoksa, sevgisi, ülfeti, merhameti, muhabbeti yoksa, şarj olması imkânsız bir pil gibidir. Onu hiçbir kuvvet harekete geçiremez. Bu yüzden sevmek güzel şey!.."

"-Hem sevelim, hem de sınırlı sevelim diyorsunuz. Bunlar nasıl olacak Hocam? İnsan, sevmeye başlayınca nasıl sınır koyabilir ki?"

"-Ah Âmineciğim, âh... Mevzu mevzuyu açıyor. Gel, bir soluklanalım. Yatsı namazını da kılalım, rahat rahat konuşalım, olmaz mı?"

"-Tamam, hocam." dedi.

Beraberce kalktılar, abdestlerini tazelediler ve yan yana, Âlemlerin Rabbi'nin divanına durdular. Âmine de artık namazını ağır ağır kılmaya başlamıştı. İşyerindeki aceleciliği yoktu. Yetişeceği bir yer yoktu, çünkü... Tadına vara vara rükûsunu yaptı, derken uzun uzun secdede durdu.

Selâm verip duâlarını yaptıktan sonra beraberce koltuğa oturdular. Sâcide Hanım:

"-Nerede kalmıştık?" diye sordu. Âmine, sorusunu tekrarladı:

"-Sevginin sınırlarında kalmıştık, Sâcide abla... İnsan kalbi, nasıl sınırlı sevecek?"

"-Hani biraz önce dedim ya sana, insan kalbi, kuyunun coşması gibi, sevgiyle dolup taşabilir diye... Söze oradan başlayayım. Gerçekten insan, küçük küçük şeyleri sevmekle büyük şeyleri sevmeye hazırlanır, bir şartla: Sevdiğinde takılıp kalmayacak... Bazen bir karıncaya veya kelebeğe bakıp ona hayran olan, onun güzelliklerini seyrederken gönlü ona akan insan, sevgisini harekete geçirmiş olur. Ama onların güzelliğinin, kendilerinden kaynaklandığını düşünürse, bir karınca veya bir kelebeğe takılıp kalır. Maalesef günümüzde bile birçok insan, bazı özellikleri ve güzel yönleri sebebiyle bir hayvanı bile kutsayıp ibadet eder hâldedir. Meselâ Hindistan'da insanlar, ineklerin üstünlüklerini saya saya bitiremezler ve bu üstünlükleri yüzünden ona taparlar. Biraz uç bir örnek oldu ama, sevdiğinde takılı kalmak işte bunun gibidir. Yine Hıristiyanlar, Hazret-i İsa'yı sevmedikleri için onu "ilâh" kabul etmezler. Aksine çok sevdikleri için ilâhlaştırırlar. O yüzden sevginin aşırısı da, yerini bulmadığı zaman insanı sapıklığa götürebilir.

Tekrar en başa dönüp başlarsak; sevginin kaynağı Allah Teâlâ'dır. O'nun esmâ-i hüsnâsından biri de «el-Vedûd»dur. Yani "seven, sevgiyi yaratan ve yarattıklarının kalbine sevgiyi yerleştiren Allah" demektir. Allah Teâlâ, kullarına, sevgi duygusunu bir sermaye olarak ikram etmiştir. Sevgi ya da muhabbet, daha çok bir "hâl" olduğu için, herkes yaşadığı his dünyasına, duygu, düşünce ve tecrübelerine göre değerlendirmelerde bulunmuş ve netice olarak farklı farklı "sevgi târifleri" ortaya çıkmıştır. Kimisi bir eşyaya duyduğu bağlılığı "sevgi" ile ifade etmiş, kimisi hemcinsine olan duygularını bu kelimelere dökmüş, kimisi de daha ötede, mânevî bir dünyaya dalarak görünmeyen yüce bir varlığa muhabbet terennümleri mırıldanmıştır."

"-Sâcide Abla, peki, karşı cinse olan sevgiler bunun neresinde?"

"-Anladım Âmineciğim, ona gelmeye çalışıyorum. Fakat mevzu o kadar geniş ki, hangisinden başlayayım, neresini anlatayım kestiremiyorum... Şimdiye kadar söylediklerimi birleştirip senin soruna geleyim. İşte bu sevgi sermayesini, insanın kalbine yerleştiren Allah, insanın kalbini çeşitli antremanlardan geçire geçire hakiki sevgiye hazırlar. Meselâ insan, bir çiçeği-böceği severken, sevmeyi öğrenir; sonra karşısına çıkan bir başka insana âşık olur. Onunla evlenir, kalbi evlat sevgisine yükselir. Bütün basamaklara takılıp kalmayan insan da, Âlemlerin Rabbinin terbiyesi ile kademe kademe ilâhî sevgiye doğru yükselir. Ama buradaki şart, hep fânî sevgilerde takılı kalmamak..."

"-Demek ki, Allah sevgisine ulaşmak için bizim insanlara da âşık olmamız lâzımmış. Ne güzel!.. Ben de tam o yoldayım!..."

"-O yola çıktığın doğru, ama unutma, bazen yollar gidilecek yere yaklaştırır, bazen de gidilmek istenen yerden uzaklaştırır. Yolun hangi tarafına doğru gittiğine dikkat et!.."

"-Anlayamadım, hocam. Yani bütün sevgiler, aşklar, insanı Allâh'a yaklaştırmaz mı?"

"-Hayır. Tam tersine... Birçok sevgi, insanın gözünde, gönlünde bir kalın perde oluşturur ve doğruları görmeyi engeller. Evet, Allah bu dünyada her şeyi çift yaratmıştır. Bu çiftler arasına bir câzibe koymuştur. Yani Cenâb-ı Hak, kadınla erkek arasına da bir çekim kuvveti koymuştur. Biz, buna "aşk" diyoruz. Bu da harama kaçmadan olursa sevaptır."

"-Harama kaçmadan sevmek nasıl olur ki?"

"-Sevgi, çoğunlukla insanın elinde olmayan bir duygudur. İffeti, yani nâmusu korumak ve günah olan işlerden kaçmak şartı ile birisine karşı sevgi duymakta mahzur yoktur. Hatta iffetini koruyarak sevgisini gizlemek çok sevaptır. Hadîs-i şerîflerde buyrulur ki:

«Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen şehiddir.» (Hakim, Hatib)

«Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek, sabredenin günahlarını, Allah Teâlâ affedip Cennetine koyar.» (İbni Asâkîr)

Demek ki, dinimizde iffeti muhafaza etmek ve sevgisi sebebiyle günah işlememeye sabretmek, çok sevaptır. Çünkü genel olarak sevgi, insanı kör ettiği için, insanın kendisini günah işlemekten alıkoyması zordur. Zor olan işleri başarmanın sevabı da büyük olur. Başka bir hadîs-i şerifte de şöyle buyrulmuştur:

«Ümmetimin üstün olan kimseleri, aşk belâsına mâruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir.» (Deylemî)

"-Hem âşık olup hem iffetimizi nasıl koruyacağız hocam!"

"-Hazret-i Mevlânâ -kuddîse sirruh- şöyle buyurmuş: «Şehvetle aşkı birbirine karıştırma!..» Tam bugünleri anlatıyor sanki... Günümüzde bütün televizyon dizileri, dinimizin «zina» dediği ve yasakladığı her şeyi, «aşk» diye meşrûlaştırmaya çalışıyor. Günahlar, sevgi-aşk suyuna batırılarak temizlenmeye, normal ve hatta gerekli gösterilmeye çalışılıyor.

İnsanlar belli ölçüler içinde, tabiî ki birbirine ilgi duyabilirler. Ama bu ilgi ve sevgi, evlilik ile taçlanmalıdır. Eğer arada nikâh yoksa veya hiçbir şekilde nikâh imkânı bulunmuyorsa, kalbimizi de, bütün âzâlarımızı da bu günah girdabından çekip çıkartmamız lâzımdır. Sevgi, her yolu mübah kılmaz!.. Bütün âzâların da, dilin de, gözün de, gönlün de hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Her organın, kendi cinsinden bir zinası vardır; gözün zinası bakmak, elin zinası dokunmak, ayağın zinası da haram yerlere gitmektir. O hâlde biz, aşkımızı, gönlümüzü temiz tutmak zorundayız."

"-Sevdiğimiz, evlenmek istediğimiz kişiye bakmayacak mıyız hiç?"

"-Olur mu? Peygamberimiz, ashâbını evlenmeden önce görüşmeye teşvik etmiş. Ama onun da belli şartları var. Kimsenin olmadığı mekânlarda baş başa kalmamak, nikâh gerçekleşmeden el ele bile tutuşmamak, gereğinden fazla konuşmamak gibi... Olur olmaz herkese uzun uzun bakmak, erkekler için de, kadınlar için de bir "göz zinası" demektir. Meselâ Peygamber Efendimiz, kendi yanında yetişen Hazret-i Ali'ye:

«-Ey Ali, bakışı bakışa ekleme; zira ilki sendendir, diğerleri ise şeytandandır.» buyurmuştur.

Günümüzde bazıları, yaptıkları bu hataya bir kılıf bulmuşlar ve «Benim kalbim temiz! Benim kötü bir niyetim yok ki...» diyorlar. Acaba bu kişiler, kalplerinin gerçekten Hazret-i Ali'den daha temiz olduğunu mu düşünüyorlar, yoksa sadece kendilerini mi kandırıyorlar?!"

"-Nereden nereye geldik..."

