Konya'nın
büyük velîlerinden. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin
torunu, SultanVeled'in oğludur. İsmi, Celâleddîn Emîr Ârif olup, 1271
(H.670) senesinde doğdu. 1319 (H.719) senesinde Konya'da vefât etti.
Kabri oradadır. Küçük yaşta dedesi Mevlânâ hazretlerinin teveccühlerine
kavuştu. Babası Sultan Veled'den zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi.
Babasının vefâtından sonra onun halîfesi, vekîli oldu.
Ârif Çelebi dünyâya gelince, dedesi Mevlânâ çok sevindi. Fakirlere
sadakalar dağıttı, akîka kurbanları kesti, ziyâfetler verdi. Üç gün çok
neşeli sohbetler yaptı. Böylece, Konya'da bir bayram havası yaşandı.
Mevlânâ torununun doğumunun yedinci günü onu kucağına alıp, oğlu
SultanVeled'e; "Oğlum! Bu torunumun ismi, Celâleddîn Emîr Ârif olsun.
Celâleddîn diye hitâb etmez, Emîr Ârif diye çağırırsınız. Çünkü babam
Sultân-ül-ulemâ, bana ismim Muhammed olduğu hâlde,Celâleddîn diye hitâb
ederdi. Bu yavruda, yedi evliyânın nûrunu görüyorum. Bunlar;
Sultân-ül-ulemâ, Seyyid Burhâneddîn, Şems-i Tebrîzî, Selâhaddîn Konevî,
Hüsâmeddîn Çelebi, dedesi ve babasıdır. Bu sebeple, onun kadrini,
kıymetini bilerek iyi yetiştirin." buyurdu.
Ârif Çelebi, yaşına girmeden, öyle gösterişli, öyle güzeldi ki,
görenler hayran kalır, bakmağa doyamazlardı. Hattâ ona ikinci Yûsuf
derlerdi.
Sultân Veled anlattı: "Oğlum Ârif Çelebi, küçük iken boynundan
rahatsızlandı. Öyle ızdırab çekiyordu ki, biz ölecek sandık. Tabîbler
tedâvisinde âciz kaldılar. Ârif, hastalığın güçlüğünden hiç süt emmedi,
su içemedi. Artık hayâtından endişeye düştük. Onun çektiği ızdıraptan
gözümüze uyku girmiyordu. Nihâyet onu, babamın huzûruna götürüp;
"Muhterem efendim! Bundan artık ümîdimiz kesildi. Herhâlde vefât etmek
üzeredir." diyerek üzüntümü bildirdim. Bu sözlerimi sükûnetle dinleyen
pederim Mevlânâ hazretleri; "Evlâdım Sultan Veled! Öyle şeyler söyleyip
perişân olmayınız. Üzülmeyiniz. Zîrâ oğlumuz Celâleddîn Ârif, hemen
gitmek üzere gelmedi. Onun, benim size bir yâdigârım olarak dünyâda
uzun yıllar kalacağını, insanların hidâyete, doğru yola kavuşmasına
vesîle olacağını ümîd ediyorum." diyerek, Ârif Çelebi'yi kucağına aldı.
Hastalığa sebeb olan yerin üzerine enine ve boyuna yedişer çizgi çizdi
ve; "Aklı olana bu işâret yetişir." yazısını yazdı. Bir ânda çocuk
gözlerini açtı. Hemen annesine götürdüm, süt emzirdi. Kısa zamanda
hastalıktan kurtuldu. Bu, babamın kerâmetinden başka bir şey değildi."
Babası SultanVeled anlattı: "Oğlum Ârif, babamın yanında ağladığı
zaman, babam onu kucağına alır, mübârek parmağını ağzına uzatırdı.
Çocuk iştah ile babamın parmağını emerdi. Bâzan öyle kuvvetli çekerdi
ki, parmağı koparacak sanırdık. Bu şekilde babamı üzüyor düşüncesiyle,
bir daha böyle yaparsa çekip alayım, diye içimden geçirmiştim. Yine
parmağını hızla çektiği bir gün, babam, benim dikkatle baktığımı
görünce, düşündüklerimi anlayarak; "Ey Veled! Ârif benim de oğlum değil
midir?" deyince, ben de; "Siz, bizim sultânımızsınız. Bizler ise, sizin
köleniziz." dedim. Bu sözüm üzerine; "Bizi seven köle de, talebe de,
hep oğlumuzdur." buyurarak, merhametinin ne kadar çok ve herkes için
geçerli olduğuna işâret buyurdular."
Ârif Çelebi'yi bâzan Mevlânâ yanına getirterek, ona teveccüh ederdi.
Altı aylık olduğunda ona; "Allah de, yâ Celâleddîn!" diye söyler, o da
herkesin kolaylıkla anlayacağı bir şekilde üç defâ; "Allah, Allah,
Allah!" derdi. Bu sözleri büyük bir zevk ile dinleyen Mevlânâ
hazretleri, onun ileride büyük bir velî olacağını söylerdi.
