Çok Güzeldi, Ölüm Ona
Yakışmaz ki
Genç
kız, uzun uzun çalan telefonun sesi ile uyandı.
Bedeni yatağa âdeta yapışmıştı.
"-Sabahın
köründe kim bu arayan?!" diye söylenirken başucundaki saat 14: 30'u
gösteriyordu. Gece ikide eve geldiğini hatırladı. Telefona yetişemedi.
Aradan
birkaç dakika geçince tekrar çalmaya başlayan telefon, iyice
sinirlerini
bozmuştu. Çantasında telefonu arıyor, ama bir türlü bulamıyordu.
Çantasını
önüne döktü. Telefonun onuncu defa çalışında ancak açabildi.
Ahizeden
sadece
çığlıklar ve ağıtlar duyuluyordu. Daha kimse konuşmadan önce, genç kız,
tepeden
tırnağa ürpermişti.
"-Alo,
kimsiniz, kimsiniz?" diye sormaya başladı.
Karşı
taraf
biraz ağırdan alıyordu. Nihayet sesi duyuldu:
"-Alo,
ben
Reyhan."
"-Ne
oldu
Reyhan, neden ağlıyorsunuz?"
"-Âmine!..
Dün akşam, dün akşam Füsun trafik kazası geçirmiş. Şimdi ölüm haberini
aldık.
Hemen gel!.."
Şimdi
şaşırma
sırası Âmine'ye gelmişti. Karşı taraf telefonu kapatmış, Âmine, telefon
elinde
donakalmıştı. Daha dün gece birlikteydik, diye düşündü. Yedik, içtik,
eğlendik,
sinemaya gittik. Ne kadar güzel bir gece geçirdik, hep birlikte... Dün
kanlı
canlı olan kız, şimdi ölmüştü, öyle mi?! Aklı bir türlü almadı.
"-Ölmüş
olamaz!.." dedi, bir anda... "Ölmüş olamaz, daha 19 yaşındaydı. Hem
ölüm ona yakışmaz ki!.."
Neden
sonra
kendine geldi, toparlandı. Hemen üstünü giydi, çantasını yerleştirdi ve
yola
çıktı. Füsunların evine gidiyordu. Herhalde bütün arkadaşlarına haber
vermiş
olmalıydılar. Aceleyle bir taksiye bindi ve kısa zamanda cenaze evine
ulaştı.
Şimdiye kadar koştura koştura gelen ayakları, nedense binanın önüne
geldiğinde
adeta yere çakılı kalmıştı. Bir türlü ayağını kaldıracak güç ve cesaret
bulamıyordu. Orada Füsun'un cesedi ile karşılaşmak korkusu içten içe
kendisini
kemiriyordu. Aslında tam olarak dile getiremese de, ona ürkütücü gelen,
ölümün
bu kadar yakınına kadar gelmiş olmasıydı.
Cenâze
evinden
yükselen ağıtlar, daha apartmanın girişinden duyuluyordu. Kendine biraz
cesaret
telkin etti, ben, Füsun'un bunca yıllık arkadaşıyım. Onu, ölümün
kollarında
yalnız bırakmamalıyım, dedi ve yavaş yavaş merdivenleri çıktı. Zile
bastı. Kapı
açıldığında, içerideki mâtem havası âdeta dışarıya taştı. Ağlayanlar,
sızlayanlar,
feryatlar, ağıtlar... Birbirinin omzuna yaslanıp gözyaşlı dökenler, ne
yapacağını bilmez şekilde çaresizce bir köşeye büzülmüş olanlar... Genç
kızlar
bir araya toplanmıştı. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Daha dün gece
bir
aradaydılar. En genç ve en alımlı olanlarıydı Füsun... Gülücükleriyle,
esprileriyle neşe saçıyordu, arkadaş grubuna... Ama şimdi, üstüne beyaz
bir
örtü örtülmüş ve öylece, kaskatı bekliyordu. Annesi feryadı, bütün
duvarlarda
çınlıyordu:
"-Gelinlik
giyecekken kefen mi giydin?! Kalk, bu elbise sana hiç yakışmadı...
Gençliğine
yazık oldu, güzelliğine yazık oldu!.."
Bir
müddet
sonra âilenin erkekleri geldi ve Füsun, tabuta yerleştirilerek evden
çıkartıldı. Tabut, cenâze arabasına kadar omuzlarda kaya kaya gitti.
Cenâze,
câmiye götürülecekti. Ezan okunana kadar bir saat kadar zaman vardı. Bu
yüzden
Mevlid okutmak için bir hocahanım çağırmışlardı.
Âmine,
iyice
kenara büzülmüş, dün geceden beri olup bitenleri zihninden süzüp
duruyordu. O
bambaşka bir âleme dalmıştı. Ne kapının çaldığını, ne de gelen
hocahanımın
sohbete başlamasını hiç fark etmedi. Hocahanım, Mevlid okumak için
getirilmişti, ama Mevlid'e başlamadan kısa bir sohbet yapmak istediğini
söylemiş, sonra da Kur'ân-ı Kerim okumaya başlamıştı.
Âmine,
Kur'ân
okuyuşunu duyana kadar kendi dünyasına dalıp gitmişti. Hocahanımın
okuyuşunu
dinledikçe ruhu biraz tesellî buldu, ama içinde fırtınalar kopuyordu.
İçten içe
bir isyan büyüyordu; gençti, güzeldi, hayatının baharındaydı, neden
öldü, başka
kimse yok muydu? Daha gençti, çok güzeldi. Beraberce geçirecekleri daha
çok
günleri vardı. Neden, neden? Bir türlü bu sorulara cevap veremiyordu.
Düşünmekten başı ağrımaya başladı.
Hocahanım,
Kur'ân okumayı bitirmiş ve "el-Fâtiha" demişti. Sonra yumuşak bir
üslupla sohbetine başladı. Önce cenâze evine, anne ve babasına, yakın
ve
arkadaşlarına tâziyede bulundu. Sonra sözlerine şöyle devam etti:
"-Sevgili
dostlar, Füsun, benim de akrabamdı. Amcamın kızı idi. Onun arkasından
ağlamalarımız, feryat ve figanlarımız artık onu geri getirmez. O
dönülmez bir
yolculuğa başladı. Şu andan sonra ona faydalı olmak istiyorsak, onun
için
Kur'ân okuyacağız, sadakalar vereceğiz. Artık o, dünya sahnesindeki
perdesini
kapattı, ununu eledi, eleğini astı. Sırada belki de bizler varız. O,
vefatıyla
bizimle konuşmaya başladı; bakalım, biz onun öldükten sonra bize
söylediklerini
duyabilecek miyiz? Sessizce bize nasihat eden ölümün kelimelerini
duyabilecek
miyiz? Ölüm, diyor ki; ben her yaşta, her seviyedeki insana
gelebilirim. Genç,
de, yaşlı da, çocuk da benim elimden kurtulamaz. Kimin vadesi gelmişse,
onu bir
an bile bekletmem. Zenginlere de uğrarım, fakirlere de... Hastalara da
uğrarım,
zinde ve sağlıklı olanlara da... Ben, her an evinize gelip misafiriniz
olabilecek biriyim; siz beni ağırlamaya hazır mısınız? Benim gibi
sürpriz bir
misafir için hazırlıklı mısınız?"
Hocahanımın,
bu
sözleri üzerine ağlayanlar önce birbirlerine baktılar, sonra başlarını
önlerine
eğip düşünmeye başladılar. Deminki ağıtlar yükselen ev gitmiş, daha
sessiz,
daha mütevekkil bir ev gelmişti sanki...
Âmine
ise, iç
dünyasında gelgitler yaşamaya devam ediyordu. Ya ölen Füsun değil de,
kendisi
olsaydı? Füsun'u farklı kılan neydi? Onu alan ölüm, kendisine ne zaman
uğrayacaktı? Ya o da genç yaşındayken ölecek olursa? O zaman hayata
dair bütün
planları, hedefleri, hayalleri alt üst olacak demekti. Sahi, Füsun'un
hayallerine ne olmuştu? Şimdi o yapmak istediklerinin ne kadarını
yapabilirdi?
Âmine, iç dünyasında bu düşüncelerle boğuşurken, dinleyiciler arasından
birisinin sesini duydu:
"-Hocam,
ben ölümden çok korkuyorum, ölmek istemiyorum!.."
O anda
dinleyicilerin hemen hepsi, o cümleyi söyleyen kimseyi tasdik
edercesine
başlarını salladılar. Sanki hepsi, evet, biz de ölümden çok korkuyoruz
der
gibiydiler.
Hocahanım,
bunun üzerine mevzuya başka bir açıdan yaklaşmaya karar verdi:
"-Mevlânâ
Hazretleri, şöyle buyurmaktadır:
"Evlat,
herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh'a kavuşturduğunu
düşünmeden
ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir
düşman gibi
görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar."
"Ey
ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen
aslında
ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun."
"Çünkü
ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi
çirkin
yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise, o ağacın yaprağıdır.
Her
yaprak, ağacın cinsine göredir."
Demek
ki, ölüm,
sadece kendisini unutanlara korkunç geliyor. Ölümü devamlı hatırlayan,
ona göre
hazırlık yapanlar için ölüm, âdeta sevgili gibi hasretle beklenen bir
dosta
dönüşüyor. Peygamberimizin ashâbından birisi gelmiş ve O'na:
"-Ey
Allâh'ın Rasûlü!.. Mü'minlerin en faziletlisi kimdir?" diye sormuş.
Peygamber Efendimiz de:
"-Ahlâkça
en güzel olanlardır!" cevâbını
vermiş. Bu sefer o zât:
"-Peki,
mü'minlerin en akıllısı kimdir?" diye sordu. Peygamber -aleyhissalâtü
vesselâm-:
"-Ölümü
en
çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır.
İşte
(gerçek) akıllılar bunlardır." buyurdu.(İbn-i
Mâce, Zühd, 31)
O hâlde
gerçek
akıllılar, sadece ölüme hazırlananlardır. Çünkü ölüm, kaçınılmaz bir
şekilde
herkese uğruyor. Er geç bize de gelecek... Kimse ölmekten kurtulamamış
ve yine
kimse, öldükten sonra tekrar eski hayatına dönememiş. O hâlde ölümü ve
onun
ardındaki hayatı iyi öğrenmeliyiz. Sonra da ona göre hayatımızı gözden
geçirmeli ve sonsuz bir hayat için hazırlık yapmalıyız."
Hocahanım,
sözlerini bu şekilde tamamladı ve usûlen kısa bir Mevlid okuyarak
sohbeti
bitirdi. Evdekiler, yavaş yavaş toparlandılar ve cenaze merâsimi için
bir kısmı
câmiye, bir kısmı da mezarlığa doğru hareket etti.
Âmine,
yerinde
kalakalmıştı. Gözleri, evin içinde biraz önce Füsun'un hareketsiz
yattığı
yerdeydi. Arkadaşlarının koluna girip kendisini kapıya doğru
sürüklemeye
çalıştıklarını fark edince kendine geldi. Arkadaşlarıyla beraber
arabaya
binmişler, mezarlığa doğru gidiyorlardı. O aralıksız düşünmeye devam
ediyordu;
ölüme hazırlanmak... Ben hayatım boyunca hep bir şeylere hazırlandım.
Yarım
saatlik bir yemek için saatlerce mutfakta hazırlık yaptım. Üniversite
sınavında
başarılı olabilmek için yıllarca dershanelere gittim, ek dersler aldım,
hazırlandım. Dün sinemaya gitmek için seçeceğim elbiseye karar vermek
için bile
saatlerce aynanın karşısında hazırlık yaptım. Ya ölüme hazırlık?
Arkadaşlarımın
bazıları namazlarını kılıyorlar, bazıları da benim gibi sadece yılda
bir defa
oruçlarını tutuyor. Başka? Evet, ilkokulda yazın câmide Kur'ân okumayı
öğrenmiştim. Ama sonra hiç vaktim olmadı, tekrar edemedim. Şimdi
nedense
hatırlamıyorum bile... Ablama hiç benzememişim. O rahatça başını örttü,
namazını da düzenli kılıyor. Ama bunu yapmak o kadar da kolay değil
ki...
Çevrem var, arkadaşlarım, kurulu bir düzenim... Sonra ben üniversite
okudum,
başını örtenler, işe girmek için daha çok uğraşıyor. Zaten örtünmek
bana göre değil
ki... Sonra içinden bir ses, ölmek de Füsun'a göre değildi, dedi.
Gerçekten
Füsun
ile ölümü yan yana hiç düşünemiyordu. Arkadaşı o kadar hayat doluydu
ki, sanki
hiçbir zaman ölmeyecek gibiydi. Ölüm, yaşlılara, hastalara yakışıyordu
belki
ama arkadaşına hiç yakışmamıştı.
Mezarlığa
gelmişlerdi. Füsun'un tabutu daha gelmemişti. Onlar, mezarlığın
yüksekçe bir
yerinde beklemeye başlamışlardı. Âmine, göz ucuyla mezarlığa şöyle bir
bakındı.
Burası, Füsun'un yeni evi, kabirdekiler de yeni arkadaşları öyle mi,
diye
geçirdi içinden... Şimdi o can arkadaşımız, bu akşamı, burada, yeni
evinde ve
yeni arkadaşlarıyla geçirecek öyle mi? Bir anda ürperdi, toprağın
soğukluğunu
iliklerine kadar hissetti. Sonbahar da yaklaşmıştı. Yerler de ıslak
gibiydi.
Birkaç gündür yağmur yağmıştı, zaten... Şimdi Füsun, o gencecik beden,
toprağa
bırakılacak ve geriye dönüp gidilecekti. Herkes, sanki hiçbir şey
olmamış gibi,
Füsun sanki hiç yaşamamış gibi işlerine güçlerine dönüp kaldıkları
yerden
hayatını yaşamaya devam edeceklerdi.
"-Hayat,
çok garip..." dedi, kendi kendine...
"-Çok
seviyorsun, hadi gel, yanına yatıver!.." desen, Füsun'un yanına
yatacak,
ona mezarda arkadaşlık edecek kimse yok... Feryatlarla yeri göğü
inleten annesi
bile mezarda biricik kızını yalnız başına bırakıp gidecek... Yazık...
Çok
yazık.
Âmine,
biraz
ileride Hocahanımı fark etti. Dalıp gittiği düşünceleri sebebiyle yarım
yamalak
dinlediği sohbetinden istifade ettiğini düşündü. Ama soruları vardı.
Yanına
yaklaşıp sormak istedi. Arkadaşlarının arasından sıyrıldı. Hocahanıma
doğru
yaklaştı.
"-Hocam,
müsaitseniz birkaç sorum olacak." dedi.
Hocahanım,
Âmine'nin düşünceli hâline baktı ve başını sallayarak:
"-Cenâze
gelene kadar birkaç dakikamız var, buyur seni dinliyorum." dedi.
"-Hocam,
neden Füsun? Daha çok gençti, hayat doluydu. Niye yaşlı başlı insanlar
değil de
o?"
"-Öncelikle
ölüm herkes için... Her insan, doğduğu andan itibaren ölüm adayı...
Hatta
bazıları daha dünyada tek bir nefes almadan, anne karnında
ölüveriyorlar.
Ölümün yaşı yok. Kime, nerede, ne zaman geleceği belli değil. Onun için
hepimizin, her an ölüme hazır olması lâzım. Neden gençlere ve çocuklara
da ölüm
gelir, dersen birinci hikmeti, ölümün bu hazırlıksız gelişini
hatırlatmak
olmalı... Böylece insanlar her an, kendilerini âhirete hazırlasınlar;
nasıl
olsa yaşlanınca öleceğim diye düşünüp rehavete kapılmasınlar. İkincisi
insan ya
ibâdet üzere yaşar ya da günah ve isyan üzere... Genç iken ibâdet dolu
bir
hayat geçirenler, böylece tertemiz bir şekilde Rabbine kavuşmuş
olurlar. Genç
olduğu hâlde günahlara dalanlar ise, daha fazla günah işlemeden
Rablerine
dönmüş olurlar. Ama yine de gençlerin ölümü hep acı gelmiştir. Yunus
Emre bile:
Yalancı
dünyâya
konup göçenler,
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Üzerinde
türlü
otlar bitenler,
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Kiminin
başında
biter ağaçlar,
Kiminin
başında
sararır otlar,
Kimi
mâsûm kimi
güzel yiğitler
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Toprağa
gark
olmuş nâzik tenleri,
Söylemeden
kalmış tatlı dilleri,
Gelin
duâdan
unutman bunları
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Kimisi
dördünde, kimi beşinde,
Kimisinin
tâcı
yoktur başında,
Kimi
altı, kimi
yedi yaşında,
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Kimisi
bezirgân, kimisi hoca,
Ecel
şerbetini
içmek de güç a!
Kimi ak
sakallı, kimi pîr koca
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
Yûnus
der ki
gör takdîrin işleri
Dökülmüştür
kirpikleri kaşları
Başları
ucunda
hece taşları
Ne
söylerler ne
bir haber verirler!..
demiştir.
O
hâlde insan, aklını kullanabildiği andan itibaren her an ölüme
hazırlanmalı ve
onun kendisine ergeç geleceğinin farkında olmalıdır."
Âmine,
bir
taraftan hocahanımı dinliyor, bir taraftan mezar taşlarını
seyrediyordu.
Kabir
Koridorundan Geçerken
O
esnada
gözü, bir mezar taşına ilişti. Mezar taşında,
"Ahmet Selçuk Tuncay (02.02.2000-10.02.2000) Ruhuna el-Fâtiha"
yazıyordu. Şöyle bir düşündü, bu tarihler doğruysa o mezarda yatan, on
günlük
bir bebekti. Demek ki, neredeyse doğar doğmaz ölmüştü. Ne gülmüş, ne
oynamış,
ne annesini-babasını tanımış, ne de hayatın birçok lezzetini tatmıştı.
Sonra
içten içe ona imrendiğini fark etti. Ne güzel, tertemiz bir şekilde
yaşamış ve
hiç kirlenmeden ölmüş... Allah bilir, bu kadar kısa bir hayat yaşadığı
için
cennete bile uça uça gitmiştir, diye düşündü.
O sırada
Hocahanım, elini, Füsun'un eline uzattı ve:
"-Bak,
cenaze de geliyor."
Herkes
kıpırdandı. Cenazenin geldiği tarafa yöneldi. Füsun, bir tabutun
içinde, elden
ele kabristanlığa doğru geliyordu.
Âmine,
gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark etti. Ağlıyordu. Bu ağlayışı kimin
içindi?
Sonsuz bir yolculuğa çıkmakta olan Füsun için mi, yoksa içinde
fırtınalar kopan
kendisi için mi? Bir türlü anlam veremedi.
Tabut,
daha
önce kazılmış olan kabrin yanına getirildi. Kabir, bomboştu; iyice
temizlenmişti. O sırada Âmine, kabrin bir köşesine iliştirilmiş siyah
bir
poşeti fark etti. Gözleriyle Hocahanıma poşeti işaret etti, o da
Âmine'nin ne
demek istediğini anlamıştı. Hocahanım, derin bir çekerek:
"-O
poşettekiler,
benim amcamın, yani Füsun'un babasının kemikleri... Onbeş yıl önce
vefat etmiş
ve buraya gömülmüştü. Şimdi ondan kalan parçalar, birleştirilmiş ve bir
poşete
konmuş. Füsun da şimdi babasının mezarına gömülecek..." dedi.
Âmine
âdeta buz
kesilmişti. Demek ki, on-onbeş yıl içinde bütün varlığımız küçük bir
poşete
girecek kemik parçalarından ibaret... Belki beş-on yıl sonra onlar da
kaybolup
gidecek ve geriye hiçbir şey kalmayacak!...
Âmine
böyle
düşünceler içindeyken bir taraftan da defin işleri devam ediyordu.
Füsun'un
kardeşi ve amcası, mezarın içine girdiler ve başucu ile ayaklarından
tuttukları
Füsun'u mezara yerleştirdiler. Sonra akrabalarının yardımıyla mezardan
çıktılar. Füsun, beyaz gelinlik yerine bembeyaz kefeniyle tek başına
mezardaydı.
Mezara tahtalar yerleştirildi ve yine amcası ile kardeşi, ellerine
aldıkları
küreklerle biricik Füsun'larının üzerine toprak serpmeye başladılar.
Her kürek,
âdeta Füsun'u başka bir diyara, geride kalanları bambaşka bir diyara
yolcu
ediyordu. Artık aralarında koca bir dünya vardı.
Mezarın
üstü
örtüldüğünde, imam efendi euzu besmele çekti ve şöyle söze başladı:
"-Muhterem
hâzirun, biz burada bir kardeşimizi sonsuzluk âlemi olan âhiret yurduna
yolcu
etmeye geldik. Size sadece bir hadîs-i şerifi hatırlatacağım. Peygamber
Efendimiz buyurmuştur ki, «Bir insan öldüğünde kabre, onunla birlikte
üç şey
gelir. Bunlar, yakınları, malı ve amelleri... Bunlardan yakınları ve
malı
geriye döner. Vefat edenle kalan ise, dünyada yapmış olduğu iyi-kötü
amelleridir.» Biz de kardeşimizi, bu amelleri ile baş başa bırakıyoruz.
Allah
taksirâtını affetsin. Kendisini, rızasına ve cennetine kabul buyursun.
Âmin."
Bu
cümleleri
biter bitmez Yâsîn Sûresi'nden okumaya başladı. Herkes, olan biteni
nemli
gözlerle izliyordu.
Âmine,
daha
fazla dayanamamış ve hiç kimseye bir şey demeden, sessizce oradan
ayrılmıştı.
Sokaklar, olanca kalabalığına rağmen bomboş geliyordu. Sanki caddede
yürüyen
insanlar, o sokağı oluşturan hareketli dekorlardan ibaretti. Hiç kimse,
hiçbir
vitrin ve hiçbir olay dikkatini çekmiyordu. Yürüyordu. Nereye gittiğini
bilmeden, düşünmeden... İradesini ve aklını devreden çıkarmış,
ayaklarını
serbest bırakmıştı. Bir otobüse binmiş, birkaç durak sonra evinin
önünde inmiş
ve alışkanlık icabı elini çantasına atarak çıkardığı anahtarla evin
kapısını
açmıştı. Anahtar sesi duyulur duyulmaz, ablası kapıda karşıladı
Âmine'yi...
Beti benzinin sarardığını fark edip onu kucakladı. Âmine, o âna kadar
kendisini
tutmuş, sanki ablasının sarılmasını bekler gibi bir anda hıçkırıklara
boğuldu.
Kapıda, öylece dakikalarca ağladı, ağladı. Ablası da, onun duygularını
anlamış,
hiç kıpırdamadan onun rahatlamasını beklemişti. O üç-beş dakika, sanki
saatlere
bedeldi. Âmine, şimdi biraz daha sâkinleşmişti. Birlikte içeri
girdiler.
Ablası, onun koluna girmiş ve odasına kadar eşlik etmişti. Yavaşça
yatağına
yatırdı, yine aynı sâkin hareketlerle üstünü örttü, perdeyi kapattı ve
sessizce
odadan çıktı. Âmine, bir anda kendisinin kapkaranlık bir kabirde
olduğunu
hissetti, ürperdi ve sesinin çıktığı kadar:
"-Abla,
beni
burada tek başıma bırakma!..." diye bağırmaya başladı.