"-Gerçekten öyle... Bu aslında, öyle bir oturuşta bitecek bir konu değil... Soruların çok güzel, konuyu açıyor; başka başka mevzulara giriyoruz. Fakat bana söyleyeceklerimi de unutturuyor."

"-Kusura bakma, Sâcide Abla... Yüreğim kıpır kıpır... Her şeyi bir an önce öğreneyim istiyorum. Mâlum acelem var da..."

"-Anladım, peki kim bu tâlihli? Ya da senin kalbini çalan hırsız kim? Hiç bahsetmeyecek misin?"

"-Açıkçası her şey bugün başladı ve bir anda çok hızlı ilerledi. Bugün tanıştık, bugün konuştuk ve randevulaştık, buluştuk. Ama ben daha tam olarak kalbimde oturtamadım. Bana, âilemize uymayan bazı durumlar var. Onun için şimdilik bu mevzuyu hiç açmamış olayım. Yeri geldiğinde size daha geniş bilgi vereceğim, söz!.. Madem hep sorularla kestim sohbetinizi, biraz sabredeyim de siz de söyleyeceklerinizi tamamlayın."

"-Yok, aslında, demin dediğim gibi bu, hemen bitecek bir konu değil. Fakat bu konuda söylemesem olmaz diyebileceğim birkaç husus kaldı. Onları da özetleyeyim, istediğin yerden yine konuşuruz Âmineciğim!.."

"-Buyur Sâcide abla, gençlik heyecanına ver."

"-Tamam, o zaman iyi dinle... Aşk nedir bilir misin? Aşk, sarmaşıktır. Yani seven ve sevilenin birbiriyle bütünleşmesi, aynîleşmesi; tek bir kalp, tek bir beden hâline gelmesidir. Aşk, "bir" olma potasında erirken sevilen dışında her şeyi gözden düşürmeye çalışmak demektir. Sonunda sevenin gözünde sevilenden başka kimse kalmaz.

Tabiî, bu gönüllü değişim-dönüşüm esnâsında, seven, sevdiği uğrunda sahip olduğu ve "benim" dediği her şeyden vazgeçmeye hazırdır. Başka bir tâbirle, sevene hep fedakârlık düşer. Ancak şaşırtacak bir husustur ki, seven, sevdiği uğruna çile çekmekten, bedel ödemekten hiç şikâyetçi olmaz, olmamalıdır. Yoksa bu durum, sevgisindeki samimiyete gölge düşürür.

Sevgiyi, iki gönül arasındaki bir cereyan hattına da benzetebiliriz. Bu, iki şahsın gönülleri hâricindekine mahrem bir sırdır. Gönül dünyalarında yaşadıklarını, hissettiklerini, birbirlerine sessiz ve sözsüz konuştuklarını, yalnız ikisi bilir, yani seven ve sevilen... Bunun dışında kalanlar için, sevgiden bahsetmek beyhûdedir. O, ancak yaşayanın bildiği bir hâldir. Kısacası tatmayan bilmez.

İşin bir başka yönü de sevgi ve muhabbetin lâyıkıyla dile getirilmemesidir. Zira bilen söylemez, söyleyen bilmez.

Biraz önce de söylediğim gibi sevginin, yani muhabbetin kaynağı ve yaratıcısı Cenâb-ı Hak'tır. Cenâb-ı Hakk'ın yaratıp insanoğlunun yüreklerine yerleştirdiği en büyük ilâhî sermayelerden birisi olan muhabbet, lâyıkına ve gerektiği nispette duyulduğunda insanı yüceltir. Aksine lâyık olmayana ve aşırı derecede gösterilen muhabbet de insanı alçaltır, çirkinleştirir. Meselâ sâlih zâtlara karşı duyulan muhabbet, insanın mânevî derecesini yükseltip ona güzel ahlâk ve alışkanlıklar kazandırırken, şerli kimselere duyulan sevgi de insanı her adımda biraz daha fazla dünyevî ve uhrevî ateşlere yaklaştırır.

O hâlde mümin, bu muhabbet sermâyesini nerede ve nasıl kullanacağını iyi idrak etmeli ve küllî irâdenin bu lütfunu, hoyratça ziyan etmemelidir. Yoksa farkına varmadan çok büyük hüsrâna uğrar. Bir Hak dostu, bu hususta şöyle buyurur:

"Allah Teâlâ, kullarına olan şefkat ve merhameti sebebiyle onları kendi Zât'ına muhabbet beslemeye dâvet etti. Kullarından nasipsiz olanlar, bu nîmetten mahrum kaldılar. Hak Teâlâ, bu günâhın bir cezâsı olarak onları, gâfil kişilerin muhabbetine giriftâr eyledi."

Gerçekten, Cenâb-ı Hakk'a muhabbetle bağlanmayanlar, fânîlerin ve gel-geç sevdâların kölesi olmaktan kurtulamazlar. Fânîleri, muhabbetin kaynağı olan Cenâb-ı Hakk'a tercih etmek ise, en büyük ahmaklık ve aldanıştır. Kur'ân-ı Kerim, mü'minlerin Allâh'a olan sevgilerini şöyle anlatır.

"...Îmân edenlerin Allâh'a olan muhabbetleri ise, her şeyden daha şiddetli ve daha kuvvetlidir..." (el-Bakara, 165)

Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hakk'a şöyle niyaz etmiştir:

"Allâh'ım! Sana duyduğum sevgiyi, kendi canımdan, âile fertlerimden ve serin sudan daha sevimli yap." (Tirmîzî, Daavât, 72)

O hâlde sevgiden ve sevmekten murad, Allâh'ı ve O'na götürecek şeyleri sevmektir. Allâh'ın sevdiğini sevmek, Allâh'a sevginin bir işareti ve alâmetidir. Hatırlarsan, sohbetimizin başında Peygamberimizi sevmenin ve hatta O'na tam anlamıyla itaat etmenin, Allâh'ın sevgisine ulaşmak için şart olduğunu söylemiştim. Sözlerimi bir cümleyle tamamlayacak olursam; "Sevgi, Allah'tandır; Allah içindir ve Allâh'adır."

"-Hocam, madem bütün sevgiler Allah için, biz neden Allah'tan başkalarını da seviyoruz ki... Allâh'ı hemen sevsek... Başka varlıklara sevgi duymasak olmaz mı?"

"-Olmaz, her şey basamak basamak... Çocuk, önce doğar, aylarca sırt üstü yatar. Sonra emeklemeye başlar, sonra yavaş yavaş doğrulmaya, yürümeye ve koşmaya... Eğer doğrar doğmaz koşturmaya çalışırsan, âzâları gelişmeden ona kalıcı zararlar verebilirsin. Cenâb-ı Hak, bu kâinâtta her şeyi yavaş yavaş mükemmelleştirmeyi murad etmiş. Hiçbir şey bir anda olmuyor. Kalbimizin büyük bir sevgi maratonuna hazırlanabilmesi için, ufak ufak antrenmanlardan geçmesi lâzım... Nasıl bir sporcu katılacağı yarışma için aylarca antrenman yapıp vücudunu bu yarışa hazırlarsa, Allah ve Rasûlü'ne götürecek sevgiler de kalbimizin, ilâhî aşka antrenmanıdır. Yani Leylâlardan Mevlâ'ya ulaşabilmek için birer basamaktır. Ancak tekrar söylüyorum, basamaklara takılıp kalmak yok!.. Vazgeçebilirsek, daha güzeline kavuşacağız. Var olanla avunursak, mahrum kalacağız."

"-Hocam, bana müsaade... Çok vaktinizi aldım. Hakkınızı helâl edin. Evden de bekliyorlar."

"-Peki, Âmine... Aslında bu saatte tek başına dışarı çıkmasan daha iyi ya... Sen bilirsin."

"-Merak etmeyin, hocam. Biz alışığız!.."

Mağazadan aldığı çantaları ellerine aldı, kapıda Sâcide Hanım'a sarılıp vedalaştı. Yola çıkar çıkmaz bir taksiyi durdurdu ve ev adresini tarif etti. Bir taraftan bugün yaşadığı büyük değişiklikleri, bir taraftan Sâcide Hanım'ın anlattıklarını düşünüyordu. Eve nasıl geldiğini anlayamadı. Kapıyı çaldı. Annesi, kapıyı açar açmaz tatlı bir sitemle:

"-Nerede kaldın, öldürdün bizi meraktan!..." diye çıkıştı.

"-Anneciğim merak etme, Sâcide Hoca'daydım. Oturduk, dertleştik!.." dedi.

"-İyi öyleyse, hadi geç, herkes uyuyor; ben bekledim seni..."

"-Canım annem benim, gel bak, ben de sana ne hediyeler aldım!.." diyerek içeri girdi.

Paketleri açtı, annesine aldığı hediyeleri verdi. Kendine aldığı kıyafetleri de güzelce dolabına kaldırdı. Üstünü değişti. Sonra yatmadan önce telefonuna bakmak aklına geldi, bu akşam hiç çalmamıştı, hayret etti.

Bir de baktı ki, on beş cevapsız arama, yedi tane mesaj... Şaşırdı. Telefon, sessizde kalmıştı. Kimlerin aradığına baktı önce, Tuğçe, Reyhan ve Özgür... Birkaç arkadaşı daha... Ama en çok Reyhan'la Özgür aramıştı. Merak etti. Mesajlara da bakayım, ondan sonra ararım, zaten geç oldu, diye düşündü.

Reyhan'ın mesajlarına bakmaya başladı:

"Neredesin kız? Hepimiz seni bekliyoruz."

