Zünnun-i Mısri

Mısır’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Sevbân bin İbrâhim, künyesi Ebü’l-Feyz, lakabı Zünnûn, nisbesi el-Mısrî’dir. Güney Mısır’ın Sudan’a yakın sınır bölgesinde yaşayan Nûbe kabîlesindendir. Bu sebeple babası en-Nûbî nisbesiyle anılır. 772 (H.155) târihinde doğdu. 859 (H.245) târihinde Mısır’da vefât etti. Eshâb-ı kirâmdan Amr bin Âs hazretlerinin yanına defnedildi.

Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin hocası, Mâlikî mezhebinin imâmı, Mâlik bin Enes hazretleridir. Muvattâ’yı bizzat kendisinden okudu ve fıkıh ilmini ondan öğrendi. Mânevî ilimleri Şeyh İsrâfil hazretlerinden öğrenip kemâle ulaştı. Fakat hâlini bilmeyen pekçok kimse, ona düşman oldu ve vefâtına kadar değerini anlayamadı.

Mısır’da tasavvuf ilmini ilk defâ o açıkladı. Yüksek din ilimlerinin sekizincisi olan tasavvuf, ahlâk ilmi, onun açıklamasından ve izahlarından sonra Mısır’da yayıldı ve nice kimselerin dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmasına sebeb oldu.

Zünnûn-i Mısrî hazretleri, cenâb-ı Hakk’ın âşığıydı. O’nun sevgisi ile deli divâne olurdu. Darda kalanların dostu, dehşet içinde olanların tesellisi ve hasrette kalanların arzusuydu.

Zünnûn-i Mısrî’nin hak yolu bulması şöyle anlatılır: Bir ağaç altında otururken, iki gözü kör bir kuşun ağaçtan indiğini, yeri eşerek altın bir kutu çıkardığını gördü. Dikkat edince kutunun içinde susam olduğunu ve kuşun bunu yediğini gördü. Daha sonra başka bir yeri gagası ile eşti ve başka bir kutuda bulunan suyu içti. Tekrar gagası ile gömdü. Ağaca kondu. Topraktaki kutu yerleri belirsiz hâle geldi. Bu hâli gören Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Allahü teâlâya tevekkül etmenin gerçeğini anladı ve tevekkül etmeye karar verdi. Biraz ileride, bir vîrânede fakirlerle karşılaştı. Geceyi birlikte geçirdiler. Ertesi gün, Zünnûn-i Mısrî hazretleri, bir küp altın buldu. Bu küpün ağzında bulunan tahta kapakta, Allah ismi yazılıydı. Altınları fakirlere dağıttı, kendisi de tahtayı alıp, o gece de orada yattı. Uyandıkça, yazıyı öpüp başına koyup gözüne sürüyordu. Gece rüyâsında kendisine; “Arkadaşların altınları aldılar. Sen Allahü teâlânın ismini azîz tuttun. Sen de dünyâda azîz ol!” dediler. Sonra uyandı. O anda, gönlü ve içi nûrla doldu.

Zünnûn-i Mısrî, güzel halleri ve kerâmetleriyle meşhûr oldu. Zünnûn lakabının verilmesine sebeb şu hâdise olmuştur: Bir deniz yolculuğu sırasında, bindiği gemide bir tüccara âit mücevher dolu bir kese kaybolmuştu. Gemide bulunanlar, sen aldın diyerek ona iftirâ edip, hakârete ve işkence yapmaya başladılar. Suçsuz olduğundan, duâ ederek kurtulmak istedi. Allahü teâlâya duâ edince, hemen suyun yüzüne, ağızlarında birer mücevher bulunan binlerce balık çıktı. O balıkların ağzındaki mücevherden bir tâne alıp gemidekilere verdi. Bu durumu gören gemideki esas hırsız keseyi getirip verdi. Bunun üzerine Zünnûn-i Mısrî hazretleri işkencelerden kurtuldu. Bu sebeple ismine, balık sâhibi, balıkçı mânâsında “Zünnûn” denilmiştir.

Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî onun hakkında; “Zünnûn, ne kerâmetle bilmek mümkün olan ve ne de makamları medhedilebilen bir zümredendir. O, zamânının imâmı ve mânevî ilimlerde önderdi.” buyurdu.

Bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına birisi geldi ve; “Borcum var, ödemek için hiç param yok” dedi. O da yerden bir taş alarak o zâta verdi. Borçlu onu çarşıya götürdüğünde, cebindeki taşın zümrüt olduğunu gördü. Dört yüz altına sattı ve borcunu verdi. Kalan ile de rahat geçindi.

Bir genç, Allah adamlarını, velîleri inkâr ederdi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri yüzüğünü ona verip; “Bunu çarşıya götür, bir altına sat.” buyurdu. Götürdü, çarşıdakiler bir gümüşten fazla vermediler. Genç geri gelip durumu anlattı. “Mücevherâtçılara götür, bakalım ne verirler.” buyurdu. Bin altına o yüzüğü satın almak istediler. Genç geri dönüp durumu haber verdi. O zaman gence; “Senin Allahü teâlânın sevgili kullarını anlamadaki ilmin, çarşıdakilerin bu yüzüğü bilmeleri ve ona değer biçmeleri gibidir.” buyurdu. Genç bu söz üzerine tövbe ederek kalbinden o inkârı attı.

Bir gün ihtiyar bir kadın çâresiz olarak, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına geldi ve; “Biricik oğlumu, ciğerpâremi Nil’de timsah kaptı. Ne olur kurtar.” diye yalvardı. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Nil Nehrine gitti. Orada ellerini açıp; “Yâ Rabbî! Şu kadının çocuğunu kurtar.” diye yalvardı. Biraz sonra, su üzerinde bir timsah göründü. Kenara yaklaşıp çocuğu sağ sâlim bırakıp gitti. Bu hâdise kadının çok tuhafına gitti ve; “Ey Zünnûn! Esâsen size inanmamıştım ve ciddiye de almamıştım. Şimdi yanıldığımı ve Allahü teâlânın sevgili kulunun duâsını nasıl kabul ettiğini gözümle gördüm.” dedi ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti, kendisinden özür diledi.

Bir zaman iftirâ sebebiyle Zünnûn-i Mısrî hazretlerini hapsettiler. Günlerce aç kaldı. Bir kadın iplik parası ile hazırladığı yemekten ona gönderdi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri o yemekten yemedi. Kadın bunu işitince, üzüldü. “Helâl para ile yaptığımı biliyorsun, niçin yemedin?” dedi. “Evet yemek helâldi. Fakat zâlimin tabağı içinde getirdiler.” buyurdu. Yemeği zindancıların tabağında getirmişlerdi.

Zamânın hükümdârı bir gün Zünnûn hazretlerini, hakkındaki ithamların aslını öğrenmek için huzûruna çağırttı. Hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bakarak; “Şimdi seni hükümdârın yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar dışında isen, sana haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır.” dedi.

Hükümdârın karşısına çıkarılınca, hükümdar; “Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin?” diye sordu.

Zünnûn-i Mısrî hazretleri; “Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim.” dedi.

Bunun üzerine, hükümdâr biraz düşünüp; “Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır.” diyerek onu serbest bıraktı.

Yûsuf bin Hüseyin şöyle anlatır: “Bir gün Zünnûn-i Mısrî'nin yanına gittim. Bana; “Bir zaman Mısır’ın bir köyüne gidiyordum. Yolda uyudum. Bir müddet sonra uyandığımda, yer yarıldı ve içinden iki tabak çıktı. Birisinde semsem isminde bir yemek, diğerinde ise gül suyu vardı. Bana; “Ey Zünnûn bunlardan ye ve bundan iç!” dediler. Ben bir müddet tereddüd ettim. Sonra kalbime onları yememek isteği geldi. Onlar âniden kayboldu. Gâibden bir ses geldi ve dedi ki: “Ey Zünnûn bu senin için büyük bir imtihandı. Sen imtihanını çok iyi verdin.” diye anlattı.

Ebû Câfer anlatır: “Bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanındaydım. Eşyâların evliyâya itâatinden bahsediyordu. “Meselâ şu sandalyeye odanın dört köşesini dön desem, döner ve eski yerine gelir.” buyurdu. Sonra sandalyeye odanın dört köşesini dön dedi. Sandalye odanın dört köşesini döndü ve eski yerine geldi. Orada bulunan bir genç ağlamaya başladı ve; “Allah!” diyerek can verdi. Bana dönerek; “Ey Ebû Câfer, eğer bize itâat eden her şeyi size gösterseydik, siz de bu genç gibi olurdunuz.” buyurdu.

