İstanbul'da
yetişen büyük velîlerden. İsmi Hasan bin Recep bin Şehîd
Muhammed, lakabı Ünsî'dir. 1645 (H.1055) senesi Taşköprü'de doğdu. 1723
(H.1136) senesi İstanbul'da Bâbıâli yakınında Salkım Söğüd'de Aydınoğlu
Dergâhında vefât etti. Örtülü taş türbede medfûndur.
Ünsî Hasan Efendi önce Bayramiyye yolu büyüklerinden olan babası Recep
Efendiden okudu. İlim ve edeb üzere yetişti. Henüz yirmi yaşlarında
iken Ayasofya Câmiinde ders okutmaya başladı. Tefsîr-i Beydâvî ve
Mesnevî okur,
kendisine mahsus odasında ikâmet eder, ilimle meşgûl olurdu. Halvetiyye
yoluna girmesini âlim bir zât olan hemşehrisi Ali Efendi şöyle anlatır:
"Bir gün Üsküdar'da bir hemşehrim ile karşılaştım. Bana; "EskiVâlide
Dergâhında hemşehrimiz Şeyh Karabaş Ali Efendi isminde bir zât vardır."
dedi ve onun fazîletlerini anlattı. Lâkin ben onunla gidip görüşmedim.
Sonra Ünsî Hasan Efendinin medresedeki odasına vardım. Sık sık gelir
onu ziyâret ederdim. Bu sefer ona; "Ey Hasan Efendi!
Üsküdar'daKastamonu'dan bir zât gelmiş, ilim ve irfân sâhibi imiş.
Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapan bir zât olup, hal ve
tasarruf sâhibi olduğunu öğrendim. İsmine Karabaş Ali Efendi diyorlar.
Çok eserler yazmış. Gel ona gidip görüşelim." dedim. Hasan Efendi bu
teklifimi kabûl etti. Üsküdar'a geçtik ve VâlideAtikDergâhına geldik.
Orada AliEfendiyi ziyâret için içeri girdik. KarabaşAliEfendi bizi
görür görmez Ünsî HasanEfendiye hitabla; "Hasan Efendi çoktan beri
senin yolunu gözlerdik. Çok şükür şimdi nasîb oldu." buyurdu ve
yanındaki birine; "Osman Efendi sana dediğim bunlardır." deyip, Hasan
Efendiye iltifât etti. Osman Efendi sonra edeple dışarı çıktı. O zaman
ben KarabaşAli Efendi ile bir mikdâr konuştum. Hasan Efendi sükût etti.
Yarım saat kadar bir zaman geçti. Sonra oradan ayrılmak için Hasan
Efendiye; "Kalk gidelim. İkindi olacak." dedim. Berâberce kalktık. Şeyh
Karabaş Ali Efendiden izin istedim. Hasan Efendi, Şeyhin mübârek
ellerini ve dizini öptü. Onun hâlini değişmiş gördüm. Sonra dışarı
çıktık. Ona; "Hasan Efendi, şeyhin elini ve dizini öptünüz. Senin hiç
kimseye böyle yaptığın yoktu." dedim. Hasan Efendi sustu ve durdu. Ben;
"Buyrun gidelim." dedim. O zaman; "Siz buyurun gidin. Ben gitmeyeceğim.
Burada kalacağım." dedi. Hayret ettim ve; "Burada nasıl kalırsınız?
Senin medresede odan var. Kitapların ve eşyâların var. Bunları nasıl
fedâ edersin? Burada kalman olmaz. Gel gidelim. Sonra yine geliriz."
dedim. O, büyük bir kararlılıkla; "Medresedeki odam, bütün kitaplarım,
hepsi senin olsun." dedi ve anahtarını çıkarıp bana verdi. Sonra da;
"Talebelerime söyle kendilerine başka hoca bulsunlar. Bundan sonra ben
İstanbul yakasına gitmem. Meğer izin ola." dedi ve hakîkaten Üsküdar'da
hazret-i Şeyh Karabaş Ali Efendinin dergâhına gidip hizmetinde kaldı.
Çok ısrar ettimse de çâre olmadı."
Ünsî Hasan Efendi, hazret-i Şeyh Karabaş Ali Efendinin dergâhında
mücâhede ile, nefse zor gelen ve nefsin istemediği şeyleri yapmakla
meşgûl oldu. Şeyh Karabaş Ali Efendi onun bu husustaki gayretini
görünce; "Otuz iki bin kişi bizim elimizde tövbe edip yolumuza girdi.
Altı yüz seksen beş halîfem, önde gelen talebem var. Lâkin Hasan Efendi
gibisi yok. O, Allahü teâlâyı bilir ve hakîkatlere âşinâdır." buyurdu.
Bir gün Şeyh Karabaş Ali Efendi, Hasan Efendiyi huzurlarına istedi.
Birisi gidip haber verdi. Hasan Efendinin o esnâda başında siyah sarık
vardı. O; "Hocamın huzûruna böyle girmek, yolumuz edebine uymaz." deyip
başına beyaz sarık sarmak istedi. Fakat yenisini sarmak için zaman
yoktu.Hemen sarığının üzerine beyaz bir gömlek parçası sardı ve
hocasının huzûruna koştu.Hocası gecikmesi sebebiyle ona; "Niçin geç
geldin?" dedi. Hasan Efendi de; "Efendim biraz geciktim. Affediniz."
dedi. O zaman Karabaş Ali Efendi; "Beriye gel." buyurdu. Hasan Efendi
yaklaştığında, Karabaş Ali Efendi onun başındaki sarığın üzerine
sardığı beyaz gömlek parçasını çözüp alınca, siyah başlığı meydana
çıktı. O zaman; "Ey Hasan! Bize karşı edebi gözetirsin. Bundan sonra
yanımıza geleceğinde dilediğin şekilde ve zamanda gelebilirsin. Bu sana
izindir." buyurdu. Talebeler içinde Hasan Efendiden başkasına bu izin
verilmedi.
Bir gün cihân pâdişâhı Sultan Mehmed bin Sultan İbrâhim Hanın
çuhadarlarından KaraMehmed isminde birinin dizlerine sızı inip, kötürüm
oldu. Pâdişâh, hekim başısıSâlim Efendiye; "Şu çuhadarımız iyi
olmalıdır." diye tenbih etti. Sâlim Efendi bu ferman üzerine çuhadar
efendiye çeşitli ilaçlar tatbik etti ise de fayda vermedi. Saray
hekimleri ve şehirdeki diğer tabibler ona faydalı ilaç bulamadılar.