Ablası,
yanına
geldi. Ellerini tuttu ve bir müddet, onun yanında yattı. Âmine biraz
sâkinleyince öylece uyuyup kalmıştı.
* * *
Aradan
neredeyse bir hafta geçmişti. Âmine, hayatına geri dönmeye çalışıyordu.
Geceleri gördüğü kâbuslar ve odasında artık karanlıkta kalmak
istememesi
dışında, Füsun'un yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. İnsan,
hayatta
nelere alışmıyordu ki...
Bir de
Sâcide
Hocahanımı sık sık arıyor, bazen ciddi bir şey sormak için, bazen de
sırf
sesini duymak için onunla konuşuyordu. Sâcide Hanım, Füsun'un evinde
tanıştığı
hocahanımdı. Onunla konuşmak, Âmine'yi çok teselli ediyordu.
Sabah-akşam, saate
hiç bakmadan telefon açıyor, o da hep aynı anlayış ve samimiyetle:
"-Buyur
Âmine..." diye telefonu açıyordu.
İşte
Âmine, bu
hitabın ardından içini döküyor, konuşuyor, konuşuyor ve rahatlıyordu.
Ama bugün
farklıydı. Onunla sözleşmişler, Sâcide Hanım, Âmine'yi evine dâvet
etmişti.
Âmine, bir elinde adresin yazılı olduğu kâğıt, sağa-sola bakarak
nihayet Sâcide
Hanım'ın evini bulmuştu.
Akşam
saat tam
altıda Âmine, Sâcide hocahanımın ziline bastı. Sâcide Hanım, o ilk
karşılaştığı
andaki güleryüzüyle Âmine'yi içeriye buyur etti. Âmine, ilk defa
girdiği bu evi
alıcı gözleriyle süzmeye başladı. Sade, tertemiz bir evdi. Koridordan
salona
geçtiler. Duvarlardaki tezhibli hat yazıları, ebrular, küçük
saksılardaki
menekşeler, vitrin yerine kitaplıklar, evin köşesindeki halı seccâde ve
önündeki rahle o kadar âhenk içinde ve insana huzur vericiydi ki...
Büyük bir
vecd içinde seyretti odayı... Gözü, gönlü yoracak bir fazlalık yoktu
odada...
Sâcide Hanım:
"-Âmineciğim,
sen şurada birazcık soluklan. Mutfakta az bir işim kaldı, hemen
geliyorum." dedi ve Âmine'yi bu huzur dolu odada düşünceleriyle baş
başa bıraktı.
Âmine,
salonu
şöyle bir gezdikten sonra, kendini kitaplığın önünde buldu. Ne kadar
çok kitap
vardı! Gerçi kendi evlerinde de kitaplar vardı, gazetelerin, dergilerin
vermiş
olduğu kitaplar... Zaten evde pek kitap okunmazdı. Genelde televizyon
hep açık
olur ve gelenlerin hepsi, televizyonun tam karşısındaki koltuğa
kurulurlardı.
Şimdi odanın merkezinin televizyon olmadığı bir eve gelmişti. Burada
tam ortada
bir kitaplık ve onun yanında çalışma masası vardı.
Çok
geçmeden
Sâcide Hocahanım, elinde tepsiyle içeriye girdi ve masaya yemekleri
yerleştirmeye başladı. Sonra da Âmine'yi masaya dâvet ederek:
"-Haydi,
bir şeyler yiyelim. Nasıl olsa daha çok vaktimiz olacak!.." dedi.
Âmine,
biraz da
tereddütle:
"-Size
bir
şey söyleyeceğim, ama darılmayın; benim karnım değil, rûhum aç... Kaç
gündür,
neredeyse gözüme uyku girmedi. Düşünmek, kâbuslar görmek, Füsun'u,
arkadaşlığımızı ve kendi hâlimi düşünmek beni perişan etti." dedi.
Sâcide
Hanım:
"-Senin
derdin, benim derdim... Tamam, konuşacağız. Gerekirse sabaha kadar
konuşacağız,
ama önce bir şeyler yiyelim. Senin bîtab ve hasta düşmeni istemeyiz
değil
mi?" dedi.
Masaya
oturdular. Bir yandan havadan sudan konuşuyorlar, bir yandan da
yemeklerini
yiyorlardı. Yemek bitti. Masanın toplanmasına, Âmine de yardım etti.
Kısa bir
zamanda işlerini tamamladılar, tam koltuklara oturacaklardı ki, ezân
okundu.
Sâcide
Hanım,
Âmine'den izin isteyip namaz için hazırlanmaya başladı. Abdestini aldı,
başörtüsünü bağladı. Üstüne evdeki kıyafetinden farklı olarak geniş bir
elbise
daha giydi. Kolları da örtülmüştü.
Âmine,
onun
derin bir huşû içindeki ibadetini seyrediyordu. Annesi, babası, hattâ
ablası da
namaz kılıyordu; ama Sâcide Hoca'nın namazı bir başkaydı. Sanki
namazdan apayrı
bir zevk alıyor gibiydi. Hiç acelesi yoktu. Bir yere yetişme telâşesi
ya da pek
çok insanın namazında gördüğü gibi baştan savma düşüncesi yoktu. O,
sanki kendi
hâline bıraksalar saatlerce namaz kılacak gibiydi. Birden kendinden
utandı.
Üstüne başına bakındı. En uzun eteğini giymişti gelirken... Ama o bile,
elleriyle
çekiştirdiği hâlde dizlerine ancak geliyordu. Bluzunun kolları kısaydı,
başı
açıktı. Sâcide Hoca'nın kıyafetlerine bakınca kendisinin üstünde hiçbir
şey
olmadığını hisseder gibi oldu. Bir anda yüzü kızardı. O utançla Sâcide
Hoca'ya
tekrar baktı, acaba içimden geçen düşünceleri fark etti mi,
dercesine... Fakat
o şimdi bambaşka bir âlemdeydi. Uzun uzun rükû yapmış, şimdi de
secdedeydi.
Aman yâ Rabbi, ne kadar uzun duruyordu secdede... Acaba hiç sıkılmıyor
muydu?
Bu işin sırrını da sormaya karar verdi. Ama şimdi daha önemli soruları
vardı.
Sâcide
Hanım,
selâm verip duâsını da tamamladıktan sonra Âmine'nin yanına geldi.
"-Şimdi
başlayalım sohbetimize..." dedi. "Buyur, yüzyüze konuşmak istemiştin.
Belli ki, telefondaki konuşmalarımız yetmedi. Ne iyi ettin de geldin,
bana
misafir oldun!.."
"-Hocam,
aslında sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm. Ama inanın, düşündükçe
boğuluyorum.
Ne yapacağımı bilmez bir hâldeyim. Sanki her an biraz daha çıkmaza
sürükleniyorum. Pek çok sorularım var kafamda... Tam birine cevap
bulduğumu
zannederken bir sürü soru birden ortaya çıkıyor. Artık çaresiz kaldım.
Sizinle
uzun uzun konuşmak istiyorum."
"-Öncelikle
hiç rahatsız etmedin, etmiyorsun. Aksine ben senin ziyaretinden çok
memnunum.
İnşallah sık sık görüşürüz de sorularına beraber cevaplar ararız. Ben
her
konuda senin yanında olacağım, bazen benim de bildiklerim yetmeyebilir.
O zaman
kitaplara bakarız, bilen kimselere sorarız. İçinde hiçbir tereddüt,
hiçbir
şüphe kalmayana kadar ben senin yanındayım, merak etme."
"-Hocam,
Füsun'un cenazesi defnedilirken bir kabir taşı gördüm. 10 günlük bir
bebeğe
aitti. Bu bebek, neden doğdu? Neden öldü? Hiçbir şey yaşamadan,
dünyanın hiçbir
zevkini tatmadan birkaç gün var oldu, sonra yok oldu? Yazık değil mi
ona,
annesine-babasına... Madem dünyaya geldi, neden yaşamadı? Madem
yaşamayacaktı,
neden dünyaya geldi? Biz neden geldik dünyaya... O bebekten, Füsun'dan
ne
farkımız var? Onlar neden gitti, biz neden buradayız? Sonunda hepimiz,
o iki
metrelik yere girip yok olacaksak, bu dünya oyunu neden? Âilem
dindar... En
azından öyle olduklarını söylüyorlar. Namaz kılıyorlar, oruç
tutuyorlar. Hatta
benim de namaz kılıp oruç tutmam için çok zorluyorlar. Ama bunları
yapmak hiç
içimden gelmiyor. O zaman ben iki yüzlü olmuyor muyum? İstemeye
istemeye yapmak
iki yüzlülük değil mi? İnanın, içimden gelse, hiç terk etmem. Ama ne
bileyim,
alışmamışım bir kere... Eskiden, lisede okurken bir grup arkadaş
gerçekten
içimizden gele gele namaz kılıyorduk. O zaman hocalarımız, anne-babamız
durmadan «Aman, dersine çalış, üniversiteyi kazan, ondan sonra
başlarsın
namaza!..» deyip durdular. Onlar büyüklerimizdi, söz dinledik. Ama
üniversiteyi
kazanınca, artık canımız namaz kılmak istememeye başladı. Şimdi babam
tutturuyor; «Ben hacca gittim, geldim. Sen hacı kızısın; başın açık
dolaşamazsın. Yoksa elâlem ne der? Bizi rezil etmeye hakkın yok!..
Namazını
kılacaksın. Aksi hâlde şöyle yaparım, böyle yaparım!...» diye beni
tehdit edip
duruyor. Onlar böyle üzerime geldikçe ben daha da dinden uzaklaştığımı
hissediyorum. Ne yapmalıyım? Nereden başlamalıyım? Bir türlü karar
veremiyorum..."
Sâcide
Hanım,
araya girmese Âmine daha pek çok şeyi sıralamaya devam edecekti.
"-Âmine,
seni anlıyorum. Füsun'un vefatı seni çok etkiledi. Ölümü hiç
düşünmediğin bir
zamanda, hiç beklemediğin bir şahıs üzerinden hatırlamış oldun. Bu da
seni,
hayat ve ölüm üzerinde düşünmeye itti. Açıkçası sana bazı konularda hak
vermiyor da değilim."
Âmine,
anlaşıldığını düşünerek biraz rahatlamış bir şekilde:
"-Hangi
konularda hak veriyorsunuz meselâ?" diye sorusunu tekrarladı.
"-Öncelikle
sana yakınlarının ibadet etme ısrarı, daha çok çevrelerindeki
imajlarının
zedelenmemesi açısından... Onlar sana hiç Allâh'ı, Allâh'a kulluğu,
ibadetlerin
birer şükür olduğunu anlattılar mı hiç?"
"-Nerede
hocam... Annem ev işinden, babam dışarıdaki işlerden başını kaldıracak
durumda
değil ki, bizimle konuşsun, dertleşsin. Hem konuşacak olsalar da bir
şey
bilmiyorlar ki..."
"-Aslında
bütün dertlerin başı cehâlet... Biz, en büyük cevher olan dinimizi hiç
bilmiyoruz. Daha da kötüsü hiç merak etmiyor, araştırmıyor,
öğrenmiyoruz."
"-Hocam,
aslında ben ilkokuldayken annem birkaç defa camiye gönderdi, Kur'ân'ı
öğrenmem
için... Ama orada da hoca tek başınaydı. 40-50 çocukla başa çıkmaya
çalışıyordu. Buna rağmen o zamanlar Kur'ân okumaya bile başlamıştım.
Sonra okul
hayatı ağır bastı. Ortaokul ve lise yıllarında bazı din dersi
öğretmenlerimiz
bir şeyler anlatmaya çalışırlardı. Ama biz onları hiç dinlemiyor ya
dersi
kaynatmaya ya da gece gündüz üniversite imtihanına çalışıyorduk."
"-Evet,
çok dertlerimiz var. Ama ilk derdimiz, cehâlet; ikincisi de dünyayı,
âhiretin
önüne geçirmek... Bütün hayatımızı sadece dünyada yaşayacakmışız gibi
düzenlemek... Sonra sevdiklerimizden, yakınlarımızdan birisi ölüverince
alt üst
oluyoruz. Çünkü hiç hesaba katmadığımız ölüm, birden karşımıza
çıkıveriyor;
«Ben buradayım, beni unutmayın!..» diyor. Aslında Müslüman, her ân, her
davranışına âhiretin gölgesi düşen insan olmalıdır. Her ân Allâh'ın
kendisinden
haberdar olduğunu, bütün yaptıklarının birbir hesabını vereceğini
bilmeli,
hayatını hep buna göre düzenlemelidir. Meselâ bazı dükkânlarda
kameralar var;
oradaki işçiler, patronun devamlı kendilerini gördüğünü düşündüklerinde
veya
görüntülerin kayıt altına alındığını bildiklerinde işlerini daha
dikkatli yapıyorlar.
Aynı bunun gibi, biz de her yaptığımızın birileri tarafından kayda
alındığının
farkında olsak, daha az hata yapar, daha az kalp kırarız. Hatırlarsan,
konuşmama başlarken sana hak verdiğimi söylemiştim."
"-Hocam,
ben zaten haklı olduğumu biliyordum. Kimse bana bir şey öğretmedi, ama
durmadan
benden bir şeyler bekliyorlar."
"-Ama
dinimizde bilmemek mâzeret değil ki... Hele ergenlik yaşına geldikten
sonra,
âilenin sana her şeyi uzun uzun anlatmasına da gerek yok. Allah, seni
aklı
başında bir muhatap olarak alıyor. Meselâ sen, 18 yaşından sonra bir
suç
işlesen ve kendini savunurken de, «Ne yapayım, bunun kötü olduğunu
kimse bana
söylemedi.» desen, kim seni affeder? Ha, bu zaten bilmiyormuş deyip
senin
suçunu görmezden gelirler mi? Tıpkı bunun gibi, insan büluğ çağına
geldikten
sonra Allâh'ın emir ve yasaklarından birinci derecede sorumlu olur.
Artık ona
hiç kimse bir şey öğretmemiş olsa da, o kendi akıl ve iradesiyle
doğruları
öğrenip iyi yolu seçmek zorunda..."
"-Hocam,
doğru söylüyorsunuz ama bu hiç de kolay değil... Çünkü bizim birçok
engelimiz
var. Meselâ okullar var, arkadaş çevremiz, televizyon, internet, gezme
tozmalar
filan... Hem insan, zaten yaşlanınca Allâh'ın emirlerinin hepsini daha
rahat
yapmaz mı? Şimdi biz, genciz. Canımız birçok şey istiyor. Hani hep
diyorlar ya,
bizim kanımız deli gibi akıyor."
"-Peki,
Âmine, sen ihtiyarlayacağına garanti verebilir misin? Meselâ Füsun,
senin
tabirinle erkenden öldü. Ya o da bütün ibâdetlerini, yaşlanınca yapmak
üzere
ertelemişse... O zaman insan, bir anda Azrail'i karşısında görünce ne
yapar?
Eli-ayağı birbirine dolanmaz mı? Hem Azrail'le ölümün vakti konusunda
bir
anlaşma yapan olmuş mu? O hâlde biz, her an ölüme hazırlık yapmalıyız.
Ölümün
bize, nerede, ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Biz, her an ölümle
karşılaşacakmış
gibi hazır olmalıyız. Çünkü gerçekten ölüm, bir gün âniden karşımıza
çıkıverecek... Gençlik yıllarında insanın canı birçok şey istiyor
diyorsun,
doğru... Ama gençlikte ibâdetin sevabı da çok, zevki de... İnsan
ihtiyarlamaya
başlayınca, namaz kılacak oluyor, abdest alamıyor; abdest alıyor, namaz
kılmak
isteyince yok beli ağrıyor, yok başka rahatsızlıkları çıkıyor. Her şey,
insanın
hayatının baharında güzel... Îman da, ibâdetler de... Zaten Peygamber
Efendimiz, birçok hadîs-i şerifinde gençlik vaktinde yapılan ibâdetleri
övmüştür. Ayrıca âhirette, bütün insanların hayatlarını nasıl
geçirdikleri
sorulurken ayrıca gençliğin de nerede ve nasıl hebâ edildiğinden hesaba
çekileceğimizi haber vermiştir. O hâlde gençlik çok önemli... Gençlik
çok
kısa... Değerlendirdin değerlendirdin, yoksa bir bakıyorsun yıllar
geçivermiş
bile..."
"-Hocam,
peki benim canım ibâdet etmek istemiyor. Niye gösteriş olsun diye
ibadet edeyim
ki... Annem istiyor, babam istiyor diye namaz kılınmaz ki... Böyle bir
şey
yapınca, kendi içimde ikilik yaşıyorum. İçimden bir ses, «Seni riyakâr!
Onlar
olmasa sen bu namazı kılmayacaksın. Şimdi niye kılıyorsun?» diyor.
Başka bir
ses de, »Başka türlü kılmayacaksın zaten, en azından bu sebeple kıl!"
diyor. Hem dinimiz de «Dinde zorlama yoktur.» demiyor mu? O zaman
büyüklerimiz
bizi neden durmadan ibadet yapmaya zorluyor. Biz, canımız isteyince
yapalım,
olmaz mı?"
Sâcide
Hanım
gülümsedi ve:
"-Sen
biraz soluklan. Bir çay demleyip geleyim, soruna ondan sonra cevap
vereyim." dedi, kalktı ve mutfağa doğru gitti.
Kalpten
Çıkan, Kalbi Bulur
Sâcide
Hanım,
bir müddet sonra elinde tepsi ile içeriye girdi. Boş bardakları masanın
üstüne
koydu. Yine tebessümle:
"-Gel
bakalım riyakâr!.." dedi. "Demek ki, namaz kılmak isteyince, içinden
bir ses sana böyle sesleniyor, öyle mi?!"
Âmine
biraz
mahcup olmuştu. Her şeyi içinden geldiği gibi söylediğine pişman oldu.
Sâcide
Hanım, onun içinden geçirdiği duyguları anlamış gibi şöyle dedi:
"-Âmineciğim,
öncelikle her şeyi bana bütün samimiyetinle anlattığın için teşekkür
ederim.
Elbette içimizde durmadan konuşan birileri var. Birisi iyiyi, birisi
kötü
şeyleri fısıldayıp duruyor. İşte dinimizde bunların birisine nefis,
öbürüne ruh
deniyor. Nefis, âdeta şeytanın içimizdeki uzantısı... Şeytanın gücünün
yetmediği yerlerde nefis devreye giriyor ve bizi kötülüğe çağırıp
duruyor.
İbadetlerden uzak kalmamız için sürekli bahaneler ve mâzeretler
üretiyor.
Yapacağımız iyilikleri hep daha sonraya ertelemenin derdinde...
Kötülüklere
sıra gelince, en küçüğünden en büyüğüne bütün kötülükleri teşvik
ediyor;
aklımızdan, vicdanımızdan fırsat bulsa, neredeyse insanı, uçurumlardan
aşağı
yuvarlayacak!.."
-İyi ama
hocam,
nefis de bizim bir parçamız değil mi? Neden bizim kötülüğümüzü istesin?"
"-Evet,
o
da bizim parçamız... Hem de bizim ayrılmaz parçalarımızdan birisi...
Ama Allah
onu, devamlı kötülüğe çağıran bir yapıda yaratmış. Tıpkı şeytan gibi...
O
insanı kötülüğe, yanlışlığa çağıracak; hep günahlara davet edecek...
İnsan da
aklına, vicdanına, Allâh'ın insanı yaratırken tertemiz kıldığı
fıtratına
danışarak o kötülüklerden yüz çevirecek... Bu aslında hiç bitmeyen bir
mücâdele... İyilik ve kötülüğün, melek ve şeytanın insanın iç
dünyasındaki
kavgası..."
"-Peki,
hocam, bu kavga ne zaman bitecek?"
"-Bu
kavgayı ölüm bitirir. Ölüm ânı gelinceye kadar, hatta son nefeste bile
bu
amansız kavga devam eder. Nefis ve şeytan, en son kozunu, ölmek üzere
olan
insana karşı oynarlar. Eğer insan, o en son ânında nefis ve şeytanın
sözlerine
ve hilelerine kanarsa, bütün hayatını mahvetmiş olur."
"-Ne
kadar
acı bir son... Ama bu bir haksızlık değil mi? Yani bütün bir hayatın,
son
nefese göre şekillenmesi... Yani insan, bütün hayatı boyunca iyilik
yapar da
son anda nefis ve şeytana uyarsa ne olacak?"
"-Aslında
son nefes, biraz da bütün hayatın neticesi... Kişi, bütün hayatı
boyunca
yaptıkları ile o son nefese hazırlanır. İyilik veya kötülük olarak,
hayatı
boyunca biriktirdiği her şey, işte o son nefesi şekillendirir.
Peygamber
Efendimiz buyuruyor ki, «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz ve nasıl
ölürseniz
öyle diriltilirsiniz.» demek ki, bir insan, öncelikle kendi yaşadığı
hayat ile
ölümü de, âhiret yurdunu da şekillendirmiş oluyor. Fakat şunu da
unutmamalıyız
ki, bu da bir garanti değil!.. Yani mü'minler, «Ben yeterince kulluk
ettim,
artık benim son nefesim garanti altında... Ben kolay kolay şeytana
uymam!..»
diyemez. Göz, kapanmayınca imtihan bitmez. Bu mânâda son nefesinin iman
üzere
olacağı garanti edilen tek varlık, peygamberlerdir. Onların dışında
hiçbir
insan, «Ben artık kesinlikle mü'min olarak ölürüm.» diyemez. Her ân her
şey
olabilir. Allah, bizim de ayaklarımızı kaydırmasın."
Âmine,
mırıldanarak "Âmin." dedi. Sonra oturduğu yerden kalktı ve:
"-Hocam,
müsaade edin; demlikleri de ben getireyim." diyerek bir çırpıda mutfağa
gitti ve demliklerle geri döndü. Masanın üstündeki bardakları doldurdu
ve bir
tanesini, Sâcide Hanımın önüne koydu. Bir tanesini de kendi aldı ve
koltuğuna
oturdu. Tam bir soru daha soracaktı ki, Sâcide Hanım:
"-Şu
yarım
kalan sorulardan birini daha cevaplayayım!" dedi.
Âmine:
"-Hangi
soru hocam?" diye sordu. "O kadar çok soru sordum ki..."
"-Hani,
«Dinimizde zorlama yoktur.» Bizi neden zorluyorlar diyorsun ya..."
"-Evet,
hocam... Bunlar gerçekten birbirine tamamen zıt şeyler değil mi?"
"-Eğer
sözlerin hangi şartlar için söylendiğini bilmezsen öyle görünmesi
normal...
Meselâ sen elinde imkânın olsa, şu dünya üzerinde istediğin bir ülkede
yaşayabilir misin? İstersen Amerika'ya, istersen Avrupa'ya, istersen
Afrika
veya Arabistan'a gidersin. Kimse sana niye oraya gittin de falanca
ülkede
yaşamıyorsun diye zorlayabilir mi?"
"-Hayır.
Ama tabiî yeterince param olursa..."
