Büyük
velîlerden. İsmi Ya’kûb, künyesi Ebû Yûsuf, lakabı
Zeyn-ül-İslâm’dır. Kütahya civârında Şeyhli köyünde doğdu. Ya'kûb
Germiyânî diye meşhûr oldu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1571 (H.979)
târihinde İstanbul’da vefât etti. Kocamustafapaşa semtinde Sünbül
Efendi Câmii civârında medfûndur.
Ya’kûb Germiyânî’nin baba ve dedeleri Osmanlı ordusunda yüksek rütbe
sâhibi kimselerdi. Ya'kûb Efendi ilk zamanlarından îtibâren, ilim
öğrenmek husûsundaki gayretleri sebebiyle zamânında bulunan yüksek
âlimlerin, sohbet meclislerinde ve derslerinde yetişerek kemâle geldi,
olgunlaştı. Fazîlet ve irfân sâhibi olmakta ve tasavvuf yolunda
ilerlemekte yüksek istidât ve kâbiliyet sâhibiydi.
Hak yola girişi şöyle anlatılır: Ya'kûb Germiyânî bir gece rüyâsında
şöyle gördü: Kıyâmet kopmuş, herkesin amel defterleri mühürlenmiş,
kapanmış, mîzân kurulmuş ve mahşer meydanı baştan başa dolmuştu.
Görülen manzarayı söz ile anlatmak, belli bir şeylere benzeterek, kıyas
etmek, ölçmek mümkün değildi. O şeref sâhibi pâdişâhlar kendi başlarına
düşmüşlerdi. Ne annede çocuğuna şefkat, ne de bir kişide başka bir
kimseye yardım edecek hâl vardı. Bu acâib hâlde iken, büyük bir ağaç
gördü. Çok uzun ve geniş olan o ağacın gölgesinde; mahşer halkının
ızdırâbı kendilerinde hiç bulunmayan, pek rahat ve saâdet içerisinde
olan bâzı insanlar vardı. Onların, o sıkıntılardan emîn olup, âyet-i
kerîmede; kendileri için korku ve hüzün bulunmadığı bildirilen kimseler
olduğunu anladı. Tam bu sırada bir münâdînin işâret ederek; “Her kim
kurtulmak arzusunda ise, bu topluluğa iltihâk etsin (katılsın).” diye
nidâ ettiğini duydu. Bunun üzerine, olanca gayreti ve gücünün yettiği
kadar süratli bir şekilde hareket ederek o topluluğa katıldı. Böylece
korku ve hüznünden emîn oldu.
Bu rüyânın dehşeti ve heyecanıyla uyanan Ya’kûb Germiyânî’nin gönlüne,
rüyâda gördüğü o kurtuluş fırkasına katılmak, onların yolunda
ilerlemeye çalışmak arzusu düştü. Bu sebeple memleketinden ayrılıp yola
koyuldu. İstanbul’a gelerek, Kocamustafapaşa Dergâhında bulunan, Sünbül
Sinân hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Bu yolda ilerlemek için
çok gayret etti. Mücâhede ve riyâzetle nefsini terbiye için, nefsin
arzularını yapmamak ve nefsin istemediği, ona zor gelen ibâdetleri çok
yapmakla meşgûl oldu. Bunda o derece ileri gitmişti ki, üç günde bir
defâ, çok az yemek yerdi. Altı ay müddetle hiç su içmezdi. Yaz kış, bu
şekilde devâm ederdi.
Sünbül Sinân hazretlerinin dergâhında zincirli servî diye bilinen,
meşhûr ve büyük bir ağaç vardı. Ya'kûb Germiyânî’nin rüyâsında gördüğü
ağacı, bu zincirli serviye işâret ederek tâbir etmişlerdir.
Sünbül Sinân Efendi, Ya'kûb Germiyânî’yi çok sever; “Talebe olunca,
Germiyânlı Yâkub Efendi gibi olmak lâzımdır.” buyururdu.
Sünbül Sinân Efendinin vefâtından sonra, o dergâhta kimin vazîfe
yapacağı, talebeleri kimin okutacağı tam belli olmamıştı. Ya’kûb
Germiyânî bu günlerde bir rüyâ gördü. Geniş bir meclisde, büyük bir
cemâat toplanmıştı. Meclisin baş tarafında, Peygamber efendimiz
oturmuşlar, orada bulunanlara merhâmet nazarı ile bakıyorlardı.