Pâdişâh bir gün çuhadarının yattığı odayı teşrif ettiler, hâlini
sordular ve; "Mehmed nicesin, iyi olabilecek misin?" dedi. Çuhadar da;
"Pâdişâhım, bana verdikleri hiçbir ilaç fayda vermedi.Çâre olarak sâlih
bir kimsenin şifâlı duâsına muhtâcım." dedi.Pâdişâh; "Şimdi böyle
şifâlı nefes sâhibi ve ağzı duâlı kimdir?" dedi. O da; "Pâdişâhım,
Üsküdar'da Vâlide Atik Câmiinde Şeyh Karabaş Ali Efendi mâlumunuzdur."
dedi.
Pâdişâh hemen hatırladı. Zîrâ onun vâzlarını dinlemişti. Hemen Haseki
Ağaya emretti ve; "Hemen Üsküdar'a var. Şeyh Karabaş Ali Efendiye selâm
ve hürmetlerimi arzet. Eğer kendileri gelirler ise teşrif edip
çuhadarımıza duâ etsinler. Yok, gelemeyip halîfesini, vekîlini
gönderirlerse, onu saygı ve hürmetle getiriniz." dedi. Haseki Ağa
derhal Üsküdar'a geçti. Şeyh Karabaş Ali Efendinin huzûruna
çıktı.Pâdişâhın ricâsını bildirdi. Şeyh hazretleri, Hasan Efendiyi
çağırttı, ona; "Hasan Efendi! Var şu hastayı bir gör ve ona duâ
okuyuver." buyurdu. Hasan Efendi; "Peki efendim!" deyip Haseki Ağa ile
birlikte saraya geldiler. HasanEfendi, çuhadarın odasına girdi. Hasta
Kara Mehmed Ağa, HasanEfendiyi gördüğü an ağlamaya başladı. "Efendim
sizlere hürmet için ayağa kalkamadım. Af buyurun." dedi. Hasan Efendi
ona teselli verip; "Sakın üzülme, gam çekme. İyi olursun. Hemen
ayaklarını önüme uzat!" dedi. O da bu yakınlıkla söyleneni yaptı. Hasan
Efendi okuyup duâ etti veFâtiha dediler. Bir mikdâr daha teselli verip;
"İnşâallah bir daha gelmemize hâcet kalmaz." buyurdu ve oradan ayrıldı.
Hasan Efendi odanın kapısından çıktığında hemen hasta ayağa kalkıp
gezinmeye başladı. Birkaç gün sonra da pâdişâhın huzûrunda yürür oldu.
Bunun üzerine Pâdişâh Sultan Dördüncü Mehmed Han çok sevindi. "Varın
haber verin. Şeyh Hasan Efendi, sarayda vâz eylesin." dedi. Haber
iletildikte Hasan Efendi; "Hocamdan izin almadıkça imkânı yok. Saraya
bile onun izniyle gelmişiz." dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, Karabaş Ali
Efendiden izin isteyince, o da, vâz etmesine izin verdi.
Hasan Efendi iki sene sarayda vâz etti. Sarayda kim varsa, Enderûn
ağaları dâhil hepsi Hasan Efendinin talebesi oldular. Sonraları
bunların da birçok talebe ve vekilleri oldu.
Hasan Efendi, hocası Ali Efendi hazretlerinden 1664 senesi icâzet,
diploma alıp vekîli oldu. Hocası ona; "Sen İstanbul yakasına var. Her
nerede dilersen orada ikâmet et. Allahü teâlânın kullarını irşâd eyle!"
buyurdu. Ona duâlar etti.
Hasan Efendi hocasının bu emri üzerine İstanbul Yakasına geçip Ayasofya
yakınındaki Acemağa Câmiine geldi. Oraya yerleşti ve talebe
yetiştirmeye başladı. Çok talebesi oldu. Lâkin kimseye vekillik, icâzet
vermezdi. Etraftan; "Şeyh Hasan Efendinin âşık talebeleri olduğu halde
onlara niçin icâzet vermiyor." dediler. Herkes bu hâle şaşar, taaccüp
ederdi.
Bir gün Şeyh KarabaşAliEfendi hazretlerine; "Efendim! Ünsî Hasan Efendi
bir türlü talebelerine icâzet verip vekil yapmıyor. Halbuki buna hak
kazanmış çok talebesi var. Eğer siz bir haber gönderirseniz icazet
verir, vekil yapar." dediler. O zaman Karabaş Ali Efendi yanındaki
asâdâr Osman Efendiye; "İstanbul'a var. Hasan Efendiye selâm söyle ve;
"Yavru çıkarsın. Yavru çıkarsın de!" buyurdu. Osman Efendi İstanbul'a
gelip Hasan Efendiyi buldu ve Karabaş Ali Efendinin selâmını söyledi.
Sonra; "Yavru çıkarsın. Yavru çıkarsın." dediler." dedi. Hocasının
selâmını alan Hasan Efendi; "Gezenler gibi mi? Gezenler gibi mi?" diye
karşılık verdi. O zaman Osman Efendi vedâ edip Üsküdar'a geçti. Karabaş
Ali Efendiye onun bu sözlerini söyledi. Karabaş Ali Efendi hazretleri
bunun üzerine tekrar duâ edip; "Ünsî Hasan Efendi, bütün icâzetli
talebelerimin en üstünüdür ve hepiniz ona muhtaçsınız." buyurdu.
Şeyh Karabaş Ali Efendi 1685 senesinde deniz yoluyla hacca gitmek için
hazırlıklarını yaptığında bütün talebelerini topladı ve; "Bizler hac
etmeye niyetlendik. Sizler burada kalıyorsunuz. Olur ki bir daha
görüşmeyiz. Bâzılarınızın bir mürşide, yol göstericiye ihtiyâcı vardır.
Hepinizi Ünsî HasanEfendiye havâle ettim. Danışacağınız bir şey olursa,
Hasan Efendiye danışın. Biz yerimize onu bıraktık." buyurup duâ ettiler
ve yola çıktılar. Bundan sonra bütün talebeler Hasan Efendiye tâbi
oldular.
