İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti
Beşiktâşî’dir. Aslen Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ
Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî, Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde
gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 1494 (H.900) senesi
Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i
şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan
câminin yanında olup, ziyâret mahallidir.
Babası Şamlı Ömer Efendi uzun
müddet Trabzon’da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi.
Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu.
Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, annesi Âişe
Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî’yi Yahyâ Efendinin
annesi emzirdi.
İlk tahsîlini, babasından ve
oradaki başka âlimlerden yapan Yahyâ Efendi, küçüklüğünden îtibâren
ilim ve ibâdete rağbet ederek yetişti. Çok riyâzet ve mücâhede yaptı.
Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak için çok çalıştı.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere, mânevî olgunluklara
kavuştu. İlimdeki kemâlâtını arttırmak ve daha yükseklere kavuşmak
maksadıyla, hilâfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli şöhretiyle
meşhûr, Müftiy-ül-enâm Ali Cemâlî Efendinin hizmet ve sohbetlerine
kavuştu. Vefâtına kadar sohbetlerine devâm etti.
Ali Cemâlî Efendinin
vefâtından sonra müderris oldu. Yahyâ Efendi, çeşitli medreselerde
vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı semân medreselerinden
birinde müderrislik yaptı. İki sene sonra da emekli oldu.
Emekliliğinden sonra inzivâyı, yalnız kalıp, hep ibâdet ve tâat ile
meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz kenarındaki
bahçesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları evin etrâfında;
medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol
üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde de çok güzel bir çeşme
yaptırdı. Pek mahâretli olup, inşâat işlerini bizzat kendisi yapardı.
Yaptığı çeşmenin târihî olması bakımından, kitâbesi için yazdırdığı şu
beyt meşhûrdur:
“Binâ târihi bu inşâlar olsun
Konup içenlere sıhhâlar
(safâlar) olsun”
Askerî ve mülkî erkân,
ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar,
tüccârlar ve bilhassa gemiciler, Yahyâ Efendiyi ziyâret ederler, hediye
ve adak gönderirler, hâcetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi,
yanına gelen ziyâretçilere çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler
ikrâm eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikrâm ve ihsânları pekçoktu.
Bâzan şehrin ileri gelen zâtları ile ilim sâhiplerini dâvet eder, çeşit
çeşit ikrâmlarda bulunurdu. Bâzan da fakir ve yoksullara ziyâfet çeker,
gönüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya
teşriflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik
ve ikrâmlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim
talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok
sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde
bulunan meyvelerden Kânûnî Sultan Süleymân Hâna takdîm ve hediye eder,
Sultân da ona, maddî yardımda bulunurdu.
Yahyâ Efendi, çeşitli
ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese
ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi. Duâsı
Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî, hem
de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb,
hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi
huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun
kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir
bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak
dönerlerdi. Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitâb ederdi.
Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, güzel
hâllerini anlatırdı.
Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm
ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi gâyet sâde bir hayat
yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten uzak dururdu.
Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi.
Çeşitli yerlerden adak ve
hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta ve bahçelerinin
bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı inşâatın biri
tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hânekâh,
hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi. Dağları
kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara yeni
binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hikmeti suâl edildiğinde;
“Bekara sûresi 36. ve A’râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen;
“...Yeryüzünde
sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) kadar,
yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu. Bizim ve
bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, en
münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip
binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu.
Kânûnî Sultan Süleymân,
sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. Çok yardım edip,
İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han
bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip; “Birâderim Yahyâ Efendi!
Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır görüşemedik. Buna
sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem
edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece kırık
gönlümüz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, Yahyâ Efendiye ulaşınca,
kâğıt kalem istedi ve Kânûnî’ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl
etti. Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.
Yahyâ Efendi hazretlerinin
çok kerâmetleri görüldü. Kânûnî Sultan Süleymân Han sık sık kendisini
ziyâret eder nasîhatlerini ister, duâsını alırdı.
Bir gün Yahyâ Efendi
hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. Yolda
atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size
bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin cevâbı
acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor.
Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç
isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?”
dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i
müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç
geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar
affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz;
“Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip,
her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslâm dîni bunun alınmasını
istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin,
sorun?” dedi.
Bunları işiten Yahyâ Efendi
celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan önce hemen
kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı
Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere
kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı.
Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm ediyor,
susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu
mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında,
Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı.
Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini
bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin
dergâhına vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup
da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir
suçumuz? Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını
bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.
O zaman Yahyâ Efendi
hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin
yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç
toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden
beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana
haram olmuş demektir.” dedi.
Hayretler içinde kalan
Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece
haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın
Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların
gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Ergeç
Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline vereceksin.
Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. Cihân pâdişâhının kâfirle
birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmân
gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın rızâsı
yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah
efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Niçin
adâletle işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu
iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda
kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana
kalacak odur.” buyurdu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han bu
sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker
teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını
iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna
kesinlikle rızâm yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi
hazretlerine dönüp; “Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin.
Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı
olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı!
Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm
etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî
ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye
sordu. O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi
çıkabilirsin.” buyurdu.
Yahyâ Efendinin
sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkçı idim. Balık avlar, onunla
geçinirdim. Bir seher vakti Yahyâ Efendi hazretlerinin dergâhına
vardım. Beni gördükte; “Gel, teknen ile beni denizde bir gezdiriver.
Allahü teâlânın kudretini düşünelim. Deryâyı bir güzel seyredelim.”
buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” dedim. Hemen gidip kayığa bindik.
Yahyâ Efendi hazretleri kayığa oturdu. Kıyıdan biraz ayrılınca, gönlümü
bir üzüntü kapladı. Gam ile doldum. Zîrâ hanımım bana o gece
fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyâcını karşılayamıyorsun. Bak kızın
yetişti. Çeyizi bile yok. Sen ise durmadan Yahyâ Efendiye gidersin. O
da böylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya gezmek hangi akıl
îcâbıdır." demişti. Gece söylediği bu sözleri hatırıma gelmişti.
Kimseye bir şey söylememiştim. Birden Yahyâ Efendi hazretleri bana;
“Evlâdım! Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu. Ben de;
“Efendim, denizde balık olmayınca, ağ olmuş neye yarar.” diye cevap
verdim. Yahyâ Efendi yine; “Balık yok ise üzülme. Allahü teâlâ sana
rızkını elbet ihsân ediverir. Ağı bana ver. Şimdi sana Allahü teâlânın
kudretini göstereceğim.” buyurdu. Yahyâ Efendi bu sözü söyler söylemez
denizin yüzü balıkla dolup kaynamaya başladı. Ağı attı, içi balıkla
doldu. Onları kayığın içine boşalttı. Herbiri iri iri, tâze kefallerdi.
Bana dönüp; “Evlâdım! Şimdi beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya
git. Bu balıklar ne kadar para ederse, onunla kızına babalık yap.
Çeyizini alıp, hazırla. Hanımının da istedikleri böylece yerine
gelsin.” buyurdu. O zaman ben hayretler içinde kaldım. Zîrâ benim
üzüntü sebebimi anlamıştı. Hemen Yahyâ Efendi hazretlerini kıyıya
bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim. Balıkları satıp parasını
getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım. Hanım buna çok sevindi.
Bütün ihtiyaçları karşıladım. Çeyizi aldık. Hanım ondan sonra bana
karşı hiç huysuzluk yapmaz oldu. Sonra koşarak Yahyâ Efendi
hazretlerinin huzûruna geldim. Beni tebessüm ile karşıladı ve; “Balığı
şu kadara sattın ve ihtiyaçlarını da karşıladın herhalde.” buyurdular.
Ben de; “Evet efendim. Size canım fedâ olsun. Bize kereminizle yardım
ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba Tarak! Sen bu sırrı kimseye
söyleme. Allah için yayma. Bizdeki yardım doğrudur. Kısmetmiş ve senin
hakkın olmuştur.” buyurdu.”
Yahyâ Efendi hazretlerinin
elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. İsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi
ona zaman zaman; “Ey Kusta Usta! Küfür hâlinde olman uygun değil. Îmâna
gelsen de seninle bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak,
daha iyi değil mi?” derdi. O da; “Sözleriniz doğrudur. Bir gün gelir
başımızın yazısını elbet görürüz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap
verirdi. Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi için bir elbise verdi.
O da kısa zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi hazretlerine getirdi.