Ârif Çelebi'nin vâlidesi Fâtıma hâtun anlattı: "Kayınpederimin
vefâtından sonra, onun ayrılık acısının şiddetinden, üç gün üç gece,
Ârif'ime süt vermek aklıma gelmedi. O dahî hiç ağlamadan bekleyip,
açlığını hatırlatacak bir harekette bulunmadı. Fakat, üç gündür hiç
yemeyip içmediği için, iyice zayıflamıştı. O gece bir mikdâr uyumuştum.
Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Buyurdu ki: "Ey Fâtıma! Benim
ayrılığım sebebiyle üzülüyorsanız, üzülmeyiniz. Zîrâ, bende bulunan
bütün kemâlâtı ve feyzleri, oğlum Ârif'e aktardım. Beni arayan
Ârif'imde bulur. Şâyet sen de beni istersen, Ârif'de bulursun ve nûrumu
onda müşâhede edersin. Onun yetişmesiyle alâkalı her şeyi, mânevî
olarak üzerime aldım." Bu rüyânın tesiriyle hemen uyandım. Ârif
Çelebi'yi üç gündür hiç doyurmadığım aklıma geldi. Artık göğsümden
sütler akıyordu. Emîr Ârif'in yüzünü açtığımda, bana doğru tebessüm
ettiğini gördüm. Kucağıma alıp doyururken, cemâli dikkatimi çekti. O
güzel yüzündeMevlânâ'nın mübârek nûrunu gördüm. Öyle heyecanlandım ki,
bakmaya tâkat getiremedim. Elimde olmıyarak bağırmışım. Bağırdığımı,
bana sonradan efendim haber verdi."
Fâtıma Hâtun, Ârif Çelebi'ye çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunurdu.
Her zaman onun hâtırını hoş tutardı. Bir gün misâfir hanımların yanında
çocuğuna aynı hürmeti gösterince, onlar; "Ey Fâtıma! İnsan hiç evlâdına
bu kadar hürmet eder mi? Nitekim Ârif daha çocuktur." dediler. Bu
sözlere karşı Fâtıma Hâtun; "Bizim bu tâzim ve hürmetimiz, Ârif için az
bile. Onu bize Mevlânâ hazretleri emânet etti ve Ârif'e hürmet ve
isteklerine riâyet etmemizi, son derece ikrâmlarda bulunmamızı emretti.
Ârif'im ağladığı zaman, kayınpederim parmağını ağzına koyar,
büyüdüğünde zamânındaki evliyânın bir tânesi olacağını söylerdi." diye
konuşunca, oradaki kadınlar söylediklerine pişmân olup, özür dilediler.
Ârif Çelebi'nin Kur'ân-ı kerîm hocası anlattı: "Sultan Veled, oğlu
Ârif'e son derece hürmet ve tâzimde bulunurdu. Onu hiç incitmez, bütün
arzularını yerine getirirdi. Ârif Çelebi ne zaman babasının meclisine
gelse, babası hemen ayağa kalkıp, mihrâbdaki yerini ona verirdi. Bir
gün haddi aşarak: "Efendim! Ârif Çelebi daha küçüktür. Küçük bir çocuğa
bu kadar iltifât etmeniz, tevâzu göstermeniz uygun mudur?" diye sordum.
Sultan Veled, bu sözlerimi sükûnetle dinledikten sonra buyurdu ki:
"Oğluma olan tevâzu ve hürmetim, babam Mevlânâ hazretlerinedir. Ârif'in
yürüyüşü, yerinde hareketleri, sükûnetleri, oturup dinlenmeleri,
ahlâkı, hâlleri hep babama benzemektedir. Elimde olmayarak ona tâzimde
bulunuyorum. Babamın sağlığında o, süt emen çocuktu. Şâyet büyük
olsaydı, bu hareketleri babamdan görüp öğrendi derdik. Görüldüğü gibi,
onun hâl ve hareketleri, babamın tasarrufları ile olduğu meydandadır.
Onu görünce, babam hatırıma geliyor. İşte ona olan hürmetimin sebebi
budur."
Sultan Veled'in kerîmesi (kızı) anlattı: "Bir gün babam ile
oturuyorduk. Bir ara babamın hizmeti için kardeşim Ârif Çelebi içeri
girdi. Fakat içerde fazla durmayıp, dışarı çıktı. O gidince, babam
Sultan Veled buyurdu ki: "Sübhânallah! Babam Mevlânâ hazretlerinin
hizmetlerinde çok bulundum. Bana, babamın bütün talebelerinin ve diğer
kimselerin mânevî makamları gösterildi. Emîr Ârif'in makâmı gibi hiçbir
makâma rastlamadım. Onun makâmının yüksekliğini anlamaktan âciz ve
hayran kaldık. Onu gördüğüm zaman, kendimde bir başkalık, hâlimde bir
değişiklik hissediyorum. Onun gibi bir velîye daha rastlamadım. Cenâb-ı
Hak nazardan saklasın! Vâlidem Fâtıma hâtun söze karışarak; "Mâdem ki,
Ârif'in mertebesi bu kadar yüksektir, niçin talebelerinizden,
dostlarınızdan gizli tutup söylemiyorsunuz?" dedi.Babam da; "Hased
edip, nazarı değen kötü gözlü kimselerin çıkmasından korkuyorum." diye
cevap verdi.