Ünsî Hasan Efendi,Acemağa Câmiinde senelerce hak yolun bilgilerini
anlattı. Orada riyâzetle, nefsin isteklerini yapmamakla ve mücâhede
ile, nefse zor gelen şeyleri yapmakla meşgûl oldu. Çok az yer, bâzan
günlerce ağzına bir şey koymazdı. Halbuki ahbapları ve çok zengin
talebeleri vardı. Hiç birinden bir şey istemezdi. Bir ara namazı ayakta
kılamaz hâle gelmişlerdi. O zaman raftaki kuru birkaç lokma ekmek
parçasını yiyerek açlığını giderdiler ve ibâdetine devâm ettiler.
Çetin nefis mücâdelelerinden geçtikten sonra, Allahü teâlâ ona çok
ihsanlarda bulundu. Kendisine; "Nefsinle nasıl mücâdele ettin?"
denildikte, o; "Ömrüm nefsimle uğraşmak, onu terbiye etmeye çalışmakla
geçti. Uzun zaman açlık çektim. Yirmi yaşımdan beri yanım üzerine
yatmadım. Ayaklarımı uzatmadım. Daha başka çektiğim riyâzetlerimi size
anlatsam inanmazsınız. Sizler ise; "Rahatta olalım Hakk'ı bulalım."
dersiniz." buyurdu.
Ünsî Hasan Efendi, zamânında İstanbul'da bulunan evliyânın önde
gelenlerinden idi. Her hâliyle İslâmiyetin emirlerine uyardı.
Tasavvuftaki yolları Halvetî olup, Kastamonu evliyâsının büyüklerinden
Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerine uzanmakta idi. Ömrünü mürşidi, hocası
Karabaş Ali Efendinin yolunu ve edebini gözetmekle geçirdi. Çok
kerâmetleri ve güzel halleri görüldü. Tasarrufu kuvvetli olup,
talebelerinin ve başkalarının hallerine vâkıf, niyetlerini bilirdi.
Ünsî Hasan Efendinin zamânında bir takım din câhilleri türeyip,
tasavvufu ve mânevî halleri inkâr ettiler. Öyle oldu ki, mescidlere
gelenlere mâni olmaya, mescidleri kapatmaya çalışırlardı. Acemağa Câmii
etrâfındaki bâzı azgın kimselerÜnsî Hasan Efendiye de zarar vermek
istediler. Ünsî Hasan Efendi onlarla görüşmek istemedi. Onlar Şeyh Ünsî
Hasan Efendiyi Acemağa Câmiinden uzaklaştırmayı kararlaştırdılar. Hattâ
öldürmeye kasdettiler. Aralarında Hasan Efendinin bir kısım gâfil
talebeleri de vardı. Bir gün Hasan Efendinin karşısına çıkıp küfre
sebep olan sözlerle onu rahatsız ettiler. Hasan Efendi gelenlere
Kur'ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okuyup nasîhat etti. Lâkin
onlar taşkınlıklarında ısrar ettiler. O zamanHasan Efendi; "Sizler
bizleri ve yolumuzu inkâr edersiniz. Hak yolda giden sâlih kimselere
zarar verirsiniz. Hattâ bizi öldürmek istersiniz. Biz de size bu
fırsatı vermeyiz." buyurdu. O dakika oraya gelmiş bulunan azgınlar
birer ikişer düşüp can verdiler. Nasıl öldükleri anlaşılamadı. Kısa
zamanda her biri bir sebepten ölüp gitti.
Bir gün birisi yere düşüp can vermek üzere iken Şeyh Hasan Efendinin
önde gelen sâdık talebelerinden Kebâbî Ahmed Dede gelip durumu
HasanEfendiye haber verdi ve yardım etmesini istedi. Ünsî Hasan Efendi
ona; "Var sen işinle meşgûl ol!" buyurdular. O zamanAhmed Dedeyi bir
hal kapladı ve titremeye başladı. Sonradan bu hâli soruldukta; "Az
kalsın ölüyordum." dedi. Daha sonra Ünsî Hasan Efendi; "Allahü teâlâya
şükürler olsun ki, bu câmi ve etrâfı inkârcılar gürûhundan temizlendi."
buyurdu.
Bir gün kuşluk vaktinde, AcemağaCâmii yanından elinde çocuğu olan bir
kadın geçiyordu. O sırada çocuk, câminin penceresinden içeri baktı
hemen ağlamaya, bağırmaya başladı ve anasına sarıldı. Anası sebebini
sorunca; "Câmide postun üzerinde bir arslan var yatıyor ve şimdi
kalkacak." dedi. Kadıncağız da pencereden içeri baktı, hakîkaten postun
üzerinde bir arslan oturuyordu. Onu böyle görünce korkup titremeye,
kekelemeye başladı. Civardaki talebelerden bâzısı da oraya gelip bu
hâli gördü ve kaçışmaya başladı. Birkaçı doğruca Hasan Efendinin önde
gelen talebelerinden Pîr Osman Efendiye gidip durumu anlattı. Osman
Efendi onları odalarına gönderip korkmamalarını söyledi. Bir saat kadar
sonra gidip baktıklarında, arslan yerinde yoktu. Osman Efendi; "Bunu
kimseye anlatmayın. Zîrâ izin yoktur." dediyse de, Şeyh Hasan Efendinin
bu kerâmeti herkes tarafından duyuldu. Sebebi Osman Efendiden
soruldukta; "Şeyh Ünsî Hasan Efendi celâllenip, bir şeye canı
sıkılınca, bir arslan peydâ oluverir." diye cevap verdi.Hakîkaten bütün
azgın ve taşkın kimseler bu heybetli arslanı görmekle ödleri çatlayıp
ölmüşlerdi.
Bir zaman HasanÜnsî Efendiyi sevmeyen birisi gelip, devlet adamlarından
Mustafa Paşaya onun aleyhinde sözler söyledi.Cezâlandırılmasını istedi.
Paşa bu sözler üzerine; "Peki onu nefy edelim. Bir yere sürelim." dedi.
O gece Paşa yatmak için başını yastığa koydu. Lâkin yastığı alevli bir
ateş sardı. Paşa birden bire geriye çekilip ayak ucunda durdu ve
korkuyla bakmaya başladı. Etrafına seslendi. Ev halkı koşup geldi. "Ne
oldu?" dediklerinde; "Başımı yastığa koyunca, yastığı bir ateş kapladı.