"-İşte
tıpkı bunun gibi insan, istediği dini seçmekte özgürdür. Kişi, istediği
dine
inanır. Fakat bir ülkeye gittiğinde, oranın vatandaşlığını aldığında
nasıl o
ülkenin kurallarına uymak zorunda kalırsan, seçerek bağlandığın dinin
kurallarına da uymak zorundasın. Meselâ Türkiye'de yaşadığında, onun
kanunları
açısından suç olmayan bir şey, başka bir ülkeye gittiğinde suç
olabilir. O
yüzden hangi ülkede bulunuyorsan, onun kurallarını bilmek ve onlara
uymak
zorundasın. "Ben bunun suç olduğunu bilmiyordum." diye bir mazeret
ileri sürerek kendini kurtaramazsın. Çünkü onlar, senin öncelikle
aklının
yerinde olup olmadığına, sonra da yaşının ne olduğuna bakarlar. Eğer
aklı
başında ve 18 yaşın üzerindeysen, birçok ülkede yaptığın suçun cezasını
tam
olarak alırsın. Hemen hemen bütün beşerî sistemler böyledir. Dinler de
aklı
başında olan ve büluğ yaşına gelmiş olan fertleri, muhatap olarak
alırlar ve
emir ve yasaklardan onları bizzat mesul tutarlar. Yine dinlerin de
birtakım
kuralları ve bu kurallar çiğnendiğinde bazı cezaları vardır. Bu
cezaların bir
kısmı dünyada, bir kısmı ise âhirette uygulanmaktadır. İşte sen,
İslâmiyet'i
seçerken, onun bütün esaslarını toptan kabul etmiş olursun. Onun
ibâdetlerine,
ahlâkına ve yasaklamalarına uymaya söz verirsin. Bunlara uymadığın
nisbette de
zaman zaman birtakım zorlamalarla karşılaşman da normaldir."
"-Ama
zorlama
kelimesi bana biraz ters geliyor. Sanki dinin özüne uygun değilmiş
gibi..."
"-Elbette...
Dinin özü, insanın bütün davranışları, inançları severek, isteyerek
kabullenmesi ve bunu yine kendi özgür iradesiyle hayatına tatbik
etmesidir.
Aksi hâlde, yani içinde inanmadığı hâlde, inanıyormuş gibi yapmak
münâfıklık,
yani iki yüzlülüktür. Ama birçok insan, kendi nefsiyle girdiği
mücadelede
kendini yalnız hisseder. Nefsinin çeşitli hilelerine ve tuzaklarına
kolayca
mağlup olur. Bunun için dinimiz, mü'minlere, dini yaşama konusunda
birbirlerine
yardım etmeyi telkin etmiş ve birçok ibâdeti cemaatle veya açıkça
işlemeyi
tavsiye etmiştir."
"-Bir
ibâdeti insanlar önünde işlediğimde, bu sefer içimdeki ses, «Bak,
insanlar seni
görsün diye ibadet ediyorsun. Aslında tek başına kaldığında bu ibâdeti
yapmayacaktın veya bu kadar itinayla yapmayacaktın!» diyor. O zaman
ibadetlerimizin hepsini gizli mi yapacağız?"
"-Güzel
bir konuya temas ettin. İnsan, Allâh'ın açıkça emrettiği hususları,
meselâ
farzları herkesin göreceği şekilde yapmalıdır. Böylece insanların onun
hakkında
kötü zanda bulunmasına fırsat vermemiş olur. Zaten farzlarda riyâ
olmaz. Aksine
insan, «Bu ibâdeti birileri görür, ben de riyâ yapmış olurum.» der de
bir farz
ibâdeti terk ederse, asıl o zaman büyük bir hata yapmış olur. Ama
nâfile
ibâdetler, mümkün olduğu kadar gizli olmalı ve sadece Allâh'ın rızası
gözetilerek yapılmalıdır. Âlimler, zekâtı, herkesin göreceği şekilde
vermeyi,
sadakayı ise gizlice vermeyi tavsiye etmişlerdir. Böylece insanlar, hem
o
kişinin zekât verdiğine şâhit olmuş olurlar ve onun hakkında sû-i zanda
bulunarak ileri geri konuşmazlar; hem de diğer insanlara, Allâh'ın bir
farzı
hatırlatılmış olur. Bu durum, bütün farz ibadetlerde böyledir. Aynı
şekilde
insan, bütün haramlardan da alenî bir şekilde uzak durmalıdır. Hem
haramları
işleyip hem de "Ben aslında içimdeki iyiliği örtmeye çalışıyorum."
veya "Allah biliyor, insanlar da bilse ne olur ki?!" demek doğru
değildir. Günahlarla ilgili Allâh'ın bir müjdesi vardır; insan,
günahlarını
gizli yaptığı müddetçe bunları ortaya dökmedikçe Allâh'ın da onları
örtüp
affetme ihtimali vardır. Ama insan, günahlarına diğer insanları şâhit
tutunca,
artık Allah, o günahlara adâleti ile muâmele edecektir. Günahları
âşikâr
yapmanın bir vebâli de, insanlara kötü örnek olmak ve onlara yanlış yol
göstermektir. Rabbimiz, bizleri hayırları işlemede öncü kılsın ve bizi
her
türlü günah ve haramdan muhafaza buyursun. Aslında bütün Müslümanların
hedefi,
Allâh'ın dinini en güzel bir şekilde yaşamak için birbiriyle yarış
olmalıdırlar.
Çünkü âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kullarını üç kısma ayırmış ve şöyle
buyurmuştur:
"Sonra
Kitâb'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan
(insanlardan)
kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh'ın
izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur.
(Onların
mükâfât) içine girecekleri Adn cennetleridir... (el-Fâtır, 32-33)
Demek
ki,
hayırda öncülük için yarışanlar, asıl fazilet sahipleri ve onların
ahretteki
mekânları da Adn cennetleri..."
"-Hocam,
daha önce sormuştum. Ama yeri gelmişken bir kere daha tekrar edeyim:
Ben namaz
kılmak istiyorum, fakat bir türlü içinden gelmiyor. Biraz önce siz
namaz
kılarken gördüm. Ne kadar içten, uzun uzun namaz kıldınız. Gerçekten
ben de
içimden geldiğinde böyle tadına vara vara namaz kılmayı istiyorum.
Herhalde
bunun için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor değil mi? Meselâ sizin
yaşınıza
gelmem falan gerekiyor."
"-Ben
çok
mu yaşlıyım öyle?" diyor Sâcide Hanım gülerek...
Âmine de
gülüyor, ama biraz da mahcup bir şekilde:
"-Hayır,
hocam... Öyle demek istemedim."
"-Biliyorum
Âmine, takıldım sadece... Hani sana dedim ya, insanın içinde bir nefis,
bir de
ruhu vardır diye... İşte nefis, insanın hiçbir zaman ibâdet etmesini
istemez.
Bizim, «Canım istemiyor.» dediğimiz, biraz da bu kötü tabiatlı
nefsimizin
isteksizliğidir. Ben sana sorsam meselâ, «Senin canın ne zaman namaz
kılmak
ister?» diye, ne cevap verirdin?"
"-Herhalde
yaşlanınca ister."
"-Eğer
öyle olmuş olsaydı, bütün yaşlıların, namaz kılıyor olması gerekmez
miydi? Hem
bütün hayatın boyunca alışmadığın bir şeye, yaşlanınca nasıl
alışacaksın?"
"-Doğru,
ama..."
"-Kulluk,
bir eğitimdir. Namaz, bir eğitimdir. Bir çiftçi, tohumu zamanında
ekmezse,
vakti geldiğinde ürün bekleyebilir mi? Her tohumun bir mevsimi vardır.
Vaktinde
dikilmeyen tohum, bitki vermez. Bak, rahmet ve merhamet Peygamberi ne
diyor; «Yedi
yaşına geldiğinde, çocuklarınızdan namaz kılmalarını isteyiniz. On
yaşına
geldiklerinde şâyet namaz kılmazlarsa, onları hafifçe dövünüz ve kız
çocuklarla
erkek çocukların yataklarını ayırınız.» (Ebû Dâvud, Hadis no: 490)
Demek
ki, çocukların biraz zorla da olsa namaza alıştırılması, gerçekte bir
merhamet
gereği... Çocuğuna merhamet eden anne babalar, onları cehennem
azabından
korumaya çalışır. Kendileri ibâdet ederken, çocuklarının göz göre göre
ebedî
ateşe düşmesini istemez herhalde...
Bizim
insanımız, bu hadis-i şerifin baş tarafını değil, genelde son kısmını
duyuyor.
Çocukları, küçük yaşta namaza alıştırmıyor da büyüdüklerinde namaz
kılmadıklarında, "Benim çocuğum âsî oldu, bir türlü dediğimi dinleyip
namaz kılmıyor!.." diye baskı ve şiddet uyguluyorlar. Hâlbuki Peygamber
Efendimiz, namaz eğitiminin 7 yaşında başlamasını istiyor.
Anne-babalar,
çocuklarının kalbine namaz tohumunu küçük yaşlarda atmaya
başlayacaklar. Çocuk
namaz kılanları görecek, daha küçücükken onlar gibi yapmaya
çalışacak... Sonra
yedi yaşına gelince nasıl kılınacağını gösterecek ve her defasında onun
yanında
sen de namaz kılacaksın. Böyle 3 yıl örnek olacaksın. 10 yaşına
geldiğinde, o
çocuk artık bunu bir alışkanlık olarak yapmaya başlayacak. İşte
Peygamberimizin
çocuk yetiştirme usûlü bu... Ama biz ne yapıyoruz; âilede, çocuğumuzun
yanında
hiç namaz kılmıyoruz, ona da "Onbeş-yirmi yaşına kadar hiç namazını kıl
yavrucuğum!" demiyoruz. Yirmi yaşına geldiğinde, "Bizim çocuk bir
türlü namaz kılmıyor!" diye şikâyet ediyoruz, onu cezalandırmaya
çalışıyoruz. Zamanında onun kalbine ne ektik ki, onu biçelim?
En büyük
merhamet, çocuğumuzu, ebedî ateşten koruyan ve ona ebedî mutluluk veren
merhamettir. Bunun aksi, katı kalplilik, bencillik ve
vurdumduymazlıktır. Eğer
bir anne-baba, bu durumun farkında değilse, ya evlâdını hiç sevmeyecek
kadar
kalbi katılaşmıştır veya iman ettiği şeyin ne olduğunu bilmeyecek kadar
câhil..."
"-Benim
anne-babam, beni de, ablamı da çok seviyorlar. Bir dediğimizi iki
etmiyorlar.
Ama..."
"-En
büyük
sevgi, âhireti kazandıran sevgidir. Bırak, bir gün evlâdın aç kalsın,
ama bir
vakit namazını kaçırmasın!.. Biz, bütün hayatımızı, dünyevî istikbali
elde
etmek üzere kurmuşuz. Evlâdımız, aman aç kalmasın, aman hasta olmasın,
aman
işsiz-güçsüz kalmasın, aman akranlarının yanında mahcup ve boynu bükük
durmasın
diye gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz da, aman âhirette namazı,
orucu,
ibâdeti eksik olmasın diye gayret etmiyoruz!.. Bu, bizim en büyük
kaybımız!..
İnsan ölümle karşılaşınca, dünyaya tekrar dönmek isteyecek;
ibadetlerini
arttırmak, kılamadığı namazları kılmak ve daha fazla sadaka verebilmek
için...
Ama ölüm perdesi kapandıktan sonra artık geriye dönüş yok!.. Geriye
dönüp
ibadetleri, sevapları arttırma imkânı da yok. Ne yaptıysan o... Bu
yüzden
aslında dünyanın bir dakikası, âhiretin binlerce senesinden daha
kıymetli...
Çünkü burada o bir dakikalık vakitte yapabileceğin şeyleri, âhirette
yüzbinlerce senede yapamayacaksın. İş işten geçmiş olacak... Âhirete
gittikten
sonra geri dönüp hatalarını düzeltme imkânın da yok. Tevbe kapısı
kapanmış
olacak... O yüzden gün bugün; vakit bu vakit... Kâfirler de, o dünyanın
hakikatini, cennet ve cehennemi gördükten sonra dünyaya dönmek için çok
yalvaracak; ama onlara da:
«Biz,
size
dünyada aklınızı başınıza alacağınız kadar bir vakit vermedik mi?»
denilecek!..
Onların geri dönüş talebi de reddedilecek!.. (Bkz: el-En'âm, 27-28;
el-Mü'minûn, 99-108; es-Secde 11-14)
İşte
böyle...
Âhiret pişmanlıklar yurdu... Mü'minler, «Keşke daha fazla ibâdet
etseydim ve
sadaka verseydim!» diye pişman olacak (Bkz: el-Münâfikûn, 10); kâfirler
de
"Keşke iman etseydim de ebedî cehennem yerine ebedî cennete
girseydim." diye...
Hani
bebekler,
ilk doğduklarında açlıktan ağlarlar, ama annesini emmeyi de
bilmedikleri için
emmeyi reddederler; tecrübeli hemşireler, bebeğin ağzına annesinin
memesini
zorla verirler. Bebek, sütün tadını alınca bir daha bırakamaz. Bizim
ruhlarımız
da tıpkı açlıktan ağlayan bebekler gibi, feryatlar içinde... Nefsimizi,
ibâdetlerin tadını alana kadar zorlamalıyız. İbadetler bir alışkanlık,
bir zevk
hâline dönünce artık onları bırakmak insana zor gelmeye başlayacak...
İşte o
âna kadar kötülüğü emreden nefsimize muhalefet edeceğiz. "
"-Hocam,
kalbimde yerleşmiş birçok kayayı yerinden oynattınız. Size teşekkür
ederim. Geç
oldu, ben müsaade alayım. Sizi de zaten bu saatlere kadar ayakta
tuttum.
Hakkınızı helâl ediniz."
Sâcide
Hanım,
Âmine'nin ellerini tuttu:
"-Olmaz,
kesinlikle bu saatte seni dışarıya bırakmam. Annenleri arayalım, bende
kalacağını haber verelim. Hem bana arkadaş olmuş olursun." dedi.
Âmine'nin
annesi, kızlarının geç saatlere kadar arkadaşlarıyla dışarıda olmasına
alışmıştı. Ama Sâcide Hanım'dan gelen telefon onları hem şaşırtmış, hem
de
sevindirmişti. Kendilerinin bir türlü söz geçiremediği kızlarına,
Sâcide
Hanım'ın tesiri dokunursa ne güzel olurdu.
Sâcide
Hanım,
Âmine'ye kalacağı odayı ve yatağı gösterdi. Kendisi de odasına çekildi.
Kısa
bir müddet sonra ışığı kapandı. Evde büyük bir sessizlik olmuştu.
Âmine, Sâcide
Hanım'ın söylediklerini zihninde evirip çeviriyordu. Konuşulanları, kâh
âilesiyle, kâh arkadaş çevresiyle mukayese ediyordu. Duydukları,
tamamen
yabancı olduğu şeyler değildi. Şimdiye kadar çeşitli vesilelerle buna
benzer
şeyler duymuştu, ama bugün dinledikleri nedense kalbinin derinlerine
kadar
nüfuz etmişti. Acaba ilk defa ne söylediğini iyi bilen birisi ile
karşılaştığı
için mi etkilenmişti? Belki de söylediklerini, hayatına tamamen
yansıtmış
birisi ile tanışmış olması onu bu kadar sarsmıştı. Aklına güzel bir söz
geldi;
"Kalpten çıkan, kalbi bulur." Aslında bütün söylenenlerin özü buydu
galiba... Biraz rahatlamış bir şekilde gözlerini kapadı.
* * *
Sabah
ezânı
okunuyordu. Sâcide Hanım, gözlerini araladığında bir sürprizle
karşılaştı.
En Güzel Ev Sahibi
Âmine'nin odasında önce bir tıkırtı olmuş, sonra ışığı
açılmıştı. Sâcide Hanım, hiç kıpırdamadan Âmine'yi beklemeye başladı.
Âmine,
sabah ezanının sesi ile irkilerek uyanmıştı.
Ayaklarını karnına doğru çekti. İlk defa sabah ezânını bu kadar uyanık
ve huzur
dolu bir ruhla dinliyordu. Yataktan doğruldu, etrafına bakındı. Sâcide
Hanım'ın
evinde olduğunu hatırladı. Işığı yaktı, sessizce lavaboya yöneldi ve
elini-yüzünü yıkadı. Durdu, aynada kendine bir daha baktı. Akşam Sâcide
Hanım'ın söyledikleri aklına geldi. İçinden:
"-Mademki
kalktım, bari bir namaz kılıp öyle
yatayım." dedi.
Abdestini
aldı. Sabah namazı için salona girdi. O sırada
Sâcide Hanım'ın pencerenin önünde, loş ışıkta, bir seccâdenin üzerinde
diz üstü
oturduğunu gördü. Gülümseyerek yanına yaklaştı ve:
"-Hayırlı
sabahlar." dedi.
Sâcide
Hanım karşılık verdi:
"-Sana
da hayırlı sabahlar..."
"-Açıkçası
sizi burada bulacağımı düşünmemiştim.
Yoksa siz hiç uyumadınız mı?"
"-Uyudum.
Yarım saat kadar önce kalktım. Seni de
sabah namazına kaldırıp kaldırmama hususunda tereddütlüydüm."
"-Olur
mu Sâcide Ablam!.. Akşam o kadar güzel
anlattınız ki, hâlâ söyledikleriniz kulaklarımda çınlıyor. Ben de
abdest alıp
namaz kılmaya gelmiştim. İnanır mısınız, bunca yıldır ilk defa sabah
ezanının
ilk tekbiri ile uyandım ve sonuna kadar büyük bir dikkatle dinledim.
Yine aynı
heyecanla sabah namazı için yatağımdan fırladım."
"-Âmineciğim,
bu sana Rabbinin hediyesi... Allah
bazen kullarını böyle uyandırır, «Kalk kulum!» dercesine insanı sarsar.
Sonra
da kendisine dâvet eder: «Ben, hayır ve ikram kapılarımı sana ardına
kadar
açtım. Haydi, buyur gel namaza!.. Secdeye var, bana yaklaş, yaklaş ve
yüksel!.." der âdetâ... Kimi kulu kalkar, tuvâlete gider, sonra da bu
çağrıyı duymaksızın hemen yatağına döner. Sanki hal ve hareketleriyle:
«Kusura
bakma Rabbim, şimdi çok uykum var; başka zaman buluşuruz!..» dercesine
döner
arkasını gider. Rabbinin en özel davetini terk eder ve gafletle sabaha
kadar
uyur. Bu, fâsık ve gâfil insanların hâlidir. Bunu o kadar tabiî olarak
tekrar
eder dururlar ki, hiç pişman olmazlar, vicdanları bile sızlamaz. Âh, ne
kaçırdıklarını bir bilseler!..
Başka
bir kul da geceleyin böyle âniden uyandırılır.
Bu uyanmanın görünüşteki sebebi, bazen bir rüyadır, bazen harâret,
bazen de
tuvalet ihtiyacı... Ama o kullar, niçin uyandırıldığını çok iyi
bilirler ve
vakit geçirmeden Rableri ile buluşmaya koşarlar. Ya teheccüde ya da
sabah
namazına niyetlenirler. Bazen en Sevgili olan Rablerini zikreder, bazen
de
O'nunla konuşma hasretlerini gidermek için Kur'ân okumaya başlarlar.
Onların
içlerinde şöyle bir düşünce geçer; «Rabbim, o sebep-bu bahane beni
kendisi için
uyandırdı. Milyarlarca uyuyan kul içinden bu gece beni seçti ve
huzuruna dâvet
ediyor. Demek ki beni seviyor. Demek ki bana gelmiş ve gönül kapımı
tıklatıyor...»
İşte o
ân, hemen şeytana rest çekip eûzü besmele
çekmeli ve yataktan fırlamalı... Eğer «Bir dakika sonra kalkayım»
dersen, bu
özel dâveti kaçırırsın, bir de bakarsın güneş doğmuş!.. Besmeleden
sonra hemen
abdest alıp seccadeye varmalı... Namazı güzelce îfâ ettikten sonra da
ellerimizi açıp; «Teşekkür ederim Rabbim, bugün beni özel bir kulun
olarak
seçtiğin ve huzuruna kabul ettiğin için!.." demeli... Sonra secdede,
dile
ne dilersen, o yerin ve göğün hazinelerinin sahibinden... İşte o secde,
en
tatlı secdedir; hiç kalkamaz istemezsin. Pek lezzetlidir. Sonra kıvrıl
seccadene uyu, işte o, en tatlı, en ballı uykudur. Sabah uyandığında
mânen
dolmuş, kuş gibi hafiflemiş olursun, için dışın enerji dolmuş olur."
Sacide
Hanım, bu anları yaşarcasına kendini kaptırmış
anlatıyordu, o sırada bakışları Âmine'ye döndü. Âmine, sessiz bir
şekilde
gözyaşları dökmeye başlamıştı.
"-Canım,
bunları, seni ağlatmak için
söylemedim!" dedi.
"-Hocam,
bugün ben uyuyan milyarlarca insan
içinden özel olarak seçildim, öyle mi?" diye sordu. Demek ki, şimdiye
kadar Rabbim defalarca benim gönül kapımı tıklattı da ben hep arkamı
dönüp «Çok
uykum var, sonra kılarım.» diye ona arkamı döndüm, öyle mi? Ama bundan
sonra
inşâallah, ben de onun dâvetine icâbet edeceğim!.." dedi.
"-Tabiî
ki icabet edeceksin! Sen gönlünü Allâh'a
çevirip bir adım attın. Rabbimiz «Kulum, bana bir adım atarsa, ben ona
on adım
gelirim. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim."
buyuruyor. Bak, Âmineciğim! Rabbimizin bütün farzları, Peygamberimize
Cebrail
vâsıtası ile bildirilmiş emirlerdir. Sadece namaz öyle değildir!..
Namaz,
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece Mekke'deki
hânesinde
uyurken Rabbimizin özel ikram ve dâvetiyle, âdetâ az önce anlattığım
gibi tatlı
uykusundan uyandırılarak Mirac'a daveti ile, yüceler yücesi bir makamda
ilâhî
bir hediye olarak verilmiştir. Yani Rabbimiz, kullarına namazı bir yük
olarak
değil, "en güzel ev sahibi" olarak "en güzel
misafir"ine sunduğu "pek kıymetli bir hediye" olarak
takdim etmiştir. Peygamberimiz, bu lezzeti, ümmetinin de tatmasını
istedi.
Bunun üzerine Rabbimiz, namaz esnasında kullarının gönül dillerine
sürüverir bu
namaz lezzetini... Bu tadı alan, bir daha Allâh'ın izni ile bırakamaz.
Ama bu
lezzeti tatmayana, şeytan, o mübârek hediyeyi büyük bir yük olarak
gösterir.
İşin sırrı işte burada... Namaz, bir yük değil, bir hediyedir. Rabbe
kavuşma
ânı, vuslat hediyesi... Haydi bakalım, hediyeni almaya!.." dedi Sacide
Hanım büyük bir heyecanla...
Sonra da
namaz için hazırlanan Âmine'yi odada yalnız
bırakıp:
"-Ben
kendi odamda kılacağım. Haydi, şimdiden
mîrâcın mübarek olsun!" dedi.
Âmine,
seccadeye doğru vardı. En sonda yapmayı
düşündüğü duâyı, gözyaşları içinde secdeye kapanarak yapmaya başladı:
"-İşte
geldim Rabbim!.. Beni seçtiğin için,
huzuruna kabul ettiğin için çok teşekkür ederim Rabbim!.." diyerek
dakikalarca ağladı. Ağladıkça hafifledi. Sanki döktüğü gözyaşları,
içindeki
manevi kirleri yıkayıp atıyordu.
Namazını
kılınca, seccadenin üzerinde yana kıvrıldı.