Sultan Veled, bir gün oğlu Ârif Çelebi'ye; "Evlâdım! Sen her nereye
baksan, Mevlânâ'yı görür, Mevlânâ'dan bahsedersin. Küçük aklınla
mârifetlerden, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ince bilgilerden
anlatırsın. Sen Mevlânâ'nın hâllerini ve makamlarını ve bu
mârifetlerini nereden biliyorsun da, bize hiç tenezzül etmiyorsun?"
diye sordu. Ârif Çelebi de: "Efendim! Ben o yüce zâtı, mânevî âlemde
gördüm. O da bu fakîri gördü ve kendi kemâlâtını görebilecek gözün
bağışlanmasına vesîle oldu." diye cevap verdi.
Lala Fahreddîn anlattı: "Arada sırada Ârif Çelebi'yi kucağıma alıp,
Hüsâmeddîn Çelebi hazretlerinin evine giderdim. Hüsâmeddîn Çelebi, bizi
hep kapıda karşılar, Ârif'i kucağına alarak odaya kadar götürürdü. Ona
her türlü yiyeceklerden, nefis şerbetlerden ziyâfet çekerdi. Daha
önceden alıp hazır ettiği güzel elbiseleri, kendi eliyle giydirirdi.
Gideceğimiz zaman da, onu omuzuna alıp eve kadar götürür ve; "Ah!
Mümkün olsaydı da Ârif Çelebi'nin lalası olup hizmetiyle
şereflenebilseydim. Zîrâ, onun nûrunun doğu ile batıyı kuşatacağını ve
âleme ışık salacağını, makâmının çok yüce olacağını hocam Mevlânâ
hazretleri haber verdiler. Ne mutlu o kimselere ki, Ârif Çelebi'nin
hizmetiyle şereflenip, sevgilisi oluyorlar." diyerek, hasretini dile
getirirdi."
Sultan Veled anlattı: "Ârif Çelebi, beş yaşlarında idi. Bir gün, başı
iple bağlı bir öküzün yularından tutmuş götürüyordu. Onu o hâlde
görünce; "Ey Ârif, bu öküz de nedir? Onu nereye götürüyorsun?" dedim.
Cevâbında; "Bu yular, filân beyin başına takılan yulardır.Çünkü Mevlânâ
dergâhına dil uzatmaktadır." dedi. Çocuğun bu hâline güldüm, fakat üç
gün sonra duyduk ki, o beyin evini yağma edip, başını kesmişler.
Ârif, yine bir gün toprakla oynuyordu. Bir müddet onu seyrettim.
Toprağı mezar gibi balık sırtı yapıp, başlarına taş dikti. Ona; "Ârif
bu nedir?" diye sordum. Cevâbında; "Bu, falanın kabridir." dedi. O gün,
dediği gibi o kimse vefât etti.
Ârif Çelebi on iki yaşlarında idi. Birgün medresede dolaşırken,
cübbesini yere serip; "Buyurun, cenâze namazını kılalım." dedi. Ben
yine hayretle; "Bu kimin cenâzesidir?" diye sorduğumda; "Üstâdımız
Hüsâmeddîn Çelebi'nin cenâzesidir!" dedi. O gün, Hüsâmeddîn Çelebi'nin
bağda hastalandığı haberi geldi. Birkaç gün sonra da vefât etti.
Kendi yaşlarında bir çocuk, bize bir tas içinde keşkek yemeği
getirmişti. Ârif Çelebi, verilen keşkeği oturup Besmele ile yemeğe
başladı. Çocuk da başında bekliyor, onu seyrediyordu. Küçük tas
içindeki keşkeği bitirip ağzını kapattı, boş tası, bekleyen çocuğa
verdi ve; "Tasın kapağını aç da bir bak bakalım ne göreceksin?" dedi.
Çocuk kapağı açınca, içinin keşkekle dolu olduğunu hayretle gördü.
Artık o çocuk, Ârif'ten hiç ayrılmaz oldu. Büyüyünce de, en sâdık
talebeleri arasına girdi."
Ârif Çelebi, küçük yaştan îtibâren Kur'ân-ı kerîm, hadîs, tefsîr, fıkıh
ilimlerini öğrenmeye, tasavvufda yükselmeye başladı. Kısa zamanda
zâhirî ve bâtınî ilimlerde söz sâhibi olacak şekilde yetişti. Çok zekî,
pek edebli idi. Her hâliyle Mevlânâ'ya benzerdi. Geceleri sabahlara
kadar ibâdet eder, boş yere hiç vakit geçirmezdi. Devamlı ilim
öğrenmeye ve insanlara faydalı olmağa gayret ederdi. Çok heybetli idi.