Peygamber efendimizin huzûr-i şerîflerinde hazırlanmış olan vâz ve
nasîhat kürsîsi üzerinde, Merkez Efendi oturmuş, onların işâret ve
emirleri ile, Tâhâ sûresini tefsir ediyordu. Merkez Efendinin üzerinde
bir bulut bulunuyor, bulut; bâzan gece karanlığı, bâzan da gök mâvisi
renklere bürünerek, onun üzerinde duruyordu.
Bu rüyânın tesiriyle uyanan Ya'kûb Germiyânî, rüyâsının Merkez
Efendinin Muhammed aleyhisselâmın yoluna tam uyduğuna, onun yanında
kemâle geldiğine, Sünbül Sinân Efendinin yerine geçmeye lâyık olduğunu
işâret ettiğini anladı. Bu rüyâdan sonra, ona olan muhabbet ve
bağlılığı daha da arttı. Onun Sünbül Efendi yerine vazîfeye başlamasına
yardımcı oldu. Merkez Efendinin, ilimdeki ve velîlik yolundaki
derecesini anlayamayan bâzı kimseler, bu duruma karşı çıkmışlarsa da;
“Ne bilsin mârifet ehlini, câhil.” mısrâı gereğince, onlara îtibâr
olunmadı.
Ya’kûb Germiyânî, Merkez Efendinin sohbetlerine devâm etti. Aklî ve
naklî ilimlerde kemâle erişti. Diğer taraftan Merkez Efendiye îtiraz
edenler kalmayıp, ortalık sükûnete kavuşmuştu. Acabâ ne gibi bir vazife
alsam, hocam ne yapmamı münâsib görürler diye düşünüyordu. İstihâre
etti. Rüyâsında Rumeli’nin Yanya kasabası tarafından bir sesin
kendisine hitâb ederek; “Bu tarafta ilme rağbet edenler, tasavvuf
yolunda ilerlemek istiyenler var. Buraya gelip, Resûlullah efendimizin
Sünnet-i seniyyesini yayasın ve tasavvuf yolunda bulunanlara rehberlik
edip, onları yetiştiresin.” dediğini duydu.
Yanya’da, Tımar sâhibi Osmanlı subayı olan Mehmed Ağa isminde bir zât,
o günlerde, Merkez Efendinin dergâhında misâfir oldu. Merkez Efendiye;
“Efendim, bendeniz uzak bir yerde, Rumeli’de Yanya denilen beldede
bulunuyorum. Oralarda îmânın ve İslâmın şartlarını öğretecek, dînî
hükümleri bilip anlatacak bir kimse yok. O diyâra bir halîfenizi
gönderseniz, müslümanlar çok istifâde ederler.” diye arz etti. Ya'kûb
Germiyânî, o zâttan “Yanya” sözünü işitince, rüyâda kendisine verilen
işâreti hatırlayıp oraya gitmeye tâlib oldu. Gönlünden bu vazifeyi
istemeye niyet etti. Bu sırada Merkez Efendi, Mehmed Ağa ile kimi
gönderelim diye sorunca; “Efendim müsâadeniz olursa biz gitmek
isteriz.” dedi. Merkez Efendi; “Öyle bir yerde ne yapacaksın? Senin
makâmın bizim yerimizdir” dedi. Ya'kûb Efendi rüyâsında gördüğü işâreti
arz edince; “O diyâra gitmeniz herhâlde lâzım gelmiştir.” dedi. Bunun
üzerine Merkez Efendi izin verdi. Ya'kûb Efendi, Mehmed Ağa ile
birlikte yola çıkarak Yanya’ya vardı. Nice yıllar o diyarda
müslümanların hak yolda ilerlemelerine vesîle oldu. Çok talebe
yetiştirdi.
Ya'kûb Germiyânî hazretleri, Rumeli beldelerinden Yanya’da bulunduğu
sırada, Yanya yakınındaki Preveze kalesini, frenk kâfirleri karadan ve
denizden istilâ edip, muhâsara altına almışlardı. Bu sırada Ya'kûb
Germiyâni, müslümanlara yardım için o kaleye gitti. O zâtın kalede
bulunması ile, kaledeki müslümanlar, kâfirlerin şerlerinden emîn
oldular. Ya'kûb Germiyânî, bir kerâmeti olarak, kâfirlere karşı öyle
heybetli göründü ki, kâfirlerden hiçbiri kalenin giriş yoluna
yaklaşmaya ve saldırmaya cesâret edemedi.