Bir süre öylece yattı. Yastıksız uyuyamayınca, koltuğun üzerindeki süs
yastığı,
başının altına koydu ve rüyalar âlemine doğru süzüldü gitti.
Uyandığında
gerçekten kuş gibi hafiflemişti. İçinde
tarifi imkânsız bir mutluluk vardı. Gözlerinde uykudan eser kalmamıştı.
Gece
geç yattığı, sabah namazına da kalktığı hâlde zindeydi. Odasına dönüp
yatağını
topladı, üzerini giydi. Bir not bıraktı, kapıdan çıkmadan önce:
"Âcilen
çıkmalıyım. Hayatımdaki en tatlı uyku
için teşekkürler. Sizi arayacağım. Âmine"
Sessizce
evden çıktı, Fâtih Yokuşu'ndan Balat'a,
sahile doğru indi. Sahilde bir çocuk sevinci ile yavaş yavaş yürümeye
başladı.
Derin derin nefes alıyor, sahilden gelen deniz havasını alabildiğine
içine
çekiyordu. Hava açık, martılar mavi gökyüzünde nazlı nazlı uçuyorlardı.
Arada
bir martıların serenatları, yavaş yavaş başlayan sabah trafiğinin
gürültüsünü
delip geçiyordu. Burnuna sıcacık simit kokusu geldi. Hemen birkaç simit
aldı ve
acele ile bir dolmuşa bindi. Uzaktan Eyüp Sultan Hazretleri'nin
bulunduğu o
sükûnet beldesini görünce:
"-Mutlaka
bir gün gelip burayı ziyaret etmeliyim.
Bunun için özel bir zaman ayırmalıyım." Dedi ve uzaktan da olsa, Eyüp
Sultan Hazretleri'nin rûhuna bir Fâtiha-i Şerife okudu.
Hayat,
şimdi daha çok değer kazanmış gibiydi. Her şey
sanki yerli yerine oturuyordu. Şu sekiz-on günde ne de çok şey
değişmişti
hayatında... Füsun'u kaybetmesi, onların evinde yaşadıkları,
mezarlıktakiler ve
Sâcide Hanım'la tanışması... Hepsi bu kadarcık kısa bir zamana
sıkışmıştı.
Şimdi artık işyerine dönmesi gerekiyordu. Kullandığı izinler bitmişti.
Bugün
işbaşı yapması gerekiyordu. Minibüsten indi, çalıştığı bankaya doğru
yürümeye
başladı. Kalbi pır pır atıyordu. Bankanın kapısını açar açmaz, yüksek
bir
sesle:
"-Herkese
günaydın!.." dedi ve çalıştığı
masaya yöneldi.
Arkadaşları,
Âmine'nin bu tavrına şaşırmışlardı. Onun
en sevdiği arkadaşını kaybettiğini, bunun için izin aldığını
biliyorlardı.
Şimdi bu aşırı enerjik hâllerine şaşırmışlardı. İçlerinden bir tanesi
dayanamadı, Âmine'nin masasına yaklaşıp göz kırptı ve:
"-Hayırdır
kızım, ne bu hâl?! Gören de âşık
olduğunu düşünecek!.."
"-Sorma
Tuğçe, gerçekten içimde bir aşk var. Ama
tarifi zor..."
"-Kime
âşık oldun kız?"
"-Nasıl
desem bilmiyorum, en tatlı birisine...
Yeni tanıştığım, aslında hep yanımda olan, hep beni düşünen, hep beni
seven...
Meğer ben onu bilmiyormuşum..."
"-Oooo,
kızım sen uçmuşsun ya... Nerelerdesin,
kimlerden bahsediyorsun?"
"-Merak
etme, yakında bol bol konuşuruz."
Mesai
başlamıştı. Herkes masalarına döndü. Gelenler
gidenler, borçlar, alacaklar, ödemeler, krediler... O gün öğle
paydosuna kadar
büyük bir enerji ile devam eden Âmine, öğle ezanı okununca saatine
baktı.
"-45
dakikam var; abdest almalıyım. Şimdi
namazımı nerede kılacağım? Câmiye gitsem yemek yiyemem. Yemek yiyecek
olsam,
câmiye yetişmem zor. Hepsini birden nasıl yetiştireceğim?" dedi. Sonra
da
içinden, "Nasıl olsa namazın vakti daha çok, yemeğimi yiyeyim, bir ara
kılarım."
diye geçirdi.
Yemekte
arkadaşları ile buluştular. Arkadaşları,
hasret kaldıkları Âmine'yi dinlemek için sabırsızlanıyordu. Bazıları
cenâzeye
gelmiş, ama birçoğu o günden sonra olup bitenleri birinci ağızdan
dinlemek
istiyordu. Bilhassa yakın arkadaşları Tuğçe ile Reyhan, Âmine'yi sözünü
kesmeden uzun uzun dinlediler. O da en baştan itibaren anlattı. Sonunda
da
akşamleyin Sâcide Hanım'da kaldığını ekledi. Tuğçe:
"-Kız,
bu hoca, seni de kendine benzetmesin
sonra!.." diye takıldı Âmine'ye... Âmine, biraz da sitemli bir şekilde:
"-Niye
öyle diyorsunuz ki... Gerçekten bir
tanısanız, dünyalar güzeli bir hanım... Âdeta ağzından bal damlıyor.
Bir de
benim iç dünyamı o kadar güzel okuyor ki... Neredeyse kalbimden
geçenleri, ben
dile getirmeden ortaya döküveriyor. Sonra da bir güzel üstesinden
geliyor."
Reyhan
da lafa karıştı:
"-Kızım,
bu hoca seni büyülemiş. Bırak bu
işleri... Bak, sonra demedi deme, bunlar senin başını belaya sokar.
Şimdi her
şey iyi, güzel... Sonra paçanı kurtaramazsın. Seni işinden de, yuvandan
da
uzaklaştırırlar."
Âmine,
onların söylediklerine biraz alındı:
"-Ya,
siz hiç görmeden, tanımadan nasıl böyle
önyargılı oluyorsunuz." İkisi birden:
"-Biz
biliriz böylelerini!.." dediler.
Artık
konuşulacak bir şey kalmamış gibiydi. Kalktılar.
Âmine saatine baktı, öğle paydosunun bitimine birkaç dakika kalmıştı.
Aceleyle
hesabı ödeyip lokantadan ayrıldılar. Âmine, bir taraftan Sâcide
Hanım'ın
söylediklerini düşünüyor, bir taraftan da arkadaşlarının
yakıştırmalarına
sinirleniyordu.
"-Ne
kadar ayrı dünyalarda yaşıyorlar."
dedi.
Ama
sabahki namazın lezzetini unutamamıştı. Öğle vakti
gelmiş, mesai başlamış ve o hâlâ öğle namazını kılamamıştı. Şefin
yanına gidip
izin almayı düşündü. Sonuçta o da nâzik, kibar, anlayışlı birisiydi.
Odasına
gitti ve:
"-Âdem
Bey, müsaadeniz olursa birkaç dakikalık
işim vardı; alt kattaki hademe odasında abdest alıp namaz kılabilir
miyim?"
"-Nasıl
olur, Âmine Hanım. Şimdi paydos vakti
bitti, müşteriler sıra aldı sizi bekliyor. Lütfen gecikmeyelim. Hem
çalışmak da
ibadet değil mi? Geçin yerinize lütfen, aldığınız maaşın hakkını verin.
Sonra
yediğimiz lokmanın da helâl olması önemli, değil mi?"
"-Şey,
ama..."
"-Tamam,
birkaç saat sonra, ortalık biraz
tenhâlaşsın; gider kılarsınız. Ama bir kereye mahsus tamam mı? Yoksa
burası
câmi değil!.. Durmadan herkesin, bir de günde beş defa namaza gitmesi
demek,
bütün işlerin alt üst olması demek... Ortada düzen mi kalır? Ben hangi
birinizin peşine koşacağım? Namazı birleştirip akşamleyin hepsini
birden
kılarsınız canım. Suçu-günahı varsa, benim üstüme olsun. Benim de dedem
hacca
gitmişti. Gençlikte çalışmak lâzım, ihtiyarlayınca da ibadet..."
Âmine,
masasına büyük bir vicdan azabı ile oturdu. Ne
yapacaktı? Tam kara kara düşünürken, bir müşteri geldi, parayı uzattı
ve:
"-Doğalgaz
borcunu ödeyecektim." dedi.
Ardından
bir diğeri kredi kartı borcunu ödedi, başkası
maaşını çekti. Derken Âmine, işine dalıp gitti. O telâşe esnasında
ikindi
ezanının okunduğunu da fark etmedi. Gün sonu hesaplarını yapıp kasaları
toplarken okunan akşam ezanı ile kendine geldi.
"-Eyvah,
namazlar gitti!.."
Bunu o
kadar aniden ve ürkerek söylemişti ki, Tuğçe
masasından kalkıp yanına kadar geldi:
"-Ne
oldu, Âmine? Birden sıçradın..."
"-Bugün
hiç namazlarımı kılamadım da..."
"-Aman
kızım, üzüldüğün şeye bak!.. Burada nasıl
namaz kılacaksın? Yer mi var, zaman mı? Burası ibadet yapmak için uygun
bir yer
değil... Evde olursun, işin gücün olmaz, rahat rahat kılarsın. Hem
şimdi namaza
başlasan, «Başını ört!» derler. Ona başlasan, «İşini bırak!» derler. Bu
işler
bize göre değil kızım... Kafanı takma... Allah büyük... Bütün günahları
affeder. Hocanı çok seviyorsan, emekli olunca git yanına... Sarıl,
kucaklaş.
Hatta istersen beraber gidelim. Ama gözünü seveyim, kendini bir an önce
topla!.. Gençsin, güzelsin, hayatını yaşa... Bu hurafeleri bırak bir
yana..."
Reyhan
da yanlarına geldi:
"-Ne
oldu yine?"
Tuğçe:
"-Namazlarını
kılamamış da ona üzülüyor."
diye alaylı alaylı konuştu.
Reyhan,
Âmine'ye dönerek:
"-Bak,
kızım aklını başına devşir. Bu devirde
böyle maaşı nereden bulacaksın. Hem kaç yıl okullarda, üniversitelerde
okumuşsun.
Şimdi evine gidip sabahtan akşama evde mi oturacaksın? Yazık değil mi,
senin
gibi birisine... Namaz mı kılmak istiyorsun, akşamları eve gidince
hepsini
birden kıl. Bak, ben aklıma geldikçe kılarım. Hem bu işlerde kalbin
temiz
olması önemli... Birkaç gün namaz kılmayınca, için acır, ama sonra
unutur
gidersin. Boşver bunları... Hadi, hayatını yaşamaya bak. Hem yarın
akşam,
Bora'nın evinde parti var. Sen de gel, açılırsın hem..."
Âmine,
onlara cevap vermek bile istemedi. Dinledi
sadece... Eşyalarını topladı. Otobüse bindi ve evinin yolunu tuttu.
Eve
vardığında, kalbini yokladı; sabahki enerjisinden
hiçbir şey kalmamıştı. Çok yorgundu. Bir taraftan Sâcide Hanım'ın
söyledikleri,
bir taraftan işyerindeki arkadaşlarının söyledikleri... Kafasında bir
savaş var
gibiydi. Vücudu külçe gibi olmuştu. Annesinin hazırladığı akşam
yemeğini yedi
ve nefsini zorlaya zorlaya yatsı namazını kıldı, akşamı da kazâ etti.
Ama öğle
ile ikindiyi kazâ etmek gözünde büyüdü. Mecâli kalmamıştı, yatağına
kıvrıldı.
Sabahleyin
gözlerini açtığında, saat 7:30 olmuş, güneş
çoktan doğmuştu. Sabah namazının vakti geçmişti. Bu gece uyanamamıştı.
"-Demek
ki, bugün özel olarak seçilmedim."
diye üzüldü.
Sonra
da, "Ben Rabbime bir adım atmadım ki, O,
bana on adım atsın!.." dedi.
Sonra
arkadaşı Tuğçe'nin dedikleri sinsice dolaştı
içinde...
"-Tuğçe
de haklı, benim hayat tarzım dini
yaşamaya uygun değil ki!.. Ben ne yapayım?" diye nefsini haklı
çıkarmaya
çalıştı.
İşe
giderken içindeki bir ses, Sâcide Hoca'yı
aramasını söylüyordu. Diğer ses ise, "Ararsan, bildiklerini yaşamak
zorunda kalırsın. Boş ver sonra ararsın. Zaten şimdi çok erken, belki
kalkmamıştır. Hem onu aramaya ne yüzün var, namazlarını bile doğru
dürüst
kılamıyorsun!.." diyordu.
İçindeki
sesler, o kadar çok ve birbiriyle kavga
halinde idi ki, âdeta başını ağrıtıyorlardı. Bankaya varınca masasına
oturdu.
Arkadaşları yavaş yavaş geliyorlardı.
"-Bugün
de şansımı deneyeceğim!" dedi.
Âşık Olmak Günah mı?
"-Bugün inşaallah nefsimi yeneceğim ve namazlarımı
vaktinde kılacağım!"
diye geçirdi içinden... "Abdestliyim, öğlen ve ikindiye kadar abdestimi
muhafaza edersem, ilk fırsatta hemen kılabilirim." dedi.
Müşteriler
sırayla işlem için geliyorlardı. Tuşa bastı, elindeki numaraya baka
baka bir uzun boylu, yakışıklı bir genç kendisine doğru yaklaştı.
Tahsil edilmek üzere elindeki senetleri uzattı. Âmine, bilgisayardan
hesabın durumuna bakarken genç biraz da sesini yumuşatarak:
"-Farkında mısınız bilmiyorum, ama saç renginiz size çok
yakışmış, yeni boyattınız herhâlde!.." dedi.
Âmine,
hiç beklemediği bu iltifatlar karşısında biraz şaşırdı. Çünkü bu genci
daha önce gördüğünü hatırlamıyordu. Ama saçını yeni boyattığını nereden
bilmişti?
"-Evet, yeni sayılır." dedi. "Herhalde buraya sık sık
gelen müşterilerdensiniz."
"-Evet,
eski müşterilerdenim. Fakat siz beni yeni fark ettiniz herhâlde... Oysa
bu bankaya her geldiğimde benim gözlerim ilk sizi arıyor." dedi ve
sustu.
Âmine, elini biraz daha hızlandırarak:
"-Buyurunuz, işleminiz bitti beyefendi!" dedi. Genç pişkin pişkin:
"-Bir gün beraberce bir kahve içebiliriz, değil mi?"
dedi.
Âmine sustu. Eliyle düğmeye basarak bir sonraki
müşteriyi çapırdı. Bir yandan da:
"-Sıradaki..."
diye seslendi. Genç, "Tamam mesaj alındı!" deyip muzip bir şekilde
gülerek oradan uzaklaştı. Âmine, gencin ardından gülümseyerek uzun uzun
baktı, daha önce duymadığı bu iltifatlar hoşuna gitmişti.
Öğle
paydosuna kadar kendi kendine "Bu da kim böyle?" deyip durdu. Allah'tan
işlemini yaparken gencin ismine de dikkat etmiş ve belki unuturum diye
ismini bir kenara not almıştı. Adı, Özgür'dü. Tuhaf çocuktu, Özgür...
Daha ilk tanıştığı bir kıza bile iltifatlar ediyor, bir anda
senli-benli olabiliyordu. Gerçi laf arasında kendisini uzun zamandan
beri takip ettiğini de anlamıştı.
Saat 12:00 olmuş ve öğle
paydosu vermişlerdi. Âmine bu sefer, tercihini namazdan tarafa yaptı.
Arkadaşları dışarıya çıkarken o, "Birazdan gelirin!.." dedi ve hemen
alt kata, hademe odasına gitti. Odada kimse yoktu. Derin bir nefes aldı
içersi çok rutubetli ve havasızdı. Orada hademelerden bazılarının zaman
zaman namaz kıldığını biliyordu. Kenara iliştirdikleri kartonu aldı,
kıbleye doğru döndürdü, "Allâhu ekber" diyerek ellerini bağladı.
Beş-altı
dakikada namazını bitirmiş ve alelacele arkadaşları ile buluşacakları
lokantaya gitmişti. Namazını kıldığı için vicdanen rahattı, ama pek de
lezzet alamamıştı. Dünkü sabah namazının tadı bambaşkaydı.
Arkadaşlarıyla
buluştuktan sonra havadan sudan konuştular; mevzu, dönüp dolaşıp
Özgür'e geldi. Arkadaşları, Âmine'ye takılmaya başladı:
"-Ooo Âmine Hanım, aşk okyanusuna yelken açıyor, öyle
mi?!"
Âmine, biraz mahcup, biraz da kırgın:
"-Amma uzattınız ha!.. Bir daha sizinle bir şey
paylaşırsam!.." diye kendini naza çekti.
Hepsi
birden güle oynaya işyerine geri döndüler. O neşeyle içeriye
girmişlerdi ki, kapıda, elinde bir çiçek sepeti kuryeyle karşılaştılar.
Kurye, çiçeğin üzerindeki kartviziti tekrar okuyarak:
"-Âmine Balkanlı kim?" diye sordu. Âmine:
"-Benim." dedi. Kurye, bir kâğıt uzatarak:
"-Şurayı imzalayabilir misiniz, teslim aldığınıza
dair..." dedi.
"-Peki, bunları bana kim gönderdi?" diye sorunca da:
"-Açıkçası isim vermediler. Herhâlde içinde yazılıdır."
diyerek çiçeğin kenarına iliştirilen zarfı gösterdi.
Âmine, kuryeye teşekkür etti. Çiçekleri aldı, masasına
doğru giderken Tuğçe ile Reyhan da tepesine üşüştüler:
"-Kimdenmiş kız? Çabuk açsana şu zarfı!.."
Âmine, sepeti masaya koydu, zarfı açtı. Kısa bir not
vardı içinde: "Tanışmamızın şerefine, Özgür"
Mesele
şimdi anlaşılmıştı. Artık kolay kolay arkadaşlarının dilinden
kurtulamazdı. Çiçekler harikaydı; sevdiği orkideler, kırmızı kır
çiçekleri... O sırada telefon çaldı, arayan Özgür'dü.
"-Umarım çiçekleri beğenmişsinizdir."
"-Evet, çok beğendim; ama niye zahmet ettiniz ki... Hem
tanışmıyoruz bile..."
"-Artık bir kahvelik hatırımız vardır, değil mi?"
"-Ne bileyim..."
"-Bahane istemiyorum, bankanın karşısındaki cafede,
mesai çıkışı bekliyorum. Saat 17:00 iyi mi?"
"-Tamam, sadece bir kahve... O da teşekkür için..."
"-Akşamı iple çekeceğim."
"-Tamam beşte..."
Özgür, bir anda sevinç çığlığı attı ve:
"-Okey, havalara uçtum!.." dedi.
Âmine,
bu oldu-bittiye şaşırıp kalmıştı. Daha sabahleyin gördüğü birisiyle
akşam buluşacaklardı. Her şey ne çabuk ilerlemişti. İçi kıpır kıpırdı.
Damarlarındaki kanın bütün vücudundaki dolaşmasını hissediyor gibiydi.
Daldığı düşüncelerinden, bir müşterinin uzattığı
faturalarla kendine gelebildi. Evet, her şeye rağmen hayat devam
ediyordu.
Çok geçmeden Reyhan, elinde bir bardak çayla Âmine'ye
doğru yaklaştı.
"-Buyur canım, bunu sana getirdim. Ne de olsa akraba
olduk!" dedi.
Âmine şaşırdı:
"-Hayırdır, nereden çıktı bu akrabalık?"
"-Ee, Özgür bir kere senin peşine düşmüş. Artık
kurtuluşun zor kızım!.."
"-Sen nereden tanıyorsun Özgür'ü?"
"-Benim
kuzenim olur. Buraya gelip gittikçe seni görmüş, beğenmiş. Bana sordu.
«Çok severim, iyi kızdır» deyince de seninle tanışmaya karar verdi.
"-Nasıl birisidir Özgür?"
"-Nasıl
desem, boy-pos yakışıklılık... Para desen öyle... Babası bayağı
zengin... Büyük bir inşaat şirketleri var. Ağzı da iyi laf yapar.
Birisini kafaya koymasın, ne yapar eder, ona ulaşır."
"-Yani biraz çapkındır diyorsun!.."
"-Olsun
o kadar... Hem neyi eksik ki... Biraz çapkınlık da göz çıkarmaz. Hem
sana ayrı bir gözle baktığını söyledi. Bir eğlenilecek kızlar varmış,
bir de evlenilecek... Seni ikinci gruptan görüyormuş."
"-Sen de var ya, bir görüşte aşkla bizi evlendiriverdin
Reyhan!.."
"-Benden söylemesi kızım... Hem ne oldu, ne zaman
buluşuyorsunuz?"
"-Bugün, mesai çıkışında... Kahve içeceğiz sadece...
Hemen işi büyütmeyin."
Reyhan:
"-Tabi canım, tabiî... Sadece kahve..." dedi ve gülerek
oradan ayrıldı.
Âmine, kapana kısıldığını anlamıştı. Arkadaşları, onun
arkasından iş
çevirmiş ve onu kıskıvrak yakalamışlardı. Ama böyle bir değişiklik
kendisi için de iyi gelecek gibiydi. İki-üç hafta içinde çok büyük
dertlerle boğuşmuştu, biraz açılması, kendisine gelmesi gerekiyordu. Bu
yüzden Reyhan'ın sözlerine biraz kızıyor, biraz da seviniyordu. Kısmet,
ayağına kadar gelmişti. Özgür, gerçekten yakışıklıydı, kime gitse geri
çevrilmezdi herhalde... Madem zengindi de... "Niye olmasın?" diye
düşündü.
Bir ara müşteriler tenhâlaşınca aşağıya giderek ikindi
namazını da kıldı. Namaz kılarken bile aklı-fikri randevu saatindeydi.
Heyecanla mesai bitişini bekleyen Âmine, lavaboda saçını-başını
topladı. Kendine çeki düzen verdi. Sonra acele ettiğini belli etmemeye
çalışan tavırlarla kafeye yaklaştı. Özgür Bey, güzel bir masa
hazırlatmıştı. Bir-iki saat oturdular, şakalaştılar, gülüştüler. Tekrar
buluşmak üzere randevulaşarak vedalaştılar.
Maaşını yeni alan
Âmine, bir alışveriş merkezine girdi; durmadan alışveriş yapmaya
başladı. Deneyip beğendiği eteği aldı, altına ayakkabı, üstüne gömlek
derken maaşının yarısı bitmişti. Artık eve gitme vakti gelmişti. Tam
evin yolunu tutmuştu ki, cep telefonu çaldı. Arayan Sâcide Hanım'dı.
"-Alo, hocam nasılsınız?"
"-Elhamdülillah Âmineciğim. Ben iyiyim. Sen nasılsın?"
"-Ben de iyiyim. Size anlatacaklarım var, müsaitseniz
yarım saatliğine size uğrayabilir miyim?"
"-Tabiî buyur, beklerim." dedi Sacide hanım.
"-O zaman onbeş yirmi dakikaya sizdeyim." deyip telefonu
kapattı.
Ardından evi arayarak annesine, Sâcide hocahanıma gideceğini bu yüzden
biraz gecikebileceğini söyledi.
Annesi Ayşe Hanım:
"-Tamam, çok da gecikme. Bizi merakta bırakma!.." diye
tembihledi.
