Büyük
velîlerden. Doğum ve ölüm târihi bilinmemektedir. Babasının adı
Ebân bin Sam'a'dır. Rumlarla yapılan bir muhârebede şehîd düştü. Verâ,
şüphelilerden sakınma, takvâ haramlardan uzak durmak ve zühd, şüpheli
olmak korkusu ile mübahların çoğunu terk edip, onları lüzûmu kadar
kullanmak yolunu seçen kemâl sâhibi bir zâttır.
Birisi, Rebâh el-Kaysî'ye "Utbe'ye, Gulâm denmesinin sebebini bana îzâh
eder misin?" diye sordu. O da; "Utbe, ibâdet hususunda kendisini çok
küçük görür ve alçaltırdı. Onun için böyle denmiştir." dedi.
Atâ bin Ebî Rebâh bildiriyor: "Utbet-ül-Gulâm ile yolculuğa çıkmıştık.
Berâberimizde bir hayli kalabalık vardı.Kâfilemizdekilerin hepsi sabah
namazını, yatsının abdesti ile kılardı. Gece o kadar çok ibâdet
ederlerdi ki, bu yüzden ayakları şişmiş, iyice zayıflamışlar, sanki bir
kemik yığınından ibâret bir hâle gelmişlerdi. Sabah olunca,
birbirlerine, Allahü teâlânın kendisine itâat edip, beğendiği işleri
yapanlara vereceği mükâfâtı ve yapacağı ikrâmlardan, kendisine isyân
edip, kötülüklere dalanlara ise, vereceği azaplardan bahsederlerdi. Bu
şekilde yollarına devam edip dururlarken içlerinden birisi, bir yere
gelince bayılıp düştü. Alnından terler dökülüyordu. Etrafındakiler
ağlaşıyorlardı.Biraz sonra su dökerek ayılttılar. Kendisine gelince, ne
oldu diye sordukları zaman; "Bir zamanlar burada bir günah işlemiştim.
Onu hatırladım da, ben bu günahı niçin yaptım diye üzüntü ve
pişmanlığımın şiddetinden kendimi kaybettim." dedi.
Utbet-ül-Gulâm hazretleri dâima murâkabe hâlinde bulunurdu. Murâkabe,
Murâkıbı (görüp, gözeteni) düşünerek, dâimâ O'nunla meşgûl olmaktır. O,
Allahü teâlâdan başkasiyle meşgûl olmaz, devamlı Allahü teâlâyı anar ve
hatırlar, O'ndan bir an bile gâfil olmazdı. Bâzan öyle dalardı ki,
gideceği yeri geçer, farkında olmazdı. Bir gün, Utbet-ül-Gulâm
Abdülvâhid bin Zeyd'in yanına gelmişti. Abdülvâhid ona: "Nereden
geliyorsun?" diye sordu. Utbet-ül-Gulâm; "Falanca yerden geliyorum."
dedi. Abdülvâhid bin Zeyd, "Oralarda kimseye rastladın mı?" diye
sorunca, Utbet-ül-Gulâm; "Hayır, kimseyle karşılaşmadım." dedi. Halbuki
oralardan pek çok kimse gelip geçiyordu. Fakat, bütün rûhu ve bedeniyle
Allahü teâlâ ile meşgûl olduğundan, yanından geçenlerin farkına bile
varmamıştı. (Bu durum, hükümdar yanlarından geçerken, hizmetçilerinin
onun heybetinden, hiçbir şeyin farkına varmaması ve düşünceye dalan
birinin, bâzan etrafında olup bitenlerin bile farkında olmaması
gibidir.)
Utbet-ül-Gulâm hazretleri günahlarını düşündüğü zaman, yemek ve
içmekten kesilirdi. Bu durumu gören annesi; "Oğulcağızım! Biraz kendine
acı. Hiçbir şey yemiyor, kendine yazık ediyorsun." dediği zaman cevâbı;
"Anneciğim, kendime acıyorum. Fakat beni biraz bırak da, azıcık zahmet
çekeyim. Çünkü, inşâallah ilerde bu sıkıntılarımın karşılığını
göreceğim." şeklinde olurdu.
Onun yakınlarından birisi anlatıyor: Utbet-ül-Gulâm'ı rüyâmda gördüm
ve; "Ne durumdasın?" diye sordum. O; "Senin evinde yazılı bir duâ var.
Onun yüzünden iyi muâmele gördüm." diye cevap verdi. Sabah oldu. Evde
duâyı arayıp, buldum. Duâ şöyle idi: "Ey sapmışları doğru yola ileten,
ey günahkârlara merhamet edip acıyan! Ey düşenlere yardım eden Allahım!
Günahkâr olan bu kuluna ve bütün müslüman kardeşlerime merhamet eyle.
Bizi öldükten sonra, peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih
kullarınla haşreyle."
