Türkistan'ın büyük velîlerinden. Kendilerine "Silsile-i
aliyye" adı
verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve
âhirette seâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on
sekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîn'dir. Babası
Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden velî bir zât idi. Annesi, hazret-i
Ömer'in soyundandır. Ahrâr lakabıyla ve Taşkendî nisbesiyle
tanınmıştır. 1403 (H.806) senesinde Taşkent'te doğdu. 1490 (H.895)
senesinde Semerkant'ta vefât etti. Kabri oradadır.
Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri
annesi nifastan (lohusalık hâli) temizlendikten sonra emmeye
başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp,
ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı
zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât
idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak
istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah-ı Ahrâr'ı da
görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına
getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. Getirilince, beni yatağımdan
kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah-ı Ahrâr'ı kucağına
aldı.Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Benim istediğim çocuk budur. Ben,
bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemdeki
tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi
tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine
itâat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr
etmemiştir." Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp
sarılarak, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın babası Mahmûd Şâşî'ye; "Benim bu
oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et." vasiyetinde
bulundu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş
olup, kerâmetleri görülüyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:
"Mektebe gider,
gelirdim. Gönlüm dâimâ Allahü teâlâ ile idi. Bir ân
O'nu unutmaz, bir ân O'ndan gâfil olmazdım. Soğuk bir kış günü, kırlık
bir yerden geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken
ayakkabım düştü. O sırada bir gaflet ârız oldu. Bu işle uğraşırken,
Allahü teâlâyı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir
genç, çift sürüyordu; "Bak, şu genç bunca eziyyet içinde Allah'ı
düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma
yüzünden O'nu nasıl unutursun?" diyerek, hüngür hüngür ağlamaya
başladım. O zaman, herkesi kendim gibi her ân Allahü teâlâyı anar
sanırdım. Bülûğ yaşına erişinceye kadar, Allahü teâlâdan gâfil olanlar
bulunduğunu anlıyamamıştım. Allahü teâlânın, herkesi, kendisini
düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yarattığını sanırdım. Sonradan
anladım ki, Allahü teâlâdan gâfil olmamak, yalnız bâzı kullara mahsus
ilâhî bir inâyet imiş. Ancak riyâzet ve nefs mücâdelesiyle elde
edilebilir, hattâ bâzılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet
imiş."
Amcasının oğlu Hâce İshak da şöyle anlatmıştır: "Ben ve öbür çocuklar
oyun oynarken, aramıza katılması için ne kadar ricâ etsek, ona kabûl
ettiremezdik. Oynar gibi görünüp, bir kenarda durur ve kendi hâllerinde
olurdu."
Kendisi şöyle anlatır: Hâlimin başlangıcında, rüyâda Resûlullah'ı
(sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde,
Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim
yaklaşmamı işâret edip; "Beni bu dağın başına çıkar!" buyurdu.Ben de
kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. "Ben sende böyle
bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin
diye sana bu işi yaptırdım." buyurdular.
Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî
hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki,
ayaklarımda mecâl kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son
gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp,
"Mübârek olsun!" buyurdular."
Küçük yaştan îtibâren memleketi olan Taşkent'te ilim tahsîl eden
Ubeydullah-ıAhrâr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allahü teâlâya ibâdet
etmek ve O'nun ismini anmakla geçirdi. Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak için gayret etti.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı:
"Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki;
yalnızbaşıma evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu
ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî'nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu.
Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime
hiçbir korku gelmedi. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend
Tâhûr'un kabrine gittim. Yine içimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan
Şeyh İbrâhim Kimyager'in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan'ın
kabrine gittim. İçimde hiçbir korku yoktu. Bundan sonra artık bende,
kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle
hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent'in bütün
mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde
idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda yeni kendime
gelmiştim. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş
olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı
öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabri şerîfinin
yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini
üzerime koyup titremeye başladı. "Sana ne oldu?" dedim. "Gözüme garip
şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve
götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki: "Artık ondan şüphelenmeyiniz.
Ondan dolayı hoşnud olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle
düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı
mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır." Ev halkı bunu
öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp,
hakkımda başka ihtimâller düşünmediler."
Yine şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr
Kaffâl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli
ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı.
Taşkend'de bir adam vardı. Bize karşı inâd ve muârız idi. Bize bir
zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, tâkib
etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum
Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için,
birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç
aldırmadım, murâkabe ve oturuşumu da bozmadım. O kişi, benim bu hâlimi
görünce utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür
diledi. Sonra bizim dostlarımızdan oldu."
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı
Hâce İbrâhim onu ilim tahsîli için Taşkent'ten Semerkant'a gönderdi.
İki yıl müddetle Mâverâünnehr'deki büyük âlim ve velîlerin ilim
meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâ'ya ve Herat'a da giden
Ubeydullah-ı Ahrâr, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla
ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde
bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla
da görüşüp, sohbet etti. Horasan'a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî
hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan'a gittikten sonra, bir defâ
daha Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat'ta
bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin
sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: "Ömrümde, Seyyid Kâsım
Tebrîzî'den büyük zât görmedim. Zamânın şeyhlerinden hangisine gitsem,
bana bir nisbet hâsıl oluyordu. Fakat bu nisbetler bir müddet sonra
geçiyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetlerinde öyle bir tesir ve
keyfiyet hâsıl oldu ki, elden bırakmak mümkün değildi. Huzûruna her
gidişimde, bütün kâinâtı, dâirenin merkezi misâli onun etrâfında
dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyor gördüm. SeyyidKâsım Tebrîzî, Hâce
Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o
yoldan almış. Anlaşıldığına göre, "Hâcegân" yolunda idi. Bir kapıcısı
vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya; "Buraya ne
zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman
benim yanıma girsin." diye tenbihte bulunmuştu. Her gün kapısına
varırdım, izin verilmiş olduğu hâlde huzûruna iki-üç günde bir
girerdim. Talebeleri, bana izin verildiği hâlde huzûrlarına niçin her
gün çıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid Kâsım hazretlerinin sohbetleri
çok tatlı ve o kadar hoş idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi. Sohbetin
sonuna gelince talebelerine verdiği bir işâretle dağılmalarını
bildirirdi. Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı. Yakınlarına
"Bâbu" diye hitâb ederdi. Bana; "Bâbu senin adın nedir?" diye sordu.
Ubeydullah (yâni Allah'ın kulu) dedim. "İsminin mânâsını gerçekleştir"
buyurdu.
Mevlânâ Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: "SeyyidKâsım'ın sohbetine
çok devâm ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir
ince meselelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gözüme uyku
girmezdi. Bir defâsında Seyyid Kâsım'ın sohbetindeyken, içeriye Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile
karşıladıktan sonra, garîb, meârif ve acâib hikmetler konuşmaya
başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın her ziyârete gelişinde,
SeyyidKâsım gayr-i ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini
açardı. O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı.
Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr, Seyyid Kâsım'ın meclisinden kalkıp
gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana; "Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin
dili, sözleri gâyet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer
himmet sâhiplerinin temenni ettiği saâdete kavuşmak istersen, bu
Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamânın bir hârikası, devrânının
bir tânesidir. Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhûr edecek ve dünyâ
onun velâyet nûruyla dolacaktır." Seyyid Kâsım'ın bu sözlerinden, içime
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kemâl ve olgunluk zamânına ulaşma arzusu düştü.