Ayşe Hanım, telefonu kapattıktan sonra:
"-İyi,
Allâh'a şükür, bu sefer doğru insanlarla düşüp kalkmaya başladı. Bak
bey, artık Âminemiz namaza da başladı. Sâcide Hocahanım sağolsun!.."
dedi.
Kocası Ahmet Bey, içini çekerek:
"-Âh bir de başını örtse... Arkadaşlar, bir şey diyecek
diye ödüm patlıyor!.." dedi.
"-O
da olur. Her şeyin bir vakti var. Sen de şunun üzerine bu kadar
gitme!.." diyerek sofrayı hazırladı, oturdular ve yemeğe başladılar.
Âmine,
elinde yeni aldığı kıyafet çantaları, Sâcide Hanım'ın ziline bastı.
Sâcide Hanım, güleryüzle kapıda karşıladı Âmine'yi... Elindeki
çantaları aldı, yardımcı olmak için... Bir yandan da:
"-Hayırdır Âmine, bütün çarşıyı satın almışsın!" dedi
gülerek... Sarılıp içeri buyur etti.
Âmine, eve girerken bir taraftan da konuşmaya devam
ediyordu:
"-Hocam
bugün maaş aldım. Ee bütün bir ay çalışıp yoruluyoruz, kendimizi de
böyle arada sırada ödüllendirmeliyiz, öyle değil mi?! Alışveriş yapınca
çok mutlu oluyorum. Alıyorum, alıyorum, bir türlü doymuyorum almaya...
İnanın, sorsanız kaç ayakkabın var diye sayısını ben bile bilmiyorum.
Bir kuaförüm, bir de alışverişim var. Çalmıyoruz, çırpmıyoruz; kendimiz
kazanıp kendimize harcıyoruz. Bunun ne kötülüğü olabilir ki?"
Sacide Hanım'ın cevabını beklemeden devam etti:
"Zaten
modaya yetişmek için çalışmak lâzım... Ben alıp giyene sezon sonu
geliyor, haydi tekrar başa... Arkadaşlar marka giymeyince dalga
geçiyorlar zaten... «Kızım, semt pazarına mı kaldın?» diye..."
Âmine, Sâcide Hocahanımın hiç konuşmadığını,
durgunlaştığını görünce:
"-Kusura bakmayın hocam, çenem düştü, sizi hiç
konuşturmadım! Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?"
"-Almanın sonu yok, Âmineciğim, ama hesabı çok!.. Bir
âyet-i kerime aklıma geldi «Yeyiniz, içiniz, ama israf
etmeyiz!» buyruluyor."
"-Bu da israf mı yani? Çöpe atmıyoruz ki paramızı...
Sonuçta giyeceğimiz şeylere harcıyoruz."
"-İhtiyaç fazlası ise, tabiî ki israf... Eğer bir-iki
değil, onlarca
çift ayakkabın varsa, dolabındaki kıyafetler, sığmıyor ve dışarıya
taşıyorsa işte bu apaçık israftır. Moda denilen şey de sonuçta
kapitalizmin handikabı ve tuzağı... İnsanları, durmadan bir şeyler
almaya yönlendiriyor. Yılda bir-iki defa, baştan sona bütün renkler,
bütün modeller değişiyor ve eğer bu değişimi takip etmezsen hemen
yaftalanıyorsun. Ya alacaksın ya da alacaksın. Sana başka tercih imkânı
bırakmıyorlar. Bütün kazandığını yatırsan, yine yetişemiyorsun. Allah
Teâlâ, başka bir ayette «Saçıp savuranlar, şeytanın
arkadaşlarıdır.» buyuruyor."
"-Gerçekten
böyle bir âyet de var mı? İlk defa duyuyorum. Aslında Kur'ân-ı Kerim'i
şöyle bir baştan sona okusam diye çok niyetlendim, ama bir türlü
fırsatım olmadı."
"-Âmine, çok sevdiğin bir kişi sana uzaklardan bir
mektup gönderse ne yaparsın."
"-Hemen okurum."
"-Peki, bu mektup senin ilk anda anlamadığın bir dilde
yazılmış olsa ya da sen okumayı bilmesen..."
"-Hemen iyi okuyacak birisine okuturum."
"-İşte
Kur'ân-ı Kerim de böyle... Rabbimiz, biz kullarına hayatları boyunca
lâzım olacak bütün bilgileri Kur'ân-ı Kerim'in içinde göndermiş. Eğer
biz, bunu çok sevdiğimiz Rabbimizden gelen bir mektup olarak düşünsek
okuyup anlamaya çalışırız. Eğer ne dediğini anlayamıyorsak, bir bilene
sorar yine öğreniriz. Meâlini okuruz, tefsirine bakarız."
"-Hocam, açıkçası ben Kur'ân'ın içinde sadece cennet ve
cehennem
anlatılıyor diye düşünüyordum. Onun için hep okusam da olur, okumasam
diye düşündüm."
"-Olur mu Âmineciğim. Kur'ân-ı Kerim, öldükten
sonra lâzım olacak bir kitap değil!.. O, bu dünyaya indirilmiş, bu
dünyadaki insanlara Allâh'ın mesajlarını iletmek için gönderilmiş bir
kitap!.. O, bizi sıkıntılardan kurtarmak, saadet yollarını, Allâh'a
ulaştıran yolları göstermek için gönderilmiş bir ilâhî harita... Hangi
yola gidersen, seni bataklığa çeker; hangi yola saparsan uçurumdan
yuvarlanırsın; hangi yol ise, selâmet yoludur onu gösterir. Allah, biz
insanlara, onların akıllarına, gönüllerine uygun bir usûlle emir ve
yasaklarını anlatmış. Bazen bize, bizim gibi insanlar olan
peygamberlerin hayatından örnekler vermiş, bazen cennetliklerin, bazen
cehennemliklerin dilinden yaptıklarımızın neticelerini anlatmış. Bazen
bütün kâinâtın yok oluşu olan kıyâmetten haber vermiş, bazen bizim
vefâtımız olan küçük kıyametten... Bazen nimetlerini saymış, bazen
insanın nankörlüklerini... Kısacası Kur'ân, bize, bizi anlatmış; bizim
yaşadığımız ve yaşayacağız hayatı... Bizi yaratan Rabbimizi... Bizden
önce gelenleri ve bizden sonra olup bitecekleri... En doğru, insanın
fıtratına en uygun ve en sağlam bilgi hazinesi..."
"-Hocam, peki Kur'ân'da her şey var; Allah, bize niye
peygamberimizi göndermiş?"
"-İnsanlar,
kitaplara ne kadar müracaat ediyorlar. En doğru bilgiler yazsa bile,
bir işi kitaptan öğrenmek mi kolay, yoksa o işi denemiş, uygulamış bir
ustadan öğrenmek mi? Birçok meslek, hep usta-çırak ilişkisi ile devam
eder. Çünkü insan, görerek, yaşayarak, taklid ederek öğrenmeye müsait
yapıda yaratılmış. Kitaplar ne derse desin, insan, kendisi gibi yaşayan
bir örnekten her şeyi çok daha güzel öğrenebiliyor. İşte bu yüzden
Allah Teâlâ, Peygamberimizi, Kur'ân'ın nasıl yaşanacağını göstermek
üzere bize göndermiş. Onu "canlı bir Kur'ân" kılmış. Ashâb-ı Kiram,
Kur'ân'ı okumadan önce Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesini
görmüşler, O'nun şahsiyetini, ahlâkını sevmişler. Gönüllerinde O'nu
takdir edip O'na tâbî olmuşlar. Biz, bütün hayat ölçülerimizi
Kur'ân'dan ve onu hayata tatbik eden Peygamber Efendimizin sünnetinden
alırız. Yani bizim değişmeyen, bozulmayan, solmayan tek modamız, tek
rehberimiz vardır; Kur'ân ve Sünnet... Bunun dışındaki her yol, her
ölçü geçicidir, eksiktir, hatalıdır. Çünkü bu ikisinin kaynağı da
ilâhîdir. İkisi de Allah tarafından bizim için çizilmiş, değişmez,
bozulmaz, pörsümez hayat kaynaklarıdır."
"-Hocam, açıkçası sizin yanınıza her gelişimde hem çok
mutlu oluyorum, hem de çok mahcup..."
"-Neden ki?"
"-Mutlu
oluyorum; çünkü her gelişimde yeni bir şey öğreniyorum, hayata bakışım
kökten değişiyor. Mahcup oluyorum; kendi eksikliğimi, câhilliğimi, ne
kadar boş şeylerle hayatımı geçirdiğimi hissediyorum."
"-Estağfirullah
Âmineciğim, herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin câhili... Bizim
bildiklerimiz de bize öğretilenler... Hepimizin her an kendimizi
tazelemeye ihtiyacı var. İlim, bitip tükenmek bilmez bir hazine..."
"-Hocam,
en çok da Peygamberimizi yeterince sevemediğime üzülüyorum. O, madem
bizim için gelmiş, bizi kötülüklerden, yanlışlıklardan kurtarmak
için... Bizim de O'nu çok sevmemiz gerekiyor, değil mi?"
"-Âmineciğim,
her şeyin başı sevgi... İnsan tanıdığı kimseyi sever. Tanıdıkça onun
peşinden gider, onu takip eder. İslâm'ı yaşamak, Peygamber Efendimizi
tanımadan, sevmeden olmaz. Hatta Allâh'ın bizi sevmesi bile, bizim
Peygamber Efendimizi sevip O'na tâbî olmamıza bağlı...O'nu yeterince
sevmeden îmanımız bile yarım kalıyor. Bak, sana bir misal vereyim:
Hazret-i Ömer bin Hattab'ın rivâyet ettiğine göre, Allah Rasûlü, ona,
kendisini ne kadar sevdiğini sormuş. O da bütün samimiyeti ile:
"-Allâh'a yeminle söylerim ki, (yâ Rasûlallâh) canım
hâriç, Sen, bana her şeyden daha sevgilisin!.." diye cevap vermiş.
Bunun üzerine Rasûlullâh şöyle buyurmuşlar:
"-Sizden biriniz, beni kendi nefsinden, atasından,
babasından,
evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla
îmân etmiş olamaz!.."
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yaptığı hatayı derhal
telâfî etmiş ve:
"-Sana Kur'ân'ı gönderen Allâh'a yemin ederim ki, Sen,
bana canımdan daha sevgilisin!"
Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"-Ey Ömer!.. Şimdi tamam oldu!.." buyurmuşlar.
Allah Rasûlü, başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle
buyurmuşlardır:
"Allâh'ı ve Peygamberini, her şeyden çok sevmedikçe
tam mü'min olunmaz."
İşte
ashâb-ı kiramın sık sık kullandığı, «Anam babam sana fedâ olsun!..»
ifâdesi bu düsturların îcâbıdır.Peygamber Efendimizi canımızdan bile
fazla sevmek, îmânın bir gereğidir. Peygamber'e duyulan sevgi, her
şeyden ve her türlü sevgiden çok olmalıdır. Nitekim âyet-i kerimede; «Peygamber,
kendi nefislerinden daha çok yakındır...» (el-Ahzâb, 6)
buyrulmuştur."
"-Hocam, diyecek bir şey bulamıyorum. Bugün ilk defa görüp
tanıştığım birisini bile hemen sevdim. Şimdi sizi dinlerken düşündüm de
Peygamberimi, sevdiğim her şeyden çok mu seviyorum diye, size yalan
söyleyemeyeceğim, ben Peygamberimizi, sizin anlattığınız gibi
sevmiyorum, sevemiyorum. Nerede kaldı, kendi canımdan daha öte
sevmek... Ne olur, bana da Peygamber Efendimizi sevmeyi öğretin. Bunun
yolu nedir? Hayatımın neresine dokunsam enkaz yığını!..." diyerek
ağlamaya başladı Âmine... Bir taraftan da söylenir gibi konuşmaya devam
ediyordu:
"-Ne namazım tam, ne îmanım, ne kulluğum... Burada
sizinle başka âlemlere dalıyorum; işimde başka hâllere... Benim halim
ne olacak böyle?!"
Sâcide Hanım, onu kolları arasına aldı:
"-Bu
hâlin, en büyük adım işte... Yavaş yavaş hepsi olacak... Birbirimize
yardım edeceğiz. Bak, yakında "kutlu doğum" dediğimiz "Mevlid Kandili"
yaklaşıyor. İnşallah, senin de kalbine doğacak Efendimiz... Âmineciğim,
hadi şuraya bir otur, sâkinleş!... Allah, bu kalbimizi niçin yarattı
diye hiç düşündün mü?"
"Âmine, nemli gözlerle gülümseyerek Sacide Hocahanıma
bakıp:
"-Âşık olmamız içindir herhalde?" dedi. Sâcide Hanım,
büyük bir ciddiyetle:
"-Doğru söyledin!.." diye karşılık verdi.
"-Gerçekten mi? İlk defa bir şeyi bildim. Hocam, o zaman
ben bugün kalbimin hakkını verdim galiba, bir gence âşık oldum!"
Sâcide
Hanım, damdan düşer gibi karşılaştığı bu söz üzerine çok şaşırdı, bir
an diyecek bir şey bulamadı. Âmine, büyük bir tereddüt içinde kaldı:
"-Yoksa âşık olmak da mı günah hocam?" diye sordu.
Kalbimiz Aşk Antremanında
"-Yoo, âşık olmak, başlı başına bir günahtır, diyemeyiz.
Belki âşık olduktan sonra yaptığımız hareketlere, duygu ve düşüncelere
daha fazla dikkat etmemiz gerekir."
"-Nasıl yani Sâcide abla?"
"-İnsanın sevgisi, meşrû daireler içinde olursa günah
değildir. Hatta insanı yüceltir, ulvîleştirir."
"-Aşkın da sınırı mı olur? İnsan, sevince gözünün önünde
hiçbir engel duramaz ki... Aşk, engel tanımaz; öyle değil mi?"
"-Bak Âmineciğim, bizim vücudumuzu bize Allah verdi,
değil mi? Gözümüzü, kulağımızı, elimizi, ayağımızı... Hepsinin bir işi
var; göz kendi işini yapar, ağız kendi işini, el kendi işini... Herkes
vazifesini yapınca, sınırlarını bilince kargaşa kalkar; bir düzen ve
âhenk gelir. İşte Rabbimiz, aklımıza da birtakım sınırlar çizmiştir,
gönlümüze de... "Benim aklım, çok fazla, ben her şeyi bilirim, her
şeyi düşünürüm!" diyen insanların yolu, er-geç aklını zâyî etmeye
varır. Çünkü kuyumcu terazisiyle kömür tartılmaz. Kalp de böyledir.
Cenâb-ı Hak, onu, biraz önce senin de dediğin gibi «sevmek, âşık olmak»
için vermiştir. İnsan, kalbinin sevdâsı ile kıymetlenir. Kim, neyi
severse, onun kadar değer kazanır veya kaybeder. Bir dükkâna girdiğini
düşün, elinde on tane çeyrek altın olsun. Eğer bakkala, «Ben
elimdekileri vereyim, sen de bana on tane sakız ver!» desen, ne duruma
düşersin?! O altınların bir tanesi ile belki yüzlerce sakız
alabilecekken yazık değil mi verdiğin bedele... İşte kalbimizin sevgisi
de bu altınlar kadar değerli ve paha biçilemez kıymettedir. Onları,
vara-yoğa harcamamalıdır."
"-Peki, o zaman insan olarak hiçbir şeyi sevmeyecek
miyiz? Ne bileyim, bir çiçeği, bir kuşu, bir evi, bir başka insanı..."
"-Hayır, bunu demek istemedim. İnsan, elbette sevgi
sermayesiyle pek çok şeyi sevebilir. Hatta bazen bunları sevmesi,
sevgisini ziyadeleştirir. Meselâ eskiden köylerde kuyu açarlar ve bu
kuyulardan su çekerlerdi. Ancak ilk defa su çekmek için, tulumbaya
biraz su dökmek gerekirdi. Önce küçük bir bakraçtan veya kovadan su
döker, bir taraftan da elinle tulumbayı hareket ettirirdin, böylece
kuyudan bol miktarda su çıkardı. İnsanın farklı varlıklara duyduğu
sevgiler, büyük muhabbet hazinesini keşfetmek için dökülen o bir-iki
sürahilik su gibi... O küçücük damlalar, engin suyla buluşunca sevgi
menbaı fışkırıyor ve bir çağlayan gibi gürül gürül dışarı çıkıyor.
Eskiden bazı şeyh efendiler, kendisine talebe olmak isteyen kimselere
sorarlarmış. «Sen hiç birisine âşık oldun mu?» diye... Cevap olumsuz
ise, bu sefer, bitkilerden, hayvanlardan bir şeyi sevip sevmediğini
sorarlarmış. Eğer şahıs yine, «Benim hiçbir önemleri yok, hepsi
aynı...» derse, «Evlâdım, sana bu kapıda verecek bir şeyimiz yok!..
Çünkü sevmeyen, sevemeyen kimse nasipsizdir. Kendini de, bizi de
yorma!..» derlermiş. Hani Peygamber Efendimiz de, torunlarının başını
okşarken yanına gelip, «Benim de on evlâdım var, ama hiçbirini
kucaklayıp sevmiş değilim!..» diyen zavallıya, «Cenâb-ı Hak, senin
kalbinden merhameti almışsa ben ne yapabilirim?» diyor ya... Onun
gibi... İnsan, kalp sermayesi yoksa, sevgisi, ülfeti, merhameti,
muhabbeti yoksa, şarj olması imkânsız bir pil gibidir. Onu hiçbir
kuvvet harekete geçiremez. Bu yüzden sevmek güzel şey!.."
"-Hem sevelim, hem de sınırlı sevelim diyorsunuz. Bunlar
nasıl olacak Hocam? İnsan, sevmeye başlayınca nasıl sınır koyabilir ki?"
"-Ah Âmineciğim, âh... Mevzu mevzuyu açıyor. Gel, bir
soluklanalım. Yatsı namazını da kılalım, rahat rahat konuşalım, olmaz
mı?"
"-Tamam, hocam." dedi.
Beraberce kalktılar, abdestlerini tazelediler ve yan
yana, Âlemlerin Rabbi'nin divanına durdular. Âmine de artık namazını
ağır ağır kılmaya başlamıştı. İşyerindeki aceleciliği yoktu. Yetişeceği
bir yer yoktu, çünkü... Tadına vara vara rükûsunu yaptı, derken uzun
uzun secdede durdu.
Selâm verip duâlarını yaptıktan sonra beraberce koltuğa
oturdular. Sâcide Hanım:
"-Nerede kalmıştık?" diye sordu. Âmine, sorusunu
tekrarladı:
"-Sevginin sınırlarında kalmıştık, Sâcide abla... İnsan
kalbi, nasıl sınırlı sevecek?"
"-Hani biraz önce dedim ya sana, insan kalbi, kuyunun
coşması gibi, sevgiyle dolup taşabilir diye... Söze oradan başlayayım.
Gerçekten insan, küçük küçük şeyleri sevmekle büyük şeyleri sevmeye
hazırlanır, bir şartla: Sevdiğinde takılıp kalmayacak... Bazen bir
karıncaya veya kelebeğe bakıp ona hayran olan, onun güzelliklerini
seyrederken gönlü ona akan insan, sevgisini harekete geçirmiş olur. Ama
onların güzelliğinin, kendilerinden kaynaklandığını düşünürse, bir
karınca veya bir kelebeğe takılıp kalır. Maalesef günümüzde bile birçok
insan, bazı özellikleri ve güzel yönleri sebebiyle bir hayvanı bile
kutsayıp ibadet eder hâldedir. Meselâ Hindistan'da insanlar, ineklerin
üstünlüklerini saya saya bitiremezler ve bu üstünlükleri yüzünden ona
taparlar. Biraz uç bir örnek oldu ama, sevdiğinde takılı kalmak işte
bunun gibidir. Yine Hıristiyanlar, Hazret-i İsa'yı sevmedikleri için
onu "ilâh" kabul etmezler. Aksine çok sevdikleri için ilâhlaştırırlar.
O yüzden sevginin aşırısı da, yerini bulmadığı zaman insanı sapıklığa
götürebilir.
Tekrar en başa dönüp başlarsak; sevginin kaynağı Allah
Teâlâ'dır. O'nun esmâ-i hüsnâsından biri de «el-Vedûd»dur. Yani "seven,
sevgiyi yaratan ve yarattıklarının kalbine sevgiyi yerleştiren Allah"
demektir. Allah Teâlâ, kullarına, sevgi duygusunu bir sermaye olarak
ikram etmiştir. Sevgi ya da muhabbet, daha çok bir "hâl"
olduğu için, herkes yaşadığı his dünyasına, duygu, düşünce ve
tecrübelerine göre değerlendirmelerde bulunmuş ve netice olarak farklı
farklı "sevgi târifleri" ortaya çıkmıştır. Kimisi bir
eşyaya duyduğu bağlılığı "sevgi" ile ifade etmiş, kimisi hemcinsine
olan duygularını bu kelimelere dökmüş, kimisi de daha ötede, mânevî bir
dünyaya dalarak görünmeyen yüce bir varlığa muhabbet terennümleri
mırıldanmıştır."
"-Sâcide Abla, peki, karşı cinse olan sevgiler bunun
neresinde?"
"-Anladım Âmineciğim, ona gelmeye çalışıyorum. Fakat
mevzu o kadar geniş ki, hangisinden başlayayım, neresini anlatayım
kestiremiyorum... Şimdiye kadar söylediklerimi birleştirip senin soruna
geleyim. İşte bu sevgi sermayesini, insanın kalbine yerleştiren Allah,
insanın kalbini çeşitli antremanlardan geçire geçire hakiki sevgiye
hazırlar. Meselâ insan, bir çiçeği-böceği severken, sevmeyi öğrenir;
sonra karşısına çıkan bir başka insana âşık olur. Onunla evlenir, kalbi
evlat sevgisine yükselir. Bütün basamaklara takılıp kalmayan insan da,
Âlemlerin Rabbinin terbiyesi ile kademe kademe ilâhî sevgiye doğru
yükselir. Ama buradaki şart, hep fânî sevgilerde takılı kalmamak..."
"-Demek ki, Allah sevgisine ulaşmak için bizim insanlara
da âşık olmamız lâzımmış. Ne güzel!.. Ben de tam o yoldayım!..."
"-O yola çıktığın doğru, ama unutma, bazen yollar
gidilecek yere yaklaştırır, bazen de gidilmek istenen yerden
uzaklaştırır. Yolun hangi tarafına doğru gittiğine dikkat et!.."
"-Anlayamadım, hocam. Yani bütün sevgiler, aşklar,
insanı Allâh'a yaklaştırmaz mı?"
"-Hayır. Tam tersine... Birçok sevgi, insanın gözünde,
gönlünde bir kalın perde oluşturur ve doğruları görmeyi engeller. Evet,
Allah bu dünyada her şeyi çift yaratmıştır. Bu çiftler arasına bir
câzibe koymuştur. Yani Cenâb-ı Hak, kadınla erkek arasına da bir çekim
kuvveti koymuştur. Biz, buna "aşk" diyoruz. Bu da harama kaçmadan
olursa sevaptır."
"-Harama kaçmadan sevmek nasıl olur ki?"
"-Sevgi, çoğunlukla insanın elinde olmayan bir duygudur.
