Zeynelabidin

Tâbiînin büyüklerinden ve Oniki İmâm’ın dördüncüsü. İsmi, Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir. Künyesi, Ebû Muhammed ve Ebü'l-Hasan’dır. Lakabı, Şeccâd ve Zeynelâbidîn’dir. Hazret-i Hüseyin’in oğludur. Annesi, Acem pâdişâhının kızı Şehr-i Bânû Gazâle’dir. 666 (H.46) senesinde Medîne-i münevverede doğdu.

İmamlığı, yâni tasavvufta insanlara feyz vermesi, doğru yola kavuşturması otuz dört sene sürmüştür. Hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilminde âlimdi. Eshâb-ı kirâmdan çoğunu görmüştür. Hazret-i Abdullah ibni Abbâs, hazret-i Ebû Hüreyre, hazret-i Âişe, babası hazret-i Hüseyin, amcası hazret-i Hasan, hazret-i Ümmi Seleme ve diğerlerinden hadîs-i şerîfler işitip rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği bâzı hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte adı verilen altı hadîs kitabında yazılıdır.

Zeynelâbidîn’den kendi oğulları, Muhammed Bâkır, Zeyd bin Ali, Abdullah bin Ali, Ömer bin Ali’den başka Zeyd bin Eslem, Âsım bin Amr, Ebû Seleme bin Abdurrahmân, Tâvus bin Keysan Yahyâ bin Saîd, Ebü'z-Zinâd ve diğerleri hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Zühri; “Ondan daha üstün fıkıh âlimi görmedim” demiştir. Tasavvuf ilmindeki yüksek derecesi ve hâlleri de medhedilmiştir. Her gün ve gecede bin rekat namaz kıldığı ve buna ölünceye kadar devam ettiği nakledilmiştir.

Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında Eshâb-ı kirâmın ordusuİran’a gidip, Yezdicürd’ün memleketini fethettiler. Oradan çok ganimet ile köle getirdiler. Kölelerin arasında pâdişâhın üç kızı da vardı. Medîne-i münevvereye geldiklerinde hepsini halîfe Ömer’e teslim ettiler. Hazret-i Ali bu kızları satın aldı. Bunlardan Şehr-i Bânû Gazele’yi oğlu hazret-i Hüseyin’e nikâh etti (Zeynelâbidîn bundan oldu). Birisini hazret-i Abdullah bin Ömer’e, diğerini de hazret-i Muhammed bin Ebû Bekir’e nikâh ederek verdi.

Hazret-i Zeynelâbidîn, her abdest aldığında yüzü sararır, vücudu titrerdi. Sebebini sorduklarında; “Kimin huzuruna çıkacağımı biliyor musunuz?” buyururdu. Bir gece teheccüd namazı kılıyordu. Şeytan ejderhâ şekline girip, kendisini meşgul etmek istedi. Fakat o hiç aldırış etmeyince, ayak parmağını ısırdı. Namazdan sonra ejderhânın şeytan olduğunu anlayınca, ona vurup; “Defol ey mel'ûn!” dedi. İbâdetlerini tamamlamak için kalktığında gaybdan bir ses üç kere; “Sen Zeynelâbidîn’sin (yâni ibâdet edenlerin süsüsün).” dedi.

Birisi aleyhinde konuşmuştu. Bu kendisine söylenince yanına gitti. Onunla biraz sohbet ettikten sonra buyurdu ki: “Hakkımda bâzı şeyler söylediğini duydum. Dediklerin doğruysa, Allahü teâlâdan mağfiret dilerim, beni affetsin. Dediklerin iftirâ ise, Allah seni affetsin; selâmı, rahmeti, bereketi de üzerine olsun.”

İmâm-ı Zeynelâbidîn’in bir devesi vardı. Yolda kamçı vurmadan gider ve üzerindekini hiç incitmezdi. Zeynelâbidîn vefât edince, devesi kabri üzerine gelip göğsünü yere koyup inledi. Hiç kimse bu deveyi mezar başından kaldıramadı. Oğlu hazret-i Muhammed Bâkır orada bekleşen halka buyurdu ki: “Kalkması için fazla uğraşmayın. Bu deve burada ölecek!” Üç gün sonra deve orada öldü.

