Yakub-i Çerhi

Evliyânın büyüklerinden. İnsanların îtikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslâm âlimlerinin on yedincisidir. İsmi, Ya’kûb bin Osman bin Mahmûd’dur. Kâbil yolu üzerinde Gazne yakınlarında Çerh köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1447 (H.851) senesinde Hılfetû’da vefât etti. Burası, Hisâr Şâdmân’a yakın sınır köylerinden bir köy olup, kabri oradadır. Derin âlim ve veli-yi kâmil idi.

Ya’kûb-i Çerhî, önce Herat’a gidip, bir müddet ilim tahsîli yaptı. Sonra yine ilim tahsîli için Mısır’a gitti. Orada Zeynüddîn-i Hâfî ile birlikte, zamânının büyük âlimi Mevlânâ Şihâbüddîn Şirvânî’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Sonra Buhârâ’ya gitti. Orada da âlimlerden ilim öğrenip, icâzet aldı. Zâhirî ilimlerde yetişdikten sonra tasavvuf ilmine yöneldi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde önce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî’nin, sonra da onun halîfesi Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetinde yetişti.

Kendisi şöyle anlatmıştır: “Buhârâ’nın âlimlerinden ilim tahsîl edip icâzet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yanına gitmek arzusu hâsıl oldu. Huzûruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız.” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyâkınızla dolu, sizi seviyorum." dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zâtsınız ve herkesin makbûlüsünüz.” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbûl bir şey bulman lâzımdır. Halkın beni kabûlü şeytânî olabilir.” buyurdu. Bunun üzerine; “Sahîh bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür. İnsanlar onu severler.” buyrulmuştur.” dedim.

Sözünü bitirince tebessüm etti ve; “Biz azîzânız (azîzlerdeniz). Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Azîzân’ın mürîdi, talebesi ol!” demişlerdi. Rüyâyı unutmuştum. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Biz azîzânız.” buyurunca hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız.” diye yalvardım. Buyurdu ki: “Bir gün Azîzân’dan (Ali Râmitenî'den) böyle bir istekde bulunmuşlar. O da, bir şeyin hatırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesîle olacak bir şey istemişler.” Bunu söyledikten sonra, bana mübârek takkesini hediye etti ve buyurdu ki: “Senin bana verecek bir şeyin yok, şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul.”

Bundan sonra ayrıca tenbih edip; “Bu yolculukta Mevlânâ Tâcüddîn Deştgûlegî’yi bulmaya gayret et. Çünkü o, Allahü teâlânın velîlerindendir.” buyurdu. Yola çıktıktan sonra, içime önce Belh şehrine, oradan da memleketime dönme arzusu düştü. Belh ile Deştgûlek arası çok uzaktı. Yolculukta öyle vesîleler oldu ki, birden kendimi Deştgûlek yakınlarında buldum. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tenbihi hatırıma geldi. İşâretlerinden dolayı şaşırıp, hayran kaldım. Deştgûlek’e gidip, hemen Mevlânâ Tâcüddîn'in sohbetine can attım. Onun sohbetinde bulunduktan sonra Behâeddîn-i Buhârî’ye geri dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhârâ’da bir meczub vardı. Onu bir yolda oturur gördüm. Ona dedim ki; “Ben gidiyorum!” Bana; “Hiç durma, çabuk git!” dedi. Oturduğu yerde toprak üzerine çizgiler çizdi. Kendi kendime, bu çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işâret sayayım diye düşündüm. Saydım tek çıktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine tekrar gitmeye karar verip, yola çıktım. Nihâyet Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuştum. Hâlimi arzettim. Bana zikretmemi ve zikirde teke riâyet etmemi bildirip; “Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya riâyet et.” buyurdu ve böylece yolda karşılaştığım meczub zâtın yer üzerine çizdiği çizgilerin tek oluşuna işâret etti.”

Ya’kûb-i Çerhî hazretleri, bir eserinde şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fazl-ı ilâhiye Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhâra’da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saâdete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur’ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen; “O peygamberler Allah’ın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...” (En’âm sûresi: 90) buyrulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bulunduğum günlerden bir gündü. Evimin bulunduğu Fethâbâd’da, Şeyh Seyfüddîn’in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân’a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân’a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Bana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecâlim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: “İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebîler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna huccetidir. Bâtın ilminden sana bir pay erişmesini ümid ederim. Yine nakledildi ki; “Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sıdk, doğruluk üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb câsuslarıdır. Kalblerinize girerler ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyrulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz.” buyurdu.

Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile berâber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamânının gelmiş olduğu belli olsun.” buyurdu. Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî’ye kadar gösterdi.

Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum. İcâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıkacağım zaman; “Sana tarîkat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saâdete kavuşmana sebeb olur.” buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan’da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân’da bulunuyordu. Bana bir mektup yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından sonra memleketime döndüm.”

Ya’kûb-i Çerhî, önce Behâeddîn-i Buhârî’nin, sonra onun seçkin talebesi ve halîfesi olan Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetinde yetişip kemâle geldi. Hocası Alâüddîn-i Attâr’ın halîfesi olup, insanlara doğru yolu gösterdi. Onun en başta gelen talebesi ve halîfesi de Ubeydullah-i Ahrâr’dır. Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinin yazdığı, Fâtiha, Tebâreke ve Amme cüzleri tefsîri ve Fârisî Risâle-i Ünsiyye adlı eserleri vardır. Bu eserleri Hindistan’da basılmıştır. (Bombay, 1297, 1326)

Ya’kûb-i Çerhî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin sohbetine kavuşmasını ve o büyük rehberden duyduklarının bir kısmını Farsça bir risâle hâlinde yazmış, bu risâlesinde o büyükler yolunun edeb ve dîne bağlılıklarını hâlisâne bildirmiştir.

E’ÛZÜ

Ya’kûb-i Çerhî buyurdu ki: E’ûzü okumak, “E’ûzü billâhi mineşşeytânirracîm” demektir. Besmele okumak, “Bismillâhirrahmânirrahîm” demektir. Abdullah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek, E’ûzü okuyarak başlamakla olur.” ve “Kur’ân-ı kerîmin anahtarı, Besmeledir.” Bu ikisini okuyan kimse sözünü, okumasını bu iki zînet ile süslemiş ve bu iki hazînede, dostlar için toplanmış olan faydalara kavuşmuş olur. Allahü teâlâya yaklaşmak isteyenler, E’ûzü’ye yapışmakta, O'ndan korkanlar da, E’ûzü’ye sarılmaktadır. Günâhı çok olanlar E’ûzü’ye sığınmıştır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin doksan yedinci âyetinde meâlen, Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kur’ân-ı kerîm okuyacağın zamân E’ûzü... söyle.” buyurmuştur. Bu emir, “Allah’ın rahmetinden uzak olan ve gazabına uğrayarak dünyâda ve âhirette helâk olan şeytândan, Allahü teâlâya sığınırım, korunurum, yardım beklerim. Ona haykırır, feryâd ederim de!” demektir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için sened yazdırır.” Abdullah ibni Mes’ûd diyor ki: “Cehennem'de azâb yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, on dokuz harfdir.” Levh-i mahfûzda, ilk yazılan, Besmeledir. Âdem’e (aleyhisselâm) ilk gelen, Besmeledir. Müminler, Besmele yardımı ile, Sırâttan geçer. Cennet dâvetiyesinin imzâsı Besmeledir.

Besmelenin mânâsı; “Her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile, başlıyorum. Ârifler, O'nu ilâh olarak tanıdı. Âlemler, O'nun merhâmeti ile rızık buldu. Günâh işleyenler, O'nun rahmeti ile Cehennem'den kurtuldu” demekdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîme bu üç isim ile yâni Allah, Rahman ve Rahîm isimleri ile başladı. Çünkü, insanın üç hâli vardır. Dünyâ, kabir ve âhiret hâlleri. İnsan, Allahü teâlâya ibâdet ederse, dünyâda işlerini kolaylaştırır. Kabirde ona acır, âhirette günâhlarını affeder.

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (50. Baskı) s.1162
2) Hadâik-ül-Verdiyye; s.154
3) Nefehât-ül-Üns; s.436
4) Reşehât; s.58
5) İrgâm-ül-Merîd; s.63
6) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.73
7) Rehber Ansiklopedisi; c.18, s.93
8) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.546
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.141
10) Sefînet-ül-Evliyâ; s.80
11) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.566
12) Persian Literature; c.1, s.9
Evliyalar