İffeti, yani nâmusu korumak ve günah olan işlerden kaçmak şartı ile
birisine karşı sevgi duymakta mahzur yoktur. Hatta iffetini koruyarak
sevgisini gizlemek çok sevaptır. Hadîs-i şerîflerde buyrulur ki:
«Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen
şehiddir.» (Hakim, Hatib)
«Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek,
sabredenin günahlarını, Allah Teâlâ affedip Cennetine koyar.» (İbni
Asâkîr)
Demek ki, dinimizde iffeti muhafaza etmek ve sevgisi
sebebiyle günah işlememeye sabretmek, çok sevaptır. Çünkü genel olarak
sevgi, insanı kör ettiği için, insanın kendisini günah işlemekten
alıkoyması zordur. Zor olan işleri başarmanın sevabı da büyük olur.
Başka bir hadîs-i şerifte de şöyle buyrulmuştur:
«Ümmetimin üstün olan kimseleri, aşk belâsına
mâruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir.» (Deylemî)
"-Hem âşık olup hem iffetimizi nasıl koruyacağız hocam!"
"-Hazret-i Mevlânâ -kuddîse sirruh- şöyle buyurmuş: «Şehvetle
aşkı birbirine karıştırma!..» Tam bugünleri anlatıyor sanki...
Günümüzde bütün televizyon dizileri, dinimizin «zina» dediği ve
yasakladığı her şeyi, «aşk» diye meşrûlaştırmaya çalışıyor. Günahlar,
sevgi-aşk suyuna batırılarak temizlenmeye, normal ve hatta gerekli
gösterilmeye çalışılıyor.
İnsanlar belli ölçüler içinde, tabiî ki birbirine ilgi
duyabilirler. Ama bu ilgi ve sevgi, evlilik ile taçlanmalıdır. Eğer
arada nikâh yoksa veya hiçbir şekilde nikâh imkânı bulunmuyorsa,
kalbimizi de, bütün âzâlarımızı da bu günah girdabından çekip
çıkartmamız lâzımdır. Sevgi, her yolu mübah kılmaz!.. Bütün âzâların
da, dilin de, gözün de, gönlün de hesaba çekileceğini unutmamalıdır.
Her organın, kendi cinsinden bir zinası vardır; gözün zinası bakmak,
elin zinası dokunmak, ayağın zinası da haram yerlere gitmektir. O hâlde
biz, aşkımızı, gönlümüzü temiz tutmak zorundayız."
"-Sevdiğimiz, evlenmek istediğimiz kişiye bakmayacak
mıyız hiç?"
"-Olur mu? Peygamberimiz, ashâbını evlenmeden önce
görüşmeye teşvik etmiş. Ama onun da belli şartları var. Kimsenin
olmadığı mekânlarda baş başa kalmamak, nikâh gerçekleşmeden el ele bile
tutuşmamak, gereğinden fazla konuşmamak gibi... Olur olmaz herkese uzun
uzun bakmak, erkekler için de, kadınlar için de bir "göz zinası"
demektir. Meselâ Peygamber Efendimiz, kendi yanında yetişen Hazret-i
Ali'ye:
«-Ey Ali, bakışı bakışa ekleme; zira ilki sendendir,
diğerleri ise şeytandandır.» buyurmuştur.
Günümüzde bazıları, yaptıkları bu hataya bir kılıf
bulmuşlar ve «Benim kalbim temiz! Benim kötü bir niyetim yok ki...»
diyorlar. Acaba bu kişiler, kalplerinin gerçekten Hazret-i Ali'den daha
temiz olduğunu mu düşünüyorlar, yoksa sadece kendilerini mi
kandırıyorlar?!"
"-Nereden nereye geldik..."
"-Gerçekten öyle... Bu aslında, öyle bir oturuşta
bitecek bir konu değil... Soruların çok güzel, konuyu açıyor; başka
başka mevzulara giriyoruz. Fakat bana söyleyeceklerimi de unutturuyor."
"-Kusura bakma, Sâcide Abla... Yüreğim kıpır kıpır...
Her şeyi bir an önce öğreneyim istiyorum. Mâlum acelem var da..."
"-Anladım, peki kim bu tâlihli? Ya da senin kalbini
çalan hırsız kim? Hiç bahsetmeyecek misin?"
"-Açıkçası her şey bugün başladı ve bir anda çok hızlı
ilerledi. Bugün tanıştık, bugün konuştuk ve randevulaştık, buluştuk.
Ama ben daha tam olarak kalbimde oturtamadım. Bana, âilemize uymayan
bazı durumlar var. Onun için şimdilik bu mevzuyu hiç açmamış olayım.
Yeri geldiğinde size daha geniş bilgi vereceğim, söz!.. Madem hep
sorularla kestim sohbetinizi, biraz sabredeyim de siz de
söyleyeceklerinizi tamamlayın."
"-Yok, aslında, demin dediğim gibi bu, hemen bitecek bir
konu değil. Fakat bu konuda söylemesem olmaz diyebileceğim birkaç husus
kaldı. Onları da özetleyeyim, istediğin yerden yine konuşuruz
Âmineciğim!.."
"-Buyur Sâcide abla, gençlik heyecanına ver."
"-Tamam, o zaman iyi dinle... Aşk nedir bilir misin?
Aşk, sarmaşıktır. Yani seven ve sevilenin birbiriyle bütünleşmesi,
aynîleşmesi; tek bir kalp, tek bir beden hâline gelmesidir. Aşk, "bir"
olma potasında erirken sevilen dışında her şeyi gözden düşürmeye
çalışmak demektir. Sonunda sevenin gözünde sevilenden başka kimse
kalmaz.
Tabiî, bu gönüllü değişim-dönüşüm esnâsında, seven,
sevdiği uğrunda sahip olduğu ve "benim" dediği her şeyden vazgeçmeye
hazırdır. Başka bir tâbirle, sevene hep fedakârlık düşer. Ancak
şaşırtacak bir husustur ki, seven, sevdiği uğruna çile çekmekten, bedel
ödemekten hiç şikâyetçi olmaz, olmamalıdır. Yoksa bu durum,
sevgisindeki samimiyete gölge düşürür.
Sevgiyi, iki gönül arasındaki bir cereyan hattına da
benzetebiliriz. Bu, iki şahsın gönülleri hâricindekine mahrem bir
sırdır. Gönül dünyalarında yaşadıklarını, hissettiklerini, birbirlerine
sessiz ve sözsüz konuştuklarını, yalnız ikisi bilir, yani seven ve
sevilen... Bunun dışında kalanlar için, sevgiden bahsetmek beyhûdedir.
O, ancak yaşayanın bildiği bir hâldir. Kısacası tatmayan bilmez.
İşin bir başka yönü de sevgi ve muhabbetin lâyıkıyla
dile getirilmemesidir. Zira bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Biraz önce de söylediğim gibi sevginin, yani muhabbetin
kaynağı ve yaratıcısı Cenâb-ı Hak'tır. Cenâb-ı Hakk'ın yaratıp
insanoğlunun yüreklerine yerleştirdiği en büyük ilâhî sermayelerden
birisi olan muhabbet, lâyıkına ve gerektiği nispette duyulduğunda
insanı yüceltir. Aksine lâyık olmayana ve aşırı derecede gösterilen
muhabbet de insanı alçaltır, çirkinleştirir. Meselâ sâlih zâtlara karşı
duyulan muhabbet, insanın mânevî derecesini yükseltip ona güzel ahlâk
ve alışkanlıklar kazandırırken, şerli kimselere duyulan sevgi de insanı
her adımda biraz daha fazla dünyevî ve uhrevî ateşlere yaklaştırır.
O hâlde mümin, bu muhabbet sermâyesini nerede ve nasıl
kullanacağını iyi idrak etmeli ve küllî irâdenin bu lütfunu, hoyratça
ziyan etmemelidir. Yoksa farkına varmadan çok büyük hüsrâna uğrar. Bir
Hak dostu, bu hususta şöyle buyurur:
"Allah Teâlâ, kullarına olan şefkat ve merhameti
sebebiyle onları kendi Zât'ına muhabbet beslemeye dâvet etti.
Kullarından nasipsiz olanlar, bu nîmetten mahrum kaldılar. Hak Teâlâ,
bu günâhın bir cezâsı olarak onları, gâfil kişilerin muhabbetine
giriftâr eyledi."
Gerçekten, Cenâb-ı Hakk'a muhabbetle bağlanmayanlar,
fânîlerin ve gel-geç sevdâların kölesi olmaktan kurtulamazlar.
Fânîleri, muhabbetin kaynağı olan Cenâb-ı Hakk'a tercih etmek ise, en
büyük ahmaklık ve aldanıştır. Kur'ân-ı Kerim, mü'minlerin Allâh'a olan
sevgilerini şöyle anlatır.
"...Îmân edenlerin Allâh'a olan muhabbetleri
ise, her şeyden daha şiddetli ve daha kuvvetlidir..."
(el-Bakara, 165)
Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hakk'a şöyle niyaz
etmiştir:
"Allâh'ım! Sana duyduğum sevgiyi, kendi canımdan,
âile fertlerimden ve serin sudan daha sevimli yap." (Tirmîzî,
Daavât, 72)
O hâlde sevgiden ve sevmekten murad, Allâh'ı ve O'na
götürecek şeyleri sevmektir. Allâh'ın sevdiğini sevmek, Allâh'a
sevginin bir işareti ve alâmetidir. Hatırlarsan, sohbetimizin başında
Peygamberimizi sevmenin ve hatta O'na tam anlamıyla itaat etmenin,
Allâh'ın sevgisine ulaşmak için şart olduğunu söylemiştim. Sözlerimi
bir cümleyle tamamlayacak olursam; "Sevgi, Allah'tandır; Allah
içindir ve Allâh'adır."
"-Hocam, madem bütün sevgiler Allah için, biz neden
Allah'tan başkalarını da seviyoruz ki... Allâh'ı hemen sevsek... Başka
varlıklara sevgi duymasak olmaz mı?"
"-Olmaz, her şey basamak basamak... Çocuk, önce doğar,
aylarca sırt üstü yatar. Sonra emeklemeye başlar, sonra yavaş yavaş
doğrulmaya, yürümeye ve koşmaya... Eğer doğrar doğmaz koşturmaya
çalışırsan, âzâları gelişmeden ona kalıcı zararlar verebilirsin.
Cenâb-ı Hak, bu kâinâtta her şeyi yavaş yavaş mükemmelleştirmeyi murad
etmiş. Hiçbir şey bir anda olmuyor. Kalbimizin büyük bir sevgi
maratonuna hazırlanabilmesi için, ufak ufak antrenmanlardan geçmesi
lâzım... Nasıl bir sporcu katılacağı yarışma için aylarca antrenman
yapıp vücudunu bu yarışa hazırlarsa, Allah ve Rasûlü'ne götürecek
sevgiler de kalbimizin, ilâhî aşka antrenmanıdır. Yani Leylâlardan
Mevlâ'ya ulaşabilmek için birer basamaktır. Ancak tekrar söylüyorum,
basamaklara takılıp kalmak yok!.. Vazgeçebilirsek, daha güzeline
kavuşacağız. Var olanla avunursak, mahrum kalacağız."
"-Hocam, bana müsaade... Çok vaktinizi aldım. Hakkınızı
helâl edin. Evden de bekliyorlar."
"-Peki, Âmine... Aslında bu saatte tek başına dışarı
çıkmasan daha iyi ya... Sen bilirsin."
"-Merak etmeyin, hocam. Biz alışığız!.."
Mağazadan aldığı çantaları ellerine aldı, kapıda Sâcide
Hanım'a sarılıp vedalaştı. Yola çıkar çıkmaz bir taksiyi durdurdu ve ev
adresini tarif etti. Bir taraftan bugün yaşadığı büyük değişiklikleri,
bir taraftan Sâcide Hanım'ın anlattıklarını düşünüyordu. Eve nasıl
geldiğini anlayamadı. Kapıyı çaldı. Annesi, kapıyı açar açmaz tatlı bir
sitemle:
"-Nerede kaldın, öldürdün bizi meraktan!..." diye
çıkıştı.
"-Anneciğim merak etme, Sâcide Hoca'daydım. Oturduk,
dertleştik!.." dedi.
"-İyi öyleyse, hadi geç, herkes uyuyor; ben bekledim
seni..."
"-Canım annem benim, gel bak, ben de sana ne hediyeler
aldım!.." diyerek içeri girdi.
Paketleri açtı, annesine aldığı hediyeleri verdi.
Kendine aldığı kıyafetleri de güzelce dolabına kaldırdı. Üstünü
değişti. Sonra yatmadan önce telefonuna bakmak aklına geldi, bu akşam
hiç çalmamıştı, hayret etti.
Bir de baktı ki, on beş cevapsız arama, yedi tane
mesaj... Şaşırdı. Telefon, sessizde kalmıştı. Kimlerin aradığına baktı
önce, Tuğçe, Reyhan ve Özgür... Birkaç arkadaşı daha... Ama en çok
Reyhan'la Özgür aramıştı. Merak etti. Mesajlara da bakayım, ondan sonra
ararım, zaten geç oldu, diye düşündü.
Reyhan'ın mesajlarına bakmaya başladı:
"Neredesin kız? Hepimiz seni bekliyoruz."
"Ne kadar nazlısın, telefonlarıma niye bakmıyorsun?
Bak, Özgür de geldi. Bora'lardayız. Muhakkak bekliyoruz, bahane
istemem!.."
"-Neden bu kadar sık aradıkları şimdi anlaşıldı." dedi
içinden... "Bu akşam, Boralarda parti vardı, unutmuşum... Ama ben de
çok yoruldum, şimdi oraya kadar gidip de sabaha kadar eğlenemem!..
Zaten çok yorgunum, yarın da işe gideceğim..."
Bir yandan da diğer mesajlara göz atıyordu; Özgür de
mesaj göndermişti. Onunkini de açtı:
"Hadi ama, özledim seni... Gelmiyor musun aşkım!..
Özgür"
Sadece ona cevap vermeye karar verdi:
"Çok yoruldum, eve geldim. Yarın görüşürüz. Âmine"
yazdı, mesajı gönderdi. Bir taraftan da Özgür'ün "aşkım" deyişi,
zihninde dönüp durmaya başladı. Kalbinin bir köşesi çok mutluydu, içi
içine sığmıyordu; diğer köşesi ise, "Dün bir, bugün iki... Ne bu hız?!"
diyordu. Bunları düşüne düşüne uyuya kaldı.
Huzur Sahilinde İnecek Var
Gecenin aslında ne kadar uzun olduğunu hastalar ve
dertliler en iyi bilir. Uyuyan bir insan, gecenin nasıl geçtiğini
anlamaz bile!.. Uyku, ne çok derde ilaç ve gece, ne çok sırra
perdedidir.
Âmine de derin bir uykunun kollarında günün bütün
yorgunluk, endişe ve stresinden kurtulmuş, bambaşka bir âleme yolculuk
etmekteydi. Kendisini rüyalar âleminde buldu. Ufak tefek birçok rüya
gördükten sonra, bir rüya, sanki bütün gecesini kapladı.
"Kıyamet kopmuştu. Herkes toplanmış, büyük bir
meydanda bekleşmekteydi. Her yer insandı. Herkes, "Şimdi ne olacak?"
diye bekleşirken amel defterleri açılmaya başlandı. Etrafında pek çok
tanıdık vardı. Arkadaşları, âilesi ve tanıdığı insanların sesleri...
Ama herkes kendi derdi ile meşguldü; kimsenin kimse ile uğraşacak ne
vakti, ne yüzü vardı.
Melekler, her bir insanın başucuna gelip amel
defterlerinde yazanları sormaya başladılar. Yenilen içilen, giyilen,
yapılan her şeyden sorguya çekiyorlardı. Şu yemeği yedin, doymadın mı?
Onun üstüne neden şunu da yedin, bunu da yedin? Yediğin bunca şeyin
parasını nasıl kazandın? Bunları hangi parayla aldın? Helâl miydi,
haram mıydı? İnsanlar, bunları duydukça çığlık çığlığa ağlıyorlar,
sızlıyorlar.
Daha sonra gardroplar açılıyor ve birbir kıyafetler
ortaya dökülüyor. "Bu kıyafeti aldın, neden aldın? Örtünmek için mi?
Peki bunu niye aldın, şunu niye aldın? Sen bilmiyordun bunların her
birinden hesaba çekileceğini? Bunları hangi parayla aldın, helâl mi,
haram mı? İhtiyacından fazla olan her şeyin israf olduğunu bilmiyor
muydun? Bak, şu senin komşun, açlıktan kıvranıyor. Çocukları, senin
evinin iki sokak üstünde, açlıktan uyuyamıyor. Sen bir kere olsun,
kapılarını çaldın mı? Şu kıyafetini almak için kaç mahalle, kaç mağaza
dolaştın!.. Ya o komşunu bulmak için hiç gayret gösterdin mi?"
Sıra, Âmine'ye geliyor. Pek çok sorular soruyorlar.
O da kan-ter içinde... Bir soruya cevap veriyor, peşinden ikincisi...
Ona cevap veriyor, bu sefer üçüncüsü... Âmine, bir ara "Amel defterimde
hep günahlar kalmış; benim sevaplarım nerede? Abdestimiz vardı,
namazımız vardı, okuduğum Kur'ân'lar vardı? Onlar nerede?"
Melekler, "Eğer siz gerçekten o ibadetleri ihlaslı
bir şekilde yapsaydınız, sevaplarınız, namazlarınızı kabul olunurdu!..
Allâh'ın sizin gönülsüz yaptığınız ibadetlere ihtiyacı yok!.." diyorlar.
Âmine, bu cevap üzerine kendisini tutamıyor, hüngür
hüngür ağlıyor.
Hesabı tamamlananların sevap ve günahları, mizanda
tartılmaya başlandı. Günahları ağır gelenler, kıvranmaya başladılar. O
dehşet içerisinde, kendilerini cehennemden kurtaracak birilerini
aramaya başladılar. Ama herkes aynı dertle muzdaripti. O an, bir grup:
"-Bizi, buradan sadece Peygamber Efendimiz
kurtarabilir!" dedi. Ve hep birden seslenmeye başladı:
"-Yetiş yâ Rasûlallah, kurtar bizi!..."
Bir ses yankılandı:
"-Siz, dünyadayken benim sünnetlerime ne kadar
uydunuz? Onları ne kadar hayatınıza tatbik ettiniz? Bana ne kadar
salavât getirdiniz ki, şimdi ben de sizi burada hatırlayayım?"
Bunun üzerine insanlar, hemen salavât getirmeye
başlıyorlar. Çığlık çığlığa ağlamalar yükseliyor. Bu esnada bir ses
daha duyuluyor:
"-Artık çok geç!.. Buradaki salavâtlarınız artık
bana ulaştırılmaz. Onu dünyadayken yapacaktınız!.."
İnsanlar, nâçâr, feryat ve figanları âdeta göklere
yükseliyor. Âmine de Fâtiha sûresini okumaya başlıyor."
Âniden gözlerini açtığında terden yastığı ıslanmıştı.
Rahatladı. Hepsi rüyaymış diye sevindi. Dilinde Fâtiha sûresi... Kendi
kendine okumaya devam etti. Yatakta sırt üstü çivilenmiş gibi
duruyordu. Uzun müddet yerinden kıpırdayamadı. Bu, nasıl bir rüyaydı?
Kendisini ne kadar çok içine çekmişti. Sanki her şeyi o an, bizzat
yaşamış gibiydi. Doğruldu. Lavaboya gitti. Abdestini aldı ve namaz
kılmaya başladı. Namaz kıldıkça rahatlamış ve içine huzur dolmuştu.
Ellerini kaldırdı ve duâ etmeye başladı:
"-Evet, benim âdil bir Rabbim var. Yaptıklarımızın
hepsinin hesabını soracak... Ama aynı zamanda ihsan sahibi ve
merhametli benim Rabbim!.. Yâ Rabbi, affet beni... Gâfilâne yaşadığım
hayat için affet. Senin yolundan uzak geçirdiğim ömrüm için affet...
Bilmeden yaptıklarım için affet... Bana hayırlı bir hayat, hayırlı bir
iş, hayırlı bir kazanç ve hayırlı bir eş nasib et!.. Ömrümün bundan
sonraki günleri, ilk günlerinden daha hayırlı olsun. Ölümüm,
hayatımdan; âhiretteki hayatım da dünyada geçirdiğim hayattan daha
hayırlı olsun. Madem beni seçtin, huzuruna kabul ettin, bana bunları
söylettin; beni de affet. Huzuruna kabul et. Günahlarımı ört,
sevaplarımı arttır. Sana giden yolları bana kolaylaştır. Bana, Sana
ulaşacak hayır kapılarını aç. Benden râzı ol yâ Rabbi!.. Benden râzı ol
yâ Rabbi!.. Benden râzı ol yâ Rabbi!.."
* * *
Kalktı, işe gitmek üzere hazırlandı. Kalbi, pır pır
atıyordu. Gece görmüş olduğu rüyanın tesirinden daha kurtulamamıştı.
Artık hayatına, kıyametin gölgesi düşmüştü. Kahvaltısını yaptı. Yola
çıktı.
İşyerine vardığında arkadaşları yeni yeni geliyordu.
Birkaç tanesi, Âmine'yi görünce takıldı:
"-Akşam ne eğlendik ama... Parti için özel dj'ler
tutmuşlar; canlı müzik de vardı. Sınırsız içecek, sınırsız eğlence...
Ah Âmine, sen de gelmeliydin. Çok şey kaçırdın, çok!.."
Âmine, onlara cevap vermedi. Ama kendi içinde de bir
türlü karar veremiyordu. Hayatı, cennet ile cehennem arasında gibiydi.
Akşam bambaşka duygular içindeydi, sabah başka duygular... Sâcide
Hanımla beraberken bambaşka âlemlere dalıyordu, arkadaşlarıyla
beraberken başka... Sanki iç dünyasında iki ayrı kişilik vardı. Bir
tarafı, mânevî âlemlerde kanat çırpmaya meyilliydi, öbür tarafı ise
dünya hayatına, oyun ve eğlenceye... Her biri, kendisini bambaşka
taraflara sürüklüyordu. Âdeta içinde bitip tükenmeyen bir savaş var
gibiydi. Ama gücü, her geçen gün tükeniyordu. Bir tarafı seçmeliydi.
Tarafsız kalmak da, her iki tarafı birden memnun etmek de çok zordu.
Mesâî başladı. Arkadaşlarının hemen hepsi gelmişti. Ama
Tuğçe ile Reyhan yoktu. Tuğçe neyse de, Reyhan'ın gelmemesine içten içe
sevindi. Şimdi gelir gelmez kendisini fırçalar, "Neden gelmedin, çok
bekledik, ne kadar da nazlıymışsın!" deyip dururdu. Sabah sabah onun bu
iğnelemelerini kaldıramazdı.
Birkaç saat geçince dayanamadı, partiye giden
arkadaşlarının yanına gitti ve Tuğçe ile Reyhan'ı sordu. Onlar da:
"Aman boş ver onları... Biz gece ikiye kadar oradaydık.
Sonra izin aldık, ayrıldık. Onlar eğlenceye dalmışlardı. Herhalde
sabaha kadar eğlenmişler, sonra da kalkamamışlardır." dediler.
Rahat bir nefes aldı. Yerine geçti ve çalışmaya devam
etti. Saat on bire geliyordu. Bankanın personel şefi Âdem Bey,
yanlarına geldi ve Tuğçe ve Reyhan'ı sordu. Arkadaşları da dün akşam
olan bitenlerden bahsedip onlar adına biraz müsamaha istediler.
