Zekerriyya Ensari

Büyük velîlerden ve Mısır’da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Zekeriyyâ bin Muhammed bin Ahmed, künyesi Ebû Yahyâ, lakabı Zeynüddîn’dir. Ensârî nisbesiyle meşhûrdur. 1423 (H.826) senesinde Senîke’de doğdu. 1520 (H.926)'de Kâhire’de vefât etti. Kabri Karâfe Kabristanındadır. Hâlen ziyâret edilmektedir.

Küçük yaştayken babası vefât eden Zekeriyyâ Ensârî, ilim öğrenmeye başladı. Doğum yeri olan Senîke’ye Rebî bin Abdullah isminde bir âlim gelmişti. Rebî bin Abdullah, kendisine yardım edilmesini isteyen bir kadın gördü. Kadının kocası ölmüş, çocuğu yetim kalmıştı. Şehrin vâlisi çocuğu saka kuşu avlamaya gönderiyordu. Rebî bin Abdullah çocuğu ve kadını yanına çağırıp, kadına; “Eğer oğlunun böyle durumlara düşmekten kurtulmasını istiyorsan, oğlunu bırak Câmi-ül-Ezher’de okusun, ilimle meşgûl olsun.” dedi. Oğlunun bu durumdan kurtulması için can atan kadın, onu Rebî bin Abdullah’a teslim etti. Rebî bin Abdullah küçük yaşta olan Zekeriyyâ Ensârî’yi alıp Câmi-ül-Ezher’e götürdü. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezberleyen Zekeriyyâ Ensârî, zamanının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti.

Ebû Abbâs Ahmed bin Ali Enkavî, Ebü'l-Feth Muhammed bin Ebî Ahmed Gazzî, Ebû Hafs Ömer bin Ali Nebtîtî, Ahmed bin Fakîh Ali Dimyâtî, Zeynüddîn Ebü’l-Ferec, Abdurrahmân bin Ali Temîmî ve Muhammed Gamrî gibi velîlerin sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Muhammed Gamrî’nin sohbetinde kırk gün kalarak, yazdığı Kavâidü’s-Sûfiyye kitâbını okuyup bitirdi.

Kendisi şöyle anlatır: “Bir gün Muhammed Gamrî’nin yanına girdim. Odada yalnızdı. Odaya girdiğim zaman Muhammed Gamrî'nin yedi gözü olduğunu gördüm. Buna çok şaşırdım. O zaman Muhammed Gamrî bana; “Ey Zekeriyyâ! İnsan kemâle erince dünyâdaki kıtaların sayısınca gözü olur.” buyurdu.

Yine kendisi anlatır: “Ben küçüklüğümden beri tasavvuf yolunda bulunanları sever, onların meclislerine giderdim. Akranlarım bana, fıkıh ilminde onlardan sana bir fayda gelmez diyorlardı. Zîrâ ben, fıkha dâir eserleri mütâlaa ediyordum. İlimle meşgûl olup, Allahü teâlâya hamdolsun, yükselince Behce kitabını şerhettim. Şerhi tamamlayınca, arkadaşlarım kitabın bir nüshasını okudukları zaman, benim yalnız olarak böyle bir işi yapamayacağımı ifâde eden sözler söylediler ve hayretlerini belirttiler.”

Kendisi anlatır: “Bir gün Hızır aleyhisselâm, hocam Ali Darîr Nebtîtî ile berâberdi. Hocam Ali Darîr, Hızır aleyhisselâma asrın âlimlerini ve benim onlardan olup olmadığımı sorunca; “Evet onlardandır. Ama onda iyi olmayan bir husus var.” dedi. Fakat bunu açıklamadı. Ben hocama, Hızır aleyhisselâmı bir dahaki sefer gördüğünde, o bende bulunan hoş olmayan şeyin ne olduğunu sormasını, bundan tövbe etmek istediğimi söyledim. Hızır aleyhisselâm hocamın yanına geldiği zaman, hocam Hızır aleyhisselâma benim hoşa gitmeyen durumumu sorunca, o da şöyle cevap vermiş: “Vâlilere bir husus için mektup yazdığında, mektubu götüren şahsa, bu mektubun Şeyh Zekeriyyâ’dan geldiğini söyle diyor. Kendisine Şeyh diyor.” Bunun üzerine o günden sonra bu kelimeyi ağzıma almadım. Vâlilere bir mektup göndereceğim zaman mektubu götürene; “Vâliye, size bu mektubu fakirlerin hizmetçisi Zekeriyyâ gönderdi.” demesini söylerdim.”