Yahyâ Efendi onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta
Usta; “Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahyâ Efendi de; “Onun bir
noksanı yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. Bunun
üzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. Cep ağızları
dikişlidir. Verin bana ağızlarını açayım.” dedi. O zaman Yahyâ Efendi,
ona; “Ellerini ceplerine sok ne çıkar, ne bulursan senin olsun.”
buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir mânâ veremeyip şaşırdı ve ellerini,
ipliklerini söktüğü ceplere soktu. Bir avuç altın çıkardı. Kusta
Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini bir titreme aldı. Sonra Yahyâ
Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana yardım
edin. Mümin olma zamânım geldi. Îmân etmek istiyorum. Bana îmânı
öğretiniz.” dedi. Yahyâ Efendi onun başına kendi tülbendini sardı ve;
“Artık ismin Ali Usta oldu.” buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehâdeti
söyleyip Yahyâ Efendinin talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve
dergâhta ömür boyu hizmet etti.
Yahyâ Efendinin torunu Azîz
İbrâhim Efendi anlatır: “Dedemin yanında oturmuştum. Bir beyt okudu.
“Nasîbin var ise gelir Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi
Hind’den de.” dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı
çalan kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli
birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu kapıdan
istediğin nedir?” dedim. Sonra geri dönüp ceddime; “Dedeciğim birisi
sizinle kapıda görüşmek istiyor.” diye haber verdim. O da bana; “Onu
içeriye dâvet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. Derhal gidip kapıyı
açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da eşyâsıyla birlikte
içeriye girdi. Selâm verdi ve dedemin elini öptü. Koynundan bir mektup
çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ Hindistan’dan geldim. Sizi
sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gönderdiler.” dedi. Dedem Yahyâ
Efendi hazretleri de tebessüm edip, o kişiyi misâfir ettiler ve sonra
geri gönderdiler.”
Yahyâ Efendinin Boğaz’da çok
güzel bir bahçesi vardı. Orada Mustafa Efendi adında biri hizmet
ederdi. Bir gece Yahyâ Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O
sırada hiç su yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı çıktı. Dışarısı
çok karanlık olup, göz gözü görmez derecedeydi. Üstelik su getirilecek
yer de oldukça uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir türlü gitmeye
cesâret edemedi. Geriye de dönemedi. Neticede; “Yahyâ Efendiye fedâ
olsun, diye gönlünden geçirip yola koyuldu. Birden gideceği yer gündüz
gibi aydınlandı. Selâmetle gidip testiyi doldurup getirdi. Lâkin bu
aydınlığa şaşıp kaldı. Tekrar dışarı çıkıp bu aydınlığı görmek istedi.
Dışarı çıktığında her tarafı kapkaranlık gördü. Bu hâli Yahyâ Efendiden
sormak istedi. İçeri girdiğinde Yahya Efendi ona; “Bak Mustafa Efendi!
Bu gördüğünü kimseye söyleme. Bizi de ellere verme. Bir kimsede yakîn
nûru varsa, o kimse zulmette, karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun
bir kerâmetiydi.
Belbân isminde gayr-i müslim
bir çobanın sürüsünden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ
Efendinin dergâhının bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün
aramalara rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip,
doğruca dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir âlimi
ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir, benimle
ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun
olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal ikrâm ederse, onun
hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım.” gibi düşünceler ile Yahyâ
Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey
söylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp çok
yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye
hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp getirildi.
Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal
ve tâze nân (ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve
tebessüm ederek, yemesi için işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden
yedi. Gönlü ve kalbi yumuşadı. Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ
olmuştu. Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman oldu. Bu
nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin olan o iki
koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm edilmesini istedi. Bunun
üzerine Yahyâ Efendi, şu şiiri söyledi:
Sabahleyin iki ganem
(koyun),
Menzile mihmân (misâfir)
geldi.
Her görenler dediler,
“Tekkeye kurbân geldi.”
Yolda çokdur çalıcı,
Onları, çaylak gibi,
Her aç olan ona der;
“Derdime dermân geldi.”
Bir koyundan küçüktür,
İki koyunu pençeler,
Çekip orada yutar,
Der: “Bize ihsân geldi.”
Ey “Müderris” ola gör,
Râ’î (çoban) bugün bunlara
sen!
Enbiyâ zümresi hep
Âleme çoban geldi.
Yalova’da bir imâm vardı ki,
Yahyâ Efendiyi büyük bilir ve çok severdi. Zaman zaman ziyâretine
gelirdi. Bu imâmın çoluk çocuğu kalabalık olup, maddî sıkıntı
içindeydi. Fakat o sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey
söylemezdi. Bir gün yine Yahyâ Efendi hazretlerini ziyârete geldi.