Bekr bin Abdurrahmân anlatır: “Bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretleri ile birlikte yolda gidiyorduk. Bir dere kenarında kuru bir ağacın üstüne oturdular. O anda canım tâze hurma yemek istedi. Fakat o bölgede hurma ağaçları yoktu ve hurma mevsimi de değildi. Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin bana dikkatli bir şekilde baktığını gördüm. “Ey Bekir! Canın çok mu tâze hurma istiyor?” diye sorunca, ben de; “Evet efendim.” dedim. O zaman kuru ağaca; “Haydi sen bizi bir hurma ağacının yanına götür!” deyince, baktım o kuru ağaç, Allahü teâlânın izniyle yürümeye başladı. Bizi epey uzakta, hurmaları olmuş bir ağacın yanına götürdü. Zünnûn-i Mısrî bana; “Ey Bekir, doyuncaya kadar tâze hurma ye!” dedi. Ben doyuncaya kadar hurma yedim. Sonra Zünnûn-i Mısrî kuru ağaca; “Bizi yerimize götür.” buyurdu. O ağaç bizi eski yerimize getirdi. Ben nereye gidip geldiğimizi bilmiyordum.

Kendisi şöyle anlatır: “Bir gün dağlarda dolaşırken bir topluluk gördüm. Hepsi bir yerinden rahatsızdı. “Siz burada ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumda bana; “Şurada bir âbid var, her sene bir sefer dışarı çıkar, bize okuyunca hepimiz şifâ buluruz” dediler. Ben de onlara katılarak, dışarı çıksın diye bekledim. Bir adam çıktı. Yüzü sarı, vücûdu zayıf ve gözleri çukurlaşmıştı. Heybetinden dağ sallandı. Sonra şefkatli bir gözle onlara baktı, sonra semâya baktı, onlara doğru üfleyince, hepsi şifâ buldu. Yerine gitmek isterken, eteğine yapışıp; “Allah için onları maddî hastalıklardan kurtardın. Benim de mânevî hastalığımı tedâvi et.” dedim. “Ey Zünnûn, elini eteğimden çek! Allahü teâlâ seni gördüğü hâlde, O’nu bırakıp benim eteğimi tuttun. Allahü teâlâ ikimizi de helâk eder.” dedi.

Zünnûn-i Mısrînin on sene canı mahallî bir yemek istedi. Yememesine rağmen bir bayram gecesi nefsi kendisine; “Ne olur, bayram günü olsun bana bu yemeği versen.” deyince, Zünnûn-ı Mısrî hazretleri; “Ey Nefs! Şâyet bu gece bana yardım edip de, iki rekat namazda Kur’ân-ı kerîmi hatim edersen, sana bu yemeği veririm.” dedi. Ertesi gün bayram namazından sonra nefsinin arzu ettiği yemeği getirdiler. Tabaktan bir lokma almasına rağmen tekrar geri koydu ve namaza durdu. “Niçin böyle yaptın?” deyince; “Tam yiyeceğim sırada nefsim bana en sonunda maksadıma ulaştım, dedi. Ben de, hayır ulaşmadın, diyerek lokmayı geri koydum.” cevâbını verdi.

Bir gün bir çocuk, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına gelip; “Bana büyük mikdârda para mîrâs kaldı. Bunu sizin hizmetinizde sarf etmek istiyorum.” dedi. Zünnûn-i Mısrî; “Bülûğ ve reşîd çağın geldi mi?” deyince, çocuk; “Hayır.” dedi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri o zaman; “Senin paranı harcamak uygun olmaz, rüşd oluncaya kadar sabret.” dedi. Çocuk reşîd olunca hazret-i Zünnûn’un hizmetinde bulunmaya başladı ve bütün parasını fakirlere dağıttı. Bir gün önemli bir ihtiyâcı karşılamak için borç para almak îcâb edince, çocuk; "Keşke daha fazla param olsaydı da, bu yolda harcasaydım.” dedi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri bu sözleri üzerine çocuğun daha olgunlaşmadığını anladı. Genci yanına çağırarak; “Falan attara git, falan ottan üç dirhem versin.” dedi. Genç gidip söylenileni alıp getirdi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri; “Bunları havanda ez, yağda hamur hâline getir, ondan üç boncuk yap ve hepsini iğne ile delerek bana getir.” dedi. Genç söylenilenleri yapıp onun yanına gitti. Zünnûn-i Mısrî hazretleri üç boncuğu eline aldı, biraz oğuşturdu ve duâ etti. Herbiri hiç kimsenin görmediği birer mücevher oldu. Gence dönerek; “Bunları al pazara götür, değerini öğren gel.” dedi. Genç pazara gitti, bunların herbirine yüz bin dirhem altın verildiğini öğrendi. Gelip durumu Zünnûn-i Mısrî’ye bildirince, ona; “Bunları havana koy, ufala ve suya at gitsin. Şunu bil ki talebelerim ekmek bulamadıkları için aç değil, istedikleri için açtırlar.” dedi. Bunun üzerine genç tövbe etti. Gönlünde dünyânın hiçbir değeri kalmadı.