Zekeriyyâ Ensârî hazretleri gençlik yıllarını anlatırken şöyle buyurdu:

“Ben uzak yerden Câmi-ül-Ezher’e bir zât tarafından getirilmiştim. Daha çok gençtim. Burada dünyâ işlerinden uzak ve kalbimi mahlûkâttan hiç birine bağlamadan, sâdece ilim ile meşgûl oluyordum. Çok defâ acıktığım zaman, bulduğum karpuz, kavun artıklarını yıkayarak yerdim. Senelerce böyle devâm ettim. Sonra Allahü teâlâ bana velî kullarından birisini gönderdi. O, benim, yiyecek, içecek ve kitap gibi bütün ihtiyaçlarımı karşılıyordu. Bana; “Ey Zekeriyyâ! Benden hiçbir şeyini gizleme!” derdi. Birkaç sene böyle devâm etti. Bir gece herkes uyurken beni uyandırıp; “Kalk ve benimle gel!” dedi. Beni, Câmi-ül-Ezher’deki vikâde merdivenine götürdü. Oraya vardığımız zaman bana; “Kürsüye çık!” dedi. Son merdivene kadar çıkıp inmemi istedi. Ben onun isteğini yaptıktan sonra; “Senin akranların vefât edecek, fakat sen yaşıyacaksın. Kadrin ve kıymetin çok yüksek olacak. Kâdı’l-kudât’lık yapacaksın. Daha sen hayatta iken talebelerin şeyhülislâm olacak. Sonunda gözlerin görmeyecek.” dedi. Ben ona; “Gözlerim mutlakâ görmeyecek mi?” diye sorunca; “Evet görmeyecek.” diyerek ortadan kayboldu. Bir daha o zâtı görmedim.”

Medrese-i Zeyniyye açıldığı gün, imâmlığı Zekeriyyâ Ensârî’ye teklif edildi. Önce kabûl etmedi. Meşhûr âlim Kayâtî ile istişâre ettikten sonra bu görevi kabûl etti. Sonra Sultan Zâhir Hoşkadem, Zekeriyyâ Ensârî’yi sahrada yaptırdığı bir medreseye, ilk açıldığı gün müderris tâyin etti. İbn-i Mülakkın’ın vefâtından sonra, Sâbikiyye Medresesinde fıkıh müderrisi oldu.

Zekeriyyâ Ensârî, ilimde akranları arasında yüksek mertebeye ulaştı. Behce üzerine yaptığı şerhi, hocasının yanında elli yedi defâ okudu. Vaktini ders okutmak, kitap mütâlaa etmek, fetvâ vermek, eser yazmak, kâdılık ve mühim vazifelerle meşgûl olmak sûretiyle geçirdi. Faydasız işlerle hiç meşgûl olmazdı. Vakar sâhibiydi.