"Ne kadar nazlısın, telefonlarıma niye bakmıyorsun? Bak, Özgür de geldi. Bora'lardayız. Muhakkak bekliyoruz, bahane istemem!.."

"-Neden bu kadar sık aradıkları şimdi anlaşıldı." dedi içinden... "Bu akşam, Boralarda parti vardı, unutmuşum... Ama ben de çok yoruldum, şimdi oraya kadar gidip de sabaha kadar eğlenemem!.. Zaten çok yorgunum, yarın da işe gideceğim..."

Bir yandan da diğer mesajlara göz atıyordu; Özgür de mesaj göndermişti. Onunkini de açtı:

"Hadi ama, özledim seni... Gelmiyor musun aşkım!.. Özgür"

Sadece ona cevap vermeye karar verdi:

"Çok yoruldum, eve geldim. Yarın görüşürüz. Âmine" yazdı, mesajı gönderdi. Bir taraftan da Özgür'ün "aşkım" deyişi, zihninde dönüp durmaya başladı. Kalbinin bir köşesi çok mutluydu, içi içine sığmıyordu; diğer köşesi ise, "Dün bir, bugün iki... Ne bu hız?!" diyordu. Bunları düşüne düşüne uyuya kaldı.

Huzur Sahilinde İnecek Var

Gecenin aslında ne kadar uzun olduğunu hastalar ve dertliler en iyi bilir. Uyuyan bir insan, gecenin nasıl geçtiğini anlamaz bile!.. Uyku, ne çok derde ilaç ve gece, ne çok sırra perdedidir.

Âmine de derin bir uykunun kollarında günün bütün yorgunluk, endişe ve stresinden kurtulmuş, bambaşka bir âleme yolculuk etmekteydi. Kendisini rüyalar âleminde buldu. Ufak tefek birçok rüya gördükten sonra, bir rüya, sanki bütün gecesini kapladı.

"Kıyamet kopmuştu. Herkes toplanmış, büyük bir meydanda bekleşmekteydi. Her yer insandı. Herkes, "Şimdi ne olacak?" diye bekleşirken amel defterleri açılmaya başlandı. Etrafında pek çok tanıdık vardı. Arkadaşları, âilesi ve tanıdığı insanların sesleri... Ama herkes kendi derdi ile meşguldü; kimsenin kimse ile uğraşacak ne vakti, ne yüzü vardı.

Melekler, her bir insanın başucuna gelip amel defterlerinde yazanları sormaya başladılar. Yenilen içilen, giyilen, yapılan her şeyden sorguya çekiyorlardı. Şu yemeği yedin, doymadın mı? Onun üstüne neden şunu da yedin, bunu da yedin? Yediğin bunca şeyin parasını nasıl kazandın? Bunları hangi parayla aldın? Helâl miydi, haram mıydı? İnsanlar, bunları duydukça çığlık çığlığa ağlıyorlar, sızlıyorlar.

Daha sonra gardroplar açılıyor ve birbir kıyafetler ortaya dökülüyor. "Bu kıyafeti aldın, neden aldın? Örtünmek için mi? Peki bunu niye aldın, şunu niye aldın? Sen bilmiyordun bunların her birinden hesaba çekileceğini? Bunları hangi parayla aldın, helâl mi, haram mı? İhtiyacından fazla olan her şeyin israf olduğunu bilmiyor muydun? Bak, şu senin komşun, açlıktan kıvranıyor. Çocukları, senin evinin iki sokak üstünde, açlıktan uyuyamıyor. Sen bir kere olsun, kapılarını çaldın mı? Şu kıyafetini almak için kaç mahalle, kaç mağaza dolaştın!.. Ya o komşunu bulmak için hiç gayret gösterdin mi?"

Sıra, Âmine'ye geliyor. Pek çok sorular soruyorlar. O da kan-ter içinde... Bir soruya cevap veriyor, peşinden ikincisi... Ona cevap veriyor, bu sefer üçüncüsü... Âmine, bir ara "Amel defterimde hep günahlar kalmış; benim sevaplarım nerede? Abdestimiz vardı, namazımız vardı, okuduğum Kur'ân'lar vardı? Onlar nerede?"

Melekler, "Eğer siz gerçekten o ibadetleri ihlaslı bir şekilde yapsaydınız, sevaplarınız, namazlarınızı kabul olunurdu!.. Allâh'ın sizin gönülsüz yaptığınız ibadetlere ihtiyacı yok!.." diyorlar.

Âmine, bu cevap üzerine kendisini tutamıyor, hüngür hüngür ağlıyor.

Hesabı tamamlananların sevap ve günahları, mizanda tartılmaya başlandı. Günahları ağır gelenler, kıvranmaya başladılar. O dehşet içerisinde, kendilerini cehennemden kurtaracak birilerini aramaya başladılar. Ama herkes aynı dertle muzdaripti. O an, bir grup:

"-Bizi, buradan sadece Peygamber Efendimiz kurtarabilir!" dedi. Ve hep birden seslenmeye başladı:

"-Yetiş yâ Rasûlallah, kurtar bizi!..."

Bir ses yankılandı:

"-Siz, dünyadayken benim sünnetlerime ne kadar uydunuz? Onları ne kadar hayatınıza tatbik ettiniz? Bana ne kadar salavât getirdiniz ki, şimdi ben de sizi burada hatırlayayım?"

Bunun üzerine insanlar, hemen salavât getirmeye başlıyorlar. Çığlık çığlığa ağlamalar yükseliyor. Bu esnada bir ses daha duyuluyor:

"-Artık çok geç!.. Buradaki salavâtlarınız artık bana ulaştırılmaz. Onu dünyadayken yapacaktınız!.."

İnsanlar, nâçâr, feryat ve figanları âdeta göklere yükseliyor. Âmine de Fâtiha sûresini okumaya başlıyor."

Âniden gözlerini açtığında terden yastığı ıslanmıştı. Rahatladı. Hepsi rüyaymış diye sevindi. Dilinde Fâtiha sûresi... Kendi kendine okumaya devam etti. Yatakta sırt üstü çivilenmiş gibi duruyordu. Uzun müddet yerinden kıpırdayamadı. Bu, nasıl bir rüyaydı? Kendisini ne kadar çok içine çekmişti. Sanki her şeyi o an, bizzat yaşamış gibiydi. Doğruldu. Lavaboya gitti. Abdestini aldı ve namaz kılmaya başladı. Namaz kıldıkça rahatlamış ve içine huzur dolmuştu. Ellerini kaldırdı ve duâ etmeye başladı:

"-Evet, benim âdil bir Rabbim var. Yaptıklarımızın hepsinin hesabını soracak... Ama aynı zamanda ihsan sahibi ve merhametli benim Rabbim!.. Yâ Rabbi, affet beni... Gâfilâne yaşadığım hayat için affet. Senin yolundan uzak geçirdiğim ömrüm için affet... Bilmeden yaptıklarım için affet... Bana hayırlı bir hayat, hayırlı bir iş, hayırlı bir kazanç ve hayırlı bir eş nasib et!.. Ömrümün bundan sonraki günleri, ilk günlerinden daha hayırlı olsun. Ölümüm, hayatımdan; âhiretteki hayatım da dünyada geçirdiğim hayattan daha hayırlı olsun. Madem beni seçtin, huzuruna kabul ettin, bana bunları söylettin; beni de affet. Huzuruna kabul et. Günahlarımı ört, sevaplarımı arttır. Sana giden yolları bana kolaylaştır. Bana, Sana ulaşacak hayır kapılarını aç. Benden râzı ol yâ Rabbi!.. Benden râzı ol yâ Rabbi!.. Benden râzı ol yâ Rabbi!.."

* * *

Kalktı, işe gitmek üzere hazırlandı. Kalbi, pır pır atıyordu. Gece görmüş olduğu rüyanın tesirinden daha kurtulamamıştı. Artık hayatına, kıyametin gölgesi düşmüştü. Kahvaltısını yaptı. Yola çıktı.

İşyerine vardığında arkadaşları yeni yeni geliyordu. Birkaç tanesi, Âmine'yi görünce takıldı:

"-Akşam ne eğlendik ama... Parti için özel dj'ler tutmuşlar; canlı müzik de vardı. Sınırsız içecek, sınırsız eğlence... Ah Âmine, sen de gelmeliydin. Çok şey kaçırdın, çok!.."

Âmine, onlara cevap vermedi. Ama kendi içinde de bir türlü karar veremiyordu. Hayatı, cennet ile cehennem arasında gibiydi. Akşam bambaşka duygular içindeydi, sabah başka duygular... Sâcide Hanımla beraberken bambaşka âlemlere dalıyordu, arkadaşlarıyla beraberken başka... Sanki iç dünyasında iki ayrı kişilik vardı. Bir tarafı, mânevî âlemlerde kanat çırpmaya meyilliydi, öbür tarafı ise dünya hayatına, oyun ve eğlenceye... Her biri, kendisini bambaşka taraflara sürüklüyordu. Âdeta içinde bitip tükenmeyen bir savaş var gibiydi. Ama gücü, her geçen gün tükeniyordu. Bir tarafı seçmeliydi. Tarafsız kalmak da, her iki tarafı birden memnun etmek de çok zordu.

Mesâî başladı. Arkadaşlarının hemen hepsi gelmişti. Ama Tuğçe ile Reyhan yoktu. Tuğçe neyse de, Reyhan'ın gelmemesine içten içe sevindi. Şimdi gelir gelmez kendisini fırçalar, "Neden gelmedin, çok bekledik, ne kadar da nazlıymışsın!" deyip dururdu. Sabah sabah onun bu iğnelemelerini kaldıramazdı.