Minhal bin Amr anlatır: “Hacca gitmiştim. Zeynelâbidîn’e rastladım. Halka zulmüyle meşhur Huzeyme bin Kâhil’i sordu. “Ben Kûfe’de iken hayatta idi.” dedim. Ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbi! Huzeyme’ye demirin ve ateşin hararetini göster!” diye duâ etti. Kûfe’ye geri dönerken yolda eski bir dostum olan Muhtar bin Ebî Ubeyd’i gördüm. Huzeyme’yi sordum. Ellerinin kesildiğini ve cesedinin yakıldığını söyledi. Bunu duyunca; “Sübhânallah!” dedim. Muhtar sebebini suâl etti. Ben de Zeynelâbidîn’in duâsını anlattım. Hemen iki rekat namaz kıldım. Halkın Huzeyme'nin zulmünden kurtulduğu için şükrettim.

Bir gün oğulları, hizmetçileri ve birkaç kişi ile sahraya çıkmışlardı. Sabah kahvaltısı hazırlandı. Bir ceylan gelip yakınlarında durdu. Zeynelâbidîn ona; “Ben Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib, annem de, Resûlullah’ın kızı Fâtıma’dır. Gel bizimle biraz yemek ye!” buyurdu. Ceylan gelip berâber yediler. Sonra ceylan bir tarafa gitti. Hizmetçilerinden biri, yine çağırın, gelsin dedi. “Dokunmayacağınıza söz verirseniz, çağırayım.” buyurdu. Hepsi, dokunmayacaklarına söz verdiler. “Ben Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib’im, annem de, Resûlullah’ın kızı Fâtıma’dır. Soframıza gel, biraz daha yiyelim.” buyurdu. Ceylan tekrar geldi. Yemeğe başladı. Sofradakilerden biri, elini ceylanın sırtına koydu. Ceylan ürküp gitti.

Zeynelâbidîn yine bir gün arkadaşları ile sahrada oturuyordu. Bir ceylan yanına geldi. Ayaklarını yere vurarak bir takım sesler çıkarttı. Etrafındakiler ceylanın ne dediğini sordular. Zeynelâbidîn buyurdu ki: “Dün bir Kureyşli, bu ceylanın yavrusunu tutmuş, “Yavruma dünden beri süt veremedim.” diyor.” Bunun üzerine ceylanın yavrusunu tutan Kureyşliyi çağırdılar. Zeynelâbidîn, Kureyşliye buyurdu ki: “Bu ceylanın yavrusunu tutmuşsun. Dünden beri süt vermemiş, o yavruyu getir sütünü versin!” Kureyşli adam ceylanın yavrusunu getirdi. Ceylan, yavrusuna süt verdi. Zeynelâbidîn, Kureyşliye, yavruyu annesine bağışlamasını söyledi. O da râzı oldu. Ceylan, yavrusu ile beraber sesler çıkararak gitti. Oradakiler ceylanın ne söylediğini sordular. Zeynelâbidîn de buyurdu ki: “Allahü teâlâ size hayır ve iyilikler versin, diye duâ ediyor."

Abdülmelik bin Mervan, Haccâc’a; “Abdülmuttalib’in oğullarını öldürmekten çok sakın, onlara iyi muâmele et!” diye bir mektup yazarak gizlice gönderdi. Bu, Zeynelâbidîn’e mâlûm oldu. O da Abdülmelik bin Mervan’a; “Falan gün ve saatte Haccâc’a şöyle bir mektup yazdın. Resûlullah bana, bu yaptığının Allahü teâlânın katında makbul olduğunu, bunun karşılığı olarak da mülkün sende sâbit kalıp, pâdişâhlık zamânının biraz daha arttırıldığını haber verdi.” diye bir mektup yazdı. Ve bunu kendi devesiyle birine verip gönderdi. Abdülmelik mektuptaki târih ile yazdığı târihin aynı olduğunu görünce hayret etti. Deveye götürebileceği kadar hediyeler yükletip Zeynelâbidîn’e gönderdi.