Hadîs, fıkıh, tefsîr gibi naklî ilimlerde ve aklî ilimlerde derin âlim olan Zekeriyyâ Ensârî, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. İlmi ve güzel ahlâkıyla insanlara faydalı olmaya başladı. Bu yüzden her beldeden ilim tâlipleri, ders almak için onun yanına geldiler. Allahü teâlâ onun ömrünü uzun eyledi. Zekeriyyâ Ensârî’ye, talebelerinin ve onların talebelerinin şeyhülislâm olduğunu görmek nasîb oldu. Zekeriyyâ Ensârî’den ilim öğrenmiş olan büyük âlimlerden bâzıları şunlardır: Cemâlüddîn Abdullah Sûfî, Nûreddîn Mahallî, İmâm Meclî, Fakih Ümeyre Berlisî, Kemâlüddîn ibni Hamza Dımeşkî, Behâuddîn Fâsî, Haleb bölgesi müftîsi Bedrüddîn ibni Süyûfî, Şihâbüddîn Hımsî, Bedreddîn Alâî el-Hanefî, Şemsüddîn Şiblî, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Şihâbüddîn Remlî, Şemsüddîn Remlî, Şihâbüddîn ibni Hacer Heytemî, Sâlih Cemâlüddîn Yûsuf, Şemsüddîn Hatîb Şirbînî el-Mısrî, Allâme Nûreddîn Nesefî el-Mısrî ve başka birçok âlim.

İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalışan Zekeriyyâ Ensârî hazretleri, herkesle iyi geçinip hizmet etti.

Kâdı’l-kudât olmadan önce günlük kazancı üç bin dirhemdi. Çok kıymetli kitaplar topladı. Sohbetlerinden ve sözlerinden çok istifâde edildi. Gece-gündüz ilim ve amelle meşgûl oldu. Yaşı çok ilerlemiş olmasına rağmen Sahîh-i Buhârî’yi şerh edip, daha önce yapılmış olan on şerhi de, kendi yazdığı şerhde topladı. Beydâvî Tefsîri’ne hâşiye yazdı. Okudukları kitaplardan güzel ve mühim mevzûları yazıp getirenlere mükâfât verirdi. Zekeriyyâ Ensârî çok hayır yapardı. Kendisinden yaşça ve ilimce küçük birisi ona emr-i mârûfta bulunsa hemen kabûl ederdi. Ömrünü aslâ zâyi etmedi. Her fazîlet sâhibi kimseyi hased eden olduğu gibi, onu da hased edenler vardı. Zekeriyyâ Ensârî’nin, sâlih ve velî bir zât olarak şöhret bulması, Sultan Hoşkadem zamânında olmuştur. Bir gün Sultan, Zekeriyyâ Ensârî'yi ziyâret etti. Bundan sonra herkes Zekeriyyâ Ensârî’yi ziyârete koştu ve onun şöhreti her tarafa yayıldı.

Sultan Kayıtbay, Zekeriyyâ Ensârî’yi Kâdı’l-kudât yapmak istedi. O, bu görevi kabûl etmedi. Lâkin fazla ısrarlara dayanamayarak, istemeye istemeye kabûl etti. Bir süre sonra sultânın yaptığı bir haksızlığı, açıkça söylediği ve bundan menettiği için bu vazifeden alındı. Zekeriyyâ Ensârî, Kâdı'l-kudât olduğu için çok üzülürdü. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî bu durumu şöyle anlattı: Bir gün bana, Zekeriyyâ Ensârî; “Hatâ ettim.” dedi. Ben nede hatâ ettiğini sorunca; “Kâdılığı kabûl etmekde. Çünkü ben daha önce herkesin gözünden uzak, kendi hâlimde yaşıyordum." dedi. Bunun üzerine ben; “Efendi! Evliyâdan olan bir zâttan işittim, şöyle buyurmuştu: “Velî bir zâtın kâdılık vazîfesine tâyin edilmesi, insanlar arasında iyiliği, zühdü, verâsı, keşf ve kerâmetleri yayılınca onun hâlini setreder, onu perdeler.” dedim. Bunun üzerine Zekeriyyâ Ensârî; “Evlâdım! Elhamdülillah benim bu husustaki üzüntümü hafiflettin.” buyurdu.

Avâmdan olan halka vâz ve nasîhat eden, ilim okutup talebe yetiştirmekle meşgûl olan Zekeriyyâ Ensârî hazretleri, sultanlara da emr-i mârûf yapıp nasîhat etti.