Görenlerde, korku ile karışık bir saygı hâsıl olurdu. Yanına beyler,
emîrler, makâmı yüksek kimseler, âlimler, velîler gelir, sükût ederek
onu dinlerlerdi. Herkesin mertebelerine göre konuşur, sözlerinin herkes
tarafından anlaşılmasını sağlardı. Kimsenin kabahatini yüzüne vurmaz,
sohbetlerinde ortaya konuşurdu. Mânevî derecesine göre herkes hissesini
alırdı. Başkalarının kalblerindeki gizli bilgileri, sormak istedikleri
suâlleri anladığını belli etmez, dolaylı yollardan suâllerin
cevaplarını verirdi. İslâmiyeti yaymak, Ehl-i sünnet îtikâdını her
tarafa duyurmak için çeşitli memleketlere gitti. Doğu Anadolu'yu,
İran'ı, Âzerbaycan'ı gezdi. Her gittiği yerde İslâmiyetin güzelliğini,
büyüklüğünü anlatıp, doğru ibâdet etmenin, ihlâslı olmanın, her işi
Allah rızâsı için yapmanın ehemmiyetini îzâh ederdi. Geçtiği
şehirlerdeki âlimler, onun sohbetlerine hayran kalırlar, ayrılırken
şehir dışına kadar çıkarak, onu teşyî ederlerdi.
Bir defâsında Tebrîz'e gitmek üzere yola çıktı. Yolda, Selçuklu
sultânının vâlilerinden birinin oğlu olanTeoman Beyle karşılaştı.
Teoman Bey, görünüşü insana huzur veren nûr yüzlü bu kimseye yakınlık
göstererek, kim olduğunu ve nereye gittiğini sordu. O da, Mevlânâ
hazretlerinin torunu olduğunu ve Tebrîz'e gittiğini söyleyince, Teoman
Bey çok sevindi ve kendisinin de Tebrîz'e gittiğini bildirdi. Kabûl
ederse berâber gidebileceklerini ve kendisine yol boyunca hizmet
etmekle şereflenmek istediğini de ayrıca bildirdi.
Ârif Çelebi'nin, sohbet ederek giderlerken, TeomanBeyin elinde bulunan
doğana gözü takıldı.Teoman Beyden doğanı istedi. O da kafesten çıkarıp
teslim etti. Ârif Çelebi, doğanın ayaklarını çözüp salıverdi. Hürriyete
kavuşan doğan uçup gözden kayboldu. TeomanBey, şaşırmış bir hâlde
doğanın arkasından bakakaldı. Bir müddet Mevlânâ hazretlerinin torunu
olan Ârif Çelebi'ye ses çıkaramadıysa da, dayanamıyarak konuşmaya
başladı: "Efendim! Bu doğan öyle bir doğan idi ki, ava gönderip de eli
boş döndüğü hiç olmamıştı. Böyle bir doğanı bulmak ve ele geçirmek için
neler çektim, ne masraflar yaptım. Bu doğanın misli yok idi. Sonra
bunu, Tebrîz'de bulunan pâdişâh Gâzan Hâna hediye edecektim. Kimbilir
bana ne kadar çok bahşişler verecekti. Üstelik, bir adamımla, ona bir
doğan getireceğimi de bildirmiştim. Şimdi ben ne cevap vereceğim?" gibi
teessürünü bildiren birçok sözler sarfetti. Sanki bu sözleri
bekliyormuş gibi sükûnetle dinleyen Ârif Çelebi hazretleri, tebessüm
ederek buyurdular ki: "Ey Teoman Bey! Bir doğan için insan bu kadar
üzülür mü? Asıl üzülünecek hâl, Allahü teâlâya karşı yaptığımız hatâ ve
kusûrlar, işlediğimiz günahlar ve isyânlardır. Mâdem ki, doğanın için
bu kadar üzülüyorsun, çağıralım gelsin ister misin?" Teoman Bey;
"Muhterem efendim! Eğer bu doğan tekrar elimize gelirse, ziyâdesiyle
sevinirim. Ne kadar malım varsa, hepsini vermeye hazırım. Beni yeniden
hayata kavuşturmuş gibi olursunuz" dedi. Bunun üzerine Ârif Çelebi; "Ey
kıymetli doğan! Dedem Mevlânâ hazretlerinin hatırı için buraya gel!"
diye seslendi. Bir ânda, kaybolan doğan, yükseklerden süzülerek Ârif
Çelebi'nin omuzuna konuverdi. Omuzundan kuşu alıp Teoman Beye verince,
Teoman Bey ne yapacağını şaşırdı. Ârif Çelebi'nin eline sarılıp öpmeye
başladı. Orada, üzerinde bulunan iki bin altını ve yedeğinde bulunan en
güzel atı, Ârif Çelebi'ye hediye etti. Teoman Bey, bu kerâmeti görünce,
Ârif Çelebi'ye karşı muhabbeti pek ziyâdeleşti.