Vuruşma esnâsında, kale burcunda bulunan topu, bizzat kendi eliyle
ateşlerdi. Allahü teâlânın izni ile atışlar tam isâbetli olurdu.
Evvelâ, kâfirlerin alâmet olarak yanlarında taşıdıkları büyük bir haçı,
sonra da, askerlerin çoğunu top atışları ile perîşân etti. Allahü
teâlânın nusret ve yardımiyle kâfirleri dağıttı. Atışlar o kadar
tesirli oldu ki, düşman tarafında sağ kalanlar kurtuluşu kaçmakta
buldular.
Lütfi Paşa, Yanya beyi idi. Lütfi Paşanın hayır ve hasenât yapmakla
tanınan zevcesi Şâh Sultan, Ya'kûb Efendinin büyük bir zât olduğunu
bilir; hürmet, muhabbet ve edeb gösterirdi. Bu günlerde Lütfi Paşanın
İstanbul’a gelmesi lâzım olunca, yola çıkacakları sırada Şâh Sultan,
Ya'kûb Efendiye o zamanlarda İstanbul'da bulunan büyük zâtları sordu. O
da, İstanbul’da Merkez Efendiye tâbi ve talebe olmalarını söyledi.
Lütfi Paşa İstanbul’a gelip, vezîr-i âzam oldu. Şâh Sultan, Merkez
Efendi ve talebelerine çok alâka gösterdi. Ya'kûb Efendi ile Merkez
Efendinin birbirlerine olan muhabbetlerini İstanbul’a gelince daha iyi
anladı. Dâvûdpaşa Mahallesinde, güzel bir câmi ve bir de hânekâh
(dergâh) yaptırıp, sonra fermân ile Ya'kûb Efendinin İstanbul’a
gelmesini temin ederek, bu yaptırdığı dergâhta yerleşmesini sağladı.
Ya'kûb Efendi bu hânekâhda on sekiz sene kalıp, İslâma hizmet eyledi.
Merkez Efendi, Kocamustafapaşa’da, Ya'kûb Efendi Dâvûdpaşa'da,
aralarında muhabbet ve yakınlık ile, insanlara çok hizmet edip,
yüzlerce talebe yetiştirdiler. Talebeler bâzan dergâhın birine, bâzan
diğerine giderek, bu büyük zâtların vesîlesiyle, ilim ve velîlikte çok
yüksek derecelere ve üstün makamlara kavuştular.
Merkez Efendinin oğlu ve halîfesi olan Ahmed Efendi, babasının
vefâtından iki sene sonra, asıl memleketleri olan Uşak vilâyetine
hicret edip, İstanbul’a dönmek istemedi. Bunun üzerine bütün
İstanbullular, Merkez Efendinin yerine Ya’kûb Efendinin geçmesini
istediler. O ise, Kocamustafapaşa zâviyesine geçmesi hâlinde, şimdi
bulunduğu Dâvûd Paşa dergâhını yaptıran Şâh Sultan’ın incineceğini
düşünüp, vazîfeyi almakta tereddüd ediyordu. Bu günlerde rüyâsında,
hocası Sünbül Sinân Efendiyi gördü. Sünbül Sinân, Ya’kûb Germiyânî’ye;
“Benimle berâber olmaktan, aynı yerde bulunmaktan ar mı ediyorsun?
Gel!” buyurdu. O da hemen gelip, Kocamustafapaşa zâviyesine yerleşti.
Orada hizmete devâm etti. Şâh Sultan da, Davûdpaşa’daki zâviyeyi
medrese hâline çevirdi.
Kocamustafapaşa dergâhında vazifeye başladıktan sonra, hâli günden güne
değişen Ya'kûb Efendi, hep yükseliyor ve mânevî derecesi artıyordu. Onu
gören kimsede, ister istemez muhabbet hâsıl olurdu.Öyle bir mahbûb idi
ki, büyüklüğünü anlayamayıp inkâr edenler bile insâfa gelip, inkâr ve
inadlarından vazgeçerlerdi. Sohbetinde bir defâ bulunan artık
terkedemez, devâm ederdi.
Ya'kûb Germiyânî hazretleri Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine
uygun îtikâd ve amel etmekte, fakirleri korumakta, ihtiyaç sâhiplerinin
yardımlarına koşmaktaydı. Allahü teâlânın muhabbeti ile yanardı. Zühd
sâhibi olup, dünyâlık şeylere ilgi ve alâka göstermezdi. Dünyâlık bir
iş için herhangi bir kimseye yalvardığı, boyun büktüğü hiç vâki olmadı.