Sultan Gavrî’nin yaptığı hatâlı bir iş sebebiyle, Zekeriyyâ Ensârî saraya gitmek için yola çıktı. Bunu işiten Sultan Gavrî sarayın kapılarını iyice kapattı ve zincirlerle bağlanmasını emretti. Zekeriyyâ Ensârî bineğine binmiş olarak geldi. Elinde bulunan defteri kapının üzerinde bulunan zincire vurdu. Zincir parçalanarak açıldı. Zekeriyyâ Ensârî yanındakilerle berâber saraya girdi. Sultâna uzun uzun nasîhatta bulundu. Sultan yaptıklarına pişmân olarak tövbe etti ve Zekeriyyâ Ensârî’den özür diledi.

Şöyle anlatılır: “Ömer ibni Fârid hakkında, yalan yanlış değişik sözler söylendiği günlerde, sultan bu hususta âlimlerin görüşlerini kendisine bildirmelerini istedi. Zekeriyyâ Ensârî o sırada görüştüğü İstanbullu Şeyh Muhammed’e şöyle dedi: “Tasavvuf büyüklerinin lehinde yaz. Onlara yardımcı ol. Tasavvuf büyüklerinin söyledikleri kelimelerin, tasavvuf ilminde kullandıkları mânâları tadarak bilen kimsenin, onların şânına yakışmayacak şekilde konuşmaları câiz değildir. Çünkü velîlik dâiresi, keşf ve kerâmet üzerine kurulduğu için, akıl sâhasının ötesindedir.”

İbn-i Hacer-i Heytemî, onun hakkında Mu’cem adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Zekeriyyâ Ensârî ilmi ile amel eden, Peygamberimize vâris ve kendisinden rivâyette bulunduğum, istifâde ettiğim âlimlerin en büyüklerindendir. Zekeriyyâ Ensârî, Allahü teâlânın insanlara bir lütfudur. Şâfiî mezhebinin en büyük âlimlerinden olup, ortaya çıkan müşkilleri en iyi şekilde hâllederdi. O, zamânının, kendisine mürâcaat edilme husûsunda bir tânesi idi. Asrında, gerek şifâhî, gerek bir vâsıta ile ondan ilim almayan hiç kimse yoktur. Onun talebeleri çoktu.”

Zekeriyyâ Ensârî hazretleri çok heybetliydi. Yaşı yüze yaklaştığı hâlde çok namaz kılardı. “Hasta bile olsam nefsimi tenbelliğe alıştırmam.” derdi. Birisi Zekeriyyâ Ensârî’ye bir mevzû anlatırken, lüzumsuz yere uzattığı zaman; “Acele et, vaktimi zâyi ediyorsun.” derdi. Devamlı Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olurdu. Bir ekmeğin üçte birinden fazla yemezdi. Sâdece Sa’îd-üs-sü’adâ dergâhında pişen ekmekten yerdi. “Orayı yaptıran sultan sâlih olduğu için, orasının ekmeğini yiyorum” derdi. Çok sadaka verir ve sadakayı gizli vermeye çok dikkat ederdi. Bu yüzden herkes onun az sadaka verdiğini sanırdı. Gözlerine hastalık gelip kapandıktan sonra, birisi ondan bir şey istemeye geldiği zaman, yanında kimse olup olmadığını sorar, yanında kimse yoksa sadaka verirdi.

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlatır: “Bir gün şerîflerden bir zât Zekeriyyâ Ensârî’ye geldi ve ona; “Ey Efendim! Başımdan sarığımı çaldılar. Bana sarık parası ver.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî ona çok az para verdi. Şerîf zât bu parayı almadı ve çıkıp gitti. Ben, Zekeriyyâ Ensârî’ye; “Bu para bir sarık almaya yeterli değildi.” dedim. Zekeriyyâ Ensârî; “O, kalabalık bir mecliste iken gelip benden istekte bulundu. Allahü teâlâ sadakalarımı gizli vermemi bana mâlûm etti. Bunu kimseye söylemem ve belli etmem. Şâyet bu şerîf bana kimsenin olmadığı bir vakitte gelmiş olsaydı, dedesi Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem hatırı için, sarık parasıyla birlikte fazladan para da verirdim.” buyurdu. Ben olaydan sonra fakir şerîf ile bir yerde karşılaştım. Zekeriyyâ Ensârî’nin söylediklerini ona söyledim. Bunun üzerine o şerîf; “Şeyhülislâm Zekeriyyâ hazretleri geceleyin bana bir sarık gönderdi, işte o da şimdi başımdadır.” dedi.