Uzun yolculuklardan sonra Tebrîz'e vardılar. Teoman Bey, Gâzan Hâna
doğanı hediye edince, sultan, doğanı çok beğendi; otuz iyi cins at ve
altmış bin altın ihsânda bulundu. Teoman bey bir fırsatını bulup, yolda
geçen hâdiseyi Gâzan Hâna anlattı. Ârif Çelebi'nin İslâmiyete olan
bağlılığını, geçtikleri şehirlerde insanlara emr-i mârûf yapmak, dîn-i
İslâmı yaymak için nasıl çırpındığını uzun uzun îzâh etti. Gâzan Hân,
Ârif Çelebi'yi hiç görmediği hâlde, ona karşı kalbinde büyük bir
muhabbet hâsıl oldu. Onu görmekle şereflenmek, sohbetiyle bereketlenmek
için, çok sevdiği âlimlerden birkaçını onu dâvet etmek için
vazifelendirdi. Ârif Çelebi de, bu nâzik dâvete karşılık verdi.
Tebrîzli birçok âlimin ve velîlerin de bulunduğu dâvette, kalblere şifâ
olan çok kıymetli sohbetlerde bulundu. Başta sultan olmak üzere, orada
bulunanlar, bilgisinin derinliğine, Allahü teâlânın zâtına ve
sıfatlarına âit mârifetlerinin üstünlüğüne hayran kaldılar. Ârif
Çelebi'ye olan sevgileri, kat kat arttı. Oradan Konya'ya döndü.
Ârif Çelebi, bir gün dedesi Mevlânâ hazretlerinin türbesini ziyâret
ederken, Emîr Hayran isminde bir velî yanına geldi. Onunla uzun uzun
sohbet ettiler. Sohbet esnâsında, Emîr Hayran kalbinden; "Ârif Çelebi
keşke sarığını bana verse de, bereketlensem." diye geçirdi. O ânda Ârif
Çelebi, başından sarığını çıkararak, Emîr Hayran'ın başına koydu. Sonra
da; "İnşâallah önümüzdeki bayramda yine buluşur, sohbet ederiz." dedi.
Hakîkaten, bayramda yine buluşup sohbet ettiler.
Ârif Çelebi hazretleri, bir defâsında Sivas'a gitmişlerdi. Orada
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi çok seven Ahî Muhammed isminde biri vardı.
Ahî Muhammed, o günlerde çok hasta olmasına rağmen, Ârif Çelebi'nin
geldiğini işitince, başta Ârif Çelebi'yi ve Sivas'ın ileri gelen
âlimlerini, velîlerini yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi,
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren, Cennet'i, Cehennem'i ve
evliyânın hâllerini anlatan bir sohbete başladı. Sohbet esnâsında Ahî
Muhammed kalbinden; "Âh, Ârif Çelebi hazretleri duâ etseler de, benim
de hastalığım iyi olsa, şifâ bulsam." diye geçirdi. O ânda Ârif Çelebi,
Ahî Muhammed'e dönerek; "Ey Ahî Muhammed! Merâk etme.Cenâb-ı Hak her
şeye kâdirdir. Hastalığı veren de, şifâsını yaratan da O'dur. Allahü
teâlâ sana şifâlar ihsân eylesin!" buyurdu. Bu sözlerden sonra, Ahî
Muhammed vücûdunda bir değişme hissetti. Ağrıyan yerlerinin sızısı
durdu ve Ârif Çelebi'nin duâsı bereketiyle şifâ buldu.
Ladik şehrinde, Kâdı Necmeddîn isminde biri vardı. Mevlânâ'yı çok
sevdiğini ve onun yolunda olduğunu söylerdi. Hattâ Ladik şehrinde,
Mevlânâ'nın halîfesi bile oldu. Fakat, kendisinden ders almak için
gelen talebelerin çokluğundan gurûra ve kibre kapıldı. Ârif Çelebi
Ladik'e geldiğinde, Kâdı Necmeddîn, "Mevlânâ'nın talebelerinden olup da
ziyâfet vermedi demesinler." diye onu dâvet etti. Yemekten sonra Ârif
Çelebi, orada bulunanlarla sohbet etmeye başladı. Kâdı Necmeddîn ve ona
uyan birkaç kimse, gizlice dışarı çıkıp, Ârif Çelebi'nin yaptığı sohbet
ile aralarında alay etmeye başladılar. Onun hakkında dedikodu yaparak,
lâyık olmayan hareketlerde bulundular. Bunları yaparken, Ârif
Çelebi'nin, bu durumdan habersiz olduğunu sandılar. Bir ara içeri
girdiklerinde, Ârif Çelebi onlara dikkatle baktı. Bu bakış ile,
herbirinin başlarına bir ağrı saplandı. Öyle ki, Ârif Çelebi'ye olan
düşmanlıkları çoğaldıkça, ağrıları da fazlalaşıyor, kinleri azaldıkça
ağrıları da azalıyordu. Ağrıları öyle dayanılmaz hâle geldi ki, ne
yapacaklarını şaşırdılar. Sonunda, "Allahü teâlânın evliyâsına olan
düşmanlığın, kendi zararlarına olacağını" anladılar. Kalblerindeki kin
ve düşmanlığı muhabbete çevirmek mecburiyetinde kaldıkları ân,
başlarındaki ağrı geçti. Ârif Çelebi'yi çok severek hastalıktan
kurtuldukları gibi, onun iltifâtlarına da kavuştular.