Rivâyet edilir ki, bir zaman Zeynelâbîdin hastalanmıştı. Bir grup insan ziyâretine gelmişlerdi. Onlara buyurdu ki: “Buraya ne için geldiniz?” Onlar da; “Seni sevdiğimiz için buraya geldik.” dediler. “Bizi neden seversiniz?” deyince, oradakiler de; “Siz Resûlullah efendimizin torunu olduğunuzdan, Allah ve Resûlü için seviyoruz.” dediler. Buyurdu ki: “Kim Allah ve Resûlü için bizi severse Allahü teâlâ da kıyâmet günü onu arşın gölgesi altında gölgelendirecektir. O gün o gölgeden başka gölge yoktur. Bu sevgilerinin mükâfâtını Allahü teâlâ Cennet’te onlara verecektir. Lâkin kim bizi dünyâlık için severse, Allahü teâlâ onlara da hesabsız rızık verecektir.”

Bir gün Zeynelâbidîn’in misâfirleri vardı. Kölesi sofrayı getirirken, sofra kölenin elinden kaydı merdivenin altında oynayan küçük çocuğun üzerine düştü. Bu küçük oğlu vefât etti. Köle bu durum karşısında çok korkup titremeye başladı. Zeynelâbidîn onun bu hâli karşısında buyurdu ki: “Sen hiç korkma. Seni affettim. Ve Allah rızâsı için âzâd ettim.” Bundan sonra da çocuğunun techiz ve tekfin işlerini kendi elleri ile yaparak cenâzeyi kaldırdı.

Zeynelâbidîn hazretleri buyurdu ki:

“Kibir sahipleri benim çok garibime gidiyor. Kendilerinin bir damladan meydana geldikleri, sonra da çürümüş, kokmuş leş olacaklarını bildikleri halde yine de kibirlenirler; bunlar neyine güvenirler!”

“Allahü teâlânın bütün yaratıklarını gözleri ile müşâhede ettikleri halde, öyle kimseler vardır ki Allahü teâlânın varlığı ile birliği hakkında şüpheye düşerler. Yoktan nasıl var edildiklerini gözleri ile gören pekçok insan var ki ölümden sonraki dirilmeyi inkâr ediyor. Bunlar gelip geçici dünyâya emek verip, ebedî olan âhireti unuturlar. Ben bunların bu hallerine çok şaşarım!”

“Allahü teâlâ, günâhlarına pişman olup, tövbe edenleri sever.”

“Hakîkî cömert; Allahü teâlâya itâat eden, kulların haklarını gözeten, yaptığı iyiliği Allah için yapıp, karşılığında insanlardan teşekkür beklemeyendir.”

“İnsanlar zarûret diyerek, yiyecek kazanma peşinde koşarlar. Halbuki esas zarûret günahlardan kaçınmaktır. Fakat çokları bundan kaçınmayıp, yiyecek peşinde koşarlar.”

Zeynelâbidîn hazretleri ibâdet edenleri şöyle sınıflandırırdı: “Allahü teâlâdan korktukları için O’na ibâdet ederler. Bâzı insanlar da Allahü teâlânın rahmetini ve Cennet'ini istedikleri için O’na ibâdet ederler. Bu ibâdet, tüccar ibâdetidir. İnsanların diğer bir kısmı ise Allahü teâlânın gazâbından korkarak sâdece Cenâb-ı Hak ibâdete lâyık olduğu için, şükrünü îfâ etmek için ibâdet ederler. İşte bu tam mânâda müttekî olanların ibâdetidir.” diye buyurmuştur.

Sâbit bin Ebî Hamza es-Simâlî, İmâm-ı Zeynelâbidîn’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Kıyâmet günü, fazîlet sâhipleri kalksın diye çağrılır. İnsanlar arasında bir grup kalkar. Onlara hadi Cennet’e giriniz denilir. Onlar Cennet’e giderken meleklerle karşılaşırlar. Melekler nereye gidiyorsunuz derler. Cennet’e derler. Hesaptan önce mi Cennet’e giriyorsunuz? derler. Evet cevâbını verirler. Sizler kimlersiniz? dediklerinde, biz fazîlet ehliyiz derler. Sizin fazîletiniz nedir? diye sorarlar. Onlar da, dünyâda bize hakâret edildiğinde tahammül ederdik. Bize zulmedildiğinde sabrederdik ve bize kötülük yapıldığında affederdik derler. Bunun üzerine melekler, hadi Cennet’e giriniz. Sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler. Sonra sabır ehli kalksın diye nidâ olunur. Bir grup insan kalkar. Onlara da, hadi Cennet’e giriniz, denilir. Onlar da meleklerle karşılaşırlar. Melekler onlara da aynı şeyi sorarlar. Biz sabır ehliyiz dediklerinde, sizin sabrınız ne idi? derler. Biz Allahü teâlâya ibâdet etme hususunda zorluklara katlandık. Nefsimize uymayıp, günâhlardan sakındık ve bu hususlarda sabrettik, derler. Melekler onlara da, hadi Cennet’e girin, sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler. Sonra bir nidâ daha gelir. Allahü teâlânın komşuları kalksın, denir. Bir grup insan kalkar, fakat bunların sayıları azdır. Onlara da, hadi Cennet’e giriniz, denilir. Melekler karşılayıp aynı şeyleri onlara da sorarak sizin ameliniz nedir? dediklerinde; “Biz Allah rızâsı için birbirimizi ziyâret ederdik. Allah rızâsı için oturup sohbet ederdik ve Allah rızâsı için birbirimize mallarımızı bol bol verirdik.” derler. Bunun üzerine melekler sâlih ve iyi amel işleyenlerin mükâfâtları ne güzeldir. Hadi girin Cennet'e, derler.”