"Biz, onların işlerini de idare ederiz, siz merak
etmeyin." diye rica ettiler.
Âdem Bey, biraz sitem etti, ama:
"-Eğer öğleye kadar burada olmazlarsa, karışmam!.. Gelir
gelmez onları odamda görmek istiyorum." demeyi de ihmal etmedi.
Onlar da hemen telefonlara sarıldılar. Ne Tuğçe'ye, ne
Reyhan'a, hatta ne de Özgür'e ulaşabiliyorlardı. Âmine, arkadaşlarının
birbirlerine karşı gösterdiği sahiplenmeyi ve Âdem Bey'in bu konudaki
anlayışına biraz şaşırmış, biraz da içerlemişti. Beş dakikalık bir
namaz molası için bin dereden su getiren bu adam, şimdi saatleri bulan
bu durum karşısında oldukça anlayışlı ve olgun davranıyordu.
Öğlen olmuş, paydos verilmişti. Ama Tuğçe ve Reyhan'dan
haber yoktu. Âmine, alıştığı üzere alt kata inip izbe hademe odasında
namazını kıldı. Sonra dışarıya çıktı ve arkadaşlarıyla buluştu. Oturup
yemek yemeye başladılar. Derken arkadaşı Hayat'ın telefonu çaldı. Sabit
bir numaradan arıyorlardı. Hayat, merakla telefonu açtı ve:
"-Sen miydin Reyhan, meraktan öldük!.. Nerelerdesin?"
diye sordu.
Bir anda herkes dikkat kesilmişti. Hayat'ın ses ve
mimikleri gittikçe değişmeye, yüz hatları gerilmeye başlamıştı. Sık sık
ve kesik kesik:
"-Gerçekten mi? Özgür mü? Tuğçe de mi sizle? Biz ne
yapabiliriz? Annenlerin haberi var mı? Tamam, bankayı sen merak etme...
Biz de mesai çıkışında geliriz..." diyordu. Yüzünün rengi atmıştı.
Masadakilerin hepsi önemli bir şeyler olduğunu
anlamışlardı. Meraklı gözlerle Hayat'a bakıyorlardı. Hayat, dudaklarını
kemire kemire, sâkin davranmaya çalışarak anlattı.
"-Gece biz ayrıldıktan sonra, asıl âlem başlamış. Özgür,
daha önce biraz kokain getirmiş partiye... Üst katta, masayı
hazırlamışlar, birer-ikişer demlendikleri esnada evi polis basmış.
Onlar, ellerindekini saklayamadan hepsini birden yakalamışlar. Gece
yarısından beri nezarettelermiş. Aslında Emniyet, uzun süredir Özgür'ü
takip ediyormuş. Nöbetçi savcıya ifade vermişler."
"-Kimleri içeri almışlar?"
"-O esnada evde kim varsa, hepsini... Ama Özgür ve Bora,
baş şüpheli..."
"-Özgür'ü anladık da Bora'nın ne suçu varmış?"
"-Ev, onların evi ya... Partiyi o düzenlemiş. Herhâlde
onun için..."
"-Tuğçe ile Reyhan da orada mıymış?"
"-Evet, onlar baskın esnasında alt katta
eğleniyorlarmış. Fakat polis, ifadeleri alınıncaya kadar kimseyi
serbest bırakmamış. Belki akşama doğru salacaklarını söylemişler."
Masaya büyük bir sessizlik düştü. Herkes düşüncelere
daldı. Âmine, üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi. Eğer akşam Sâcide
Hanım'a değil de, Özgür'le beraber Bora'lara gitmiş olsaydı, büyük
ihtimalle şimdi kendisi de nezarette olacaktı. Allah, onu korumuştu.
Yemeğin tadı-tuzu kalmamıştı. Zorla masadakileri
yediler. Hesabı ödeyip düşünceler içinde işyerlerine döndüler. Hiç
birisinin yüzü gülmüyordu. Hayat:
"-Ben Âdem Bey'le görüşür, ona bilgi veririm. Merak
etmeyin." dedi.
Hepsi masalarına dönmüş, işlerine başlamışlardı. Böylece
bir-iki saat geçti. Bir ara arkadaşları, Âmine'ye kaş göz işareti
yaptılar. Onun bankosunun önünde sahipsiz bir bavul durduğunu fark
etmişlerdi. Kapıdaki güvenlik görevlisine de dâhilî telefonla haber
vermişler, o da bankanın içindekileri ve personeli boşaltmaya
başlamıştı. Âmine de el çantasını alıp alelacele dışarıya çıktı.
Bankanın içinde kimse kalmamıştı. Polis de olay yerine intikal etmiş ve
bir güvenlik çemberi alınmıştı. Bomba imha ekipleri bekleniyordu. Çok
geçmeden onlar da geldi. Herkeste büyük bir panik vardı. Kimse ne
yapacağını bilemiyordu. Polis, kalabalığın uzaklaştırılmasını istedi. O
sırada Âdem Bey, personelin bugün için izinli olduğunu bildirdi.
"-İsteyen gidebilir." dedi.
Âmine, büyük bir keşmekeşin içine düşmüştü. Bankada
belki bomba vardı, belki yoktu. Ancak Âmine'nin iç dünyasında birbiri
ardınca bombalar patlayıp duruyordu. Füsun'un vakitsiz (!) ölümü,
ardından iç dünyasında yaşadığı bocalamalar, hayattan kopuşu... Sonra
Sâcide Hanım'la tanışması, yepyeni bir hayatın pırıl pırıl akisleri...
Yıllardır "vur patlasın, çal oynasın" türünden delicesine geçirdiği bir
gençlik devresi ve onun alarm veren sonu... İş ve eğlence
arkadaşları... Çevresi, dostları, annesi-babası...
"-Nereye gidiyorum ben?" diye bir kere daha düşündü.
Ayaklarını kendi hâline bırakmıştı. Bir minibüse bindi.
Parayı uzattı. Minibüsçü:
"-Nereye?" diye sorunca:
"-Eyüp." dedi.
Neden bu minibüse binmiş, niye Eyüp Sultan'a gidiyordu.
Hiç düşünmedi. Zaten kafasında bin türlü düşünce cirit atıyordu. Daha
dün, Özgür'le bir kafede oturmuşlar, uzun uzun sohbet etmişler; âdeta
geleceğin provasını yapmışlardı. Bu muydu kendisine âşık olduğu Özgür?
Kendisini seven, kendisine hediyeler gönderen Özgür bu muydu? Böyle
birisiyle nereye kadar birlikte olabilirdi? Şıpsevdi, zengin mi zengin,
ama uyuşturucu mübtelâsı... Bugün beni ölesiye sevdiğini söyleyen bu
adam, yarın kiminle birlikte olabilirdi?
Nasıl bir işyerinde çalışıyordu? Buradaki insanların
öncelikleri nelerdi? İbadet olunca lüzumsuz, fuzûlî; oyun-eğlence
olunca, işte hayat!..
Kafası patlayacak gibiydi. Sâhili görünce, minibüsçüye
"İnecek var" dedi ve hemen atladı aşağıya... Derin bir nefes aldı.
Denizin, yosunların kokusunu içine çekti. Nereye kaçıyordu, kimden
kaçıyordu. Aslında kendisinden kendisine kaçıyordu. Büyük bir çalkantı
yaşıyor; doğru bildiklerini, doğru zannettiklerini ölçüp biçiyordu.
Hayatının aslında ne kadar boş geçtiğini düşündü. Saatine baktı, ikindi
ezânı okunmak üzereydi. Abdesti de vardı. Eyüp Sultan Câmii'ne doğru
yöneldi. O sırada ezân başladı. Ezân, Allâh'a dâvet ediyor; Âmine de
koşar adım Allâh'ın dâvetine icabet ediyordu.
* * *
Namazını kıldı. Bir anda Sâcide Hanım'la görüşmek
istedi. Hem olan biteni onunla konuşmak, hem içindeki fırtınaları bir
nebze olsun dindirmek istiyordu. Telefonu çıkardı ve aradı. Sâcide
Hanım, her zaman ki gibi:
"-Buyur Âmineciğim." diyerek telefonu açtı.
"-Sizinle âcilen görüşmem lâzım." dedi.
Sâcide Hanım şaşırmıştı:
"-Bir şey mi oldu? diye sordu.
"-Önemli bir şey yok. Ama görüşmemiz lâzım."
"-Neredesin?"
"-Eyüp Sultan'dayım."
"-Ben birisiyle görüşmeye gidiyorum, istersen sen de
gelebilirsin. Vaktin var mı?"
"-Aslında sizinle baş başa konuşmak istiyorum, ama...
Vaktim bol."
"-Merak etme, pişman olmayacaksın. Bekle, ben Eyüb'e
geleyim. Oradan birlikte gideriz."
"-Tamam, bekliyorum."
Çok geçmemişti ki, telefonu çaldı. Elini çantasına
götürürken:
"-Ne çabuk geldi." diye düşündü.
Arayan Hayat'tı.
"-Ne oldu Hayat?"
"-Merak etme, bankadaki bavul boş çıktı. Biz şimdi,
arkadaşlarla toplandık, Emniyet'e gidiyoruz. Sen de gelmek ister misin?"
"-Kusura bakmayın. Çok yorgunum, bir de randevum var.
Oraya vardığınızda beni çaldırırsınız. Telefonda da olsa geçmiş olsun
dileklerimi iletirim. Tuğçe'ye de, Reyhan'a da selâm söyleyin."
"-Özgür'e?"
"-Şimdilik ona bir şey söylemeyin. Sonra ben yüzyüze
konuşurum."
"-Okey, görüşürüz."
"-Tamam, görüşmek üzere..."
Tam telefonu kapattı ki, bu sefer de Sâcide Hanım
çaldırmaya başladı. Telefonu açtı, yerini tarif etti. Buluştular.
Sâcide Hanım, çok heyecanlıydı:
"-Seninle uzun zamandır birisini tanıştırmak istiyorum."
dedi.
Bu sefer Âmine şaşırmıştı.
"-Kim?"
"-Gördüğünde şok olacaksın. Tanıdıkça çok sevecek ve
hayata çok farklı bir gözle bakacaksın."
"-Gerçekten merak ettim. Ama kopya vermek yok mu?"
"-Aslında medyadan, magazinden tanıdığın bir kimse
değil... Kendi hâlinde, evinden dışarı çıkmayan birisi... Hatta
odasından çıkmayan, yatağından bile kalkamayan bir kimse... Fakat
Allah, ona diğer insanlara vermediği öyle nimetler vermiş ki... O da
bunların kıymetini çok iyi bilen bir insan..."
"-Bilmece gibi konuşuyorsun Sâcide Abla. Biraz
açıklayabilir misin?"
"-Hadi, şu otobüse binelim de yolda anlatayım sana..."
Otobüse bindiler. Pek kimse yoktu. Arka koltuklardan
birisine oturdular. Sâcide Hanım, anlatmaya başladı:
"-Adı Züleyha... Gençlik çağına kadar, her genç kız gibi
koşmuş, oynamış. nişanlıyken bir imtihan gelmiş başına... küçük bir
kaza sonucu, boynundan aşağısı felç olmuş. O, feryat-figan etmek bir
tarafa, «Bu benim Rabbimden gelen bir nimettir. Başkasına değil de bu
nimetine bana nasip eden Rabbime şükürler olsun!..» demiş birisi... O
sabredip hâline şükrettikçe Allah ona, yattığı yerden birçok perdeler
kaldırmış. Onun gönlüne muhabbetini yerleştirmiş. O bunlara ulaştıkça
daha çok şükretmiş, daha çok sabretmiş. Tam yirmi yedi yıldır
yatalak... Ama onu tanıdıkça bir türlü karar veremeyeceksin; o mu
mutlu, biz mi? Benden şimdilik bu kadar..."
"-Sen onunla nasıl tanıştın?"
"-Aslında bu da tamamen Allâh'ın lütfu... Bir arkadaşım
koluma girdi ve beni götürdü. O gün bugün sık sık ziyaretine giderim.
Bugün de senin nasibin varmış. Sen, telefonda âcilen görüşmemiz lâzım
demiştin; hayırdır bir şey mi oldu?"
"-Sorma!.. Bugün çok acayip bir gün geçirdim. Hani akşam
bahsettiğim birisi vardı ya, «gâliba birisine âşık oldum» dediğim... O,
şu an emniyette... Akşam, arkadaşlarla bir partide kokain çekerken
yakalamışlar. Sabah onun şokunu yaşadık. Sonra da bankada bir bomba
paniği yaşandı, herkese bugün erken izin verdiler."
"-Desene, hayatının bombaları peşpeşe patlamış."
"-Gerçekten öyle oldu."
"-Allah, seni bu iki bâdireden de kazasız belasız
kurtarmış. Allâh'ın sevgili kuluymuşsun. Aslında Rabbimiz, her kulunu
ayrı ayrı sever. Her kulunun kendisine dönmesini, kendisini
hatırlamasını ister. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor; «Kulunun
tevbe etmesinden dolayı Allâh'ın duyduğu hoşnutluk, sizden birinin
ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu sevincinden çok daha fazladır.» Bir
çölde, bütün su ve erzakının üstünde olduğu deveyi kaybeden kimse nasıl
üzülür ve sonra devesini bulduğunda nasıl sevinirse, aynen öyle...
Demek ki, Rabbimiz, hiçbir kulundan vazgeçmiyor. Her birinin kendisine
dönmesini, kendisini bulmasını istiyor. Ama önce kul, iradesini ortaya
koyacak... İlk adımı kul atacak..."
"-Neden ilk adımı kul atacak?"
"-Allah Teâlâ, insana, temiz bir fıtrat vermiş. Devamlı
kuzeyi gösteren pusula gibi, insanın fıtratı da hep iyiliklere ve
iyilere meyleder durumda... Buna ilâveten bir de akıl ve irade vermiş.
Kul, bu ikisinin hakkını vererek Allâh'a dönecek... Eğer Allah,
kullarını, kendine kulluk etmeye mecbur etseydi, aklın, iradenin ve
dolayısıyla insanın şerefi kalmazdı. İnsan, Allâh'a ulaşmak için
geçtiği engeller kadar yücelir. Bir hadîs-i kutsîde Cenâb-ı Hak şöyle
buyuruyor: «Kul, Allâh'a bir karış yaklaştığında Allah, ona bir
adım yaklaşır. Bir adım yaklaştığında, Allah ona bir kulaç yaklaşır.
Kul yürüyerek giderse, Allah Teâlâ ona koşarak gider.» Sen, hayatında bir
değişiklik yapmaya niyet ettin. Allâh'a doğru adımlar attın; Allah da
seni, farkında olmadığın birçok musibet ve belâdan muhafaza etti ve
ediyor. Sen, Allâh'a giden yolda adımlarını sıklaştır; Allah da
kendisine giden kapıları birbiri ardınca açsın, Âmineciğim..."
"-Sâcide abla... Size ne diyeceğimi, nasıl teşekkür
edeceğimi bilemiyorum."
"-Olur mu Âmineciğim... Biz, bugüne kadar sana
ulaşamamak borcumuzu nasıl ödeyeceğiz, onun vebâlinden nasıl
kurtulacağız, onu bilemiyorum. Bak, ineceğimiz durağa da geldik. Hadi
bakalım hayırlısı... Allah, bize burada ne gibi kapılar açacak
bakalım... Bismillah..."
Benim Cennetim Sensin
Bir süre sessizce yürüdüler. Sacide hocahanım,
Âmine'nin sessizliğinden ürktü. Acaba gelmek istemiyor muydu? Ya da çok
mu acele ediyor, onu çok mu zorluyordu? Âmine'ye durmadan nasihat
ediyordu. Kızcağız kendisini iyice günahkâr ve işe yaramaz hissetmeye
mi başlamıştı? Daha fazla dayanamayıp:
"-Âmineciğim, biraz durgunlaştın. Sürekli vaaz edip
durdum, bunalttım galiba seni..."
"-Hayır, hayır!.. Dalmışım. Hayat sürprizlerle doludur
demiştiniz, hocam... Sessizce yürürken gözüm rengârenk donatılmış
vitrinlerde, ama aklım tanışacağım kişiyle meşgul! Hayatın
sürprizlerini düşünmeye çalışıyorum. Her şey ne çabuk gelişiyor. Daha
önce yan yana yaşadığım insanların, aslında ne kadar farklı dünyalarda
olabileceğini görüyorum. Sâcide Abla, arkadaşınız nerden tanışmış
Züleyha hanımla?"
"-Onu da çok değer verdiği bir hocası yönlendirmiş.
Hatta «Kızım, yaşayan bir Allah dostu ile tanışmak istersen git tanış
ve duâsını al!» demiş. Onun vesilesiyle biz de tanıştık... Evi, zaten
tekke gibi... Duâ almak isteyen, dertlerine teselli bulmak isteyen
kimselerle dolup taşıyor. Gönül aynasını sabırla, şükürle parlatmış
birisi... Allah kendisine mânâ âleminin sırlarından bazı perdeleri
kaldırarak seyrettirmiş... Hapishânelerden mektuplar alıyor; o da o
mektuplara cevaplar yazdırıyor. Onları doğru yola, tevbeye, sabra
yönlendiriyor. Polisinden doktoruna, ev hanımından siyasetçisine kadar
birçok kişi onunla tanışabilmek ve duâsını almak için ziyaret ediyor."
"-Ben de iyice merak ettim hocam!"
"-Şimdi merakın geçer, bak geldik."
Zile bastılar. Kapıda güler yüzlü bir hanım, karşıladı
onları ve içeriye buyur etti.
Küçük bir ev, kapının karşısında bir oda... Pencerenin
önünde bir yatak, yeşil örtüler içinde gülümseyen, huzuru yüzüne
yansımış zayıf bir abla... Felçli olduğunu bilmeyen birisi, gülen
yüzünden grip olmuş da yarın kalkacak bir hasta zanneder. Yirmiyedi
senedir yatan birisi, nasıl bu denli mutlu olabilir?! Müşfik bir sesle
irkildi Âmine...
"-Buyurun, kimler gelmiş, gel Sâcidem, gel! Özlemiştim
seni..."
Sâcide hocahanım:
"-Ben de sizi özlemiştim, Züleyha ablacığım! Size bir
arkadaşımı getirdim. Âmine!"
"-Gel bakalım, güzel kız? İsmin de ne güzelmiş!"
Âmine eğilip elini öpmek istedi. Züleyha Ablanın eline
uzandığında parmaklarının içe dönmüş olduğunu gördü. Elini, renkli
kurdelelerle bağlamışlardı. Herhalde iyice bükülmesin diye üstüne de
fiyonk bağlamışlar... Âmine ne yapacağını bilemeyince, Züleyha hanım;
"-Onlar benim nişan yüzüklerim, şaşırdın mı? Gel öpeyim
seni!.." dedi.
Âmine, Züleyha Hanım'ın boynuna sarıldı. Çok güzel
kokuyordu. Halbuki bir akrabası da felçli ve yatalaktı. Hep ilaç
kokardı. Ayrıca çok mutsuz ve hâlinden hep şikâyet ediyordu. Bırakın
sarılmayı, rahatsız ederiz korkusuyla kimse yanına yaklaşamazdı. Aynı
yolun yolcusu iki kişinin imtihanları zâhiren aynı, ama bu imtihana
karşı takındıkları tavırlar, yer ile gök arası kadar farklı idi.
Züleyha Abla, aynı müşfik ses tonuyla seslendi:
"-Şöyle karşıma oturun, gözlerinizi göreyim. Geceleri,
Rabbime duâ ederken hep gözler aklıma gelir. «Rabbim, o kardeşimi sen
aklıma getirdin. Demek ki gönlündeki muradı kabul etmek istiyorsun,
benim dua etmem için aklıma getirdin.» diye düşünür ve o kardeşlerime
duâ ederim."
Sacide hocahanım ve Âmine, Züleyha hanımın ayak ucundaki
kanepeye oturdular. Daha sohbete başlayamamışlardı ki, bu sırada kapı
zili çaldı. Züleyha hanım:
"-Bir kolejden kızlar ziyaretimize gelecekti,
onlardır..." dedi.
İçeriye onyedi-on sekiz yaşlarında olan, yaklaşık yirmi
kişilik bir grup girdi. Âmine, içinden "Eyvah, bu kadar kişi bu küçücük
odaya nasıl sığar?" diye düşünürken Züleyha hanım, gelen genç kızlarla
tek tek ilgileniyor, hepsinin ismini sorup hepsini öpüyordu. Selâmlaşma
faslından sonra herkes yerleşti. Gencecik gözler, merakla Züleyha
hanıma odaklanmıştı. Anlaşılan onlar da ilk defa geliyorlardı. Âmine,
büyük ve tuhaf bir merakla, olayları akışına bırakmıştı.
Züleyha hanım:
"-Evet, kızlarım benim ziyaretime gelip beni
ikrâmlandırdığınız için çok teşekkür ederim. Çok güzel bakıyorsunuz,
Rabbim hepinizi ne güzel yaratmış! Züleyha ablanız, size ne anlatsın?"
diye sordu.
Kızlardan biri çekingen bir edâ ile:
"-Züleyha ablacığım, hocamız bize sizden bahsetti, ama
ben sizden de duymak istiyorum. Kaç yaşında rahatsızlandınız, nasıl
sabrettiniz? Mutluluğun anahtarını nerde buldunuz?" dedi.
Züleyha hanım:
"-On yedi yaşımdayken küçük bir kaza sonucu, boynumdan
aşağısı felçli duruma geldi. Bu, birazcık başkalarının canını yakabilir
diye söylemekten çekiniyorum. Çünkü o kazaya küçük bir çocuk sebebiyet
verdi, daha doğrusu aracılık etti. Sebep oldu demeyelim, Rabbimin de
yazdıkları vardı, muhakkak!.. O yazdıklarının bir şekilde olabilmesi
için bazı aracılar olması lâzımdı. O yavru aracılık etti. Hâlbuki
kendisini suçlu hissetmesine gerek yok!.. O olmasaydı, başkası aracılık
edecekti. O yüzden bu kısmı, kazâ diyelim geçelim. Bizden sebep, kimse
kendisini üzmesin ve suçlu hissetmesin. Eğer biz bu durumda olacaksak,
bahane Rabbime çook!.. Hiçbir bahane olmadan da verebilirdi. Çünkü daha
doğmadan kaderimiz yazılıp çizilmiş, bu bize Rabbimiz'in nasibidir.
Bize hayırla gelen bir hediyedir. Hakikâten bu, Rabbimin bana on yedi
yaşımda verdiği en güzel hediyesidir. Rabbim, beni oturttu yavrularım:
«-Kulum, sen otur.» dedi.
Elhamdülillah, ben de oturuyorum, şükürler olsun. Belki
on yedi yaşımıza kadar Müslüman'dım tabiî, emir ve yasaklarına uymaya
çalışıyordum. Ama on yedi yaşımdan sonra Rabbimle aramda öyle bir
muhabbet, öyle bir güzellik başladı ki, benim hayatım oldu!..
Ömrümün en güzel sekiz yılını, hiç kıpırdamadan
hastanede geçirdim. Sekiz yıl, bir hastanede yatılır mı? Dümdüz bir
yatakta, tavana bakarak, boynumu bile kıpırdatmadan geçen yıllar... En
sevdiğiniz yemekleri yiyemiyorsunuz, dümdüz yattığınız için
yutamıyorsunuz, boğazınızdan geçmiyor.