Kendisi anlatır: “Bir gün Mekke’de Kâbe-i şerîfi tavaf ederken, Kâbe ile gök arasında bir nûrun sütun gibi durduğunu gördüm. Sonra kaybolan bu nûrun, kimden veya kim için yükseldiğini merak ettim. Tavâfımı bitirdikten sonra iki rekat namaz kıldım. O nûru düşünürken, acıklı bir ses duydum. Sesin kimden geldiğini merak ettim ve bir kadının Kâbe’nin örtüsüne tutunup göz yaşı döktüğünü gördüm. Ağzından şu kelimeler dökülüyordu; “Ey dostlar dostu, sen bilirsin! Ey gönül dostum sen bilirsin! Sana olan sevgimi o kadar gizledim ki, kalbim ve rûhum daralmaya başladı.” Kadının muhabbet ateşi içinde söylediği bu sözler içimi sızlattı. Sonra kadın kendinden geçti. Biraz sonra kendine gelince, şöyle niyazda bulundu: “Allahım! Ey tek sâhibim! Ey koruyucum! Bana olan sevgin hürmetine beni bağışla!” Buna şaşırdım ve kendisine yaklaşarak; “Allah'ım! Sana olan muhabbetim hürmetine, deseydin olmaz mıydı?” diye sordum. Bana dikkatle baktı ve; “Yaklaş ey Zünnûn! Bilmez misin Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde sevdiği bir milletten söz ederken; “Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever.” buyurmuştur. Bunun için benim O’na olan sevgim hürmetine demedim. O’nun bana olan sevgisi hürmetine dedim” diye cevap verdi. Ben ona; “Doğru söylediniz. Fakat benim Zünnûn olduğumu nereden bildiniz?” dedim. “Ey Zünnûn! Cebbâr olan Allahü teâlânın mârifetiyle tanıdım.” deyince, vilâyet makâmına ulaşmış bir hâtun olduğunu gördüm. Daha sonra bana; “Ey Zünnûn! Dön arkana bak, ne var?” deyince, arkama baktım, hiçbir şey göremedim, hemen kadına döndüm, kadın kaybolmuştu.”

Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî buyurdu ki: “Zünnûn-i Mısrî'nin getirdiği ilk ilim tövbedir ki, avâm ve havâs kabûl etti. İkincisi tevekkül, muâmele ve muhabbet ilmi idi ki, bunu havâs kabûl etti, avâm kabûl etmedi. Üçüncü ilim de, hakîkat ilmi idi ki, halkın ilim ve akıl seviyesine göre değildi. Şüphesiz onu anlayamadılar ve uzaklaştılar. Böylece onu inkâr ettiler, onunla vefâtına kadar mücâdele ettiler.”

Zünnûn-i Mısrî hazretleri sevdiklerine buyurdu ki: “Fesadın altı sebebi vardır: 1) Âhiret işindeki niyetin zayıflığı, 2) Bedenin şeytana esir olması, 3) Ecelin yakın olmasına rağmen uzun emelin gâlip gelmesi, 4) Kulun rızâsını Allahü teâlânın rızâsından önde tutmak, 5) Hevâ ve hevese uyup sünneti terk etmek, 6) Önce geçenlerin iyiliklerini söylemeyip kusurlarını araştırmak.”

Zünnûn-i Mısrî hazretleri az yemek yemeyi tavsiye ederdi. Bu sebeple; “Ben hiçbir zaman mîdemi doyurmadım. Çünkü ne zaman mîdemi dolduracak olsam, ya günaha düşerim veya günah işleme arzusuna kapılırım.” buyurdu.

Üç şeyin üç şeyle birlikte bulunmamasına üzülür ve şöyle derdi: “İlim var amel yok. Amel var ihlâs yok, ihlâs var teslimiyet yok.”