Birkaç saat geçince dayanamadı, partiye giden arkadaşlarının yanına gitti ve Tuğçe ile Reyhan'ı sordu. Onlar da:

"Aman boş ver onları... Biz gece ikiye kadar oradaydık. Sonra izin aldık, ayrıldık. Onlar eğlenceye dalmışlardı. Herhalde sabaha kadar eğlenmişler, sonra da kalkamamışlardır." dediler.

Rahat bir nefes aldı. Yerine geçti ve çalışmaya devam etti. Saat on bire geliyordu. Bankanın personel şefi Âdem Bey, yanlarına geldi ve Tuğçe ve Reyhan'ı sordu. Arkadaşları da dün akşam olan bitenlerden bahsedip onlar adına biraz müsamaha istediler.

"Biz, onların işlerini de idare ederiz, siz merak etmeyin." diye rica ettiler.

Âdem Bey, biraz sitem etti, ama:

"-Eğer öğleye kadar burada olmazlarsa, karışmam!.. Gelir gelmez onları odamda görmek istiyorum." demeyi de ihmal etmedi.

Onlar da hemen telefonlara sarıldılar. Ne Tuğçe'ye, ne Reyhan'a, hatta ne de Özgür'e ulaşabiliyorlardı. Âmine, arkadaşlarının birbirlerine karşı gösterdiği sahiplenmeyi ve Âdem Bey'in bu konudaki anlayışına biraz şaşırmış, biraz da içerlemişti. Beş dakikalık bir namaz molası için bin dereden su getiren bu adam, şimdi saatleri bulan bu durum karşısında oldukça anlayışlı ve olgun davranıyordu.

Öğlen olmuş, paydos verilmişti. Ama Tuğçe ve Reyhan'dan haber yoktu. Âmine, alıştığı üzere alt kata inip izbe hademe odasında namazını kıldı. Sonra dışarıya çıktı ve arkadaşlarıyla buluştu. Oturup yemek yemeye başladılar. Derken arkadaşı Hayat'ın telefonu çaldı. Sabit bir numaradan arıyorlardı. Hayat, merakla telefonu açtı ve:

"-Sen miydin Reyhan, meraktan öldük!.. Nerelerdesin?" diye sordu.

Bir anda herkes dikkat kesilmişti. Hayat'ın ses ve mimikleri gittikçe değişmeye, yüz hatları gerilmeye başlamıştı. Sık sık ve kesik kesik:

"-Gerçekten mi? Özgür mü? Tuğçe de mi sizle? Biz ne yapabiliriz? Annenlerin haberi var mı? Tamam, bankayı sen merak etme... Biz de mesai çıkışında geliriz..." diyordu. Yüzünün rengi atmıştı.

Masadakilerin hepsi önemli bir şeyler olduğunu anlamışlardı. Meraklı gözlerle Hayat'a bakıyorlardı. Hayat, dudaklarını kemire kemire, sâkin davranmaya çalışarak anlattı.

"-Gece biz ayrıldıktan sonra, asıl âlem başlamış. Özgür, daha önce biraz kokain getirmiş partiye... Üst katta, masayı hazırlamışlar, birer-ikişer demlendikleri esnada evi polis basmış. Onlar, ellerindekini saklayamadan hepsini birden yakalamışlar. Gece yarısından beri nezarettelermiş. Aslında Emniyet, uzun süredir Özgür'ü takip ediyormuş. Nöbetçi savcıya ifade vermişler."

"-Kimleri içeri almışlar?"

"-O esnada evde kim varsa, hepsini... Ama Özgür ve Bora, baş şüpheli..."

"-Özgür'ü anladık da Bora'nın ne suçu varmış?"

"-Ev, onların evi ya... Partiyi o düzenlemiş. Herhâlde onun için..."

"-Tuğçe ile Reyhan da orada mıymış?"

"-Evet, onlar baskın esnasında alt katta eğleniyorlarmış. Fakat polis, ifadeleri alınıncaya kadar kimseyi serbest bırakmamış. Belki akşama doğru salacaklarını söylemişler."

Masaya büyük bir sessizlik düştü. Herkes düşüncelere daldı. Âmine, üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi. Eğer akşam Sâcide Hanım'a değil de, Özgür'le beraber Bora'lara gitmiş olsaydı, büyük ihtimalle şimdi kendisi de nezarette olacaktı. Allah, onu korumuştu.

Yemeğin tadı-tuzu kalmamıştı. Zorla masadakileri yediler. Hesabı ödeyip düşünceler içinde işyerlerine döndüler. Hiç birisinin yüzü gülmüyordu. Hayat:

"-Ben Âdem Bey'le görüşür, ona bilgi veririm. Merak etmeyin." dedi.

Hepsi masalarına dönmüş, işlerine başlamışlardı. Böylece bir-iki saat geçti. Bir ara arkadaşları, Âmine'ye kaş göz işareti yaptılar. Onun bankosunun önünde sahipsiz bir bavul durduğunu fark etmişlerdi. Kapıdaki güvenlik görevlisine de dâhilî telefonla haber vermişler, o da bankanın içindekileri ve personeli boşaltmaya başlamıştı. Âmine de el çantasını alıp alelacele dışarıya çıktı. Bankanın içinde kimse kalmamıştı. Polis de olay yerine intikal etmiş ve bir güvenlik çemberi alınmıştı. Bomba imha ekipleri bekleniyordu. Çok geçmeden onlar da geldi. Herkeste büyük bir panik vardı. Kimse ne yapacağını bilemiyordu. Polis, kalabalığın uzaklaştırılmasını istedi. O sırada Âdem Bey, personelin bugün için izinli olduğunu bildirdi.

"-İsteyen gidebilir." dedi.

Âmine, büyük bir keşmekeşin içine düşmüştü. Bankada belki bomba vardı, belki yoktu. Ancak Âmine'nin iç dünyasında birbiri ardınca bombalar patlayıp duruyordu. Füsun'un vakitsiz (!) ölümü, ardından iç dünyasında yaşadığı bocalamalar, hayattan kopuşu... Sonra Sâcide Hanım'la tanışması, yepyeni bir hayatın pırıl pırıl akisleri... Yıllardır "vur patlasın, çal oynasın" türünden delicesine geçirdiği bir gençlik devresi ve onun alarm veren sonu... İş ve eğlence arkadaşları... Çevresi, dostları, annesi-babası...

"-Nereye gidiyorum ben?" diye bir kere daha düşündü.

Ayaklarını kendi hâline bırakmıştı. Bir minibüse bindi. Parayı uzattı. Minibüsçü:

"-Nereye?" diye sorunca:

"-Eyüp." dedi.

Neden bu minibüse binmiş, niye Eyüp Sultan'a gidiyordu. Hiç düşünmedi. Zaten kafasında bin türlü düşünce cirit atıyordu. Daha dün, Özgür'le bir kafede oturmuşlar, uzun uzun sohbet etmişler; âdeta geleceğin provasını yapmışlardı. Bu muydu kendisine âşık olduğu Özgür? Kendisini seven, kendisine hediyeler gönderen Özgür bu muydu? Böyle birisiyle nereye kadar birlikte olabilirdi? Şıpsevdi, zengin mi zengin, ama uyuşturucu mübtelâsı... Bugün beni ölesiye sevdiğini söyleyen bu adam, yarın kiminle birlikte olabilirdi?

Nasıl bir işyerinde çalışıyordu? Buradaki insanların öncelikleri nelerdi? İbadet olunca lüzumsuz, fuzûlî; oyun-eğlence olunca, işte hayat!..

Kafası patlayacak gibiydi. Sâhili görünce, minibüsçüye "İnecek var" dedi ve hemen atladı aşağıya... Derin bir nefes aldı. Denizin, yosunların kokusunu içine çekti. Nereye kaçıyordu, kimden kaçıyordu. Aslında kendisinden kendisine kaçıyordu. Büyük bir çalkantı yaşıyor; doğru bildiklerini, doğru zannettiklerini ölçüp biçiyordu. Hayatının aslında ne kadar boş geçtiğini düşündü. Saatine baktı, ikindi ezânı okunmak üzereydi. Abdesti de vardı. Eyüp Sultan Câmii'ne doğru yöneldi. O sırada ezân başladı. Ezân, Allâh'a dâvet ediyor; Âmine de koşar adım Allâh'ın dâvetine icabet ediyordu.

* * *

Namazını kıldı. Bir anda Sâcide Hanım'la görüşmek istedi. Hem olan biteni onunla konuşmak, hem içindeki fırtınaları bir nebze olsun dindirmek istiyordu. Telefonu çıkardı ve aradı. Sâcide Hanım, her zaman ki gibi:

"-Buyur Âmineciğim." diyerek telefonu açtı.

"-Sizinle âcilen görüşmem lâzım." dedi.

Sâcide Hanım şaşırmıştı:

"-Bir şey mi oldu? diye sordu.

"-Önemli bir şey yok. Ama görüşmemiz lâzım."

"-Neredesin?"

"-Eyüp Sultan'dayım."

"-Ben birisiyle görüşmeye gidiyorum, istersen sen de gelebilirsin. Vaktin var mı?"

"-Aslında sizinle baş başa konuşmak istiyorum, ama... Vaktim bol."