Ondan korktum!" cevâbını verdi. Bunun üzerine evdekiler; "Paşa
hazretleri ateş falan yok. Okuyun da yatın." dediler. O da; "Okumadan
yattığım yoktur. Mutlakâ okur, öyle yatarım." dedi. Paşa tekrar yatağa
girip başını yastığa koyduğunda yine aynı ateşli alevi gördü. Hemen
sıçrayıp; "Söndürün, söndürün!" diye bağırmaya başladı. Gelenler yine
bir şeyler görmediklerini söylediler. Netîcede bu hal sabaha kadar
sürdü. Sabahleyin Paşa, yakınlarına bu hâli anlattı. Hiç kimse bir mânâ
veremedi. Sonradan sevdiklerinden birisi; "İzin verirseniz ve
darılmazsanız bunu size açıklarım." dedi. Paşa da; "Darılmam söyle!"
deyince, o; "Efendim! Siz ya birine zulüm ve haksızlık yapmışsınız veya
haksızlık yapacaksınız! Öyle bir niyetiniz olmalı. Zîrâ böyle ateş
görmek, ancak Allahü teâlâ tarafından bir îkâzdır, uyarmadır,
tenbihtir. Sizlere bundan sakınmak lâzımdır." dedi. Bunu işiten paşa
şaşırdı ve; "Ben kimseye haksızlık etmedim. Lâkin, Acemağa
CâmiindeHasan Efendi isminde bir zât varmış, uygunsuz haller ve işleri
yaparmış. Bana onu zemmedip kötülediler. Ben de onu nefyetmeyi,
uzaklaştırmayı niyet etmiştim." dedi. O kimse bunu duyunca; "Efendim!
Sakın öyle bir işe kalkışmayın." dedi. Orada Hasan Efendinin
talebelerinden birisi vardı. Bunu duyunca Paşaya Hasan Efendinin
üstünlüklerini, güzel hallerini, dünyâya düşkün olmadığını anlattı ve
hakkında söylenen şeylerin iftirâ olduğunu belirtti. Paşa bunun üzerine
niyetinden vaz geçip ona ikrâm ve iyilik yapmak, duâsını almak istedi
ve; "Hakîkaten gece gördüğüm ateş, ona olan haksızlık niyetimin sebebi
idi." dedi ve şüphesi kalmadığını belirtti. Sonra Ünsî Hasan Efendiye
birkaç kese altın gönderdi ve duâ istedi. Ayrıca; "Ona lâyık bir
dergâhı da hizmetine vereceğim." diye haber gönderdi.
1683 senesi İstanbul'da Alay Köşkü yakınında Karaköy mahallesinde Saçlı
Emir Dergâhı, diğer bir adı ile Aydın Dede Dergâhı boşaldı. Mustafa
Paşa derhal buranın Şeyh Ünsî Hasan Efendiye verilmesini emrettiler.
Berâtını, izin belgesini ona gönderdiler. Berât önlerine konunca, Hasan
Efendi; "Paşa oğlumuzun selâmını aldık. Biz dahi selâmlar ederiz. Bu
câmide yirmi senedir Rabbimizi zikrederiz. Burası dahi dergâhtır.
Orasını hakkı olan birine versinler." buyurdu. Berâtı da, getiren
kişiye iâde edip kabûl etmedi.Daha sonraları binbir ricâ ve minnetle,
Ünsî Efendi mecbur kalıp Saçlı Emir Dergâhına geçmeyi kabûl etti.
Mustafa Paşa da onun bu kabûlünden çok memnun oldu.
Şeyh Ünsî Efendinin birçok kerâmetleri görüldü. Sâdık talebelerini çok
sever, sıkıntılı anlarında onların imdatlarına, yardımlarına koşardı.
Sevdiklerinden Mehmed Ağa, resmî bir görevle Rumeli taraflarına
gönderilmişti. Bir gün MehmedAğanın haydutlar tarafından katledildiği
haberi geldi. Dergâhtaki talebeler bu durumu Ünsî Hasan Efendiye
bildirdiler. Hasan Efendi tebessüm edip; "Onun aslı yoktur." buyurdu.
Hakîkaten aradan bir zaman geçtikten sonra, Mehmed Ağa ansızın
çıkageldi. Dergâhtakiler ona; "Sizin ölüm haberinizi aldık. Bunu
hocamıza haber verdik, lâkin o; "Aslı yoktur. O ölmedi, yaşıyor." diye
cevap verdi." dediler. Bunun üzerine Mehmed Ağa sükût edip onlara bir
şey söylemedi. Daha sonra Ünsî Efendinin huzûruna çıktı. Ünsî Efendi
onu görür görmez; "Mehmed Dedeyi gördün mü?" dedi. Oradakiler bir şey
anlamadılar ve içlerinden Şeyh hazretleri ile onun arasında böyle
konuşmalar olur dediler. Sonra diğer bir kısmı MehmedAğadan "Hocamız
sana Dedeyi gördün mü? diye buyurdu, bu nedir?" diye sorduklarında,
şöyle anlattı: "Onu şimdi söylemek uygundur. Zîrâ hocamızın bir
kerâmeti ve himmeti, yardımı ortaya çıkmış olur." dedi ve anlatmaya
başladı:
"Rumeli'deki vazîfemi tamamladıktan sonra bir kervanla geri dönüyordum.
Yol üzerinde bir ormana girdik. Fakat orada baskına uğradık. Haydutlar
kervandaki insanların hepsini öldürdüler ve malları yağma ettiler. Sıra
bana geldi. O sırada çok korktum. Hocam Ünsî Hasan Efendiyi hatırıma
getirdim. Birden onu karşımda hazır gördüm. Bana bakıp; "Gel." buyurdu.
Ben de ardınca gittim. Haydutlar bizi görmediler. Bir dağ üzerine
çıktı, ben de çıktım. Sonra bana; "Bu dağın ilerisine git." diye işâret
buyurdu ve kayboldu.Ben işâret edilen tarafa giderek düz bir yere
ulaştım. Orada bir takım insanlar vardı, beni görünce hemen yanıma
koştular ve hâlimden sordular. Ben arkamdaki dağın ötesinde haydutlar
olduğunu ve kervanı soyup kervandakileri katlettikleri haberini verdim.
Bunun üzerine onlar; "Biz de işittik. Ne zaman oldu." dediklerinde; "Az
önce." dedim. Bunun üzerine onlar; "Bu dağın ilerisinde ormanlık yer
yoktur. Haydutlar da buralarda bulunmaz." dediler. Ayrıca bana geldiğim
yeri sordular. Ben söyleyince; "Senin söylediğin yer buralara çok
uzaktır." dediler. O zaman ben, şeyhim Ünsî Efendinin kerâmetiyle
kurtulduğumu, buralara kadar getirilerek selâmete erdiğimi anladım.