Zünnûn-i Mısrî hazretleri anlatır: “Benî İsrâilde yedi yüz sene Allahü teâlâya ibâdet eden bir âbid dâimâ: “Yâ Rabbî! Senin rızânı isterim!” diyordu. O sırada peygamber olan Danyal aleyhisselâma vahy geldi ki; “O âbide söyle, eğer göktekilerin ve yerdekilerin ibâdetini yapsa, yeri Cehennem'dir!” Danyal aleyhisselâm bunu o âbide bildirdi. Bunu duyunca sevindi ve; “Ey Rabbimin hükmü! Ne hoşsun! O’nun kazâsı hoş geldin!” dedi. Sonra da; “Ey Allah'ın peygamberi! Yedi yüz yıl Hakk'ın rızâsını istedim. O’nun mülkünde kendimi sivrisinekten aşağı kabûl ettim. Şimdi, Cehennem’in odunu olmaya lâyık olduğumu ve O’nun rızâsının bunda bulunduğunu, yâni Cehennem'e gideceğimi anladım. Artık O’nun rızâsı olan yeri ister oldum” dedi. Yine vahy geldi ki: “Ey Danyal! O kuluma söyle, o benden râzı olunca, ben de ondan râzıyım. Onu Cennet ve Cemâlime lâyık eyledim.”

Zünnûn-i Mısrî hazretlerine; "Kul hangi sebeple Cennet'e girer?" diye soruldukta; “Beş şey ile: Eğrilik bulunmayan bir doğruluk, gevşeklik bulunmayan bir gayret, gizli âşikâr Allahü teâlâyı anmak (murâkabe etmek), yol hazırlığı yapıp, ölüme hazırlanarak, ölümü beklemek, hesâba çekilmeden önce kendini hesâba çekmek” buyurdu. "Allah korkusunun alâmeti nedir?” denilince; “Bu korkunun, diğer bütün korkulardan kişiyi emin kılmasıdır” cevâbını verdi.

Kulun ihlâs sâhibi kimselerden olduğu nasıl belli olur? diye sorduklarında; “Kendisini tam mânâsıyla ibâdete verip, insanların nazarında mertebe ve îtibârının silinmesini severek kabûl ettiği zaman.” cevâbını verdi.

İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar? diye sordukları zaman; “İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse” cevâbını verdi.

Bozulan kalbi düzeltmek için ne yapmak lâzımdır? diye sorduklarında; “Beş şey yapmalıdır. Helâl yemek, Kur’ân-ı kerîm okumak, sâlihlerle sohbet, gece ibâdet etmek, seher vaktinde ağlamak” cevâbını verdi.

Kalbini en güzel koruyan kimdir? diye sorduklarında; “Diline en çok hâkim olan.” cevâbını verdi.

Kur’ân-ı kerîm âlimlerinin durumunu sorduklarında; “Onlar bu yolda dizlerini çürüttü. Ömürlerini ve bedenlerini bu yolda harcadılar. Böylece Kur’ân-ı kerîm ilmine sâhib oldular. Bu ilme vâkıf olabilmek için, bu kadarla kalmadılar. Dudaklarında kan kalmadı. Göz yaşları sel olup aktı. Kur’ân-ı kerîm ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete eren bunlar oldu. Îmânlarını emniyet altına bunlar aldı.”cevâbını verdi.

Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki:

“İnsanı arzulardan kurtaran dost ikidir. Gözü ve kulağı muhâfaza etmektir.”

“Kalbin hasta olmasının alâmeti dörttür: Birincisi; tâattan (ibâdetten) tad, haz almaz. İkincisi; Allahü teâlâdan korkmaz. Üçüncüsü; eşyâya, mahlûkâta ibret gözüyle bakmaz. Dördüncüsü; dinlediği ilim ve nasîhatten istifâde etmez.”

“Öyle birisiyle dostluk kur ki, senin değişmenle değişmesin.”

“Her âzânın tövbesi vardır. Kalb ve gönlün tövbesi, şehveti terk etmektir. Gözün tövbesi, harama bakmamaktır. Dilin tövbesi, fenâ söz söylemekten, gıybet etmekten çekinmektir. Kulağın tövbesi, kötü sözleri dinlememektir. Ayağın tövbesi, haram yerlere gitmekten kendini korumaktır.”