"-Merak etme, pişman olmayacaksın. Bekle, ben Eyüb'e geleyim. Oradan birlikte gideriz."

"-Tamam, bekliyorum."

Çok geçmemişti ki, telefonu çaldı. Elini çantasına götürürken:

"-Ne çabuk geldi." diye düşündü.

Arayan Hayat'tı.

"-Ne oldu Hayat?"

"-Merak etme, bankadaki bavul boş çıktı. Biz şimdi, arkadaşlarla toplandık, Emniyet'e gidiyoruz. Sen de gelmek ister misin?"

"-Kusura bakmayın. Çok yorgunum, bir de randevum var. Oraya vardığınızda beni çaldırırsınız. Telefonda da olsa geçmiş olsun dileklerimi iletirim. Tuğçe'ye de, Reyhan'a da selâm söyleyin."

"-Özgür'e?"

"-Şimdilik ona bir şey söylemeyin. Sonra ben yüzyüze konuşurum."

"-Okey, görüşürüz."

"-Tamam, görüşmek üzere..."

Tam telefonu kapattı ki, bu sefer de Sâcide Hanım çaldırmaya başladı. Telefonu açtı, yerini tarif etti. Buluştular. Sâcide Hanım, çok heyecanlıydı:

"-Seninle uzun zamandır birisini tanıştırmak istiyorum." dedi.

Bu sefer Âmine şaşırmıştı.

"-Kim?"

"-Gördüğünde şok olacaksın. Tanıdıkça çok sevecek ve hayata çok farklı bir gözle bakacaksın."

"-Gerçekten merak ettim. Ama kopya vermek yok mu?"

"-Aslında medyadan, magazinden tanıdığın bir kimse değil... Kendi hâlinde, evinden dışarı çıkmayan birisi... Hatta odasından çıkmayan, yatağından bile kalkamayan bir kimse... Fakat Allah, ona diğer insanlara vermediği öyle nimetler vermiş ki... O da bunların kıymetini çok iyi bilen bir insan..."

"-Bilmece gibi konuşuyorsun Sâcide Abla. Biraz açıklayabilir misin?"

"-Hadi, şu otobüse binelim de yolda anlatayım sana..."

Otobüse bindiler. Pek kimse yoktu. Arka koltuklardan birisine oturdular. Sâcide Hanım, anlatmaya başladı:

"-Adı Züleyha... Gençlik çağına kadar, her genç kız gibi koşmuş, oynamış. nişanlıyken bir imtihan gelmiş başına... küçük bir kaza sonucu, boynundan aşağısı felç olmuş. O, feryat-figan etmek bir tarafa, «Bu benim Rabbimden gelen bir nimettir. Başkasına değil de bu nimetine bana nasip eden Rabbime şükürler olsun!..» demiş birisi... O sabredip hâline şükrettikçe Allah ona, yattığı yerden birçok perdeler kaldırmış. Onun gönlüne muhabbetini yerleştirmiş. O bunlara ulaştıkça daha çok şükretmiş, daha çok sabretmiş. Tam yirmi yedi yıldır yatalak... Ama onu tanıdıkça bir türlü karar veremeyeceksin; o mu mutlu, biz mi? Benden şimdilik bu kadar..."

"-Sen onunla nasıl tanıştın?"

"-Aslında bu da tamamen Allâh'ın lütfu... Bir arkadaşım koluma girdi ve beni götürdü. O gün bugün sık sık ziyaretine giderim. Bugün de senin nasibin varmış. Sen, telefonda âcilen görüşmemiz lâzım demiştin; hayırdır bir şey mi oldu?"

"-Sorma!.. Bugün çok acayip bir gün geçirdim. Hani akşam bahsettiğim birisi vardı ya, «gâliba birisine âşık oldum» dediğim... O, şu an emniyette... Akşam, arkadaşlarla bir partide kokain çekerken yakalamışlar. Sabah onun şokunu yaşadık. Sonra da bankada bir bomba paniği yaşandı, herkese bugün erken izin verdiler."

"-Desene, hayatının bombaları peşpeşe patlamış."

"-Gerçekten öyle oldu."

"-Allah, seni bu iki bâdireden de kazasız belasız kurtarmış. Allâh'ın sevgili kuluymuşsun. Aslında Rabbimiz, her kulunu ayrı ayrı sever. Her kulunun kendisine dönmesini, kendisini hatırlamasını ister. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor; «Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allâh'ın duyduğu hoşnutluk, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu sevincinden çok daha fazladır.» Bir çölde, bütün su ve erzakının üstünde olduğu deveyi kaybeden kimse nasıl üzülür ve sonra devesini bulduğunda nasıl sevinirse, aynen öyle... Demek ki, Rabbimiz, hiçbir kulundan vazgeçmiyor. Her birinin kendisine dönmesini, kendisini bulmasını istiyor. Ama önce kul, iradesini ortaya koyacak... İlk adımı kul atacak..."

"-Neden ilk adımı kul atacak?"

"-Allah Teâlâ, insana, temiz bir fıtrat vermiş. Devamlı kuzeyi gösteren pusula gibi, insanın fıtratı da hep iyiliklere ve iyilere meyleder durumda... Buna ilâveten bir de akıl ve irade vermiş. Kul, bu ikisinin hakkını vererek Allâh'a dönecek... Eğer Allah, kullarını, kendine kulluk etmeye mecbur etseydi, aklın, iradenin ve dolayısıyla insanın şerefi kalmazdı. İnsan, Allâh'a ulaşmak için geçtiği engeller kadar yücelir. Bir hadîs-i kutsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: «Kul, Allâh'a bir karış yaklaştığında Allah, ona bir adım yaklaşır. Bir adım yaklaştığında, Allah ona bir kulaç yaklaşır. Kul yürüyerek giderse, Allah Teâlâ ona koşarak gider.» Sen, hayatında bir değişiklik yapmaya niyet ettin. Allâh'a doğru adımlar attın; Allah da seni, farkında olmadığın birçok musibet ve belâdan muhafaza etti ve ediyor. Sen, Allâh'a giden yolda adımlarını sıklaştır; Allah da kendisine giden kapıları birbiri ardınca açsın, Âmineciğim..."

"-Sâcide abla... Size ne diyeceğimi, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum."

"-Olur mu Âmineciğim... Biz, bugüne kadar sana ulaşamamak borcumuzu nasıl ödeyeceğiz, onun vebâlinden nasıl kurtulacağız, onu bilemiyorum. Bak, ineceğimiz durağa da geldik. Hadi bakalım hayırlısı... Allah, bize burada ne gibi kapılar açacak bakalım... Bismillah..."

Benim Cennetim Sensin

Bir süre sessizce yürüdüler. Sacide hocahanım, Âmine'nin sessizliğinden ürktü. Acaba gelmek istemiyor muydu? Ya da çok mu acele ediyor, onu çok mu zorluyordu? Âmine'ye durmadan nasihat ediyordu. Kızcağız kendisini iyice günahkâr ve işe yaramaz hissetmeye mi başlamıştı? Daha fazla dayanamayıp:

"-Âmineciğim, biraz durgunlaştın. Sürekli vaaz edip durdum, bunalttım galiba seni..."

"-Hayır, hayır!.. Dalmışım. Hayat sürprizlerle doludur demiştiniz, hocam... Sessizce yürürken gözüm rengârenk donatılmış vitrinlerde, ama aklım tanışacağım kişiyle meşgul! Hayatın sürprizlerini düşünmeye çalışıyorum. Her şey ne çabuk gelişiyor. Daha önce yan yana yaşadığım insanların, aslında ne kadar farklı dünyalarda olabileceğini görüyorum. Sâcide Abla, arkadaşınız nerden tanışmış Züleyha hanımla?"

"-Onu da çok değer verdiği bir hocası yönlendirmiş. Hatta «Kızım, yaşayan bir Allah dostu ile tanışmak istersen git tanış ve duâsını al!» demiş. Onun vesilesiyle biz de tanıştık... Evi, zaten tekke gibi... Duâ almak isteyen, dertlerine teselli bulmak isteyen kimselerle dolup taşıyor. Gönül aynasını sabırla, şükürle parlatmış birisi... Allah kendisine mânâ âleminin sırlarından bazı perdeleri kaldırarak seyrettirmiş... Hapishânelerden mektuplar alıyor; o da o mektuplara cevaplar yazdırıyor. Onları doğru yola, tevbeye, sabra yönlendiriyor. Polisinden doktoruna, ev hanımından siyasetçisine kadar birçok kişi onunla tanışabilmek ve duâsını almak için ziyaret ediyor."

"-Ben de iyice merak ettim hocam!"

"-Şimdi merakın geçer, bak geldik."

Zile bastılar. Kapıda güler yüzlü bir hanım, karşıladı onları ve içeriye buyur etti.

Küçük bir ev, kapının karşısında bir oda... Pencerenin önünde bir yatak, yeşil örtüler içinde gülümseyen, huzuru yüzüne yansımış zayıf bir abla... Felçli olduğunu bilmeyen birisi, gülen yüzünden grip olmuş da yarın kalkacak bir hasta zanneder. Yirmiyedi senedir yatan birisi, nasıl bu denli mutlu olabilir?! Müşfik bir sesle irkildi Âmine...

"-Buyurun, kimler gelmiş, gel Sâcidem, gel! Özlemiştim seni..."

Sâcide hocahanım:

"-Ben de sizi özlemiştim, Züleyha ablacığım! Size bir arkadaşımı getirdim. Âmine!"

"-Gel bakalım, güzel kız? İsmin de ne güzelmiş!"