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî yine şöyle anlatır: “Şeyhülislâm Zekeriyyâ ile birlikte kitap okurken, bâzan başına bir ağrı gelirdi. O zaman gözlerini kapatıp şöyle derdi: “İlimle şifâ bulmaya niyet ettim.” Gözünü açar, başındaki ağrı ve sızı derhal geçerdi. Bana da bu duâyı okumamı tenbihledi. Ben de başım ağrıdığı zaman; “İlimle şifâ bulmaya niyet ettim.” deyince, ânında başımın ağrısı geçerdi.

Zekeriyyâ Ensârî’nin bir şiirinin tercümesi şöyledir: “İlâhî! Günahım çok. Senin kapından başka gidecek kapım yok. İlâhî! Ben günahkâr kulunum, ne ilmim var, ne amelim. Senden başka yardımcım yok. İlâhî! Hatâlarımı azaltmam için bana yardım eyle. İlâhî! Ben hatâ ve kusurlarımdan dolayı senden çok hayâ ediyorum. İlâhî! Günahlarım yedi deryâ gibi pekçoktur. Fakat senin affın yanında onlar azıcık bir damla gibi kalır. İlâhî! Eğer senin affının genişliğine ve kerîm olduğuna dâir ümîdim olmasaydı, benden meydana gelen hiçbir hatâya sabır ve tahammül edemezdim. İlâhî, Hâşimî kabîlesinden olan habîbin Muhammed aleyhisselâmın hürmeti için, beni azâbından kurtar! Çünkü ben senin azâbından çok korkuyorum. Lütfunla ve güzel affın ile bana muâmele eyle. Son nefeste bana lütuf ve ihsân eyle.”

Zekeriyyâ Ensârî çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki: “Hayâ iki çeşittir: Dînî hayâ, Allahü teâlânın yapılmasını yasakladığı şeyleri yapmaktan duyulan hayâ utançtır. Tabiî veya nefsî hayâ ise, yapılıp yapılmamasında kişinin kendi reyine bırakılan hususlardır. Meselâ kişinin kendisine yakışmayan elbise ile sokağa çıkması, şahsî ve nefsî arzûlara dayanan hayâ, bir çeşit utanç duygusudur.”

“Kelimenin yerini hakkıyla vermeden, o kelimeyi kullanmamalısınız. Zîrâ söz, yayından çıkan bir oka benzer. İnsandan yerinde olmayan bir söz çıkarsa, insan ona mahkûm, söz insana hâkim olur.”

“Ey insan! Dilini tut ve ona kement vur. Seni sokmasın. Çünkü o bir yılandır. Kabir, kendi dillerinin kurbanlarıyla doludur. Bu kurbanlar öyle kimselerdi ki, babayiğitler bile kendileriyle karşılaşmaktan çekinirlerdi.”

“Evliyânın sohbetlerine katılmayan ve gitmeyen bir fıkıh âlimi, yenen katıksız ekmeğe benzer.”

“Beni kınayan bir kimse, benim tattığım zevki ve aşkı tatmış olsaydı, benimle birlikte âşık olurdu. Ne yazık ki, benim tattığımı tatmamıştır.”

Oğluna nasîhat ederken de buyurdu ki:

“Ey oğlum! Şunu bil ki, eski sâlih kişiler açlık yoluyla dillerine hâkim olurlardı. Şimdi evliyâ olan fakirlerin elinde ve yolunda yetişmeyen kimseler, bu yolu da bir çıkmaza soktular. Ey evlâdım! Bu yolu ehlinden öğrenmelisin.”