Selâm verip huzûrunda oturdu. O sırada dergâh tenhâ olup, kimseler
yoktu. Yahyâ Efendi ona; “Ey temiz insan! Gel seninle bahçede biraz
dolaşalım. Allahü teâlânın lütfunun sonu yoktur.” buyurdu. Berâberce
çıktılar. Bir yere geldiklerinde, Yahyâ Efendi; “Sen bize candan
bağlısın. Şimdi sana Allahü teâlânın lütfuyla bir iş göstereceğim.
Böylece gönlündeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak. Fakirlik ateşini
söndürmüş ve seni sevindirmiş olacağız.” buyurdu. Sonra yere asâsını
vurdu ve; “Burasını kaz!” dedi. İmâm Efendi orasını açtığında, içinden
bir küp altın çıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına çâredir.
Bunları sana sonsuz hazîneler sâhibi Allahü teâlâ gönderdi. İstediğin
kadar al.” buyurdu. İmâm Efendi bunları heybesine doldurdu. Yahyâ
Efendi ona; “Ey İmâm Efendi! Dünyâ üzüntüsünü gönlüne sakın koyma.
Bunları hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu sırrı kimseye söyleme.
Şâyet anlatırsan o zaman bunlar elinden çıkar, aldırırsın.” buyurdu.
İmâm Efendi de; “Efendim, ben bu işe çok şaştım! Bu kadar altınla
memleketime nasıl dönerim. Yollarda haramîler, eşkıyâlar var. Korkarım
ki bunları benden alırlar. Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun
üzerine Yahyâ Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir.
Var selâmetle git.” buyurdu. İmâm Efendi vedâ edip yola çıktı.
Hakîkaten başına hiçbir şey gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini hanımı
karşıladı. Heybedeki altınları görünce, hayretler içinde kaldı ve;
“Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da; “Bu işi sana açıklayamam.
Sâdece Allahü teâlânın ihsânı olarak bil!” dedi. İmâm Efendi bundan
sonra etrâfına yardım etmeye başladı. Hem yedi hem yedirdi. Ömrü hayır
yapmakla geçti. İnsanlar onun hakkında; “Nereden buluyor bunları?”
demeye başladı. Bâzısı da; “Birisinden emânet almış gâlibâ!” Kimisi de;
“Anlaşılan defîne bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey söyledi. Netîcede İmâm
Efendi hastalandı. Hastalığı ilerleyince, komşularını başına çağırdı ve
onlara; “Size bu malı nereden bulduğumu açıklamak istedim. Bunun elime
girmesine sebep, Yahyâ Efendi hazretleridir. Bugüne kadar kimseye
söylemedim. Zîrâ bana, söyleme gizle demişti. Şimdi ise ömrümün sonu
yaklaştığından onun kerâmeti unutulmasın diye söylüyorum.” dedi ve
Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Torunu Tâceddîn Efendi
anlatır: “Bir gece uyuyordum. Gece yarısı dedem beni uyandırdı ve;
“Tâceddîn! Şimdi git. Dergâhta hizmet edenleri uykudan uyandır. Denizde
bir işim var, kayığı denize indirsinler.” buyurunca, gidip haber
verdim. Çocuk olduğum için beni dinlemediler ve; "Görmedin mi dışarısı
fırtına. Kayık bu havada denize iner mi?” dediler. Ben de gidip
söylediklerini dedeme anlattım. O zaman dedem hemen gidip kendisi
kayığı denize indirdi. İçine postunu yayıp oturdu. Sonra dergâhtakiler
kayığın denize indirildiğini anladılar. Yahyâ Efendi kayıkla denize
açıldı. Biraz yol aldıktan sonra küçük bir kayık içinde iki papazın
suya batmak üzere olduğunu gördü. Hemen yetişip onları kayığa aldı ve
Yeniköy’e götürüp kıyıya çıkardı. Tekrar Beşiktaş’a dergâhına geldi.
Sonra bu papazlar metropolitlerine başlarından geçeni anlattılar.
Metropolit de, Yahyâ Efendiye çeşitli hediyeler gönderip, ona sevgi,
saygı ve hürmetlerini bildirdiler.