Zeynelâbidîn’e bir gün birisi gelip; “Sizi filân şahıs evine dâvet ediyor. Mümkünse berâber gidelim.” dedi. Sonra berâberce çıkıp o kimsenin evine gittiler. Daha o şahıs bir şey söylemeden buyurdu ki: “Biz hiç kimseden dünyâlık yardım beklemedik, verileni de almadık. Allahü teâlâ bizim rızkımızı göndermektedir. Siz yardımınızı ihtiyaç sâhibi fakirlere veriniz. Allahü teâlâ bizi de sizi de affetsin.”

Vefât edecekleri gece oğlu Muhammed Bâkır’dan abdest almak için su istedi. Suyu getirdiklerinde buyurdu ki: “Bu su içinde hayvan ölmüş, bununla abdest alınmaz.” Yakınları mum ışığında kabın içine dikkatlice baktıklarında kabın içinde bir fare ölüsü gördüler. Oğlu tekrar su getirdi. Abdest aldı ve; “Artık ölümüm yakındır.” buyurup, vasiyetini bildirdi. O gece Osman bin Hayyâm tarafından zehirletilerek şehîd edildi 713 (H.94). Bakî' Kabristanında amcası hazret-i Hasan’ın yanına defnedildi.

KULLARIN CEZÂSI

Bir gün Ali Zeynelâbidîn hazretlerinin elleri kelepçeli, ayaklarında kayış bağlı olduğu halde Medîne’den Bağdat’a götürüyorlardı. Hazret-i Zührî, onu bu halde görünce çok ağladı. Ve dedi ki: “Keşke şimdi sizin yerinizde benim ellerim kelepçeli olsaydı.” Zeynelâbidîn de ona dedi ki: “Yâ Zührî bu bize hiç zor gelmez, istediğim zaman el ve ayaklarımı açabilirim.” Ve çok hafif bir silkinme ile elindeki kelepçeyi ve ayağındaki kayışı açtı. Kısa bir zaman sonra eline kelepçeyi ayağına kayışı tekrar geçirerek buyurdu ki: “Bunlar kulların cezâsıdır ve kolaydır. İstediğimiz zaman açabiliriz. Esas zor olan Allahü teâlânın azâbıdır.”

DÖRT KİMSEYE GÜVENME

Zeynelâbidîn hazretleri, oğlu Muhammed Bâkır’a buyurdu ki: “Ey oğlum! Şu dört çeşit kimselerle arkadaşlık etme, zîrâ fâsık kimse seni bir lokma ekmek için terk eder. Cimri ile arkadaşlık etme, cimri senin çok muhtâc olduğun şeylerini elinden almak ister. Yalancı ile arkadaşlık etme. Yalancı da fâsık bir kadına benzer; senin yakınlarını senden uzaklaştırmak ve senden uzak kimseleri sana yaklaştırmak ister. Bir de sıla-i rahmi terk edenlerle arkadaşlık yapma. Zîrâ onlar Kur’ân-ı kerîmin üç âyeti ile lânetlenmiştir.”


1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1168
2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; c.5, s.211
3) Hilyet-ül-Evliyâ; c.3, s.133
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.104
5) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.74
6) El-A’lâm; c.4, s.277
7) Tehzîb-ut-Tehzîb; c.7, s.304
8) Muhtasar-ı Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye; s.35
9) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.405
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.85