Emîr Bey Abgiri anlattı: "Kardeşim Mecdüddîn ve Ahî Muzafferuddîn ile
anlaşıp, kimyâ ilmini öğrenmeye karar verdik. Bu anlaşmamızı da kimseye
söylemeyeceğimize söz verdik. Birgün bu arkadaşlarımla Konya'ya geldik.
Önce Mevlânâ hazretlerini ziyâret etmeye gittik. Biz türbenin kenarında
dururken, içeriden Ârif Çelebi çıkıp yanımıza geldi. Hepimize dikkatle
baktığında, onun heybetinden aklımız gidecek sandık. SonraAhî
Muzafferüddîn'in yakasından tutarak; "Ey Muzaffer! Eğer kimyâ ilminde
başarılı olmak istiyorsan, zirâat ile meşgûl ol. Eğer kimyâ ilmini
istersen, Mevlânâ hazretlerinin ve cenâb-ı Hakkın evliyâsının
muhabbetini kazan." buyurdu ve tekrar içeri girdi. Hepimiz şaşırmıştık.
Muzafferuddîn söz dinledi, zirâat işleriyle meşgûl oldu. Kısa zamanda
servet sâhibi oldu. Bizler de başka işler bularak, o düşündüğümüzden
vazgeçtik."
Ârif Çelebi'yi sevenlerden biri anlattı: "Bir kurban bayramı arefesi
idi. Sultâniye şehrinde bir medresede, o gün kuşluk vakti, Ârif Çelebi
hazretleri kaylûle yaparak istirahat ediyordu. Bir ara uykusunun
arasında; "Yapmayınız!" diyerek doğruldu ve tekrar uyudu. Bir müddet
sonra uyandığında; "Efendim uykunuz arasında doğrulup, "Yapmayınız!"
diye konuştunuz. Acabâ hikmeti nedir?" diye sordular. Cevâbında;
"Konya'da bulunan talebelerimizden Nâsıruddîn ile Şücâeddîn, babamın
türbesi yakınında münâkaşa ediyorlardı. Onları, münâkaşa ederek
birbirlerinin kalblerini kırmamaları için îkâz ettim. Ben onlara böyle
söylerken, yanlarından geçmekte olan iki erkek ile bir kadın da beni
orada gördüler." buyurdu. Konya'ya geldiğimizde, Nâsıruddîn'e; "Siz
arefe günü ne yaptınız?" diye sorduk. O da; "Şücâeddîn bana uygun
olmayan bir söz söyledi. Onu bu sözden men edince, aramızda bir
münâkaşa başladı. O sırada hocamız Ârif Çelebi hazretlerinin yanımıza
gelip bize; "Yapmayınız!" sözü ile münâkaşayı kestik ve utanıp
barıştık." dedi. Bu hâdise olurken yanlarından geçen erkekler ve kadın
ise; "Biz, Ârif Çelebi'yi orada hem gördük, hem de sesini işittik."
dediler.
Ârif Çelebi'yi sevenlerden Kerîmüddîn anlattı: "Ârif Çelebi, bir gün
kaleye gitmek istedi. Hemen kale muhâfızına haber verdik. Muhâfız ve
yardımcıları hazırlanıp, Ârif Çelebi'yi hürmetle karşıladılar. Ârif
Çelebi uygun bir yerde oturup sohbet etmeye başladılar. Sohbet
esnâsında, kale muhâfızı kalbinden; "Ârif Çelebi hazretlerine ne ikrâm
etsem ki, bostan tarlasına kavunları da yeni ekmiştim. Keşke daha önce
ekseydim, şimdiye kadar biter, olgunlaşırdı." gibi şeyler geçirdi. Bu
sırada Ârif Çelebi, muhâfıza dönerek; "Bize kavun ikrâm etmeyecek
misiniz? dedi. Muhâfız da; "Efendim! Ben de şimdi bunu düşünüyordum.