Zekeriyyâ Ensârî çeşitli konulara dâir birçok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Şerhu Muhtasar-ül-Müzenî, 2) Hâşiyetün alâ Tefsîr-il-Beydâvî, 3) Ed-Dürer-üs-Seniyye, 4) Şerhu Minhâc-ül-Vusûl ilâ İlm-il-Usûl, 5) Şerhu Sahîh-i Müslim.

GÖREN GÖZLER

Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Zekeriyyâ Ensârî Câmi-ül-Ezher’de îtikâfta bulunurdu. Bu sırada Şamlı bir tüccar geldi. Zekeriyyâ Ensârî’ye; “Gözlerim görmüyor, herkes, sen duâ edersen, Allahü teâlânın senin duânı kabûl edeceğini, senin duân hürmetine gözlerimin açılacağını söylediler.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî, Allahü teâlâya onun gözlerinin görmesi için duâ etti. O tüccara da; “Allahü teâlâ duâmı kabûl etti. Fakat sen buradan ayrıldıktan bir süre sonra gözlerin açılacak.” dedi. Tüccar kalmakta ısrar edince, Zekeriyyâ Ensârî; “Eğer gözlerinin görmesini istiyorsan buradan gitmen gerekiyor.” dedi. Tüccar bunun üzerine oradan ayrıldı. Gazze’ye gelince gözleri açıldı. Bir mektup yazarak gözlerinin açıldığını Zekeriyyâ Ensarî’ye bildirdi. Zekeriyyâ Ensârî ona cevap olarak; “Eğer Mısır’a gelirsen tekrar gözlerin kapanır.” diye bir mektup yazdı. Tüccar vefât edinceye kadar Kudüs’te kaldı.”

RÜYÂYI ANLAT

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlattı: “Bir gün ben Buhârî Şerhi'ni mütâlaa ediyordum. O sırada Zekeriyyâ Ensârî; “Dur! Bana bu gece gördüğün rüyâyı anlat bakalım.” dedi. Ben o gece rüyâmda bir gemide bulunuyordum. Geminin yelkenleri, halatları, yaygıları ve koltukları ipektendi. İmâm-ı Şâfiî bir koltukta oturuyordu. Zekeriyyâ Ensârî ise İmâm-ı Şâfiî’nin sol tarafında bulunuyordu. İmâm-ı Şâfiî’nin elini öptüm. Gemi yoluna devâm ediyordu. Gemi nihâyet bir adada durdu. Adadaki ağaçların meyveleri denize doğru sarkmıştı. Rüyâmı ona anlattığım zaman; “Eğer rüyân doğru ise, ben İmâm-ı Şâfiî’nin kabrinin yakınında bir yerde defnedilirim.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî vefât ettiği zaman Bâb-un-nasr denilen yerde onun için kabir hazırlattılar ve oraya götürdüler. Benim bu rüyâmdan haberi olan iki kişi bana rüyân doğru çıkmadı diyorlardı. Biz bu hâlde iken, Mısır’da sultânın vekili Emin Hayri Beyin bir habercisi geldi.Emîrin rahatsız olduğunu, buraya kadar gelemeyeceğini, Emîrin cenâze namazına iştirak edebilmesi için, Zekeriyyâ Ensârî’nin cenâzesinin Remile denilen yere götürülmesini emrettiğini söyledi. Emîrin isteği yerine getirildi.Cenâze namazı kılındıktan sonra Emîr, Zekeriyâ Ensârî'nin Karâfe’de defnedilmesini emretti. Burada Necmeddîn Cenüşânî’nin yanına defnedildi. Defnedildiği yer İmâm-ı Şâfiî’nin kabrinin yakınındaydı ve onun yüzünün karşısına rastlıyordu.”

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.16
2) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.4, s.182
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.134
4) Kevâkib-üs-Sâire; c.1, s.196
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.122
6) Nûr-us-Sâfir; s.111
7) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.41, 156, 372, 626, c.2, s.1030, 1232, 1542
8) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.101, 175, 255, c.2, .144, 177, 190
9) Ahlwardt, Verzeichniss der Arabischen Handschriften; c.2, s.170
10) Brockelmann, Sup-2; s.117
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.101