Âmine eğilip elini öpmek istedi. Züleyha Ablanın eline uzandığında parmaklarının içe dönmüş olduğunu gördü. Elini, renkli kurdelelerle bağlamışlardı. Herhalde iyice bükülmesin diye üstüne de fiyonk bağlamışlar... Âmine ne yapacağını bilemeyince, Züleyha hanım;

"-Onlar benim nişan yüzüklerim, şaşırdın mı? Gel öpeyim seni!.." dedi.

Âmine, Züleyha Hanım'ın boynuna sarıldı. Çok güzel kokuyordu. Halbuki bir akrabası da felçli ve yatalaktı. Hep ilaç kokardı. Ayrıca çok mutsuz ve hâlinden hep şikâyet ediyordu. Bırakın sarılmayı, rahatsız ederiz korkusuyla kimse yanına yaklaşamazdı. Aynı yolun yolcusu iki kişinin imtihanları zâhiren aynı, ama bu imtihana karşı takındıkları tavırlar, yer ile gök arası kadar farklı idi.

Züleyha Abla, aynı müşfik ses tonuyla seslendi:

"-Şöyle karşıma oturun, gözlerinizi göreyim. Geceleri, Rabbime duâ ederken hep gözler aklıma gelir. «Rabbim, o kardeşimi sen aklıma getirdin. Demek ki gönlündeki muradı kabul etmek istiyorsun, benim dua etmem için aklıma getirdin.» diye düşünür ve o kardeşlerime duâ ederim."

Sacide hocahanım ve Âmine, Züleyha hanımın ayak ucundaki kanepeye oturdular. Daha sohbete başlayamamışlardı ki, bu sırada kapı zili çaldı. Züleyha hanım:

"-Bir kolejden kızlar ziyaretimize gelecekti, onlardır..." dedi.

İçeriye onyedi-on sekiz yaşlarında olan, yaklaşık yirmi kişilik bir grup girdi. Âmine, içinden "Eyvah, bu kadar kişi bu küçücük odaya nasıl sığar?" diye düşünürken Züleyha hanım, gelen genç kızlarla tek tek ilgileniyor, hepsinin ismini sorup hepsini öpüyordu. Selâmlaşma faslından sonra herkes yerleşti. Gencecik gözler, merakla Züleyha hanıma odaklanmıştı. Anlaşılan onlar da ilk defa geliyorlardı. Âmine, büyük ve tuhaf bir merakla, olayları akışına bırakmıştı.

Züleyha hanım:

"-Evet, kızlarım benim ziyaretime gelip beni ikrâmlandırdığınız için çok teşekkür ederim. Çok güzel bakıyorsunuz, Rabbim hepinizi ne güzel yaratmış! Züleyha ablanız, size ne anlatsın?" diye sordu.

Kızlardan biri çekingen bir edâ ile:

"-Züleyha ablacığım, hocamız bize sizden bahsetti, ama ben sizden de duymak istiyorum. Kaç yaşında rahatsızlandınız, nasıl sabrettiniz? Mutluluğun anahtarını nerde buldunuz?" dedi.

Züleyha hanım:

"-On yedi yaşımdayken küçük bir kaza sonucu, boynumdan aşağısı felçli duruma geldi. Bu, birazcık başkalarının canını yakabilir diye söylemekten çekiniyorum. Çünkü o kazaya küçük bir çocuk sebebiyet verdi, daha doğrusu aracılık etti. Sebep oldu demeyelim, Rabbimin de yazdıkları vardı, muhakkak!.. O yazdıklarının bir şekilde olabilmesi için bazı aracılar olması lâzımdı. O yavru aracılık etti. Hâlbuki kendisini suçlu hissetmesine gerek yok!.. O olmasaydı, başkası aracılık edecekti. O yüzden bu kısmı, kazâ diyelim geçelim. Bizden sebep, kimse kendisini üzmesin ve suçlu hissetmesin. Eğer biz bu durumda olacaksak, bahane Rabbime çook!.. Hiçbir bahane olmadan da verebilirdi. Çünkü daha doğmadan kaderimiz yazılıp çizilmiş, bu bize Rabbimiz'in nasibidir. Bize hayırla gelen bir hediyedir. Hakikâten bu, Rabbimin bana on yedi yaşımda verdiği en güzel hediyesidir. Rabbim, beni oturttu yavrularım:

«-Kulum, sen otur.» dedi.

Elhamdülillah, ben de oturuyorum, şükürler olsun. Belki on yedi yaşımıza kadar Müslüman'dım tabiî, emir ve yasaklarına uymaya çalışıyordum. Ama on yedi yaşımdan sonra Rabbimle aramda öyle bir muhabbet, öyle bir güzellik başladı ki, benim hayatım oldu!..

Ömrümün en güzel sekiz yılını, hiç kıpırdamadan hastanede geçirdim. Sekiz yıl, bir hastanede yatılır mı? Dümdüz bir yatakta, tavana bakarak, boynumu bile kıpırdatmadan geçen yıllar... En sevdiğiniz yemekleri yiyemiyorsunuz, dümdüz yattığınız için yutamıyorsunuz, boğazınızdan geçmiyor.

Buradan çıkıp eve gittiğinizde, Züleyha teyzenizi anlamak için bir yatakta, yastık olmadan dümdüz ve hiç kıpırdamadan yatın. Burnunuz kaşınsa bile kaşımayacaksınız, teriniz aksa da silmeyeceksiniz, kaşınınca kaşımadan durmak... Kolay bir iş değil! Nedense Allah bana hiç «Ben niye buradayım, neden ben?» dedirtmedi. Allah, bana, "neden" ve "niçin" dedirtmedi, elhamdülillah!.. Bunları bana acımanız için, "vah vah" demeniz için de anlatmadım. Birileri yatacak! Birileri bana bakacak da elindeki Rabbimin verdiği nimetlerin farkına varıp şükredecek!

«Yâ Rabbi, beni yatırdın, ne olur birileri bana bakıp Sana şükretsin!.. Züleyha, Senin için bir şey yapamıyor, ama en azından Sana şükre vesile eyle!» diye duâ ederim.

Ablam bana, "Hayatın boyunca hep verdin." dedi. Vermek o kadar güzel bir şey ki, en güzel duygu... Hep Allah için verelim.

Ben bu imtihan sayesinde çok ikrâmlara nâil oldum. Bir gün doktorum, dolapları üst üste koymuş.

"-Ne yapıyorsunuz?" diye sordum merakla...

"-Sen yatmaktan sıkılmışsındır, bu dolapların üstüne televizyon koyacağım." dedi.

Ben de yattığım yerden onu seyredecekmişim.

"-Gerek yok." dedim. "Gerçekten gerek yoktu da... Rabbimin bana sunduğu manzaralar karşısında hiçbir şeye gerek yoktu. Siz teslim olursanız, Allah size neler seyrettirir neler?! Züleyha, o ikram karşısında, neyi olsa verirdi. O manzaralar karşısında, dünyaları verseler, siz olsanız da aslâ kabul etmezsiniz. Rabbim, bizi bir terbiyeye soktu. Orada hakîkaten gerçek mânâda kulluğa hazırlandığıma inanıyorum. Orada aylarca, sadece tavana baktım. Zannettiler ki, orada sadece tavanı seyrettim. Yürekten söylüyorum, gönül eğer Rabbi ile birlikteyse, eğer O'nu anarak bir ömür geçiriyorsa, o herkese tavan gözüken yer; size inanılmaz manzaralar, inanılmaz güzellikler açar. Ben o tavanı, şimdi bulsam da öpsem... Allâh'ım! Ama bir defa değil, böyle aylarca, altı defa yaşadım bu olayı... Yani sekiz ay yattım da kurtuldum değil!

Burada neyi öğretti Rabbim; kuluna sabrı öğretti, onu terbiye etti. Ve verdiklerinin aslında ne kadar değerli olduğunu öğretti. Anladım ki, elimiz, ayağımız hakikaten çok değerliymiş.

Geçen de misafirlerimden bir kardeşimiz:

"-Bizim boğaz manzaraları görünen, güzel bir evimiz var. Biz bu evi size hediye etmek istiyoruz. Hem çok geniş, misafirlerinizi kolaylıkla ağırlarsınız!" dedi.

Ben:

"-Rabbim, Sen Züleyha'ya ne demek istiyorsun? Benim manzaralarım bitti mi demek istiyorsun. Artık cennetini göstermeyecek misin? Bunun için bana boğazı mı teklif ediyorsun?!" dedim. "Ben, Senden ayrılmak istemiyorum. Benim ne işim olur boğazla? Benim tek tercihim, Sensin. Benim cennetim Sensin, ey Rabbim!" dedim.

Bütün misafirler, gözyaşları içinde dinliyorlardı. Âmine'nin içinde de fırtınalar kopmuştu. Hem dinliyor, hem de kendi hâlinin muhasebesini yapıyor; gözyaşları sel gibi akıyordu. Haykırıp hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

Bu sırada arkalardan bir ses:

"-Cennet nedir?" diye sordu.