Fakat kavunun çekirdeklerini yeni ekmiştim, daha çıkmamıştır bile"
dedi. Ârif Çelebi ise tekrar; "Siz gidiniz, misâfirlerinize kavun ikrâm
ediniz." buyurunca, muhâfız; "Bunda bir hikmet olsa gerektir." diyerek
bostana girdi. Kavunların ekildiği yere varınca, hayretinden aklı
gidecek gibi oldu. Yeni diktiği çekirdekler, yetişmiş, kavunlar meydana
gelmiş ve olgunlaşmıştı. Hemen en olgunlarından birkaç tâne alıp
götürdü. Kesip, ikrâm etti. Bu hâdiseye, orada bulunanlar da hayret
etti. Kale muhâfızı Emîr Necmeddîn kalbinden; "Acabâ şimdi Ârif
Çelebi'nin bu kerâmeti gibi kerâmet gösterebilen var mıdır?" diye
düşünüyordu. Ârif Çelebi, bu kerâmetini görüp hayret edenlere karşı da;
"Allahü teâlâ, hazret-i Meryem için kuru hurma ağacından tâze hurma
yarattı. Cenâb-ı Hakk'a, bir dostunun hâtırı için birkaç kavun yaratmak
zor değildir. Bunda hayret edecek bir şey yoktur." buyurdu. Sohbet
bittikten sonra, Ârif Çelebi evine döndü. Orada olanlar, muhâfızla
birlikte bostana gittiler. Bostana geldiklerinde, tohumların daha yeni
çimlenmekte olduğunu ve yaprakların çıkmaya başladığını gördüler.
Hepsinin de Ârif Çelebi'ye olan bağlılıkları arttı. Ona kalblerinde
daha çok muhabbet beslediler."
Ârif Çelebi, Konya'nınAkşehir kazâsına dostlarını ziyârete gitmişti.
Akşehir'de her gün sohbetler ederek, birkaç gün geçirmişti. Şehrin
hâkimi olan İzzeddîn ismindeki kimse düşündü ki; "Akşehir'in yedisinden
yetmişine herkes, Ârif Çelebi'ye pek fazla muhabbet besliyorlar. Ola ki
tarafımdan, onun hoşuna gitmeyen bir hareket meydana gelir de kalbi
kırılır. Bu durum ise bizim mahvolmamız demektir. En iyisi, Ârif
Çelebi'yi uygun bir şekilde Konya'ya göndermek lâzım." Hâkim İzzeddîn,
bu düşünce ile evinden çıktı. Atına binmiş giderken, yolda Ârif
Çelebi'ye rastladı. İzzeddîn daha bir şey söylemeden, Ârif Çelebi; "Ey
İzzeddîn! Bâzı dostlarımız bizi Akşehir'den göndermek isterler. Sanırım
ki, biz daha buradan ayrılmadan, onlar tekrar yalvarıp yakararak
kalmamızı isterler. Fakat artık iş işten geçmiştir. Onların
tekliflerini red ederiz. Bir daha da Akşehir'e gelmeyiz ve ebedî olarak
pişmân olurlar." dedi. Bunları ter dökerek dinleyen Hâkim İzzeddîn,
atından aşağı atladı ve Ârif Çelebi'nin ellerini öpmek için sarıldı,
suçunu îtirâf etti. Bundan sonra, Ârif Çelebi'yi en çok sevenlerden ve
ona en bağlı talebelerinden oldu.
Ladik şehrinde Nâzıroğlu isminde bir Emîrzâde vardı. Şehrin ileri
gelenlerinden bâzıları Emîrzâdeye; "Hepimiz Ârif Çelebi'ye talebe
olmakla şereflendik. Allahü teâlânın velî kullarına talebe olmak
bulunmaz nîmettir. Onlar ki, vefât ânında şeytânı kovalarlar, âhirette
şefâat edip kurtarırlar. Gel sen de onun talebesi ol ve kurtul!"
dediler. Emîrzâde de; "Elbet ben de talebesi olmak isterim. Fakat bir
şartım var, o da; bana duâ edip, cenâb-ı Hak bir çocuk ihsân ederse,
talebe olurum. Yoksa talebesi olmam." dedi. Ertesi gün Emîrzâde,
sabahın erken saatlerinde hamama gitmek için evinden çıktı.Yol üzerinde
durmakta olan birini gördü. Yanına yaklaşırken; "Acabâ bu saatte yol
üzerinde bekleyen kimdir? Yoksa sarhoş falan mıdır?" diye düşünüyordu.
Yanına geldiğinde, o kimsenin Ârif Çelebi hazretleri olduğunu görünce
şaşırdı, öyle düşündüğüne pişmân oldu ve ellerini öpmek için eğildi.
Ârif Çelebi ise; "Düşüncelerinde yanılıyorsun Emîrzâde! Ben sarhoş
değilim. Bu erken saatte burada olmamın sebebi ise, senin kurtuluşuna
vesîle olmak içindir. Al bu gül demetini evine git!Allahü teâlâ sana
hayırlı evlât ihsân eylesin." buyurdu. Emîrzâde, ÂrifÇelebi'nin
ellerini öptükten sonra, gül demetini alarak evine gitti. Bir sene
kadar sonra bir erkek evlâdı oldu.Emîrzâde de Ârif Çelebi hazretlerine
gelerek, hizmetiyle şereflendi ve onun en kıymetli talebelerinden,
keşif ve kerâmet sâhibi bir kimse oldu.