Sultan Ebû Saîd zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr Taşkent'ten Semerkand'a
geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid Kâsım'ın işâret ettiği
üstünlükleri onda görüp anladım."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gün SeyyidKâsım
hazretleri bana; "Bâbu! Zamânımızda hikmet ve hârika niçin az zâhir
oluyor, bilir misin? Çünkü bu zamanda bâtının tasfiyesi, kalbin
temizlenmesi pek az insanda kalmıştır. Olgunluğa ulaşmak, bâtının,
gönlün, kalbin tasfiyesi iledir. Bâtının tasfiyesi, kalbin
temizlenmesi, helâl lokma yemekle mümkündür. Bu zamanda helâl lokma
yiyen pek azdır. Bâtınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki ondan
ilâhî esrâr nasıl tecellî etsin?" dedikten sonra kendisi ile ilgili
olarak da; "Elim tuttuğu zaman, takye diker onun parası ile geçinirdim.
Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kütüphâneyi
satarak, ticâret sermâyesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım" dedi.
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de,Behâeddîn
Ömer hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki: "Bana Horasan
şeyhlerinden Behâeddîn Ömer'in tavırları gâyet hoş gelirdi.Ekseriyetle
oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsib muâmele eder, hiçbir
sûretle kendini halktan üstün tutmazdı."
Ubeydullah-ı Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine
devâm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb-i Çerhî
hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı. Bu hocası
ile tanışmasını şöyle anlatmıştır:
Herat'a gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccar ile
tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını
sordum. Yâkûb-i Çerhî'den aldığını söyledi. Bana Yâkûb-i Çerhî'nin
büyüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı.Bunun üzerineYâkûb-i Çerhî'nin
sohbetine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan Helfetû'ya gitmek üzere
yola çıktım. Çiganiyân'a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım.
Bu sırada Yâkûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devâm
edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan
sonra, geri dönülmeyeceğini düşünerek yola devâm ettim. Yâkûb-i Çerhî
hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan
sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve
haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların
sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş
olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana
tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî
hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini
anlattı. Sonra bana elini uzatıp; "Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu.
O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık
gördüm. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri
çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki
sîmâsının güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet
sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini
yeniden uzatıp;
"Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin
elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş
olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek; "Bu el, Behâeddîn Buhârî'nin
elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ı
adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini tâlim
etti. Sonra: "Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tâlibleri
cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay
kaldı.Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet
(diploma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak
üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; "Bu
yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti
isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!" buyurdu.
Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur:
"Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi
gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması
için sâdece bir ateş tutmak gerekecek."
Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini
tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz
yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve
insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda
mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti.
1300'den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı.
Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz
yüz bin batman zâhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her
çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hâli görenler,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı.
Kendisi bu husûsta; "Bizim malımız, fakîrler içindir. Bunca malın
hassası işte bu noktadadır" buyurmuştur.
Ubeydullah-ı Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî
edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok
olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu.
Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi
istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış,
verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle
beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderirdi. Bu hediyenin
helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine
verildiğinde; "Bu kaftanı giymek câizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca
kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu
defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin."
demiştir.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle
birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden
geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba
görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına
yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında,
tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reisi
olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini
hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; "Bu keçi helâl
maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl
buyurmanızı istirhâm ederim." dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "Ben
kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda
gelince, parasını verip alabiliriz" dedi. Oba reisi yoğurdun buralarda
kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl
buyurunuz." dedi. "Kabûl etmeyiz." buyurup, hizmetçilerinden birine
işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi
yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve
tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç
kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi.
"Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim.
Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır
umduğum herkese hizmet ederim." buyurmuştur.
Kendisi şöyle anlatmıştır: "Semerkand'daMevlânâ Kutbüddîn Medresesinde,
iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından,
yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını
giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve
yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların
kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim."
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç
esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından
bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim.
İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak
oturduklarını görmedim."
Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır:
"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri
yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine
ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu
hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir
uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir
davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken
de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."
Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamânında,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand'a
gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır: "Yatsı namazını
kıldıktan sonra, bana; "Seyyid Abdülkâdir bizim misâfirimizdir. Bu
geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz bâzı dostlarla oturmak
isteriz. Sen gençsin, istirahat et." buyurdu. Bunun üzerine; "Eğer izin
verirseniz, sizinle berâber olayım." dedim. Sonra; "Eğer kendinde
oturmağa güç bulursan olur" buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o
sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile
oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi.Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu
oynatmadı.Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah
namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç
olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi
zor tuttum. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı
abdesti ile sabah namazını kıldılar."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki,
talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi
mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır:
"Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi
başında,Keş'e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ
eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular.
Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin
çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka
bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı.
Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; "Siz
yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim." buyurdu.
Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle,
edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur
altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp,
geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti."
Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte
tarlalarından birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı.
Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri,
onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler.
Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak
iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi.
"Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum." diyerek, atına binip
oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir
derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar
istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan,
hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini
anladılar.
Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık.
Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya
geçmemiz îcâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan
sal yapıp, sudan geçtiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de karşıya
geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten
biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya
gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar
gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu. Ben çok
korktum. Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı. Suyun şiddetle aktığı
yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar git gide biraz
daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum. Hocamın yanında,
onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire "Allah!"
diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim.
Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve
kamışlardan hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya
gelince, hocam bana;"Kalk!" buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya
atladım. Kendisi de indi. Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, sal
birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi."
Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: "Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu
bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye
gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve
ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette
oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise
barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime;
"Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer
yok; hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri
göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana
döndürdüler ve; "Yoksa korkuyor musun?" diye sordular. Sükût ettim.
"Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize
ulaşırız" buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık.
Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın
bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş
söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan
Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervan
hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ
yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete
kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler. Ben
içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bana emânet
edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına
uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi,
hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle
düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım
isteyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç
sallamaya başladım. Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm.
Hâlbuki eşkıyâ bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı.
Kervandakiler, bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki, ömrümde
cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değildim. Bu işin Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım.
Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım. Buyurdu ki:
"Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi
kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım
isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla
düşmanlarını yenerler."
Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, Taşkend'de şeyhlik iddiâsında bulunup,
irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede,
hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri,
Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman
orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden
çatlayacak hâle geldi. Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek
istedi. Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında
bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük
havâle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini
defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr
ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne
çarparak; "Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan
uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim,
aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak
gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında
haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; "Ne
yapıyorsun?" diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp,
kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Ubeydullah-ı
Ahrâr evine gelip; "Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış
gitmiştin!" buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir
yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için
gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin
önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O
da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi
koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse,
bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap
testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr
o kimsenin evine geldi. "Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma
geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha
seninle buluşmama imkân kalmayacaktı" buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyurdu ki: "Muhammed aleyhisselâmın
ümmetinden "Mesh" yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine
döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi
kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın
alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının,
kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir
olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir. Bu öyle bir
dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar
kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz."
Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn
Muhammed şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri, Şeyh
Şâhin'in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerimMevlânâ Abdürrahmân
ve Mevlânâ Ebü'l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti.Teşrif
etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; "Sen niçin
dâvet etmezsin?" buyurdu. "Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat
ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim" dedim. Bana, iki batman un ile
çorba pişirmemi söyledi. "Bundan fazla bir şey yapma!" buyurdu. Emrini
yerine getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup
evime gelmeye başladı. İki büyük sofa, gelenlerle doldu. İki sofa
arasındaki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam
saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce,
hatırımdan; "Bu kadar kimse geldi" diye geçti. Hâce Ubeydullah
hazretleri bana tekrar; "İki batman undan başka bir şey pişirme!"
buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece
telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri başını kaldırıp; "Söyleyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi
yap, fazla pişirme!" buyurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir
kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki
sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet
tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba dağıttım. Herkese
yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine
gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin
kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler.
Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir
tesire sâhipti. Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara
nasîhat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: "Eğer biz şeyhlik yapsaydık,
zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş
emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır.
Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak,
dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur. Allahü teâlâ bize
öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan
Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki,
sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber
biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim
makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini
bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır."
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün
Sultan
Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde
ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble
oturdu. Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan
Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter
damlaları dökülüyordu."
"Mektebe gider,
gelirdim. Gönlüm dâimâ Allahü teâlâ ile idi. Bir ân
O'nu unutmaz, bir ân O'ndan gâfil olmazdım. Soğuk bir kış günü, kırlık
bir yerden geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken
ayakkabım düştü. O sırada bir gaflet ârız oldu. Bu işle uğraşırken,
Allahü teâlâyı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir
genç, çift sürüyordu; "Bak, şu genç bunca eziyyet içinde Allah'ı
düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma
yüzünden O'nu nasıl unutursun?" diyerek, hüngür hüngür ağlamaya
başladım. O zaman, herkesi kendim gibi her ân Allahü teâlâyı anar
sanırdım. Bülûğ yaşına erişinceye kadar, Allahü teâlâdan gâfil olanlar
bulunduğunu anlıyamamıştım. Allahü teâlânın, herkesi, kendisini
düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yarattığını sanırdım. Sonradan
anladım ki, Allahü teâlâdan gâfil olmamak, yalnız bâzı kullara mahsus
ilâhî bir inâyet imiş. Ancak riyâzet ve nefs mücâdelesiyle elde
edilebilir, hattâ bâzılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet
imiş."
Amcasının oğlu Hâce İshak da şöyle anlatmıştır: "Ben ve öbür çocuklar
oyun oynarken, aramıza katılması için ne kadar ricâ etsek, ona kabûl
ettiremezdik. Oynar gibi görünüp, bir kenarda durur ve kendi hâllerinde
olurdu."
Kendisi şöyle anlatır: Hâlimin başlangıcında, rüyâda Resûlullah'ı
(sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde,
Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim
yaklaşmamı işâret edip; "Beni bu dağın başına çıkar!" buyurdu.Ben de
kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. "Ben sende böyle
bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin
diye sana bu işi yaptırdım." buyurdular.
Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî
hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki,
ayaklarımda mecâl kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son
gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp,
"Mübârek olsun!" buyurdular."
Küçük yaştan îtibâren memleketi olan Taşkent'te ilim tahsîl eden
Ubeydullah-ıAhrâr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allahü teâlâya ibâdet
etmek ve O'nun ismini anmakla geçirdi. Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak için gayret etti.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı:
"Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki;
yalnızbaşıma evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu
ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî'nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu.
Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime
hiçbir korku gelmedi. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend
Tâhûr'un kabrine gittim. Yine içimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan
Şeyh İbrâhim Kimyager'in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan'ın
kabrine gittim. İçimde hiçbir korku yoktu. Bundan sonra artık bende,
kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle
hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent'in bütün
mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde
idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda yeni kendime
gelmiştim. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş
olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı
öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr'un kabri şerîfinin
yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini
üzerime koyup titremeye başladı. "Sana ne oldu?" dedim. "Gözüme garip
şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve
götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki: "Artık ondan şüphelenmeyiniz.
Ondan dolayı hoşnud olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle
düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı
mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır." Ev halkı bunu
öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp,
hakkımda başka ihtimâller düşünmediler."
Yine şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr
Kaffâl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli
ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı.
Taşkend'de bir adam vardı. Bize karşı inâd ve muârız idi. Bize bir
zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, tâkib
etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum
Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için,
birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç
aldırmadım, murâkabe ve oturuşumu da bozmadım. O kişi, benim bu hâlimi
görünce utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür
diledi. Sonra bizim dostlarımızdan oldu."
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı
Hâce İbrâhim onu ilim tahsîli için Taşkent'ten Semerkant'a gönderdi.
İki yıl müddetle Mâverâünnehr'deki büyük âlim ve velîlerin ilim
meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâ'ya ve Herat'a da giden
Ubeydullah-ı Ahrâr, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla
ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde
bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla
da görüşüp, sohbet etti. Horasan'a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî
hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan'a gittikten sonra, bir defâ
daha Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat'ta
bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin
sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: "Ömrümde, Seyyid Kâsım
Tebrîzî'den büyük zât görmedim. Zamânın şeyhlerinden hangisine gitsem,
bana bir nisbet hâsıl oluyordu. Fakat bu nisbetler bir müddet sonra
geçiyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî'nin sohbetlerinde öyle bir tesir ve
keyfiyet hâsıl oldu ki, elden bırakmak mümkün değildi. Huzûruna her
gidişimde, bütün kâinâtı, dâirenin merkezi misâli onun etrâfında
dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyor gördüm. SeyyidKâsım Tebrîzî, Hâce
Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o
yoldan almış. Anlaşıldığına göre, "Hâcegân" yolunda idi. Bir kapıcısı
vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya; "Buraya ne
zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman
benim yanıma girsin." diye tenbihte bulunmuştu. Her gün kapısına
varırdım, izin verilmiş olduğu hâlde huzûruna iki-üç günde bir
girerdim. Talebeleri, bana izin verildiği hâlde huzûrlarına niçin her
gün çıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid Kâsım hazretlerinin sohbetleri
çok tatlı ve o kadar hoş idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi. Sohbetin
sonuna gelince talebelerine verdiği bir işâretle dağılmalarını
bildirirdi. Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı. Yakınlarına
"Bâbu" diye hitâb ederdi. Bana; "Bâbu senin adın nedir?" diye sordu.
Ubeydullah (yâni Allah'ın kulu) dedim. "İsminin mânâsını gerçekleştir"
buyurdu.
Mevlânâ Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: "SeyyidKâsım'ın sohbetine
çok devâm ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir
ince meselelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gözüme uyku
girmezdi. Bir defâsında Seyyid Kâsım'ın sohbetindeyken, içeriye Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile
karşıladıktan sonra, garîb, meârif ve acâib hikmetler konuşmaya
başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın her ziyârete gelişinde,
SeyyidKâsım gayr-i ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini
açardı. O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı.
Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr, Seyyid Kâsım'ın meclisinden kalkıp
gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana; "Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin
dili, sözleri gâyet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer
himmet sâhiplerinin temenni ettiği saâdete kavuşmak istersen, bu
Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamânın bir hârikası, devrânının
bir tânesidir. Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhûr edecek ve dünyâ
onun velâyet nûruyla dolacaktır." Seyyid Kâsım'ın bu sözlerinden, içime
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kemâl ve olgunluk zamânına ulaşma arzusu düştü.
Sultan Ebû Saîd zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr Taşkent'ten Semerkand'a
geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid Kâsım'ın işâret ettiği
üstünlükleri onda görüp anladım."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gün SeyyidKâsım
hazretleri bana; "Bâbu! Zamânımızda hikmet ve hârika niçin az zâhir
oluyor, bilir misin? Çünkü bu zamanda bâtının tasfiyesi, kalbin
temizlenmesi pek az insanda kalmıştır. Olgunluğa ulaşmak, bâtının,
gönlün, kalbin tasfiyesi iledir. Bâtının tasfiyesi, kalbin
temizlenmesi, helâl lokma yemekle mümkündür. Bu zamanda helâl lokma
yiyen pek azdır. Bâtınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki ondan
ilâhî esrâr nasıl tecellî etsin?" dedikten sonra kendisi ile ilgili
olarak da; "Elim tuttuğu zaman, takye diker onun parası ile geçinirdim.
Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kütüphâneyi
satarak, ticâret sermâyesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım" dedi.
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de,Behâeddîn
Ömer hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki: "Bana Horasan
şeyhlerinden Behâeddîn Ömer'in tavırları gâyet hoş gelirdi.Ekseriyetle
oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsib muâmele eder, hiçbir
sûretle kendini halktan üstün tutmazdı."
Ubeydullah-ı Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine
devâm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb-i Çerhî
hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı. Bu hocası
ile tanışmasını şöyle anlatmıştır:
Herat'a gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccar ile
tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu yolu kimden aldığını
sordum. Yâkûb-i Çerhî'den aldığını söyledi. Bana Yâkûb-i Çerhî'nin
büyüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı.Bunun üzerineYâkûb-i Çerhî'nin
sohbetine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan Helfetû'ya gitmek üzere
yola çıktım. Çiganiyân'a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım.
Bu sırada Yâkûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devâm
edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan
sonra, geri dönülmeyeceğini düşünerek yola devâm ettim. Yâkûb-i Çerhî
hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan
sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve
haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların
sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş
olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana
tekrar çok lütuf ve iltifatta bulundu. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî
hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini
anlattı. Sonra bana elini uzatıp; "Gel bîat eyle, talebem ol!" buyurdu.
O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık
gördüm. Bu sebeple hemen bîat edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri
çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki
sîmâsının güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet
sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defâ elini
yeniden uzatıp;
"Şâh-ıNakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin
elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş
olur." buyurdu. Sonra sesini yükselterek; "Bu el, Behâeddîn Buhârî'nin
elidir, tutun!" buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-ı
adedi (tek sayı) üzere nefy ve isbât (Lâ ilâhe illallah) zikrini tâlim
etti. Sonra: "Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, tâlibleri
cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz." buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay
kaldı.Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet
(diploma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak
üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; "Bu
yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti
isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!" buyurdu.
Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur:
"Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi
gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması
için sâdece bir ateş tutmak gerekecek."
Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini
tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz
yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve
insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda
mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti.
1300'den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı.
Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz
yüz bin batman zâhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her
çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hâli görenler,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı.
Kendisi bu husûsta; "Bizim malımız, fakîrler içindir. Bunca malın
hassası işte bu noktadadır" buyurmuştur.
Ubeydullah-ı Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî
edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok
olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu.
Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi
istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış,
verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle
beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderirdi. Bu hediyenin
helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine
verildiğinde; "Bu kaftanı giymek câizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca
kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu
defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin."
demiştir.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle
birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden
geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba
görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına
yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında,
tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reisi
olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini
hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; "Bu keçi helâl
maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl
buyurmanızı istirhâm ederim." dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "Ben
kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda
gelince, parasını verip alabiliriz" dedi. Oba reisi yoğurdun buralarda
kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl
buyurunuz." dedi. "Kabûl etmeyiz." buyurup, hizmetçilerinden birine
işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi
yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve
tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç
kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi.
"Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim.
Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır
umduğum herkese hizmet ederim." buyurmuştur.
Kendisi şöyle anlatmıştır: "Semerkand'daMevlânâ Kutbüddîn Medresesinde,
iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından,
yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını
giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve
yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların
kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim."
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç
esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından
bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim.
İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak
oturduklarını görmedim."
Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır:
"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri
yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine
ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu
hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir
uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir
davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken
de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."
Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamânında,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand'a
gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır: "Yatsı namazını
kıldıktan sonra, bana; "Seyyid Abdülkâdir bizim misâfirimizdir. Bu
geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz bâzı dostlarla oturmak
isteriz. Sen gençsin, istirahat et." buyurdu. Bunun üzerine; "Eğer izin
verirseniz, sizinle berâber olayım." dedim. Sonra; "Eğer kendinde
oturmağa güç bulursan olur" buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o
sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile
oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi.Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu
oynatmadı.Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah
namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç
olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi
zor tuttum. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı
abdesti ile sabah namazını kıldılar."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki,
talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi
mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır:
"Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi
başında,Keş'e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ
eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular.
Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin
çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka
bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı.
Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; "Siz
yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim." buyurdu.
Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle,
edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur
altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp,
geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti."
Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte
tarlalarından birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı.
Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri,
onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler.
Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak
iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi.
"Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum." diyerek, atına binip
oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir
derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar
istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan,
hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini
anladılar.
Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık.
Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya
geçmemiz îcâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan
sal yapıp, sudan geçtiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de karşıya
geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten
biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya
gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar
gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu. Ben çok
korktum. Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı. Suyun şiddetle aktığı
yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar git gide biraz
daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum. Hocamın yanında,
onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire "Allah!"
diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim.
Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve
kamışlardan hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya
gelince, hocam bana;"Kalk!" buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya
atladım. Kendisi de indi. Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, sal
birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi."
Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: "Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu
bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye
gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve
ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette
oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise
barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime;
"Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer
yok; hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri
göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana
döndürdüler ve; "Yoksa korkuyor musun?" diye sordular. Sükût ettim.
"Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize
ulaşırız" buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık.
Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın
bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş
söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan
Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervan
hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ
yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete
kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler. Ben
içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bana emânet
edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına
uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi,
hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle
düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım
isteyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç
sallamaya başladım. Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm.
Hâlbuki eşkıyâ bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı.
Kervandakiler, bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki, ömrümde
cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değildim. Bu işin Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım.
Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım. Buyurdu ki:
"Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi
kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım
isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla
düşmanlarını yenerler."
Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, Taşkend'de şeyhlik iddiâsında bulunup,
irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede,
hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri,
Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman
orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden
çatlayacak hâle geldi. Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek
istedi. Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında
bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük
havâle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini
defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr
ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne
çarparak; "Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan
uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim,
aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak
gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında
haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; "Ne
yapıyorsun?" diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp,
kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Ubeydullah-ı
Ahrâr evine gelip; "Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış
gitmiştin!" buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir
yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için
gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin
önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O
da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi
koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse,
bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap
testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr
o kimsenin evine geldi. "Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma
geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha
seninle buluşmama imkân kalmayacaktı" buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyurdu ki: "Muhammed aleyhisselâmın
ümmetinden "Mesh" yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine
döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi
kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın
alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının,
kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir
olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir. Bu öyle bir
dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar
kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz."
Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn
Muhammed şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri, Şeyh
Şâhin'in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerimMevlânâ Abdürrahmân
ve Mevlânâ Ebü'l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti.Teşrif
etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; "Sen niçin
dâvet etmezsin?" buyurdu. "Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat
ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim" dedim. Bana, iki batman un ile
çorba pişirmemi söyledi. "Bundan fazla bir şey yapma!" buyurdu. Emrini
yerine getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup
evime gelmeye başladı. İki büyük sofa, gelenlerle doldu. İki sofa
arasındaki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam
saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce,
hatırımdan; "Bu kadar kimse geldi" diye geçti. Hâce Ubeydullah
hazretleri bana tekrar; "İki batman undan başka bir şey pişirme!"
buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece
telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri başını kaldırıp; "Söyleyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi
yap, fazla pişirme!" buyurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir
kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki
sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet
tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba dağıttım. Herkese
yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine
gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin
kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler.
Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir
tesire sâhipti. Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara
nasîhat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: "Eğer biz şeyhlik yapsaydık,
zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş
emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır.
Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak,
dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur. Allahü teâlâ bize
öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan
Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki,
sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber
biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim
makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini
bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır."
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün
Sultan
Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde
ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble
oturdu. Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan
Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter
damlaları dökülüyordu."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle denildi:
"İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak." Bunun üzerine
bu iş, sultanları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek,
zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand'a gitti. Bu yolculuğunda
Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı: "O
zaman Semerkand'da Mirzâ Abdullah sultan idi. Semerkand'a vardığımız
zaman, Mirzâ Abdullah'ın beylerinden biri, HâceUbeydullah hazretlerini
karşıladı. Hâce hazretleri ona dedi ki: "Bizim buralara kadar gelmekten
maksadımız, sizin Mirzâ'nız ile görüşmektir." Karşılamaya gelen bey,
edebsizce şöyle cevap verdi: "Bizim Mirzâ'mız, pervâsız bir gençtir.
Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin
bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?" Ubeydullah-ıAhrâr
hazretleri bu sözden gadaba gelip; "Bize Sultan ile görüşmek
emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime gelmedim. SizinMirzâ'nız eğer
pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!"
buyurdu. Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı.
Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi. "Bizim işimiz, o sultandan ve
onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!" dedi. O gün Taşkend'e
döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât
etti. Bir ay sonra da, Türkistan'daMirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ
Abdullah'ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu."
Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik. Bir gün kâğıt ve kalem
istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı.Bu sırada "SultanEbû Saîd
Mirzâ" diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Saîd Mirzâ'nın
hiçbir yerde nâmı ve nişânı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesâret
gösterip; "Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirzâ ismine
alâka gösterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime âittir?" dedi.
Buyurdu ki: "Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan,
yakında onun tebeası olsa gerektir." Pek kısa bir zaman sonra,
Türkistan'dan Mirzâ Ebû Saîd'in sesi yükseldi. Meğer Mirzâ Ebû Saîd,
rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini görmüş. Rüyâda Ahmed Yesevî
hazretleri, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine Mirzâ Ebû Saîd için Fâtiha
okumasını işâret etmiş, o da okumuştur. Yine bu rüyâsında, SultanEbû
Saîd Mirzâ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine Fâtiha okuyan zâtın
ismini sormuş ve sîmâsını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın kim olduğunu sorup araştırdığında; "Evet, Taşkend'de
buyurduğunuz gibi bir azîz vardır." dediler. Hemen atına binip, maiyeti
ile Taşkend'e doğru yola çıktı. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr Firket'e
doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Firket'e gittiğini duyunca, atını
oraya doğru sürdü. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Sultan'ı,Firket
yakınlarında karşıladı.SultanEbû Saîd Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr
hazretlerini uzaktan görünce; "İşte rüyâda gördüğüm azîz!" diyerek,
atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de
Sultân'a alâka gösterip, sohbet etti. Sultan, bu sohbetin câzibesi ile,
Ubeydullah-ı Ahrâr'dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi. "Fâtiha
bir kere okunur." buyurarak, Sultân'ın gördüğü rüyâya işâret etti.
Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Saîd Mirzâ'nın etrâfında çok asker
toplandı. Bunun üzerine Semerkand'ı almak istedi. Durumunu Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi.Maksadını
anlatıp, himmet istedi. "Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer
İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile
giderseniz, zafer sizindir" buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip,
İslâmiyete hizmet edeceğine ve tebeaya merhamet ve şefkat edeceğine söz
verdi. Bunun üzerine; "İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı
sizindir" buyurdu.
Reşehât müellifi, bu hâdisenin devâmını şöyle
anlatmıştır:
"Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebû Saîd Mirzâ'ya; "Düşmanla karşılaştığınız
zaman, ardınızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hücûm etmeyiniz!
Karga sürüsü gelir gelmez hücûm ediniz!" buyurdu. Ebû Saîd Mirzâ'nın
ordusu, Mirzâ Abdullah'ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücûm
karşı tarafdan geldi.Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusunun sol tarafını
çökerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hücûm etmek üzere
hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd Mirzâ'nın ordusunun arkasından bir
karga sürüsü göründü. Düşman üzerine doğru uçtu. Sultan ve askerleri,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin; "Arkanızdan bir karga sürüsü
gelmeyince hücûm etmeyiniz" buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce,
kalbleri kuvvet ve cesâretle doldu. Hep birden düşman üzerine hücûma
geçtiler. İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirzâ
Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında
ezildi.Sonra da başı kesilerek öldürüldü."
Bu zaferden sonra Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden
Semerkand'ı teşrif etmesini istirhâm etti. Sultânın istirhâmını kabûl
edip, Taşkent'ten Semerkand'a gitti. Bu sırada öldürülen Mirzâ
Abdullah'ın akrabâsından Mirzâ Bâbür'ün, büyük bir ordu ile Semerkand'a
hareket ettiği haberi geldi. Sultan Ebû Saîd telâş ve ızdırâba düşüp,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hâlini arzedip; "Benim bu orduya karşı
koymam imkânsızdır. Ne yapayım?" dedi. O da, Sultânı teskin ve tesellî
edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti.
Bu sırada Sultan Ebû Saîd'in yakınları, onu Türkistan'a kaçırmak ve
orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere
yüklemişlerdi. Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri durumu öğrenince
celâllenip, yükleri develerden indirtti. Sultan Ebû Saîd'e; "Nereye
gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok! Müşkülünüzü burada
hallederiz. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun. Bâbür'ü durdurmak bizim
vazifemizdir." buyurdu. Bu sözleri işitenlerden bâzıları; "Hâce
hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor." diye söylendiler.