İstanbul'a gelip huzûruna çıktığımda; "Mehmed Dedeyi gördün mü?" dediği
hakîkatte kendisi idi."
Bir başka talebesi anlatır: "Ben hamama gittiğimde iyice yıkandıktan
sonra bir tas içindeki suya okuyup sonra başımdan aşağı dökmeyi âdet
edinmiştim. Bu hâlimi kimseye söylemedim. Bir gün bir rüyâmı tâbir için
Ünsî Hasan Efendinin huzûruna gittim. Rüyâmı tâbir ettiler, sonra da;
"Hamamdaki bu âdeti terk et. Zîrâ suya okur, sonra onu orada başına
dökersin. Bu uygun değildir. Zîrâ okunmuş sudur. Aşağılara yayılması
günahtır. Onu bir daha yapma. Yıkan ve çık." buyurdular. O zaman ben;
"Efendim! Bu hâli kimse bilmezdi, size kim söyledi?" diye sordum. O
zaman Hasan Efendi hazretleri; "Bir gönül ki, cenâb-ı Hakk'ın hazînesi
oldu. İşte o gönül haktan haber verir. O gönlün görmediği ve bilmediği
olmaz. Onun gibi bizden yine bize bir söyleyici vardır. O haber verir."
buyurdu. Ben de o âdetimi bir daha yapmadım.
Ünsî Hasan Efendi hallerini gizler, kerâmetlerini açıklamak istemezdi.
Ayrıca bir başkasının da açıklamasını arzu etmezdi.
1711 senesinde Kethüdâ Osman Efendi, bir seferde ihmâli görüldüğünden,
Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından Kavak Kalesine hapsedilmişti.
OsmanAğa adamlarından birisiyle Ünsî Hasan Efendiye iki yüz altın
gönderdi ve; "Selâm ve hürmetlerimi söyleyiniz. Mübârek ellerinden
öperim. Bizim işimizin sonu nereye varır." diye bir haber gönderdi.
Osman Efendinin adamı gelip altınlarıÜnsî Hasan Efendinin önüne koydu
ve haberini arzetti. Bunun üzerine Ünsî Hasan Efendi; "Biz bu sizin
dediğiniz işin erbâbı değiliz. Sen bu altınları yine sâhibine ver."
deyip geri gönderdi. O kişi ısrar ettiğinde; "Sen bu altınları geri
götür. Osman Ağa da âhiret tedâriki için fakirlere dağıtsın." buyurdu.
Hakîkaten çok geçmeden Osman Ağa îdâm edildi.
Çorlulu Ali Paşanın mühürdârı Kırîmî Abdullah Ağa, Ünsî Efendiyi çok
severdi. Dergâhın tâmirinde çok hizmeti geçti. Ünsî Efendiye sık sık
gelir sohbetini dinlerdi. Bir gün onun da bulunduğu bir mecliste Ünsî
Efendi ona hitâb ederek; "Dinle Abdullah Efendi! Tarîkat, Allahü
teâlânın bildirdiği yol ve Peygamber efendimizin izidir. Bir kimse
İslâmiyete uymayan bir şey yapsa, ona devâm etse, ona hakkı tanımak ve
temiz bir vicdan nasîb olmaz. Tâ ki bu şeyi yapmayı terk edene kadar.
Kişinin murâdı sâdece Allahü teâlânın rızâsı olmalıdır. Başkası olursa
ona dünyâ belâları ulaşır. Bundan tövbe etmelidir." buyurdu. Meclis
dağıldıktan sonra oradakiler AbdullahAğadan bu sözlerin sebebini
sordular. O da; "Bilmem. Ünsî Efendi böyle söyleyiverdi." dedi. Bir
zaman sonraAbdullahAğa yakalanıp, zindana atıldı. Çok sıkıntılar çekti.
Sebebini bir türlü anlayamamıştı. Bir gün celladlar ona; "Suçun yokmuş,
serbestsin gidebilirsin." dediler. Abdullah Ağa zindandan kurtuldu.
Evine gitmeden doğruca Ünsî Efendiye gelip ellerini öptü, hâlini
arzetti. Sonra dışarı çıktı. Oradakiler, hâlini ve Ünsî Efendinin
anlattıklarını sordular. O da; "Ünsî hazretlerine talebe olduğumda
kimyâ ilmine, sarraflığa merak salmıştım. Sonradan beni hapsettiler.
Çok eziyet çektim. Hapiste bir gece rüyâmda Ünsî hazretlerini gördüm.
Bana heybetli bir şekilde; "Kimyâ, sarraflık arzusunu gönlünden çıkar.
Yoksa katledileceksin." buyurdular. Hemen o saat dünyâ arzusunu
gönlümden çıkardım. Tövbe ettim. Sabahleyin celladlara ferman gelip
beni serbest bıraktılar. Ben de gelip bu hâlimi Ünsî Hasan Efendiye
arzettim. Bana tebessüm ederek; "Eğer tövbe etmeseydin
katledilecektin." buyurdular. Kurtuluşum onun kerâmetiyle oldu." dedi.
Ünsî Hasan Efendi sohbetleriyle çok talebe yetiştirdi. İslâmiyetin
emirlerine uymakta çok titiz davranırdı. Sevdikleriyle sohbet ederken
ezan okunsa hemen; "Şimdi sizinle önce namazı kılalım. Sonra
sohbetimize devâm ederiz." derdi. Berâberce namaz kılıp, ardından
sohbete devâm ederlerdi. İkindinin ve yatsının sünnetlerini terk
ettirmezlerdi. Öğle ve yatsının son sünnetlerinin dörder rekat
kılınmasını tenbih ederlerdi. Teheccüdü terketmez, talebelerinden biri
kalkmasa onu îkâz ederlerdi. Dergâhında teheccüde kalkmadık talebe
kalmazdı. Nefsiyle mücâdelede önde giden talebelerini kıymetli tutardı.