Utbet-ül-Gulâm hazretleri, unu hamur yapar, onu güneşte kurutur, sonra
yiyip, "Âhiretin çeşitli ve lezzetli nîmetleri hazırlanıncaya kadar, bu
dünyâda kuru ekmek parçası ile bir mikdâr tuz yeter." der, sıcakta
ısınmış olan testisinden biraz su içerdi. Yakınlarından birisi;
"Ekmeğini biz pişirip, sana soğuk su getirsek ne iyi olur, niçin böyle
kendin yiyip, sıcak su içiyorsun?" dediklerinde, "Bu kadar bana kâfi.
İşte, bu kadarcık bir şeyle açlığın ve susuzluğun şiddetini kırmış
oluyorum." dedi.
Utbet-ül-Gulâm anlatır: "Canım et istediği halde yedi sene almadım.
Fakat sonunda bir mikdar alıp, pişirdim. Sonra yetim bir çocuğa
rastladım. Elimdeki eti ona verdim." Bu manzarayı görenler,
Utbet-ül-Gulâm'ın "Yoksulları, öksüzleri, esirleri severek yedirirler."
(İnsan sûresi:76) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, ondan sonra et
yediğini görmedik dediler.
Müslim Abâdânî anlatır: Sâlih el-Mürrî, Utbet-ül-Gulâm, Abdülvâhid bin
Zeyd ve Müslim el-Esvârî bize gelip, deniz kenarına indiler.
Kendilerini bir akşam yemeğe dâvet ettim. Herkes sofraya oturmuştu. Bu
sırada görünmeyen birisi: "Ebedî ve nîmetler yurdu olan Cennet'ten,
dünyânın geçici zevkleri, nefsin arzu ve istekleri seni alıkor." diye
konuşmuştu. Utbet-ül-Gulâm bunu duyunca düşüp bayıldı. Yemekte
bulunanlar bir şey yemeden kalktılar.
Utbet-ül-Gulâm'ın, bir gece sabaha kadar; "Yâ Rabbi! Bana azap da
etsen, merhamet de etsen seni seviyorum." dediği söylenir.
Utbet-ül-Gulâm bir kumruyu görünce; "Eğer Allahü teâlâya benden daha
çok itâat ediyorsan, gel elime kon!" dediği zaman kumru gelip eline
konardı.
Utbet-ül-Gulâm'ın mahzun ve garip bir hâli vardı. Bu yönüyle Hasan-ı
Basrî hazretlerine çok benzerdi. Onun da mahzun bir durumu vardı. O,
yatsı namazını kılar, bir mikdar uyur, sonra kalkar ve sabaha kadar
yatmazdı.
Utbe hazretleri evinin kapısını dâimâ kapalı tutar, ancak geceleri açık
bulundururdu. Şehîd olmasından sonra, evine girdiler orada şu manzarayı
gördüler. Kazılmış bir kabir, boyuna geçirilebilen bir zincir.
Rebâh el-Kaysî anlatır: Utbet-ül-Gulâm ile berâberdik. Kendisine bir
mikdâr hurma almıştı. Akşam vakti sıralarında, rüzgâr esmeye başladı.
Bunun üzerine Utbet-ül-Gulâm; "Yâ Rabbi! Canım istediği halde bir
seneden beri hurma almamıştım. Fakat hurma yeme isteği bana gâlip
geldi. Yemek için aldım." dedikten sonra, aldığı hurmaları yemeyip,
tekrar fakirlere dağıttı.
Anbese-i Havvâs anlatır: Utbet-ül-Gulâm, beni dâimâ ziyâret ederdi. Bir
gece yanımda kaldı. Seher vakti şiddetli bir şekilde ağladı. Sabah
olunca, ona; "Bu gece beni çok korkuttun. Niçin öyle ağladın?" dedim.
Şöyle cevap verdi: "Ey Anbese! Günahlarım çok. Yarın kıyâmet günü
huzûr-ı ilâhiye nasıl varırım." dedi ve bu sırada neredeyse
yıkılacaktı, onu hemen kucakladım. Utbe! Utbe! diye bağırdım. Bana
hafîf bir sesle cevap verdi. "Kıyâmet günü hâlimin ne olacağı hâtırıma
geldikçe kendimi kaybediyorum." dedi. Sonra ağlamaya başladı. Onun bu
ağlayışı beni de ağlattı.
O mahzûn bir sesle, göz yaşları dökerek, Allahü teâlâdan, lütuf ve
ihsânını dilerdi. O, Kur'ân-ı kerîm okuduğu zaman ağlar, başkalarını da
ağlatırdı. Allahü teâlânın korkusundan göz yaşları dinmezdi.
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.6, s.226
2) Risâlet-i Kuşeyrî; s.281, 428, 654, 691, 723
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.47
4) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.3, s.22 |