SultanEbû Saîd, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine bağlılığı ve güveninden
dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand'da kalmaya karar verdi.
Beyleri; "Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı
koyabiliriz?" dedilerse de, Ebû Saîd'i iknâ edemediler.
Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın tavsiyesi üzerine, kalenin zayıf
ve yıkık yerlerini hemen tâmir ettirdi ve düşmanı bekledi. Nihâyet
Mirzâ Bâbür'ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda
ettiği bir öncü kuvvet geldi. Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak
olduğu için, şehirden üzerine hücûma geçilip, perişân edildi. Yaklaşan
Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd'in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir
muhâfaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire
hücûma geçmekten çekiniyordu. Aradan günler geçti, asker yiyecek
sıkıntısı çekmeye başladı. Etrâfa yiyecek temini için gönderdiği
askerlerin bâzılarını Semerkandlılar yakaladılar. Bir taraftan açlık
bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür'ün ordusunu perişân ediyordu. O
sırada bir de hayvan vebâsı hastalığı çıktı. Mirzâ Bâbür'ün ordusundaki
bütün atlar bu hastalıktan öldü. Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o
civarda barınılamaz oldu. Nihâyet Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd ile
anlaşma yapmaya râzı oldu. Bu iş için maiyetindenMevlânâ Mehmed Muammâî
adlı birini gönderdi. Bu elçi, Ubeydullah-ı Ahrâr ile uzun bir görüşme
yaptı. Elçi; "Bizim Mirzâ'mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir
zâttır. Ne tarafa gitse, o tarafı almadan dönmez." dedi. Bunun üzerine
Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri şöyle dedi: "Eğer Mirzâ Bâbür'ün dedesi
Mirzâ Şahrûh'un kalbimizdeki sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı,
neticeyi görürdünüz! Ben, dedesi zamânındaHerat'ta idim. Onun zamânında
çok iyilikler ve himâyeler gördük. Hakkını çiğnemeyiz!" Nihâyet elçi,
anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerini Mirzâ Bâbür'ün yanına, anlaşmaya dâvet etti. Sultan Ebû
Saîd, anlaşma için Ubeydullah-ı Ahrâr'ın bizzat gitmemesini istirhâm
yoluyla bildirdi. Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım'ı anlaşma
yapmak üzere gönderdiler. Böylece anlaşma sağlandı.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed
Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı
eserinde şöyle bildirmiştir: "Bir gün Şeyh Mirzâ Ömer'in, Kıpçak Çölü
sultanlarından SultanMahmûd'dan da yardım alarak, büyük bir orduyla
Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi.Bunun üzerine Semerkand sultânı
Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere
büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydullah-ı Ahrâr'a da yanlarında
gelmesini ricâ etti. Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti. Halk,
Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti.
Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed'in ordusunda kaldı. Ordu,
"Akkurgân" denilen yerde konaklamıştı. SultanAhmed, Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu
geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu
şekilde hareketsiz beklediler.
Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr gadablanarak, SultanAhmed Mirzâ'ya; "Beni
buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi
değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim
artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı." dedi. Sultan
Ahmed Mirzâ; "Benim bir kararım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize
bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız." dedi. Bunun üzerine
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından
bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ'nın ve
SultanMahmûd'un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her
iki sultan da karşılamaya çıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra
Şahrûh'a gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd'a çok iltifât
gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç
sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma
şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması,
aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda
toplanarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma
şekli kararlaştırılacaktı.
Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ahrâr,
Sultan AhmedMirzâ'nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah
vakti, Sultan Ahmed Mirzâ'nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat
silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde
durdular. Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh'a
gitti. Mirzâ Mahmûd'un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat
Sultan Şeyh Ömer Mirzâ'nın hâlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat
vardı. Nitekim Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd
şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli
bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı
Ahrâr, Sultan Mahmûd'u îkâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli
olmasını söyledi. Peygamberimizin; "Deveni bağla, sonra tevekkül
et." buyurduğunu
bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların
askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere
götürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında da
saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta
yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir
anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle
namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu
arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ'ya haber gönderip; "Ben tek
kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli
yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet,
ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana îtimâdınız varsa,
çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar." dedi.
Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; "Mâni olmayın! Çadırı
nerede isterlerse orada kursunlar. Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerinedir." dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultan Ahmed
Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan
Mahmûd Mirzâ'yı veSultan Şeyh Ömer Mirzâ'yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ
onları karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr'ın işâretiyle Sultan Mahmûd
Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer
Mirzâ'yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ'nın yanına götürdü. Sultan Şeyh
Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ'nın elini öpüp, yüzüne gözüne
sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar.
Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç sultan
da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç
çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu
anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla,
Sultan Ahmed Mirzâ'dan Sultan Mahmûd Mirzâ'ya geçti. Bundan sonra
Fâtiha okundu.Sultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.
Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin
tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun
tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil olduğunu
anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra,
Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd Mirzâ'ya; "Siz Taşkend'e gidin. Ben de
başka bir yoldan gelir size ulaşırım." buyurdu ve talebeleri ile
Taşkend'e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı'ya;
"Bu işlere ne dersin?Bu vak'a, kitaba yazılacak şeylerdendir!" buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânının en büyük velîsi idi. İnsanların
dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında
buyurdu ki: "İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o
vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır. Bâzıları
demişlerdir ki: "O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini
hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde
yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı
günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamânı için
şükretmeli. Günâh ile geçen zamânı için de istigfâr etmelidir."
Bâzıları da şöyle demişlerdir: "Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın
sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü
Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir." demişlerdir ki, en iyi
amel, Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya
dönmektir."
Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil
kimselerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:
"Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur,
dağınıklık hâli gelmişti. Bunun üzerine; "Meclisimize bir bîgâne, gâfil
girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz." buyurdu.
Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin bulunmadığını
söyleyince; "Bastonların bulunduğu yere bakınız." dedi. Talebeleri
oraya bakınca, bir bîgânenin asâsını bırakmış olduğunu anladılar, o
asâyı oradan çıkarıp attılar."
Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr'ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin
elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra,
hocası; "Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor." dedikten sonra, o
talebeye dönüp; "Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini
mi giydin?" dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip
geldi.
Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri kendisi sâlih ameller işlediği gibi,
talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye
ederdi. Hattâ insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile
tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: "İnsanların amelleri, işleri ve
ahlâkı, cansız şeylere de tesir eder. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin
bu hususta çok keşfi vardır. Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir
yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibâdet
birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe'de kılınan iki
rekat, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir."
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:
"Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, tasavvufu şöyle târif etmiştir: "Şimdiye
kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi husûsunda çeşitli sözler
söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf;
vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir."
"İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin
hakikatlerini anladığı kadardır."
"Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: "Allahü teâlâdan başka hiçbir
murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu murâdın hâsıl olunca, işin
tamamdır. İsterse senden kerâmetler, haller ve tecellîler hâsıl
olmasın, gam değildir."
"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü
çektirmemektir."
"Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak
lâzımdır. Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur."
"Bir gün Mevlânâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında
bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç
konuşmuyordum. Bana dönüp; "Ne dersin, konuşmak mı daha iyi, susmak mı
daha iyi?" dedi. Sonra da; "Bir kimse kendi varlığının kaydından
(nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir. Kurtulmamışsa, ne yapsa
kötü." Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş'tan bundan daha iyi bir söz
işitmedim."
"Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri
temizlenir."
"İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan
ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir."
"İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her
hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."
Asıl ve kıymetli olan ilmin, ilm-i ledünnî olduğunu bildirerek buyurdu
ki:
"İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir. Verâset
ilmi çalışarak elde edilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kim
bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir." buyurdu.
İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir.
İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir."
İnsanlara hizmet etmenin ibâdet ve tasavvufun esâsı olduğunu bildiren
Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri buyurdu ki:
"Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik.
Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler."
"Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân
Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Yâni, her ân Allahü teâlâyı
hatırlamaktır."
Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı medhederek buyurdu ki: "Bütün
halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat
îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi
karanlık bilirim. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve
kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem."
Yerinde ve zamânında konuşmanın önemini belirterek buyurdu ki:
"Söz, yüce bir şeydir. Zamânında ve yerinde olmalıdır."
"Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriPeygamber efendimizin neslinden gelen
seyyid ve şerîflere çok hürmet gösterirdi. Hattâ bir defâsında buyurdu
ki:
"Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ, Resûlullah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini
taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum."
Helâl kazanç elde etmenin önemini belirterek buyurdu ki: "Bizim
yolumuzda, el helâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır."
Ubeydullah-ı Ahrâr; bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını
bildirerek buyurdu ki:
"Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın,
kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye
teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin
yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti
böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları
görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu
makâmda edep lâzımdır. Edep de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine
tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermânını
beklemek lâzımdır."
Talebelerine şöyle buyurmuştur: "Sizden hanginizin yirmi kere, belki
daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her
dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz
onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en
kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini
karanlıkta aydınlatsın."
Yine şöyle buyurmuştur: "Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip
Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu
fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse pişmân olursunuz. Son
pişmânlığın faydası olmaz."
"Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri zamânındaki tasavvuf ehli geçinenlerin
durumunu bildirerek buyurdu ki: "Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd,
talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden
birine haber gönderip; "Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin
orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!" demiştir. Bu
haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir:
"Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur. Eğer şeyh
isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!"
Bir sohbeti sırasında büyüklerin hallerinden anlatarak şöyle buyurdu:
"Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin
yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi, vâlisi idi. Önce
Muhammed Hayr'ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri
onu Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep;
Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî'nin akrabâsı olmasıydı. Böylece
edebe riâyet etmiş oldu.
Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî'ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret
yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan
günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu
yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti. Bunu
da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek
derecelere kavuşturdu."
"Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, bir gün ağzından
ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı "Allah" yazıyordu.
Bundan sonra hocası ona, tasavvufta her ân Allahü teâlâyı hatırlamak ve
kendisini gördüğünü düşünmek gibi mânâlara gelen "Yâd-ı daşt" makâmı
üzere olmasını emretti."
Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve
nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri 1490 (H.895) senesi Muharrem ayının
başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki
gün önce; "Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam
olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta
yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma),
bir senenin keffâretidir." hadîs-i şerîfinde buyrulan
husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir." buyurdu.
1490 (H.895) senesi Rebîu'l-evvel ayının sonunda, bir Cumâ günü
hastalığı ağırlaştı ve sekerât-ı mevt hâli Cumâ günü öğle vaktinde
başlamıştı. Tam o sırada, Semerkand'da büyük bir zelzele oldu.
Vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. "Akşam
namazının vakti girdi mi?" diye sordu. "Evet girdi." dediler. Akşam
namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini
veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce
Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: "Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam
ile yatsı arasında bir vakitde idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba
yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp
öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük
kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti. Vefât
ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.
Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin hastalığının
şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile
Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek
üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerini son defâ gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan
Cumartesi sabahı, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cenâzesini
Semerkand'a getirtti. Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine
getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi. Cenâze
namazı kılınıp, defnedildi.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve
yanına bir imârethâne yaptırdılar.
Talebeleri: Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en başta
gelen
talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî'dir. Halîfesidir. Bu
talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Yâkûb-iÇerhî hazretlerinin
kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin
kıymetli sözlerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı
bir kitap yazarak toplamıştır.
Oğlu Muhammed, zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup,
tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, Hâcegân
lakabı ile tanınmıştır.
Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek
derecede idi. Babasından feyz alarak tasavvufta yükseldi. Babası,
hayâtının son günlerinde onu yerine vekil bıraktı.
Mevlânâ Seyyid Hasan; meşhûr talebelerinden olup, babası onu küçük
yaşında iken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir.
Geldikleri sırada, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında bir tabak içinde bal
görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr ona; "Senin ismin
nedir?" diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki; "Adım
Bal'dır." cevâbını verdi. Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm ederek buyurdu
ki: "Bu çocukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balın tadından
dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal'dır dedi."
Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kur'ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için
gereken bilgileri öğretti. Sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, ona yüksek
ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufda
yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.
Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına
tâbi olması tam idi. Bu hususta örnek teşkil eden bir talebesi idi.
Mevlânâ Mîr Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına
dâmâd olmakla şereflenmiştir. Tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur.
Mevlânâ Câfer; tasavvuf hâllerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve
fâdıl bir zât idi.
Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî; bu talebesi, Semerkant'ta parmakla
gösterilen âlimlerden idi.
Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer talebesi
Burhâneddîn Hatelânî'nin kızkardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim
idi.
Mevlânâ Şeyh; talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce
hocasının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.
Mevlânâ Sultan Ahmed; meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî
ilimlerde derin âlimdi.
Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn
Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî, Mevlânâ Nasîruddîn Etrârî ve Mevlânâ
İsmâil Firketî de talebelerinin meşhûrlarındandır.
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhî'dir.
Simavlıdır. İlim edindikten sonra, Semerkand ve Buhârâ'ya giderek feyz
aldı. İcâzetle şereflenip, Ubeydullah-ı Ahrâr'a intisâbı bulunan Emîr
Ahmed-i Buhârî ile İstanbul'a geldi.
Ubeydullah-ıAhrâr'ın bir talebesi de Abdullah-ı Semerkandî'dir. Önce,
Yâkûb-i Çerhî'ye talebe olmuş ve Nizâmeddîn-i Hâmûş'tan da feyz
almıştır. Uluğ Bey Medresesinde müderristi.
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın bir talebesi de HaydarBaba'dır. Kırk sene devamlı
İstanbul Eyyûb Câmiinde îtikâf etti. Kânûnî SultanSüleymân bu zâtın
üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında,Cezerî
Kâsım PaşaCâmiine inen yol üzerinde "Haydar Baba Mescidi"ni yaptırdı.
Haydar Baba, 1550 (H. 957)de vefât etti. Kabri, mescide girerken solda,
sed üstündedir.
Eserleri:
Enîs-üs-Sâlikîn fit-Tasavuf, El-Urvet-ül-Vüskâ li
Erbâb-il-İrtikâ, Rukaât, Fıkarât Risâlesi, Vâlidiyye Risâlesi.
HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR, HER GECEYİ KADİR BİL
Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı
Ahrâr'a gönderdi. Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla
meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti. Nereye
gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr o
anda neden bu zavallı ve garib kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine
garib bir ızdırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin
peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi
ve; "Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki
duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhâmet
eder de yolum açılır." dedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu
ifâdelerle bakan zât; "Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri;
"Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket
ediyorsun. Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir
kimseyim. Elimi yüzümü bile lâyıkı ile yıkamayı bilmem. Senin istediğin
şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur." dedi. Ubeydullah-ıAhrâr
duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti. O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın
yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve; "Allahü teâlâ senin
kalb gözünü açsın." diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın kalbinde açılmalar oldu.
ONU NİÇİN KABÛL ETMEDİ?
Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, bir kâdı devamlı kapısına gelip, talebe
olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona
iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu.
Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir
talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. "Kâdı,
boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor."
dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr; "Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük
arzusundan bir şey sezsem, hattâ o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl
sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan)
bahsedemem." dedi. Talebelerinden bâzıları, bu sözü söylediği günün
târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri
de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis
makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin
yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden
kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.
SELE KAPILANLAR
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde, Herat'dan
Taşkend'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir
talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada misâfir olmuştu. Bu
talebesi şöyle anlatmıştır: "Gece yatacağımız zaman bana; "Sen benim
yattığım odada yat!" dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak
bir köşeye çekilip, orada geceledim. Geceyarısı ismimi söyleyip;
"Uyuyor musun! Uyanık mısın?" dedi. Ben de; "Uyumuyorum efendim."
dedim. "Hemen kalk, kıymetli eşyâlarını topla ve derhâl dışarı çık!"
buyurdu ve kendisi de süratle dışarı çıktı. Bu çevrede olanları da
uyandır. Kıymetli eşyâlarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni
tâkib edip peşimden geliniz?" dedi. Süratle uzak bir tepeye doğru
yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu tâkib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde
durdu. Biz de yanında durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak;
"Sebeb nedir ki, geceyarısı uykumuzu bölüp buraya geldik."
diyorlardı.Bir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti. Biz tepe üzerinde
iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar,
ev ve ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları
içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Kendilerini, selle uzun
bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harab eden bu selin,
o beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir
velî olduğunu anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler."
BAL İSTEDİM ŞARAP MI GETİRDİN
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Taşkend'den Semerkand'a göçmeden önce,
hizmetkârlarından birine, Semerkand'a gidip, kendisine birkaç kutu saf
bal almasını emretmişti. Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın
aldı. Kutuları da gâyet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı.
Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafın dükkanına gidip, biraz
konuşmak üzere oturdu. Bal kutularını da önüne koydu. Onlar konuşurken,
güzel bir kadın içeri girdi. Hizmetkâr, tanıdığı esnaf ile konuşurken,
birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı. Sonra da oradan kalkıp yola
çıktı. Taşkend'e gelince, balları Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine
götürdü. Kutuları koyunca, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri kaşlarını
çatıp; "Ey saâdetten mahrum kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana
şarap mı getiriyorsun?" dedi. Hizmetkâr; "Aman efendim, ben size
emriniz üzere saf bal getirdim!" dedi. Bunun üzerine kutuları açınca
hepsinin şarap olduğunu gördüler. Hizmetkâr, bu işin kadına bakması
sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti.
ANNEN VE BABAN RAHATIMI BOZUYOR
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Hâce
Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın huzûruna ilk gelişimde, Mevlânâ Sa'deddîn Kaşgârî
hazretlerinin oğlu Mevlânâ Hâce Külân ile berâberdim. Senelerce sohbet
ve hizmetinde bulunmakla şereflendim. Bâzan sohbet sırasında bana;
"Niçin Horasan'a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı
bozuyor" buyururdu. Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok
utanırdım. Nihâyet berâber geldiğim Hâce Külân, Horasan'a dönmek üzere
izin istemişti. Ona izin verip, bana da; "Sen de bununla birlikte
süratle Horasan'a anne ve babanın hizmetine dön! Benim rahatımı
bozuyorlar" buyurdu. Bunun üzerine onunla berâber Horasan'a döndüm.
Annemin ve babamın yanına ulaşınca, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr'ın
kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim. İkisi birden ağlaşmaya
başladılar ve; "Biz her namazdan sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine
teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk" dediler.
Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım. Sonra tekrar hocamın
yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâade etmelerini isteyince
izin verdiler. İkinci defâ hocamın sohbetiyle şereflendim. Sonra bir
daha, Horasan'a git buyurmadı.
KÖPEK YAVRUSU
Bir defâsında, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın huzûruna Horasan'dan fâsık biri
gelmişti. Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık îtikâdlı biriydi. O
zamana kadar hiç gelmemişti. Gelip oturur oturmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri onu azarlayıp, huzûrundan kovdu. Bu sırada orada bulunan
talebesi Mîr Abdülevvel'in kalbinde; "Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve
niyazla gelmiş, acabâ onu neden hoşnud etmedi?" düşüncesi geçti.
Ubeydullah-ı Ahrâr, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi
anlayıp; "Bu kimseyi köpek yavrusu sûretinde gördüm ve bu sebeple
kovdum. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz." buyurdu. Bunun
üzerine talebesi Abdülevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi.
Adam fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan
birisiymiş. O zaman hocasının o kimseyi, günahlara dalmasından dolayı
köpek sûretinde gördüğünü ve kovmasının hikmetini anladı.
İSTANBUL'UN MÂNEVÎ FÂTİHİ
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle
nakledilmiştir: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra,
âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip
Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup,
tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde
talebelerine; "Siz burada durunuz!" buyurdu.Sonra atını Abbâs Sahrâsı
denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasındaMevlânâ Şeyh adıyla
tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu
talebesi şöyle anlattı: "Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya
vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden
kayboldu."
Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve
niçin gittiğini sorduklarında; "Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân
(Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım
etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı"
buyurdu.
Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan
Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını
nakletmiştir: "Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed
Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın
şeklini ve şemâilini târif etti ve; "O zâtın beyaz bir atı var mıydı?"
diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr
olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun
üzerine SultanBâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed
Fâtih Hân bana şunları dedi: "İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım
sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr
Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif
ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma
geldi; "Korkma!" buyurdu. Ben de; "Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok."
dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi.
Baktım, büyük bir ordu gördüm. "İşte bu ordu ile sana yardıma geldim.
Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm
emri ver." buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana
gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı.
İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."
ÖLÜ KALBLERİ DİRİLTMEK
Ubeydullah-ı Ahrâr şöyle anlatmıştır: "Çocukluğumda rüyâda kendimi Şeyh
Ebû Bekr-i Şâşî'nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde Îsâ
aleyhisselâm vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı
kaldırıp; "Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!" buyurdu. Rüyâyı
anlattığım zâtlar, tıb ilmi ile tâbir ettiler. Yâni tıb ilminden
nasîbim olacağını söylediler. Ben bu tâbire râzı değildim. Tâbirim
şuydu: Îsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir. Evliyâdan
ihyâ sıfatına mazhâr büyüklere de "Îsevî meşreb" denirdi. Mâdem ki, Îsâ
aleyhisselâm bu fakîrin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü
kalbleri ihyâ sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra, Allahü
teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o mânâ, kemâliyle
meydana geldi. Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gaflet karanlığından şühûd
ve huzûr ışığına çıktılar."
|