Yahyâ Efendiyi seven ve
dergâha odun taşıyan bir kayıkçı vardı. O anlatır: “Bir gün Yahyâ
Efendi bana; “Ey reis! Sen bize candan hizmet edersin. Seni severiz.
Bize bir kayık meşe odunu getiriver.” buyurdu. Ben de gidip bir kayık
odun getirdim. Kayığı iskeleye yanaştırdım. Hizmetçiler dergâha odunu
taşımaya başladılar. O gün Yahyâ Efendiye pekçok muhtaç ve borçlu
geldi. Yahyâ Efendi hazretleri her birine yardım edip, ihtiyâcını
karşıladı. Hepsi sevinçliydi. Hayır duâ ederek dergâhtan ayrıldılar.
Yahyâ Efendi hazretleri hayâtında para kesesi kullanmazdı. Onun bir
küçük el sepeti vardı. Nereye gitse onu yanından ayırmazdı. Bir
başkasının da ona dokunmasına, içine elini sokmasına izin vermezdi. Kim
bir şey istese, ister ekmek, ister meyve ne olursa olsun mübârek elini
içine sokar, istenilen şeyi çıkarır verirdi. Yahyâ Efendinin huzûruna
vardığımda beni tebessümle karşıladı ve; “Reis, biz senden odun
istemiştik. Ne yaptın?” dedi. Ben de; “Efendim odun iskeleye geldi.
Hizmetçiler taşıyorlar.” dedim. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri,
yanındaki kapalı sepetine elini soktu, içinde dolaştırıp bir miktar
altın çıkardı ve bana uzattı. O zaman ben; “Acabâ para kesesi
kullanmamasının sebebi nedir?” diye gönlümden geçirdim. Yahyâ Efendi
bana bakıp güldü ve; “Reis! Bizim kesemiz yoktur. Lâkin yedi iklim bize
keselik yapıyor. Altın ve gümüş bizde misâfir olmaz. Hem de bir gece
bile kalmaz. Yerine ulaştırılır.” buyurdu.
Kocaeli’nde Hacı Ali Efendi
isminde takvâ sâhibi, dergâhı olan bir zât vardı. Hacı Ali Efendi,
Yahyâ Efendi hazretlerinin büyüklüğünü ve güzel hallerini işitmişti.
Bir gün onu görmek için yola çıktı. Beşiktaş’a, oradan da Yahyâ
Efendinin dergâhına geldi. Hizmetçilere hitâben; “Yahyâ Efendiyi
ziyârete geldik.” dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap
verdiler. Hacı Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz,
söyleyin.” dedi. Hizmetçiler de; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretlerinin
Yeniköy yakınında bir bağı var, oraya gitti.” dediler. Hacı Ali Efendi
bunun üzerine yanındakilere; “Gidip onu bulalım.” dedi. Sonra Yeniköy’e
geçtiler ve Yahyâ Efendinin bağını buldular. Hacı Ali Efendi bahçıvana;
“Yahyâ Efendiye haber verin. Onu ziyâret için geldik.” dedi. Bahçıvan;
“Efendim, Yahyâ Efendi hazretleri seher vakti buraya gelip, bir müddet
kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.” dedi. Hacı Ali Efendi bunları
duyunca; “Tövbeler olsun! Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde
evliyâlıktan bir eser göremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur
mu? Arzusu peşinde koşuyor. Bu işler hiç evliyânın işi mi? Hani
zikirler, hani dergâhta sohbet, hani ibâdet, hani virdler, zikirler,
hani elbise ve külâh? O ise tenhalarda yollara düşüp bağdan bağa
koşuyor. Bu dünyâya bu derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha
görmeden niyetlerini bir güzel anladık. Âşikâre apaçık ne olduğu
meydana çıktı. Dünyâya düşkün olan, âhiret adamı olamaz. Âhiret adamı
olan çok kere fakir olur. Nerede Yahyâ Efendide bunlar?” diye söylendi.
Geriye dönmeyi düşündü. Fakat vazgeçti. “Bu kadar zahmet çekip tâ
Kocaeli’nden buralara kadar geldim. Görmeden gitmek, bu kadar zahmeti
boşa çekmek olur. Emeğim boşa gitmesin. Onu görmeden dönmek akıllıca
bir iş olmaz. Onu bir bulup imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile Kavak
yönüne doğru yola çıktı. Kayıkla giderken yolda Yahyâ Efendi ile
karşılaştı. Yahyâ Efendi onu görünce, tebessümle; “Kardeşim hoş
geldiniz. Bir kimsenin gönlünde dünyâ sevgisi olmazsa, onun elinde
bulunan dünyâlıklar âhirette şeref ve îtibâr bulmasına mâni olmaz. Biz
dünyâ ehlinden uzak olmak için bu dağ ve bahçeleri mesken edindik.