Züleyha hanım ise, soruyu soruyla karşılık vermiş ve konuyu daha cazip hâle getirerek dikkatleri tekrar üzerine toplamıştı:

"-Cennet kimin olur, sizce? Cennete kim girebilir, hiç düşündünüz mü? Cennet hepimizin hakkı, değil mi? Neden cehennem de yorulmayı tercih edelim ki... Rabbimiz cennete girmemiz için ne yapmış? Rabbimiz o kadar merhametli ki... Cennete girmemiz için bir muhteşem kitap göndermiş; "şunları yaparsan cennete girersin, şunları yaparsan da cehenneme girersiniz!" demiş. Bununla da yetinmemiş; "Ben kullarımı çok seviyorum, onların bu kitabı, yaşayan canlı bir örneğe ihtiyaçları var!" deyip en sevdiğini göndermiş. O'nun hayatını okumanızı harâretle tavsiye ederim. Geçen birisi, "Peygamber Efendimizin hayatında çok savaş vardı." diyor. Peygamberimizin hayatını sadece savaşlarla sınırlamak çok yanlış. Savaşlar, Onun hayatında zaman olarak da, hâdiseler olarak da çok sınırlı bir yer kaplıyor. O her gün ümmetinin başında, onların arasında... Muhtaçların, gariplerin hâmîsi, namazların, kulluk ve ibâdetlerin rehberi, cömertlerin cömerdi. O, her türlü güzel ahlâkın en güzel nümunesi... İnsanların en seçkini, Allâh'ın sevgilisi... Sonra, her devirde savaş yok mu, her devir de sevgi yok mu? Bundan sonra olmayacak mı? İnsan, nefis taşıyan bir varlık... Yeryüzünde hep iyiler olacak, kötüler olacak... Bunlar arasındaki mücadele devam edecek... Yine insan, kendi iç dünyasında da durmadan savaş yaşayacak... İyi duyguları ile kötü duyguları birbiri ile mücadele edip duracak... Eğer bir insan gibi yaşamak isterseniz, her ânınızda Peygamber Efendimizin hayatından yansımalar olsun!

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyanın var oluşundan yok olacağı zamana kadar bütün zamanlardan geçti, bütün zamanların içinden yürütüldü. Mîrac yolculuğunda Efendimiz, sadece mekânın içinde bir yolculuk yapmadı; bir de bütün zamanları gördü ve yaşadı yavrum... Bu ne demektir, düşünebiliyor musunuz? Bütün vakitleri görmüş; geçmiş-gelecek her zaman yaşatılmış. Mîraca çıkıp Rabbiyle görüşmüş. Biz, muhteşem bir peygambere sahibiz, elhamdülillah!

Bana yaşatılan buydu! Kitaplardan okudum desem yalan olur, kitabı tutacak elim yok!.. Birine tuttursam, her sayfayı çevirteceksin, gözlüm kayacak, "Düzelt!" diyeceksin, olmuyor. Kitap okuyamıyorum. Rabbim ne bildirir, ne gösterirse o...

Bu kadar ikram karşısında, Rabbim bizden ne bekler? Cennete hazırlık yapmamızı ister? Bir fikriniz var mı? Namaz kılın demek, bana çok ağır geliyor. Sanki bir mümine hakaret ediyormuşum gibi geliyor; "Müslümanım!" diyen birine, beş vakit ezan duyan birisine!..

"Ezan kime okunuyor?" diye sorsam; "Nineme, dedeme, arada annemle babama okunuyor." mu deriz.

Müslümanım diyen birinin hayatında namaz olmaması çok acı bir durumdur. Kendinize merhamet etmez miyiz? Ay benim vaktim olmuyor; derslerim çok yoğun, işim çok!.. Vakit ayırdığımız şeylere baksak, neler vardır, neler?

Ben sizden bir hediye istesem, ama tek tek hepinizden, gerçekten benim çok ihtiyacım olan bir şey! Bana verir misiniz? Beni doyurmak ister misiniz, "Açım!" desem... Çok susasam, suyumu içirmek ister misiniz?"

Bu sırada Züleyha hanım, o kadar çok içten ağlıyordu. Gözyaşlarını ise Hatice öğretmen siliyor, ama akan gözyaşlarına bir türlü yetişemiyor gibiydi.

"-Yıkanacaklarım var, yıkar mısınız? Ben bunları ebedî hayatta istesem... Bunu günde beş defa istesem, bana verir misiniz? Ebedi hayatta günahlarımın affı için sizin gibi gencecik nefeslere o kadar ihtiyacım var ki... Siz kazanacaksınız, ama bu arada ben de kazanacağım. Benim de kurtuluşuma aracılık eder misiniz? Ben bu sözümü aldığımı hissediyorum. Gözyaşlarınız bunu gösteriyor." dedi ağlayarak...

Onu dinleyen genç kızlar da anlaşılan, Âmine gibi alacalı kılıyordu namazlarını...

"-Namaz kılanlardan bir şey isteyeceğim. Bu dünyadaki tek hasretim ne biliyor musunuz? Nefsimin en zorlandığı yer; secde edememek... Çocuklar, siz namaz kıldığınızda hani alnınız secdeye varacak ya... Siz alnınızı, o secdeye vardırdığınız zaman, «Yâ Rabbi, bu Züleyha teyzemin de alnı olsun.» deyin, olur mu? Benim ulaşamadığıma, sizin ulaşmanız o kadar kolay ki!.. Şimdi size yalvarıyorum yavrularım, bu zevkten mahrum kalmayın! «Yâ Rabbi, Sana şikâyet maksadı ile söylemiyorum, beni affet, benim ki sadece özlem...»

Ne kendi elimle yemek yemek, ne dolaşmak, hoplamak, zıplamak... Ama yâ Rabbi, o secde sevdâsı ve kavuşma hasreti hiç bitmiyor.

Bana bir şey olmaz demeyin. Ben de sizin yaşınızdaydım; tam on yedi yaşında... Hayatta her şey olabilir. Birinin hayal kurduğu şey, elinizde ve onu kullanmıyorsunuz; ne kadar acı bir durum, değil mi?! Rabbim, Seni o kadar seviyorum ki, bunları şikâyet sanma!"

Züleyha hanım, yine damla damla gözyaşı dökmeye devam ediyordu. Hem ağlıyor, hem ağlatıyor, hem de anlatıyordu:

"-Geçende bir rüya gördüm; iyiki rüya diye bir şey var, yoksa nasıl görürdük o âlemleri.. Öyle bir yerdeyim ki, -gerçi yer demek de yanlış olur, mekân diye bir şey yok-Rabbimin önündeymişim. Sağıma bakıyorum tanıdıklar, soluma bakıyorum tanıdıklar... O kadar çok büyük bir kalabalık var ki, orada hep beraber, o kadar güzel bir namaz kılıyorduk. Namazdan huzur alıyorduk. Öyle ki, bu duygu, zevkle namaz kılınca çok mutlu oluruz ya, işte o duyguydu. Gerçekten kimin önünde durduğumuzu bilirsek, o tadı alırız inşallah..."

Bütün kızlar, orada âdeta Allâh'a namaz için Züleyha hanımı şâhit kılarak söz vermişlerdi. Herkes devam edip giden bu tatlı sohbetle beraber bambaşka âlemlere gidip gelmişti.

Züleyha hanım:

"Aay çok ağladık, biraz da gülelim..." deyince sessizliği bozan hıçkırık seslerini, kısa bir müddet sonra genç kızların gülüşmeleri aldı. İçlerinden birisi:

"-Ablacığım, biz sizi çok sevdik; başka zaman yine ziyaretinize gelebilir miyiz?" diye sordu. Züleyha Hanım da:

"-Tabiî, yavrularım. İstediğiniz zaman gelebilirsiniz." diye cevap verdi.

Diğeri:

"-Ablacığım, hep beraber fotoğraf çekilebilir miyiz?" deyince ortam iyice ısındı.

Birlikte o güzel günü, fotoğraflarla hayat defterlerinin hâtıra bölümüne kaydetmiş olmanın sevinci ile vedalaşıp oradan ayrıldılar. İçeride Âmine ile Sâcide Hocahanım kalmıştı sadece...

Züleyha hanım, Âmine'ye:

"-Kızım, sen de çok ağladın, senin ne derdin var?" deyince Âmine boğazına kadar düğümlenen hıçkırıklara daha fazla hâkim olmadı. Hıçkıra hıçkıra sadece ağladı. Züleyha hanım ise:

"-Ağla kızım, ağla. Gözyaşı ilaçtır. Ağla kızım, gözyaşı rahmettir. Gözyaşı affolunmanın ümididir. Gözyaşı hürriyettir. Gözyaşı şifadır." diyordu.

Sonra ses tonunu değiştirdi ve Âmine'ye şöyle dedi:

"-Güzel kızım... Her insan, hayatının belli dönemlerinde kendini köşeye sıkıştıran, âciz bırakan büyük hâdiselerle karşılaşır. İnsanların çoğu böyle dönemlerde ve bu büyük olaylar karşısında kolayı seçer: Allâh'a ve hâdiselere isyan etmeyi... Asıl zor olan ve gerçek akıl sahiplerinin yaptığı ise, bu olaylardan ders çıkarmak ve hayatını yeniden ve daha güzele doğru programlamaktır. Gördüğüm kadarıyla sen de çok çileler çekmişe benziyorsun. Ama merak etme, bunların hepsi geçer. Çünkü bu hayatta hiçbir şey ebedî değildir. Sonsuzluk, Allâh'a mahsustur. Sen bu dert ve tasalar geçip gittikten sonra sen de neyi bıraktılar, asıl sen ona bak!.."