Ârif Çelebi, 1319 (H.719) senesinde, Aksaray ilçesine dostlarını ve
talebelerini ziyârete gitti. Bir gece rüyâsında, peşpeşe aralıksız
birkaç defâ âh ederek, bir müddet ağladı. Orada bulunan dostları, bunu
öğrendiler ve kendisine, ağlamasının hikmetini sordular. O da; "Rüyâmda
bir köşkte oturmuş, penceresinden güzel bir bahçeyi seyrediyordum. O
bahçenin güzelliğini anlatmak mümkün değildir. Zîrâ onu anlatacak
diller ve yazacak kalemler âciz kalır. Bahçeyi seyrederken, orada dedem
Mevlânâ hazretlerini gördüm. Bana mübârek eliyle işâret ederek; "Ey
Ârif! Gel, bundan sonra bize gel. Artık orada kalman yeter!" dedi ve
gözden kayboldu. İşte, dedeme olan hasretim sebebiyle ağladım. Her
geçen gün âhirete gitme arzum çoğalmaktadır." dedi. Sonra Konya'ya
dönmek için yola çıktı. Konya'ya geldiğinden iki gün sonra, Cumâ idi.
Güneş doğduktan sonra dışarı çıkıp, güneşe doğru döndü ve bâzı sözler
söyleyip kasîdeler okudu. Sonra talebelerine dönerek; "Kardeşlerim!
Artık gitme zamânım yaklaştı. Zîrâ her nefeste sesler geliyor. Sizlere
vedâ ediyor, Allahü teâlâya emânet ediyorum." buyurdu. Evine girip
yatağına yattı. Bir hafta hasta yattıktan sonra, ertesi Cumâ günü
kalktılar. Şu ânda medfun bulunduğu yere gelip, orayı işâret ederek;
"Beni buraya defnediniz." buyurarak vasiyet etti. Tekrar istirahata
çekilerek, günlerce hasta yattı. Hastalığının yirmi beşinci gecesinde
zelzele oldu. Bâzı binâlar yıkıldı. İki gün sonra da, Salı günü ikindi
vaktine yakın, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" diyerek son
nefesini verdi ve sevdiklerine kavuştu.
ER KİŞİ NİYETİNE
Ârif Çelebi, bir gün dedesi Mevlânâ'nın türbesini ziyâret ettikten
sonra, talebe ve dostlarıyla birlikte orada cenâze namazı kılınan
musallâ taşının yanına geldiler. Ârif, cübbesini çıkararak musallâ
taşının üzerine koydu. "Gâib er kişi niyetine, cenâze namazına
buyurun!" diyerek, cenâze namazı kıldırdı. Sonra da; "Dostlarım! Gâzan
Hân vefât etti. Onun cenâze namazını kıldık." dedi. Dostları ve
talebeleri, o târihi bir yere kaydettiler. Tebrîz'den gelen tüccarlara
sordular. Onlardan, Gâzan Hânın kaydettikleri târihte vefât ettiğini
öğrenince, Ârif Çelebi'nin büyüklüğünü bir kere daha anladılar.
HATÂ VE KUSÛR
Bir ara Ladik'de kuraklık oldu. Yağmur yağmadığı için otlar kurudu,
ekinler mahsûl vermedi.Topraklar susuzluktan çatladı, hayvanlar yiyecek
bir şey bulamadı. Ladikliler defâlarca yağmur duâsına çıktılarsa da,
yağmur yağmadı. Sonunda Ulu Ârif Çelebi hazretlerine bir heyet
göndererek, Ladik'e dâvet ettiler. Ladik'te büyük bir meydana toplanıp,
durumlarını arz ettiler. Ârif Çelebi de; "Her şeyi yaratan Allahü
teâlâdır. Kimbilir hangi hatâ ve kusûrlarımız sebebiyle bu durumlara
düştük. Hepimizin tövbe ve istigfâr etmesi lâzım. İbâdetlerimizi doğru
olarak yapıp, günahlardan şiddetle kaçınmalıyız. Haram yemeyip
çocuklarımıza, helâli, haramı ve farzları öğretmeliyiz." buyurdu. Sonra
halkın toplu olduğu meydandan uzak tenhâ bir yerde, ellerini açarak duâ
etmeye başladı. Henüz duâsını bitirmemişti ki, gökyüzünde yağmur
bulutları birikmeye başladı. Yavaş yavaş yağıyordu. Bu hâl, günlerce
devâm etti. Her taraf suya kandı. Herkes Ârif Çelebi'ye duâ ettiler.
1) Menâkıb-ül-Ârifîn; c.2, s.819
2) Risâle-i Sipahsalar; s.150
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.153 |