Lâkin biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar.”
buyurdu. Sonra şu beyti okudu:
“Yâ İlâhî! Kulunum. Emrine
itâat ederim, anarım seni
Beni ne yaparsan yap, yeter
ki yapma dünyâ delisi.”
Hacı Ali Efendi bu sözleri
duyunca, onun gerçek hâlini anladı ve söylediklerine bin pişman oldu.
Geri kalan ömrünü Allahü teâlânın bu sevgili kuluna muhabbet ederek
geçirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın
vefâtından sonra yerine oğlu İkinci Selîm Han pâdişâh olup tahta
geçmişti. Bir gün saltanat kayığı ile Boğazı gezmek için çıktı.
Giderken Boğaz’daki bâzı yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a
geldiklerinde, kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi
hazretleri oturur. Buralarını o ihyâ etmiştir.” dediler. O zaman Sultan
Selîm Han; “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye sordu. Ona; “Sultanım!
Yahyâ Efendi, babanız Cennetmekân hazretlerinin süt kardeşi idi.
Babanızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler. O zaman Sultan Selîm Han;
“Evet, babamla olan yakınlığını ve dostluğunu bilirim. O babama her ne
derse babam şüphesiz yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ
olsun gelmemişti. Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok
iltifat ettiğine göre görelim nasıl zâttır. Evliyâlığı nicedir. İmtihan
için onu bir yere dâvet edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel bir
yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahyâ Efendiyi buraya dâvet etti. Yahyâ
Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi gönlünden geçirdi. Çok geçmeden
Yahyâ Efendi kayığıyla çıkageldi. Sultan Selîm Han, Yahyâ Efendiyi
görünce tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahyâ
Efendi ona; “Sultanım! Niçin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.”
buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, Sultanın iki
kulağını tutup büktü ve; “Abdestin var mı? Söyle yoksa bırakmam.” dedi.
Sultan; “Abdest alayım.” dedi. Yahyâ Efendi; “Dediğim namaz abdesti
değildir. Söylediğim tövbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han
mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden öpüp, hürmet gösterdi. Onun
büyük bir velî olduğuna iyice inandı.
Yahyâ Efendinin, Apostol
isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Bir gün bu Apostol, denizde
fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin
hürmetine duâ ederek kurtuldu. Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye
götürmek istedi. Kendi âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan
yıllanmış şarap alarak Yahyâ Efendinin dergâhına gitmek için yola
çıktı. Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya varmadan nar
suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören Apostol, müslüman
olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını Yahyâ Efendiye hediye
etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu zât, Yahyâ
Efendi ile aynı türbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.
Bir zaman Sultan İkinci Selîm
Han bir donanma hazırlayıp sefere çıkılmasını ferman buyurdu. Donanma
hazırlandığında donanma komutanı Kaptan-ı deryâ Beşiktaş’a geldi ve
Yahyâ Efendiden duâ istedi. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri üzüntülü ve
sıkıntılı bir halde; “Allahü teâlâ bir şeyin olmasını takdir ettiyse,
onu hayır duâ değiştiremez. Lâkin sizden gelecek kötü bir haberi
işitmememiz için gece-gündüz Rabbime duâcıyım.” buyurdu ve donanma
kaptanını uğurladı. Donanma o yıl düşmana karşı zafer kazanamadı. Bu
haber İstanbul’a gelmeden önce Yahyâ Efendi hazretleri Hakk’ın
rahmetine kavuştular. Buyurdukları gibi bu haberi duymadan âhirete
gittiler.
Beşiktâşî Müderris Yahyâ
Efendi, ömrünün sonuna kadar Beşiktaş’taki yerinde, ibâdet ve mücâhede
ile vakit geçirdi. 1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi
vefât etti. Vefâtında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban bayramı günü,
Süleymâniye Câmiinde, bayram namazından sonra cenaze namazı kılındı.
Cenâze namazını Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Bahçesi
yakınında bulunan ve daha önceden hazırladığı kabrine defnolundu.