Dergâhta Derviş Mustafa adında biri vardı. Sesi çok güzeldi. Bir yaz
gecesi üç gece sabah namazına kalkamadı.Ünsî Efendi talebelerine;
"Mustafa'ya söyleyin sabah namazına gelsin." diye tenbih ettiler. O
yine namaza gelmedi. Bunun üzerine Ünsî Efendi onu dergâhtan
çıkardılar. Talebelerden biri sonradan; "Efendim, Derviş Mustafa'ya ne
olaydı izin verilse de dergâha gelse. Zîrâ dergâha böyle biri lâzım."
deyiverdi. O zaman Şeyh Ünsî Hasan Efendi hazretleri; "O üç gündür
sabah namazına gelmedi. Biz ona tenbih ettik. Lâkin o bu tenbihimizi
dinlemedi. Bu hal yarın hepinize sirâyet eder, bulaşır. Kendi nefsinin
rahatını Allahü teâlânın emri üzerine tercih eden kimse bizim
dergâhımıza yakışmaz. Gelmesin." buyurdular. Bundan sonra Derviş
Mustafa dergâha alınmadı.
Ünsî Hasan Efendi başkalarının kendisine îtibâr etmelerinden çok
çekinir, şöhretten kaçardı.
Tameşvar Kalesinde Selim Dede isminde hâl sahibi, duâsı makbul velî bir
zât vardı. Adı, şöhreti her yere yayılmış, duyulmuştu. Osmanlı
Devletinde kâfir kralları arasında kerâmetleri, olağan üstü halleri
konuşulurdu.
Tameşvarlı Selim Dede'yi bilmeyen yoktu. Bir zaman Selîm Dede
hazretleri İstanbul'a geldi. Halk onu görmek için birbirine girdi.
Büyük bir kalabalık oldu. Bu sırada Selim Dede dervişlerinden birine;
"Sen Şeyh Ünsî Hasan Efendiye var. Bizden selâm söyle. Huzûr-ı
şerîflerine varıp mübârek cemâlini görmek ve sohbetleriyle şereflenmek
murâdımızdır. Ziyâret etmemize izinleri olur mu?" diye emredip
gönderdi. O da Ünsî Hasan Efendiye Selim Dede'nin arzusunu bildirdi. O
zaman Hasan Efendi; "Selim Dede Efendiye selâmlar ederiz. Hal ve
hatırlarını sorarız. Lutf edip kerem buyurup teşrif etmesinler. Zîrâ
onlara izzet ve ikrâm etmekte kusur ederiz. Eğer nasîb olursa başka bir
zaman başka bir yerde görüşürüz. Kerem buyursunlar. Sakın
incinmesinler." diye o dervişi Selim Dede'ye gönderdi. Bu haber Selim
Dede'ye gidince, tekrar Hasan Efendi hazretlerine selâm gönderip; "Özür
buyurdukları candan makbûlümüzdür." dedi. Bu sıralarda Selim Dede'nin
yanında bulunan sevdikleri; "Efendim! Sizinle görüşelim diye herkes
kırılıyor. Sizi görmeye can atıyorlar. Acabâ Şeyh Ünsî Hasan Efendi
niçin sizinle görüşmek istemezler." dediler. Selim Dede; "Bizimle
görüşmek istememeleri bizi sevmemekten değildir. Onların murâd-ı
şerîflerini biliriz. O büyük bir zâttır. İnzivâ üzere yalnız bir yerde
ibâdetle meşgûldür. Onun yaptıkları bizim elimizden gelmez. Biz
günahkâr sayılırız." diye cevap verdi ve ağladı. Dervişler bu işe bir
mânâ veremeyip hayrette kaldılar. Aradan bir zaman geçtikten sonra
dervişlerden birisi Ünsî Hasan Efendiden bu görüşmemenin sırrını sordu.
Hasan Efendi hazretleri; "Selim Dede velî bir zâttır. Allahü teâlânın
sevgili kullarındandır. Onun gibisi az bulunur. Eğer Selim Dede ve
sevdikleri buraya gelseydi, Selim Dede, Hasan Efendinin ayağına varmış
diye bütün herkes bize îtibâr eder, şan şöhret sâhibi olurduk. Neûzü
billah, şöhret âfettir. Şöhretten kaçmak lâzım gelir. Bu ihtiyar
hâlimizde nereye gidebiliriz. Selîm Dede olgun, zevk ve vicdan sâhibi
bir zâttır. Niçin görüşmek istemediğimi bilir." buyurdu.
Ünsî Hasan Efendi dâimâ ibâdetle meşgûl olur, inzivâ hâli yaşar, devlet
adamlarıyla görüşmek istemezdi. 1711 senesi Vezîriâzam olan Baltacı
Mehmed Paşa bir müddet sonra Moskova seferine tâyin edilmişti. Sefere
çıkmazdan önce duâ için nice kere Şeyh Ünsî Efendiyi dâvet etti. Ünsî
Efendi özürler bildirip, dâvetine gitmedi. Vezir Mehmed Paşa; "O halde
biz onun yanına gideriz. Gece kapısı açık olsun." diye haber gönderdi.
O gece tebdîl-i kıyâfet edip yatsıdan sonra dergâha geldi. Vezir tevâzu
gösterip Ünsî HasanEfendinin ellerinden öptü. Huzûrunda edeb ile
oturdu. Sonra da; "Efendim! Benim babam da Halvetî tarîkatının önde
gelen büyüklerindendir. Bana duâ ediniz. Kerem ve himmet ediniz.
Ömrümde sefer nedir, asker idâresi ve sevki nedir bilmem. Sizin duâ ve
yardımlarınıza muhtâcım. Yoksa ben bu işin ehli ve erbâbı değilim. Bu
işin hakkından dahi gelemem." dedi. Bunun üzerine Ünsî Hasan Efendi
ona; "Moskof kâfirlerinin mağlub olacağını, aman dileyeceğini, hor ve
hakîr olacağını, sulh isteyeceğini, başından sonuna olacak şeyleri
açıkça bildirdi. Baltacı Mehmed Paşa üç saat kadar orada kalıp, sonra
edeb ile ayrıldı. Ertesi gün evde bulunan hanımlar, Hasan Efendinin
vezîriâzama olan sözlerini etrâfa söylediler. Hakîkaten bir zaman sonra
dedikleri meydana çıktı.
Ünsî Hasan Efendinin kerâmetleri pekçoktu. Halvetî dervişlerinden Ömer
Efendi anlatır: "Bir tanıdığımızın evlâdı hastalanmıştı. Tabibler bir
çâre bulamadılar. Netîcede onu alıp Ünsî Efendinin dergâhına götürdük.