Dâvet edilmediği yere gitmez, lüzumsuz dünyâ kelâmı söylemezdi.
Herkese; âhirete yarar işler yapmayı teşvik edici, dünyâya düşkün
olmaktan men edici sözler söylerdi. Her hâli, hareketi ve tavrı
makbûldü. Herkesin yanında yüksek îtibârı vardı. Yüzünde, İslâm dînine
uygun yaşamanın verdiği nûr parlardı. Etrafına feyz ve nûr yayardı.
Uzun seneler Kocamustafapaşa zâviyesinde gönül ve irfân sâhibi
talebelere ders verdi. Herkes, kâbiliyeti kadar o nûr çeşmesinden feyz
ve bereket alarak yükseldi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde, bir ara yağmurlar yağmaz olmuş,
insanlar kuraklıktan çok muzdarip olmuşlardı.İstanbul halkı, yağmur
duâsına çıkılmasına karar verdi. Pâdişâh da çıktı. Okmeydanı’nda büyük
bir kalabalık toplandı. Öyle ki bu toplulukta, başta pâdişâh olmak
üzere, âlimler, vâliler, idâreciler, vezirler, kuvvetli-zayıf,
zengin-fakir herkes vardı. Bilindiği gibi, Osmanlı sultanları
yapacakları bütün mühim işlerde, mutlaka şeyhülislâma danışırlar, onun
fetvâsına uygun hareket ederlerdi. Bunun için Şeyhülislâm Ebüssü’ûd
Efendiden, yağmur duâsını kimin yapmasının münâsib olacağı suâl edildi.
O da; “Duâyı, pâdişâh veya onun münâsib gördüğü bir zât eder.” buyurdu.
Bunun üzerine pâdişâh; “Ya’kûb Germiyânî duâ eylesin.” dedi. Ya’kûb
Efendi ise, kendisini buna ehil, münâsib görmeyip mahcûb oldu ve bir
tarafa gizlendi. Oğlu Yûsuf Efendinin, yerini bildirmesiyle arayıp
buldular. Gelmek istemedi ise de; “Pâdişâh efendimizin emridir.”
dediler. Bunun üzerine mecbûren kalkıp geldi. Minbere çıkıp duâ etti.
Orada bulunanlar “Âmîn” dediler. Bu duâ bereketiyle öyle yağmur yağdı
ki, her taraf su ile doldu. İnsanlar, onun büyük bir âlim ve yüksek bir
velî olduğunu, bu hâdise ile daha iyi anladılar. O ise kendisini; âciz,
aşağı, bu işe lâyık olmayan biri gördüğünden çok mahcub olmuştu. Ya'kûb
Germiyânî hazretleri duâ günü, gizlendiği yeri haber verip meydana
çıkmasına sebeb olduğu için, daha sonraları oğlu Yûsuf Efendiye sitem
etti. Kendisini duâ etmeye, duâsının kabûl olmasına lâyık görmeyerek ve
çok tevâzu göstererek; “Yağmur bolluğuna uğradık. Ben o meclise
varmayacaktım. Bizi kırıklığa uğratıp, ömrümde, çekemeyeceğim
mahcûbiyete müptelâ olmama sebeb oldun.” dedi.
Ya'kûb Germiyânî hazretleri herkesin anlayamayacağı, ehline mâlûm olan,
yüksek hâller ve üstün dereceler sâhibiydi. İlim öğrenmek ve öğretmek
için çırpınır, buna çok ehemmiyet verirdi. Bu sebeple buyurdu ki:
“Câhillikte ileri olan, sefîhlikte, ahmaklıkta, malını zararlı yerlere
harcamakta, vara yoğa sarfetmekte de ileri olur. Câhillikten
kurtulmadıkça, sefîhlikten kurtulamaz.
Yine o; “Dünyâda hiç kimseye hased etmedim. Ancak dünyâya gelmeyenlere
gıbta ettim. Şu üç şeyden dolayı onların hâllerine imrendim. Birincisi,
bu âlem ayrılık ateşiyle yanma yeridir. Dünyâya gelmeyenlerde böyle bir
firâk hâli yoktur. İkincisi, bize verilen vücûd nîmetinin ve sayısız
diğer nîmetlerin şükrünü edâ etmekten âciziz. Bizde, bu acziyetten
dolayı mahcûbiyet vardır. Dünyâya gelmeyenlerde ise, böyle bir
mahcûbiyet yoktur. Üçüncüsü ise, bizler, kemâl mertebesinde istidâda
sâhib olmadığımızdan, hep derd-i hüsrân içinde bulunuruz. Bu dert,
dünyâ lezzetlerini ve yüzdeki neşe ve sürûru alıp götürür. Dünyâya
gelmeyenlerin ise, bu lezzet ve neşeden mahrûm olmaları gibi bir
durumları yoktur.” buyurdu.