Âmine, kuruyan boğazına rağmen kesik kesik konuşarak:

"-Züleyha abla... Aslında ben, başıma gelen dert ve sıkıntılardan çok boşa geçen hayatıma yanıyorum. Çocukluğum, gençliğim boş yere geçip gitmiş. En samimi arkadaşım ölünce, ölüm gerçeğini hatırladım. Hayatın gerçeğiyle işte o zaman yüzleşmeye başladım. Sonra Allah, karşıma Sâcide Ablamı çıkardı. O, benim elimden tuttu, en bâdireli dönemlerimde beni yalnız bırakmadı. Tek başıma, o amansız belalarla mücadele etmek zorunda kalmadım. Bir taraftan nefsim, bir taraftan çevrem, bir taraftan eski alışkanlıklarım ve geçmişim beni kendine dâvet ederken hep Sâcide Ablamdan güç aldım, onun öğrettikleri ile kendimde cesaret ve güven buldum. Şimdi de Rabbim, sizi bana lutfetti. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Eğer müsaadeniz olursa, ben de sizin hizmetkârlarınızdan biri olayım." dedi.

"-Estağfirullah kızım. Benim ne hizmetim olacak ki... Ne zaman istersen buyur gel. Ne kadar istersen o kadar kal. Ama sen benim değil, Allâh'ın hizmetinde olmaya çalış. O zaman sen de, ben de daha mutlu oluruz."

Yeni Bir Hayatın Eşiğinde

Sâcide Hanım, araya girdi:

"-Bizim yaptığımız bir şey yok. Âmine çok heyecanlı, istekli... Biz onun merakına, adımlarına yetişemiyoruz. Zaten bu biraz da nasip işi... Allah, bizi birbirimizle buluşturdu." dedi.

Sonra Züleyha Hanım'a dönerek:

"-Züleyha Ablacığım; ben de inşallah birkaç güne umreye gidiyorum. Duâlarınızı beklerim."

"-Olur mu kızım, sen duânın merkezine gidiyorsun. Aman orada Züleyha Abla'nı da unutma... Benim de selâmlarımı, muhabbetlerimi arz et. Ben hiç gidemedim, oralara... Belki de hiç gidemeyeceğim. Benim için de yüzünü, gözünü sür Ravza'ya, Kâbe'ye... O güzel Peygamberimin elinin, ayağının değdiği topraklara bin canım fedâ olsun. Ne nasipli insanlarsınız, Rabbim sizi seçiyor ve Habibi'nin memleketine çağırıyor. Orada geçirdiğin günlere, ânlara çok dikkat et. Her bir ânını değerlendirmeye çalış, güzel kızım. Sen zaten en iyisini bilirsin, ama madem istedin söyleyeyim; Allah, seni, oraya âşık kullarından eylesin. Orayı görünce ruhun, bedeninden kanatlanıp gitsin, e mi?"

"-Allah râzı olsun, Züleyha Abla... Bu duâlar, en güzel yol azığım oldu. Bize müsaade..."

"-Âmineciğimi buraya sık sık getir. Onu çok sevdim. Her zaman buluşmak, görüşmek isterim. Olmaz mı Âmineciğim."

"-Ben de sizi çok sevdim, Züleyha Abla... Eğer izin verirseniz, yanınıza tek başıma da gelmek isterim zaman zaman..."

"-Ne demek Âmine... Bak, ben burada hep seni bekleyeceğim. Bir yere kıpırdamayacağım, tamam mı?"

Hep birden gülüştüler. Sâcide Hanım, Âmine'nin koluna girdi ve ikisi birden, biraz da ayrılmak istemiyormuş gibi kapıdan çıktılar. Ayakkabılarını giydikten sonra birbirlerinin yüzüne baktılar. Âmine'nin gözlerinde minnet; Sâcide Hanım'ın gözlerinde ise merak vardı. Önce söze o başladı:

"-Nasıl buldun, Âmine? Dediğim gibimiymiş."

"-Bambaşka duygular içindeyim Sâcide Abla... Bana o kadar büyük bir iyilik yaptınız ki..."

"-Şimdi nereye gidiyorsun Âmine, eve mi? İstersen seni bırakayım."

"-Yok, abla, ben biraz kendi başıma kalmak istiyorum. Sana anlatmıştım ya, çok yorucu bir gün geçirdim. Eve gitmeden önce bir kafamı toplayayım. Gönlümü yoklayayım..."

"-Nasıl istersen Âmine... Ama bir şey lâzım olduğunda muhakkak ara, oldu mu? Daha bir-iki gün buralardayım. Gitmeden tekrar görüşürüz inşâallah..."

"-Merak etmeyin, Allâh'a emanet olun. Bana da duâ edin Sâcide Ablacığım."

"-Görüşmek üzere... Allâh'a ısmarladık."

"-Güle güle..."

Âmine, Fâtih'te, arabaların vızır vızır geçtiği yerde yavaş yavaş yürüdü. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Bir yandan da yağmurun ilk damlaları yüzüne, gözüne çarpmaya başladı. Ilık bir rüzgâr esiyordu. Unkapanı üzerinden sâhile doğru yürümeye karar verdi. Yürüyor ve düşünüyordu. Böyle ne kadar zaman geçti fark edemedi. Telefonu çalmaya başlayınca birden irkildi. Tam dünyadan sıyrıldım, kendi derinliklerimde kayboldum derken bir ses, onu tekrar dünyaya döndürmüştü. Çantasından telefonu çıkardı. Arayan yine Hayat'tı.

"-Alo, efendim Hayat?" dedi.

Kısa bir sessizlik oldu, karşı taraftan cevap gelmedi.

"-Ne oldu, Hayat?" diye tekrar sordu Âmine.

Telefondaki ses, bir erkeğe aitti:

"-Ben Özgür?"

"-Özgür mü?"

"-Hemen sildin öyle mi?"

"-Yok, öyle demek istemedim... Bu, bu Hayat'ın telefonu değil mi? Sen de ne arıyor?"

"-Onlar, şimdi burada, sen niye gelmedin? Yoksa küstün mü bana?"

"-Aslında gelecektim, ama bir randevum vardı. İptal edemedim."

"-Seni bekliyorum. Bu akşam da buradaymışız. Herhâlde yarın salarlar beni... Babamla görüştüm, kimler aradı burayı kimler... Belki bu akşam bile salıverirler beni.... Keşke sen de gelseydin, ziyaretime... Seni de gözlerim aradı. Alındım bak... Kendini nasıl affettireceksin bilmiyorum."

Aslında daha birçok şey söyledi, ama Âmine, söylediklerinin birçoğunu duymadı bile... Kafası zaten çok meşguldü, şimdi böyle görüşmeyi kaldırabilecek durumda değildi.

"-Özgür, müsait olunca yüzyüze görüşürüz, olmaz mı? Şu an kendimi pek iyi hissetmiyorum da..." diyebildi.

Özgür biraz kırılmıştı. Bunu belli edecek birçok şey söyledi, fakat Âmine bir an önce telefonu kapatmanın derdindeydi.

"-Çıktığında bir ararsın, buluşur, konuşuruz!" dedi ve telefonu kapattı.

Biraz rahatlamıştı. Şu Özgür, ne kadar sırnaşık birisiydi. Hiç hâlden anlamıyordu. Tamam, kendisi de mahpustu, ama bu zaten kendi suçu değil miydi? Bir de kendini ak kaşık gibi göstermeye çalışması yok muydu?

"-Neyse..." dedi.

Etrafına bakındı. Unkapanı'nı geçmiş,sahile yaklaşmıştı. Kendini, düşüncelerini, engin sulara bıraktı. Bugün sahile ikinci kaçışıydı. Birincisi, bankadan çıkınca Eyüp Câmii'ne gitmeden önceydi, diğeri de şimdi... Düşüncelerini, dalgalara bırakmayı seviyordu, sahilde rahatlıyordu. Ancak bir gün içinde iki defa sahile kaçmış olması da pek hayra alâmet değildi.

Tam bu sırada Haliç Köprüsü üzerinde bir kalabalık gördü. Sesler bir anda yükseliyor ve bazen de çıt çıkmıyordu. Merak etti. Gittikçe artan kalabalığın arasına girdi. O esnada birisi bağırdı:

"-Eyvah, atladı!.."

Başka birisinin sesi duyuldu:

"-Bak, elbisesi sıkışmış. Aşağı düşmedi."

"-Kurtaracak birisi yok mu?"

Genç bir kız sesi, feryad hâlinde:

"-Düşün artık yakamdan... Daha fazla yaşamak istemiyorum!.." diyordu.

Bazıları, genç kızın durumunu görmeye çalışırken, insanlar kendi arasında homurdanıyordu. Kimi, "ne kadar da gençmiş" diyordu. "Kimi de "sevgilisi terk etmiş; annesi-babası da bir daha eve almamış!" diye dedikodu edip duruyordu.

Âmine, kızın olduğu kısma iyice yaklaşmıştı. Artık onu görebiliyordu. 17-18 yaşlarında bir kızdı. Gerçekten köprüden atlamış, ama elbisesinin bir ucu köprünün demirlerine takıldığı için kız öylece havada asılı kalmıştı. Ama bu çok sürmezdi. İnsanlar, ellerini uzatmış, fakat kız bir türlü onların yardım eline karşılık vermiyordu. Âmine, kıza sesini duyurabilecek kadar yaklaştı. Tatlı bir sesle:

"-Kardeşim!" dedi.

Not: Hikâyenin bundan sonraki kısmı, kitap hâlinde yayınlanacaktır. Okuyucularımıza, göstermiş oldukları ilgiden dolayı çok teşekkür ederiz.


Halil Demireşik
Şebnem Dergisi, Sayı 81 - 89