Ünsî Hasan Efendi çocuğa nazar edip, duâ etti. O dakikada çocukta
hastalıktan eser kalmadı. Sevinçle evimize döndük. Lâkin annem evde
başka kadınları güldürmek eğlendirmek için; "Şeyh Efendi şöyle duâ
etti. Şöyle üfledi." diye bâzı şeyler söyledi. Herkes buna güldü. Lâkin
akşam annem rahatsızlandı.Sebebini anlayamadık. Daha sonra annem bize;
"Evlâdım. Ben şöyle şöyle yaparak eğlenmiştim. Şeyh Ünsî Efendiyi bu
gece karşımda heybetli bir şekilde gördüm. Bana; "Ben sizin eğlenceniz
miyim?" diyerek azarladı. Feryâd edemedim. Kendimden geçtim." dedi.
Sonra daÜnsî Efendiye gidip orada tövbesini bildirmek istedi. Daha bir
şey söylemedenÜnsî Efendi; "Hanım bir daha bizleri dile almayınız, alay
etmeyiniz!" buyurdu ve annemi affetti. Sonra bana; "Zinhâr, sakın
kimseyle eğlenmeyiniz. Bu kişi kâfir bile olsa. Zîrâ bu işin sonu
pişmanlıktır." diye nasihat buyurdular."
Dervişler, Şeyh Ünsî Hasan Efendinin birçok kerâmetlerini bilirler,
lâkin söylemezlerdi. Vefâtlarından sonra ona âid olan güzel hallerini
ve kerâmetlerini anlatmışlar, söylemişlerdir.
Hoca Paşa mahallesinde hizmetçi bir kadın vardı. Ücret ile komşuların
bâzı işlerini görürdü. Bir gün bir komşu kadın buna hasta çocuğunu
getirip; "Sen bu mâsumu Şeyh Ünsî Efendiye götür. Duâ eylesin. Ayrıca
şu paraları da hediye olarak ona verirsin." dedi. Hizmetçi kadın hasta
çocuğu alıp Şeyh Ünsî Efendiye götürdü ve duâ etmelerini istedi.
Paraları da iki altını eksik olarak onun önüne koydu ve; "Bunu çocuğun
annesi gönderdi." dedi. O zaman Ünsî Efendi çocuğa duâ etti. Çocuk
iyileşti.Sonra hizmetçi kadına; "Sakladığın iki altını da koy!"
buyurdu. Kadın inkâr edince; "Bilmez miyim. İki altın sağ cebindedir.
Beni yalancı çıkarmak mı istersin?" buyurdu. O zaman kadıncağız
titremeye başladı ve cebindeki paraları çıkarıp önüne koydu. Ünsî
Efendi; "Bunu fakirlik sebebiyle yaptın. Lâkin bir daha yalan söyleme.
Bir kimseyi imtihan etme. Fakirliğe sabret. Allahü teâlâ insanın
dünyâlığını çoğaltsın." buyurdu ve hizmetçi kadına kırk altın ihsân
etti. O iki altını da ayrıca verdi.
Ünsî Hasan Efendi hazretleri vefâtına yakın talebelerini toplayıp
onlarla helallaştı ve bir takım nasîhatlerde bulundu. "Sizler yolumuza
aykırı hareket eder, İslâmiyetin emirlerinin dışına çıkar, haram ve
mekruhlara meylederseniz, âhiret gününde iki elim yakanızdadır. Bu
Halvetiyye yolu cümlemizeAllahü teâlânın bir emânetidir. Bunu koruyun.
Bu sebeple peygamberler ve evliyâ sizlerden hoşnud olur." buyurdular.
Techiz ve tekfinleri için gerekli siparişleri verip aldırdılar. Sonra
yerine vekil bıraktığı MehmedEfendi, Kur'ân-ı kerîm okurken vefât
ettiler. Talebelerinden Seyyid Mustafa Efendi gasledip yıkadı.
Arkasından hemen yetmiş bin kelime-i tevhîd okunup mübârek rûhuna
gönderildi. Ayasofya CâmiindeKara Mustafa PaşaDergâhı şeyhi olan Şeyh
Seyyid Nûreddîn Efendi namazını kıldırdı. Cenâzesinde âlimler, sâlihler
hazır olmuşlardı.
Hasan Ünsî Efendinin talebelerinden bâzıları şunlardır: Hacı İbrâhim
Efendi, Tatar Selim Efendi, Kastamonulu Mustafa Efendi, Abdullah
Kefevî, Üsküdarlı Ahmed Efendi, Giritli Ahmed Efendi, Çekmeceli Mahmûd
Hilmi.
Hasan Ünsî Efendinin, Arabça, Farsça veTürkçe ile yazılmış bir dîvânı
vardır. Bu dîvân, İbnü'l-Emîn Mahmûd Bey tarafından muhâfaza
edilmiştir. Vâz ve nasîhatları ile konuşmaları; Kelâm-ı Azîz ismindeki
kitapta toplanmıştır. Yine Arabça, Farsça ve Türkçe ile nazm ve nesir
olarak buyurdukları sözlerinden bir kısmı, Sırr-ı Ehâdiyyet isimli bir
eserde toplanmıştır.
SENİ KÂDI ZANNETTİM
Talebeleri içinde Sıdkî Abdullah isminde iyi ve güzel hal sâhibi bir
derviş vardı. Bir gün sohbette Ünsî Efendi dergâhın kapısına bakıp; "Şu
gelen kâdıyı kim tanıyor ve bu kime geliyor." dedi. Talebeler gelenin
Sıdkî Abdullah Efendi olduğunu gördüler ve; "Efendim bu Sıdkî
Efendidir." dediler. O zaman Ünsî Hasan Efendi; "Kâdı sandım."
buyurdular. Talebeler buna bir mânâ veremeyip, birbirlerine baktılar ve
içlerinden; "Bir hikmeti vardır. Evliyâ boş söz söylemez." diye
geçirdiler. SonraAbdullah Efendi içeri girip Ünsî Efendinin elini öptü
ve oturdu. Ünsî Efendi ona bakıp; "Abdullah, kâdılık talebinde misin?"
buyurdu. O da; "Hâşâ efendim. Öyle bir niyetim yoktur. Aklımdan da
geçmez. Estağfirullah, Allahü teâlâya sığınırım efendim." dedi. Ünsî
Efendi, "Seni kâdı zannettim. Ama bu, söz tutmamaktan oldu." dedi.
Sohbetten sonra herkes dışarı çıktı. Birbirlerine; "Abdullah Efendinin
acaba ne kusuru oldu?" dediler. Sonra da söz tutmamaktan Allahü teâlâya
sığındılar. Aradan bir zaman geçti. Bir gün AbdullahEfendi ile talebe
arkadaşı Sâatî Ahmed Ağa, Ünsî Efendiden icâzet, diploma istediler.