Buradan çıkıp eve gittiğinizde, Züleyha teyzenizi
anlamak için bir yatakta, yastık olmadan dümdüz ve hiç kıpırdamadan
yatın. Burnunuz kaşınsa bile kaşımayacaksınız, teriniz aksa da
silmeyeceksiniz, kaşınınca kaşımadan durmak... Kolay bir iş değil!
Nedense Allah bana hiç «Ben niye buradayım, neden ben?» dedirtmedi.
Allah, bana, "neden" ve "niçin" dedirtmedi, elhamdülillah!.. Bunları
bana acımanız için, "vah vah" demeniz için de anlatmadım. Birileri
yatacak! Birileri bana bakacak da elindeki Rabbimin verdiği nimetlerin
farkına varıp şükredecek!
«Yâ Rabbi, beni yatırdın, ne olur birileri bana bakıp
Sana şükretsin!.. Züleyha, Senin için bir şey yapamıyor, ama en azından
Sana şükre vesile eyle!» diye duâ ederim.
Ablam bana, "Hayatın boyunca hep verdin." dedi. Vermek o
kadar güzel bir şey ki, en güzel duygu... Hep Allah için verelim.
Ben bu imtihan sayesinde çok ikrâmlara nâil oldum. Bir
gün doktorum, dolapları üst üste koymuş.
"-Ne yapıyorsunuz?" diye sordum merakla...
"-Sen yatmaktan sıkılmışsındır, bu dolapların üstüne
televizyon koyacağım." dedi.
Ben de yattığım yerden onu seyredecekmişim.
"-Gerek yok." dedim. "Gerçekten gerek yoktu da...
Rabbimin bana sunduğu manzaralar karşısında hiçbir şeye gerek yoktu.
Siz teslim olursanız, Allah size neler seyrettirir neler?! Züleyha, o
ikram karşısında, neyi olsa verirdi. O manzaralar karşısında, dünyaları
verseler, siz olsanız da aslâ kabul etmezsiniz. Rabbim, bizi bir
terbiyeye soktu. Orada hakîkaten gerçek mânâda kulluğa hazırlandığıma
inanıyorum. Orada aylarca, sadece tavana baktım. Zannettiler ki, orada
sadece tavanı seyrettim. Yürekten söylüyorum, gönül eğer Rabbi ile
birlikteyse, eğer O'nu anarak bir ömür geçiriyorsa, o herkese tavan
gözüken yer; size inanılmaz manzaralar, inanılmaz güzellikler açar. Ben
o tavanı, şimdi bulsam da öpsem... Allâh'ım! Ama bir defa değil, böyle
aylarca, altı defa yaşadım bu olayı... Yani sekiz ay yattım da
kurtuldum değil!
Burada neyi öğretti Rabbim; kuluna sabrı öğretti, onu
terbiye etti. Ve verdiklerinin aslında ne kadar değerli olduğunu
öğretti. Anladım ki, elimiz, ayağımız hakikaten çok değerliymiş.
Geçen de misafirlerimden bir kardeşimiz:
"-Bizim boğaz manzaraları görünen, güzel bir evimiz var.
Biz bu evi size hediye etmek istiyoruz. Hem çok geniş, misafirlerinizi
kolaylıkla ağırlarsınız!" dedi.
Ben:
"-Rabbim, Sen Züleyha'ya ne demek istiyorsun? Benim
manzaralarım bitti mi demek istiyorsun. Artık cennetini göstermeyecek
misin? Bunun için bana boğazı mı teklif ediyorsun?!" dedim. "Ben,
Senden ayrılmak istemiyorum. Benim ne işim olur boğazla? Benim tek
tercihim, Sensin. Benim cennetim Sensin, ey Rabbim!" dedim.
Bütün misafirler, gözyaşları içinde dinliyorlardı.
Âmine'nin içinde de fırtınalar kopmuştu. Hem dinliyor, hem de kendi
hâlinin muhasebesini yapıyor; gözyaşları sel gibi akıyordu. Haykırıp
hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Bu sırada arkalardan bir ses:
"-Cennet nedir?" diye sordu.
Züleyha hanım ise, soruyu soruyla karşılık vermiş ve
konuyu daha cazip hâle getirerek dikkatleri tekrar üzerine toplamıştı:
"-Cennet kimin olur, sizce? Cennete kim girebilir, hiç
düşündünüz mü? Cennet hepimizin hakkı, değil mi? Neden cehennem de
yorulmayı tercih edelim ki... Rabbimiz cennete girmemiz için ne yapmış?
Rabbimiz o kadar merhametli ki... Cennete girmemiz için bir muhteşem
kitap göndermiş; "şunları yaparsan cennete girersin, şunları yaparsan
da cehenneme girersiniz!" demiş. Bununla da yetinmemiş; "Ben kullarımı
çok seviyorum, onların bu kitabı, yaşayan canlı bir örneğe ihtiyaçları
var!" deyip en sevdiğini göndermiş. O'nun hayatını okumanızı harâretle
tavsiye ederim. Geçen birisi, "Peygamber Efendimizin hayatında çok
savaş vardı." diyor. Peygamberimizin hayatını sadece savaşlarla
sınırlamak çok yanlış. Savaşlar, Onun hayatında zaman olarak da,
hâdiseler olarak da çok sınırlı bir yer kaplıyor. O her gün ümmetinin
başında, onların arasında... Muhtaçların, gariplerin hâmîsi,
namazların, kulluk ve ibâdetlerin rehberi, cömertlerin cömerdi. O, her
türlü güzel ahlâkın en güzel nümunesi... İnsanların en seçkini,
Allâh'ın sevgilisi... Sonra, her devirde savaş yok mu, her devir de
sevgi yok mu? Bundan sonra olmayacak mı? İnsan, nefis taşıyan bir
varlık... Yeryüzünde hep iyiler olacak, kötüler olacak... Bunlar
arasındaki mücadele devam edecek... Yine insan, kendi iç dünyasında da
durmadan savaş yaşayacak... İyi duyguları ile kötü duyguları birbiri
ile mücadele edip duracak... Eğer bir insan gibi yaşamak isterseniz,
her ânınızda Peygamber Efendimizin hayatından yansımalar olsun!
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyanın var
oluşundan yok olacağı zamana kadar bütün zamanlardan geçti, bütün
zamanların içinden yürütüldü. Mîrac yolculuğunda Efendimiz, sadece
mekânın içinde bir yolculuk yapmadı; bir de bütün zamanları gördü ve
yaşadı yavrum... Bu ne demektir, düşünebiliyor musunuz? Bütün vakitleri
görmüş; geçmiş-gelecek her zaman yaşatılmış. Mîraca çıkıp Rabbiyle
görüşmüş. Biz, muhteşem bir peygambere sahibiz, elhamdülillah!
Bana yaşatılan buydu! Kitaplardan okudum desem yalan
olur, kitabı tutacak elim yok!.. Birine tuttursam, her sayfayı
çevirteceksin, gözlüm kayacak, "Düzelt!" diyeceksin, olmuyor. Kitap
okuyamıyorum. Rabbim ne bildirir, ne gösterirse o...
Bu kadar ikram karşısında, Rabbim bizden ne bekler?
Cennete hazırlık yapmamızı ister? Bir fikriniz var mı? Namaz kılın
demek, bana çok ağır geliyor. Sanki bir mümine hakaret ediyormuşum gibi
geliyor; "Müslümanım!" diyen birine, beş vakit ezan duyan birisine!..
"Ezan kime okunuyor?" diye sorsam; "Nineme, dedeme,
arada annemle babama okunuyor." mu deriz.
Müslümanım diyen birinin hayatında namaz olmaması çok
acı bir durumdur. Kendinize merhamet etmez miyiz? Ay benim vaktim
olmuyor; derslerim çok yoğun, işim çok!.. Vakit ayırdığımız şeylere
baksak, neler vardır, neler?
Ben sizden bir hediye istesem, ama tek tek hepinizden,
gerçekten benim çok ihtiyacım olan bir şey! Bana verir misiniz? Beni
doyurmak ister misiniz, "Açım!" desem... Çok susasam, suyumu içirmek
ister misiniz?"
Bu sırada Züleyha hanım, o kadar çok içten ağlıyordu.
Gözyaşlarını ise Hatice öğretmen siliyor, ama akan gözyaşlarına bir
türlü yetişemiyor gibiydi.
"-Yıkanacaklarım var, yıkar mısınız? Ben bunları ebedî
hayatta istesem... Bunu günde beş defa istesem, bana verir misiniz?
Ebedi hayatta günahlarımın affı için sizin gibi gencecik nefeslere o
kadar ihtiyacım var ki... Siz kazanacaksınız, ama bu arada ben de
kazanacağım. Benim de kurtuluşuma aracılık eder misiniz? Ben bu sözümü
aldığımı hissediyorum. Gözyaşlarınız bunu gösteriyor." dedi
ağlayarak...
Onu dinleyen genç kızlar da anlaşılan, Âmine gibi
alacalı kılıyordu namazlarını...
"-Namaz kılanlardan bir şey isteyeceğim. Bu dünyadaki
tek hasretim ne biliyor musunuz? Nefsimin en zorlandığı yer; secde
edememek... Çocuklar, siz namaz kıldığınızda hani alnınız secdeye
varacak ya... Siz alnınızı, o secdeye vardırdığınız zaman, «Yâ Rabbi,
bu Züleyha teyzemin de alnı olsun.» deyin, olur mu? Benim
ulaşamadığıma, sizin ulaşmanız o kadar kolay ki!.. Şimdi size
yalvarıyorum yavrularım, bu zevkten mahrum kalmayın! «Yâ Rabbi, Sana
şikâyet maksadı ile söylemiyorum, beni affet, benim ki sadece özlem...»
Ne kendi elimle yemek yemek, ne dolaşmak, hoplamak,
zıplamak... Ama yâ Rabbi, o secde sevdâsı ve kavuşma hasreti hiç
bitmiyor.
Bana bir şey olmaz demeyin. Ben de sizin yaşınızdaydım;
tam on yedi yaşında... Hayatta her şey olabilir. Birinin hayal kurduğu
şey, elinizde ve onu kullanmıyorsunuz; ne kadar acı bir durum, değil
mi?! Rabbim, Seni o kadar seviyorum ki, bunları şikâyet sanma!"
Züleyha hanım, yine damla damla gözyaşı dökmeye devam
ediyordu. Hem ağlıyor, hem ağlatıyor, hem de anlatıyordu:
"-Geçende bir rüya gördüm; iyiki rüya diye bir şey var,
yoksa nasıl görürdük o âlemleri.. Öyle bir yerdeyim ki, -gerçi yer
demek de yanlış olur, mekân diye bir şey yok-Rabbimin önündeymişim.
Sağıma bakıyorum tanıdıklar, soluma bakıyorum tanıdıklar... O kadar çok
büyük bir kalabalık var ki, orada hep beraber, o kadar güzel bir namaz
kılıyorduk. Namazdan huzur alıyorduk. Öyle ki, bu duygu, zevkle namaz
kılınca çok mutlu oluruz ya, işte o duyguydu. Gerçekten kimin önünde
durduğumuzu bilirsek, o tadı alırız inşallah..."
Bütün kızlar, orada âdeta Allâh'a namaz için Züleyha
hanımı şâhit kılarak söz vermişlerdi. Herkes devam edip giden bu tatlı
sohbetle beraber bambaşka âlemlere gidip gelmişti.
Züleyha hanım:
"Aay çok ağladık, biraz da gülelim..." deyince
sessizliği bozan hıçkırık seslerini, kısa bir müddet sonra genç
kızların gülüşmeleri aldı. İçlerinden birisi:
"-Ablacığım, biz sizi çok sevdik; başka zaman yine
ziyaretinize gelebilir miyiz?" diye sordu. Züleyha Hanım da:
"-Tabiî, yavrularım. İstediğiniz zaman gelebilirsiniz."
diye cevap verdi.
Diğeri:
"-Ablacığım, hep beraber fotoğraf çekilebilir miyiz?"
deyince ortam iyice ısındı.
Birlikte o güzel günü, fotoğraflarla hayat defterlerinin
hâtıra bölümüne kaydetmiş olmanın sevinci ile vedalaşıp oradan
ayrıldılar. İçeride Âmine ile Sâcide Hocahanım kalmıştı sadece...
Züleyha hanım, Âmine'ye:
"-Kızım, sen de çok ağladın, senin ne derdin var?"
deyince Âmine boğazına kadar düğümlenen hıçkırıklara daha fazla hâkim
olmadı. Hıçkıra hıçkıra sadece ağladı. Züleyha hanım ise:
"-Ağla kızım, ağla. Gözyaşı ilaçtır. Ağla kızım, gözyaşı
rahmettir. Gözyaşı affolunmanın ümididir. Gözyaşı hürriyettir. Gözyaşı
şifadır." diyordu.
Sonra ses tonunu değiştirdi ve Âmine'ye şöyle dedi:
"-Güzel kızım... Her insan, hayatının belli dönemlerinde
kendini köşeye sıkıştıran, âciz bırakan büyük hâdiselerle karşılaşır.
İnsanların çoğu böyle dönemlerde ve bu büyük olaylar karşısında kolayı
seçer: Allâh'a ve hâdiselere isyan etmeyi... Asıl zor olan ve gerçek
akıl sahiplerinin yaptığı ise, bu olaylardan ders çıkarmak ve hayatını
yeniden ve daha güzele doğru programlamaktır. Gördüğüm kadarıyla sen de
çok çileler çekmişe benziyorsun. Ama merak etme, bunların hepsi geçer.
Çünkü bu hayatta hiçbir şey ebedî değildir. Sonsuzluk, Allâh'a
mahsustur. Sen bu dert ve tasalar geçip gittikten sonra sen de neyi
bıraktılar, asıl sen ona bak!.."
Âmine, kuruyan boğazına rağmen kesik kesik konuşarak:
"-Züleyha abla... Aslında ben, başıma gelen dert ve
sıkıntılardan çok boşa geçen hayatıma yanıyorum. Çocukluğum, gençliğim
boş yere geçip gitmiş. En samimi arkadaşım ölünce, ölüm gerçeğini
hatırladım. Hayatın gerçeğiyle işte o zaman yüzleşmeye başladım. Sonra
Allah, karşıma Sâcide Ablamı çıkardı. O, benim elimden tuttu, en
bâdireli dönemlerimde beni yalnız bırakmadı. Tek başıma, o amansız
belalarla mücadele etmek zorunda kalmadım. Bir taraftan nefsim, bir
taraftan çevrem, bir taraftan eski alışkanlıklarım ve geçmişim beni
kendine dâvet ederken hep Sâcide Ablamdan güç aldım, onun öğrettikleri
ile kendimde cesaret ve güven buldum. Şimdi de Rabbim, sizi bana
lutfetti. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Eğer müsaadeniz olursa, ben de
sizin hizmetkârlarınızdan biri olayım." dedi.
"-Estağfirullah kızım. Benim ne hizmetim olacak ki... Ne
zaman istersen buyur gel. Ne kadar istersen o kadar kal. Ama sen benim
değil, Allâh'ın hizmetinde olmaya çalış. O zaman sen de, ben de daha
mutlu oluruz."
Yeni Bir Hayatın Eşiğinde
Sâcide Hanım, araya
girdi:
"-Bizim yaptığımız bir şey yok. Âmine çok heyecanlı,
istekli... Biz onun merakına, adımlarına yetişemiyoruz. Zaten bu biraz
da nasip işi... Allah, bizi birbirimizle buluşturdu." dedi.
Sonra Züleyha Hanım'a dönerek:
"-Züleyha Ablacığım; ben de inşallah birkaç güne umreye
gidiyorum. Duâlarınızı beklerim."
"-Olur mu kızım, sen duânın merkezine gidiyorsun. Aman
orada Züleyha Abla'nı da unutma... Benim de selâmlarımı, muhabbetlerimi
arz et. Ben hiç gidemedim, oralara... Belki de hiç gidemeyeceğim. Benim
için de yüzünü, gözünü sür Ravza'ya, Kâbe'ye... O güzel Peygamberimin
elinin, ayağının değdiği topraklara bin canım fedâ olsun. Ne nasipli
insanlarsınız, Rabbim sizi seçiyor ve Habibi'nin memleketine çağırıyor.
Orada geçirdiğin günlere, ânlara çok dikkat et. Her bir ânını
değerlendirmeye çalış, güzel kızım. Sen zaten en iyisini bilirsin, ama
madem istedin söyleyeyim; Allah, seni, oraya âşık kullarından eylesin.
Orayı görünce ruhun, bedeninden kanatlanıp gitsin, e mi?"
"-Allah râzı olsun, Züleyha Abla... Bu duâlar, en güzel
yol azığım oldu. Bize müsaade..."
"-Âmineciğimi buraya sık sık getir. Onu çok sevdim. Her
zaman buluşmak, görüşmek isterim. Olmaz mı Âmineciğim."
"-Ben de sizi çok sevdim, Züleyha Abla... Eğer izin
verirseniz, yanınıza tek başıma da gelmek isterim zaman zaman..."
"-Ne demek Âmine... Bak, ben burada hep seni
bekleyeceğim. Bir yere kıpırdamayacağım, tamam mı?"
Hep birden gülüştüler. Sâcide Hanım, Âmine'nin koluna
girdi ve ikisi birden, biraz da ayrılmak istemiyormuş gibi kapıdan
çıktılar. Ayakkabılarını giydikten sonra birbirlerinin yüzüne baktılar.
Âmine'nin gözlerinde minnet; Sâcide Hanım'ın gözlerinde ise merak
vardı. Önce söze o başladı:
"-Nasıl buldun, Âmine? Dediğim gibimiymiş."
"-Bambaşka duygular içindeyim Sâcide Abla... Bana o
kadar büyük bir iyilik yaptınız ki..."
"-Şimdi nereye gidiyorsun Âmine, eve mi? İstersen seni
bırakayım."
"-Yok, abla, ben biraz kendi başıma kalmak istiyorum.
Sana anlatmıştım ya, çok yorucu bir gün geçirdim. Eve gitmeden önce bir
kafamı toplayayım. Gönlümü yoklayayım..."
"-Nasıl istersen Âmine... Ama bir şey lâzım olduğunda
muhakkak ara, oldu mu? Daha bir-iki gün buralardayım. Gitmeden tekrar
görüşürüz inşâallah..."
"-Merak etmeyin, Allâh'a emanet olun. Bana da duâ edin
Sâcide Ablacığım."
"-Görüşmek üzere... Allâh'a ısmarladık."
"-Güle güle..."
Âmine, Fâtih'te, arabaların vızır vızır geçtiği yerde
yavaş yavaş yürüdü. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Bir yandan
da yağmurun ilk damlaları yüzüne, gözüne çarpmaya başladı. Ilık bir
rüzgâr esiyordu. Unkapanı üzerinden sâhile doğru yürümeye karar verdi.
Yürüyor ve düşünüyordu. Böyle ne kadar zaman geçti fark edemedi.
Telefonu çalmaya başlayınca birden irkildi. Tam dünyadan sıyrıldım,
kendi derinliklerimde kayboldum derken bir ses, onu tekrar dünyaya
döndürmüştü. Çantasından telefonu çıkardı. Arayan yine Hayat'tı.
"-Alo, efendim Hayat?" dedi.
Kısa bir sessizlik oldu, karşı taraftan cevap gelmedi.
"-Ne oldu, Hayat?" diye tekrar sordu Âmine.
Telefondaki ses, bir erkeğe aitti:
"-Ben Özgür?"
"-Özgür mü?"
"-Hemen sildin öyle mi?"
"-Yok, öyle demek istemedim... Bu, bu Hayat'ın telefonu
değil mi? Sen de ne arıyor?"
"-Onlar, şimdi burada, sen niye gelmedin? Yoksa küstün
mü bana?"
"-Aslında gelecektim, ama bir randevum vardı. İptal
edemedim."
"-Seni bekliyorum. Bu akşam da buradaymışız. Herhâlde
yarın salarlar beni... Babamla görüştüm, kimler aradı burayı kimler...
Belki bu akşam bile salıverirler beni.... Keşke sen de gelseydin,
ziyaretime... Seni de gözlerim aradı. Alındım bak... Kendini nasıl
affettireceksin bilmiyorum."
Aslında daha birçok şey söyledi, ama Âmine,
söylediklerinin birçoğunu duymadı bile... Kafası zaten çok meşguldü,
şimdi böyle görüşmeyi kaldırabilecek durumda değildi.
"-Özgür, müsait olunca yüzyüze görüşürüz, olmaz mı? Şu
an kendimi pek iyi hissetmiyorum da..." diyebildi.
Özgür biraz kırılmıştı. Bunu belli edecek birçok şey
söyledi, fakat Âmine bir an önce telefonu kapatmanın derdindeydi.
"-Çıktığında bir ararsın, buluşur, konuşuruz!" dedi ve
telefonu kapattı.
Biraz rahatlamıştı. Şu Özgür, ne kadar sırnaşık
birisiydi. Hiç hâlden anlamıyordu. Tamam, kendisi de mahpustu, ama bu
zaten kendi suçu değil miydi? Bir de kendini ak kaşık gibi göstermeye
çalışması yok muydu?
"-Neyse..." dedi.
Etrafına bakındı. Unkapanı'nı geçmiş,sahile
yaklaşmıştı. Kendini, düşüncelerini, engin sulara bıraktı. Bugün sahile
ikinci kaçışıydı. Birincisi, bankadan çıkınca Eyüp Câmii'ne gitmeden
önceydi, diğeri de şimdi... Düşüncelerini, dalgalara bırakmayı
seviyordu, sahilde rahatlıyordu. Ancak bir gün içinde iki defa sahile
kaçmış olması da pek hayra alâmet değildi.
Tam bu sırada Haliç Köprüsü üzerinde bir kalabalık
gördü. Sesler bir anda yükseliyor ve bazen de çıt çıkmıyordu. Merak
etti. Gittikçe artan kalabalığın arasına girdi. O esnada birisi bağırdı:
"-Eyvah, atladı!.."
Başka birisinin sesi duyuldu:
"-Bak, elbisesi sıkışmış. Aşağı düşmedi."
"-Kurtaracak birisi yok mu?"
Genç bir kız sesi, feryad hâlinde:
"-Düşün artık yakamdan... Daha fazla yaşamak
istemiyorum!.." diyordu.
Bazıları, genç kızın durumunu görmeye çalışırken,
insanlar kendi arasında homurdanıyordu. Kimi, "ne kadar da gençmiş"
diyordu. "Kimi de "sevgilisi terk etmiş; annesi-babası da bir daha eve
almamış!" diye dedikodu edip duruyordu.
Âmine, kızın olduğu kısma iyice yaklaşmıştı. Artık onu
görebiliyordu. 17-18 yaşlarında bir kızdı. Gerçekten köprüden atlamış,
ama elbisesinin bir ucu köprünün demirlerine takıldığı için kız öylece
havada asılı kalmıştı. Ama bu çok sürmezdi. İnsanlar, ellerini uzatmış,
fakat kız bir türlü onların yardım eline karşılık vermiyordu. Âmine,
kıza sesini duyurabilecek kadar yaklaştı. Tatlı bir sesle:
"-Kardeşim!" dedi.
Not: Hikâyenin bundan sonraki kısmı,
kitap hâlinde yayınlanacaktır. Okuyucularımıza, göstermiş oldukları
ilgiden dolayı çok teşekkür ederiz.
Halil Demireşik