Cenâzesinde vezîrler, âlimler, zenginler ve fakirlerden müteşekkil çok
kalabalık bir cemâat hazır bulundu. Bu cemâat, onun hâlinin iyi
olduğuna, sonunun hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir şâhitti. Vefât
gecesinde; âlimler, hâfızlar, vâizler, imâmlar, tasavvuf büyükleri
Kur’ân-ı kerîm okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyâ
edip, sevâbını o büyük zâtın rûhuna hediye ettiler. Kabri üzerine
İkinci Selim Hân tarafından türbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı
sultanları, Yahyâ Efendinin türbesinin, câmi ve zâviyesinin ve diğer
külliyâtının bakım ve tâmirini büyük bir hassâsiyetle ve aksatmadan
yapmışlardır.
Yahyâ Efendinin iki oğlu
olup, her ikisi de babaları gibi ilim, irfan âşığı kimseler idi.
Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefâtlarında aynı türbeye
defnolunmuşlardır.
Yahyâ Efendi hazretlerinin
şâirliği de kuvvetli idi. “Müderris” mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve
müretteb Dîvân'ı vardır.
O KENDİNİ TANITTI
Kânûnî, bir gün kayıkla
Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir
adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile
gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı,
devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe
bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince,
parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice
bakıp inceleyebilirsiniz.” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten
sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok
hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini
bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir
avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük
vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret
ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden
kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?”
dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi.” dedi. Bunun üzerine
Kânûnî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O
kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız.” buyurdu.
OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE
OLACAK?
Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî
Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf
gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle
de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli
kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi.
Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim!
Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ
Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir
şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece
sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ
Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap
veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun
üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana
şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm,
haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye
çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu
söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere
çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir.
Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin
itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.”
buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ
Efendiye olan sevgisi daha da arttı.
KİMSE KİMSENİN RIZKINI YİYEMEZ
Yahyâ Efendi bir zaman
sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular.
Talebelerinden birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip
tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. Değirmene
gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci, güzel huylu biriydi. Yahyâ
Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu.
Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi,
hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse kimsenin
nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç.
Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yumurta
doluydu. O zaman Yahyâ Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim
rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta
alıp yola devâm ettiler.
PEHLİVÂN YAHYÂ EFENDİ
Avrupa’da Kara Pehlivan
ismiyle meşhûr ve bütün güreşçileri yenen gayr-i müslim bir güreşçi
vardı. Bu güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere meydan
okuyor, hiç kimsenin kendisiyle güreşmeye cesâret edemeyeceğini
söylüyordu. Yahyâ Efendi, İslâmiyetin şerefini, vekarını korumak için,
güreşmek üzere o meşhûr pehlivanın karşısına çıktı. Kendisi daha önce
hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok hayret etti. Pehlivanlar meydana
çıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi
bekliyorlardı. Nihâyet Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. O
meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile
yeniverdi.
Kara Pehlivan, bu zâtta
gördüğü kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hâlin o büyük zâtın bir
kerâmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti.
Gönlü âdetâ Yahyâ Efendiye bağlanıp kaldı. Nihâyet onun huzûrunda
müslüman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.
ÂŞIĞA BAĞDÂT IRAK DEĞİLDİR
Mağripli birisi Yahyâ
Efendinin ismini duyup, görmeden ona âşık oldu. Yahyâ Efendinin nerede
olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ
Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ
nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun
hâlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi.
Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını
buldu. Kapıyı çalıp, Yahyâ Efendi hazretlerini sordu. Dergâhtakiler
Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler. Âşık
Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye
geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi
havuzun yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli
doğruca Yahyâ Efendinin yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü.
Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar
diyar diyar gezip sizi ararım." dedi. Yahyâ Efendi ona; "Acabâ maksadın
nedir?Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana yardım
edelim, gamını giderelim." buyurdu. Mağripli, Yahyâ Efendinin
ayaklarını öpmek istedi ve; "Efendim ne olur kimyâ ilmini bana
öğretin.” dedi. Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber
almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine;
“Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan
gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli, Yahyâ
Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi,
Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı
bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve
Yahyâ Efendinin eline verdi.Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O
sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun içine atıverdi ve; “Allahü
teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler, o hâlis altın oluverir.”
buyurdu. Bunu gören Mağripli; “Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni
maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin.
Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi
ve ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir
bahçenin bakım işlerini ona verdi.
|