Derslerinde bâzan; fıkıh, tefsîr ve hadîs ilimlerinden okutup, nakiller
yapar, bâzan da mânevî ilimlere âit derin ve ince mârifetlerden
anlatırdı. Sohbet meclisleri; feyz, bereket ve nûr kaynağı idi. Vefât
edinceye kadar buradaki vazîfesine devâm etti.
Ya'kûb Germiyânî hazretlerinin ölüm hastalığı sırasında, hastalığın
elem ve şiddetinin fazlalığı sebebiyle, gözleri kapalı ve lisânı
söylemez oldu. İhtiyâc gidermek için kaldırdıklarında, mecbûriyet
karşısında, kıbleye karşı durdurdular. O, hastalığın şiddetiyle
kendisinde değildi. Fakat o hâldeyken; “Helâda, kırda abdest bozarken,
kıbleyi öne ve arkaya getirmemelidir.” hükmü icâbı kıbleye karşı abdest
bozmadı. Bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğu anlaşıldı. Bu şiddetli ve
sıkıntılı hâlde bile, sünnete aykırı bir harekette bulunmadı.
Ya'kûb Germiyânî hazretleri ömrünü Allahü teâlânın emirlerine uymak ve
yasaklarından sakınmakla geçirip, 1571 senesi Cemâziyelevvel ayında bir
akşam üzeri güneş batarken Allah’a mübârek rûhunu teslim etti.
Vefâtından sonra yerine, oğlu Sinânüddîn Yûsuf geçti. Talebelerin
yetiştirilmesi, mânevî olarak terbiye edilmesi vazîfesini üzerine aldı.
Sinânüddîn Yûsuf da babası gibi fazîlet ve irfân sâhibi, ilim hazînesi,
evliyânın gözdesi bir zâttı.
Ya'kûb Germiyânî’nin oğlu Yûsuf Efendi, rahmet-i ilâhiyyeye vesîle
olması için babasının hâl tercümesini ve kerâmetlerini anlatan bir
risâle telif etti.
Ya'kûb Germiyânî’nin şâirliği de vardı.
GERÇEK KILINAN NAMAZ
Bir zaman bâzıları Ya’kûb Germiyânî hazretlerine gelerek namaz içinde
gönüllerine çeşitli düşüncelerin geldiğinden yakındılar. Ya’kûb
Germiyânî hazretleri; “Kırk yıldır değil namaz içinde, namaz dışında
bile basîret gözüm, Allahü teâlânın rızâsından başka bir şeye
bakmamıştır.” buyurduktan sonra, şöyle anlattı: “Bu yola girişimin ilk
zamanlarıydı. Kendi hâlimde, kalbimle meşgûl olup, murâkabede idim.
Birden önümde, çıplak bir kimse görünüverdi. “Avret yerini ört, yâhut
da başka tarafa git!” dedim. Bu sözüme hiç aldırış etmedi. Gâyet mahzûn
bir şekilde; “Ben dün kıldığın ikindi namazının sûreti, görünüşüyüm.
Namazın sünnetleri benim libâsım (örtüm, elbisem) dır. Sen, bâzı
dünyevî meşgûliyetler sebebiyle, namazın sünnetlerini terk eyledin.
Onun için ben kıyâmete kadar bu hâlde kalsam gerektir.” dedi. O zaman,
o çıplak sûret kendimmişim gibi öyle utanıp mahcûb oldum ve yaptığıma
öyle pişman oldum ki, bu sebepten o andan îtibâren, Allahü teâlânın
emirlerini yerine getirmekte tam bir âgâhlık ve uyanıklık içindeyim.
Çok dikkatli davranmaya, gaflette bulunmamaya çok gayret ediyorum.”
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); s.204
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (50. Baskı) s.1110
3) Tezkire-i Halvetiyye (Yûsuf bin Ya’kûb) Süleymâniye Kütüphânesi,
Es’ad Efendi kısmı, No: 1372
4) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.280
5) Lemezât, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4546, v.250
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.31 |