“Şu üç şey ihlâs alâmetidir. Birincisi medh ve kötülenmek ona tesir etmez. İkincisi, amelleri unutur, günahlarını düşünür. Üçüncüsü, Hak teâlâdan gayrısını gönlünden çıkarır.”

“Tövbe iki kısımdır: İnâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan korkup tövbe etmesi. İsticâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan utanıp tövbe etmesidir.”

“Yemekle dolan mîdede hikmet durmaz.”

“Eline geçen bir parça ekmeğin yanında, ayrıca katık olarak tuz arayan kimse, velîler katında umduğunu bulamaz.”

“İlim tahsil ettiği hâlde, bununla amel etmeyene âlim denilemez."

“Eline iki ekmek geçip, bunların hangisi helaldandır diye araştırmadan, düşünmeden yiyen kimse, hak yoldan felah bulamaz.”

“Murâkabenin alâmeti, Allahü teâlânın tercih ettiğini tercih etmek, O’nun büyük gördüğünü büyük görmek ve küçük gördüğünü küçük görmektir.”

“Sabır, Allahü teâlânın emirlerine muhâlif olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.”

“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkta ve bütün işlerde, O’nun sevgili peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma uymaktır.”

“Doğruluk, Allahü teâlânın bir kılıcıdır ki, üzerine konulan her şeyi keser.”

“Doğru kimse, dili hak ve gerçek olanı anlatan kimsedir.”

“Kanâat eden rahat bulur, üstün olur.”

“İnsanların ayıpları ile meşgûl olan, kendi ayıbını görmez.”

“Biz öyle insanlara kavuştuk ki, onların herbirinin ilmi arttıkça, zühdü de artıyordu. Dünyâya karşı ihtiyaçsız olup, onu sevmiyorlardı. Ama siz, bu hâlin tam zıddına sâhipsiniz. İlminiz arttıkça, dünyâya karşı sevginiz artıyor. Ona kavuşmak için, birbirinizi iterek geçiyorsunuz. Onlar başkaydı. Dünyâ malını ilim elde etmek için harcarlardı, onları böyle gördük. Ama siz şimdi tam tersine; bir bilginiz varsa, dünyâlık sâhibi olmak için, ortalığa saçıyorsunuz.”

“Rûhun sıhhati az günah işlemek, bedenin sıhhati az yemektedir.”

“Sevgi seni konuşturur, korku rahatsız eder, hayâ susturur.”

“İnsanlar Allahü teâlâdan korktukları müddetçe, doğru yolda yürürler. Bu korku kalblerinden gitti mi, yollarını kaybederler.”

“Bir kula bak, vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allahü teâlâyı anmıyorsa, bilesin ki, Allahü teâlâ onu sevmiyor.”

Zünnûn-ı Mısrî hazretleri, vefât ettiğinde, hava çok sıcaktı. Cenâzesini götürürlerken bir bölük kuş da cenâzenin üstünde kanatlarını açarak birlikte uçuyor ve gölge yapıyorlardı. Oradaki insanlar o kuşların kanatlarının gölgesi altında kalıyorlardı. Fakat hiç kimse öyle kuşlar görmemişti.

Cenâzesi defnedilinceye kadar kuşlar gitmediler. Ertesi gün kabri üzerinde Âdemoğlunun yazısına benzemiyen bir yazının yazılı olduğu görüldü: “Zünnûn, Allah'ın sevgilisidir ve şevkı dolayısıyla da, canını O’nun yoluna fedâ etmiştir.” O yazıyı oradan kazımalarına rağmen, tekrar yazılırdı. Vefâtından sonra birçok âlim rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz yanındakilere; “Hak dostu Zünnûn geliyor, karşılamaya gidelim.” buyurdu.