Ünsî Efendi bunlara; "Size izin verip birer memlekete göndermek
mümkündür. Lâkin hevâ ve arzulardan geçmek lâzımdır. Nefsin hevâsına,
isteklerine tâbi olmaktan sakınmak gerektir. Mâdem ki arzu ve istek
gâliptir, ona Hakk'ın sırrı açılmaz. Hevâcının huzûru, hevâ ve
arzusuyladır. Basîret üzere olmak lâzımdır." buyurdu. Aradan birkaç ay
geçti. Ünsî Efendi hazretleri bu ikisine diploma verdiler ve Abdullah
Efendiyi Kefe'ye, Sâatî Ahmed Ağayı da Sinop'a irşâd ve hizmete
göndermek istediler. O zaman Ahmed Ağa vâlidesini bahâne edip Sinop'a
gitmedi. Daha birçok özürler ileri sürdü. Boğazda yakın bir yere gitmek
istedi. Bu isteği kabûl edilmedi. Abdullah Efendi ise, evini barkını,
mallarını neyi varsa satıp deniz yoluylaKefe'ye gitti. Orada büyük
îtibâr ve hürmet gördü. Pekçok kimse hizmetinde bulundu. Bütün
ihtiyaçları karşılandı. Rahat etti. Zengin oldu. Bir zaman sonra
nefsine uyup yerine birisini bırakıp çoluğu çocuğu ile birlikte
İstanbul'a döndü. Bir gün onu Ünsî Efendinin talebelerinden birisi
Fâtih Câmiinde görüp; "İzinsiz niye döndünüz?" dedi. O da; "Tatarlarla
geçinemeyip yerime birisini bıraktım. Sonra dönmemin ne mahzuru var."
diye cevap verdi. Bu haber Ünsî Hasan Efendiye de ulaştı. Ünsî Efendi
hiçbir şey söylemediler. Bir ara Abdullah Efendi, Şeyh Ünsî Hasan
Efendiye geldi. Elini öpüp oturdu. Hasan Efendi ona heybetle nazar
edip; "Niye geldinAbdullahEfendi?" buyurdu. O da bir takım özür ve
bahâneler uydurdu. Hasan Efendi bunları kabûl etmediler. İltifat
etmeyince, üzüntü ile oradan ayrıldı. Abdullah Efendinin İstanbul'da
çok tanıdığı vardı. Bu sâyede kâdı oldu ve vazîfeye başladı. Vefâtına
kadar kâdı olarak kaldı.
Abdullah Efendi anlatır: "Ben kendime ettim. Bu belâ bana nefsimi terk
edemememin netîcesi olarak geldi. Hasan Efendi bana önceleri; "Seni
kâdı zannettim." buyurmuştu. Sonra bana; "Kâdılık talebinde misin?"
buyurmuştu. Şimdi bu hâlime ağlarım. Benim bu hallere düşeceğimi
önceden anlamıştı." dedi.
DERVİŞİN GÖNLÜ ÇATAL OLMAMALI
Yaycı Mustafa Dede isminde birisi, Şeyh Ünsî Hasan Efendinin
sohbetlerine gelir giderdi.Nerede bir şeyh görse gider onunla görüşür,
ona hizmet eder, ona meyl ve sevgi beslerdi. Bir gün onu Ünsî Efendiye
medhettiler. O ise, onun bu hâlini beğenmezdi. Yaycı Mustafa Efendi,
birçok kimse peşinde koşmuş ama teslim olmamıştı. Bir gün Ünsî Efendi
sohbetinde; "Dervişin gönlü çatal olmamalıdır. Zîrâ gönülde ikilik,
şirktir. Dervişin hocasına sevgisi sağlam olmalı. Şöyle ki: Bütün âlem
şeyh ve mürşid dolsa, Allahü teâlânın feyzi bana ancak hocamdan gelir
demelidir. O kişi mahrum kalmaz. Lâkin onun şeyhim dediği İslâmiyete
tam mânâsıyla uymalıdır. Yoksa nefs ve şeytana tâbi şeyh sûretindeki
kimseler şeyh olamazlar." buyurdu. Sohbetini dinleyenler bu sözlerin
niçin, neden söylendiğini önce anlayamadılar. Yine bir gün Ünsî
hazretleri; "Yaycı bu senin zannettiğin şey âdetullaha aykırıdır,
olmaz. İmkânı dahi yoktur. Böyle bir mürşide kavuşamazsın. İstifâden
hiç olmaz. Sonra pişmanlığın faydası yoktur. Bektâşî sûretinde, hevâ ve
arzulara tâbi, dilinin dîne aykırı sözlerini fazîlet zannedersin.
Peygamber efendimizin beğenmediği kimseler içinde olmaktan sakınmak
lâzımdır." buyurdular. Öteden beri Ünsî Hasan Efendinin söylediği
sözlerin kimin için olduğu anlaşılmış oldu. Daha sonra durumu
öğrenenler, Yaycı Mustafa'dan tövbe etmesini ve bir büyüğe tâbi
olmasını söylediler. Yaycı bu söylenenlere sükût etti. Oradakiler;
"Yaycıda maya yok!" dediler.
Bir zaman sonra Yaycı Mustafa birisiyle Ünsî Efendinin huzûruna geldi.
Bir ara getirdiği kişi abdest almak istedi.Yaycı hemen kalkıp ona
hizmette bulundu. Bunun üzerine onun kim olduğu kendisinden soruldukta,
hal sâhibi biri olduğunu bildirdi. O zaman Ünsî Efendi ona; "Yaycı
senin gönlünde bunun sevgisi var. Bize olan sevgi dışarı çıkmış. Senin
arzun kimde ise onun hizmetine koş!" buyurdu. Yaycı Mustafa üzgün bir
şekilde oradan ayrıldı. Bir daha görünmedi.Ünsî Hasan Efendinin
vefâtlarından dört sene geçtikten sonra Yaycı Mustafa'nın bozuk yollara
düştüğü, yüzündeki nûrun gittiği, haşâ Kur'ân-ı kerîme nazîre yazmaya
bile cür'et ettiği görüldü, sonu da helâk oldu.
1) Menâkıb-ı Ünsî Hasan Efendi, Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî Kısmı,
Şeriyye No: 1081, SüleymâniyeKütüphânesi Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4607,
4718
2) Sefînet-ül-Evliyâ; c.4, s.22
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.253
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.28 |