CÂN Ü GÖNÜLDEN TÖVBE

Mısır’da Muhakked bin İsmâil isimli biri, çok güzel ve dillere destan evlere sâhipti. Bir gün yine güzel bir ev yaptırmış ve başka bir eksiklik var mı diye etrâfında dolaşıyordu. O sırada Zünnûn-i Mısrî hazretleri yanına geldi ve ona; “Ey mağrur, bu kadar emeği, emânet olan bir dünyâ evine verdin. Ebedî evin olan Allahü teâlânın evine (îmâna) ne emek verdin?” diye sordu. Sonra; “Bu dünyâda kendin için nasıl olsa bir ev bulursun ve içinde oturursun. Fakat öbür dünyâda eğer şu dört hudut arasında kendine bir ev yapmazsan hâlin perişân olur. Maazallah Cehennem’e gidersin. O dört huduttan ilki; dünyâdaki fazla malı, ihtiyaç sâhiplerine vermek, ikincisi; Allahü teâlâdan korkmak, üçüncüsü; Allahü teâlâyı ve O’nun sevdiklerini sevmek, dördüncüsü ise; bütün musîbetler karşısında sabretmektir. İşte bu dört hudut içindeki evi kendine al, o senin için yeterlidir. O hudutlar arasında yer alan ev, Cennet evidir. Altında bal ve sütten sular akan ırmaklarla, içinde istediğin her nîmet ve yiyecek vardır.” dedi. Bunun üzerine o şahıs; “Ey efendi, ben çok günah işledim, onlara ne yapayım?” dedi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri; “Allahü teâlâ dilerse bütün günahları affeder. Yeter ki sen cân u gönülden tövbe et.” deyince, adam ağlamaya başladı ve cân u gönülden tövbe etti. Bütün evlerini satıp, parasını fakirlere dağıttı. Zünnûn-i Mısrî’nin talebesi oldu. Bir süre sonra bu zât vefât etti. Kabre koyduklarının ertesi gününde, kabrin üzerinde bir kâğıdın durduğunu gördüler. Üzerinde ise; “Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin söylediklerinin hepsi doğru çıktı. Cân u gönülden tövbe ettiğim için, daha önce işlediğim bütün günahlarımı Allahü teâlâ affetti. Şimdi altından ırmaklar geçen Cennet evindeyim.” diye yazıyordu.

EMÂNET FÂRE

Yûsuf adında gezgin bir zât, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin İsm-i âzamı bildiğini öğrenince, Mısır’a gitti. Huzûruna varınca, önceleri iltifat görmedi. Sonra huzûra kabûl edildi ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bir sene hizmet etti. Bir gün ona; “Ey üstâd, sana bir sene hizmet ettim, artık hakkımı vermen gerekir. Senin İsm-i âzamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka kimse olmayacağını bilirsin.” dedi. Sükût etti. Ona cevap vermedi. Altı ay sonra bir tabağa konmuş ve bir mendile sarılmış bir şey çıkardı. Ona; “Fustat’ta bulunan falan dostumuzu bilirsin değil mi?” diye sorunca; “Evet.” dedi. Zünnûn hazretleri ona; “İşte bunu ona götür.” dedi. O da sarılı tabağı aldı, giderken; “Zünnûn-i Mısrî gibi bir zât hediye gönderiyor. Acabâ nedir, ne kadar kıymetlidir?” diye düşündü. Merakını yenemeyerek tabağı açtı. İçinden bir fare fırladı ve kaçıp kayboldu. Bu duruma kızarak, Zünnûn-i Mısrî'nin yanına geldi. Zünnûn-i Mısrî ona; “Biz seni denedik. Sana bir fâre emânet ettik, ona hıyânet ettin. Hiç sana İsm-i âzamı güvenip teslim edebilir miyim?” dedi.

MUHABBET

Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Zavallı insan, kendi Rabbini bırakıp nereye gider. Ey kardeşim dikkat et! İnsan hangi husûsiyeti ile meleklerin mescûdû (kendisine doğru secde edileni) olmuştur. Bu üstünlüğü yemesi sebebinden olsa, buna ondan önce deve lâyıktır. Çünkü bir deve, elli insanın yediğini yer. Şehvet kuvveti sebebiyle olsa, buna eşek daha uygundur. Çünkü ondaki şehvet kuvveti yanında, insanınki ne kalır. Belki serçenin şehvet kuvveti bile insanınkinin birçok katıdır. Gadab ve kızgınlık sebebi ile ise, aslan buna daha lâyıktır. Görmek kuvveti sebebi ile olsa, buna akbaba daha uygundur. Akıl kuvveti sebebi ile ise, buna melekler daha uygundur. Çünkü insanın aklı, meleklerin aklının yanında çok az kalır. Eğer insanları doğru yoldan çıkarmak, kandırmak, aldatmak sebebiyle ise, şeytan buna daha lâyıktır. Görülüyor ki, insana mahsus olan özellikler ve meleklerin mescûdû husûsiyeti, ondaki muhabbet cevheri ve aşk ateşidir. Bu, insanoğlundan başka hiçbir canlıya verilmemiştir.”