Meşhûr
velîlerden. Fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi.
İsmi Ali bin Abdülkâfî, künyesi Ebü'l-Hasan, lakabı Takıyyüddîn'dir.
1284 (H.683) senesinde, Mısır'ın Sübk köyünde doğdu. Takıyyüddîn Sübkî
daha küçük yaşta, babasının yanından ayrılmadan âlim oldu. İlim ile çok
meşgûl olurdu. Bütün gün ve gecelerinin çoğunu ilim öğrenmekle
geçirirdi. Evden sabah namazı için çıkar, öğle namazı vaktine kadar
çeşitli âlimlerin derslerini dinlerdi. Öğle namazından sonra eve gelir,
yemeğini yer, akşama kadar ilmî çalışmalarına devâm ederdi. Akşam
olunca, tatlı ve hafif bir şeyler yer, tekrar çalışmalarına başlardı.
Babası onu, on beş yaşında iken evlendirdi. Başta babası olmak üzere,
hanımı ve kayınpederi, ilimle uğraşması için elinden gelen her şeyi
harcadılar. Babası ile berâber bir ara, Kâhire'ye gitti. Ezberlediği
Tenbîh
ile diğer kitapları, oradaki meşhûr âlim İbn-i bint-il-Eaz'a ve diğer
âlimlere okudu. Zamanın meşhur âlimlerinden fıkıh, hadîs, usûl, mantık,
tefsîr, ferâiz, nahiv ilimlerini ve tasavvuf yolunu öğrendi.
Takıyyüddîn Sübkî, dînin emir ve yasaklarına uyan, tevâzu sâhibi,
seçkin bir zât idi. İlim ve vekâr sâhibiydi. Fıkıh ve hadîs ilimlerini
çok iyi bilir ve ders olarak okuturdu. Usûl ve Arabî ilimlerde derin
âlimdi. Şam’da kâdılık yaptı. Verdiği hükümlerden herkes memnun olurdu.
Dört mezhep içinde huccet, hepsinin müftîsi, hadîs âlimlerinin rehberi,
kıymetli eserler sâhibi bir âlim idi.
Takıyyüddîn Sübkî, kıyısı olmayan bir deniz, kibir bulunmayan gönül
sâhibi, ölçüye sığmayan geniş bir ufuktu. Bozuk îtikâd sâhiblerine
karşı, Resûl-i ekremin ve Eshâb-ı kirâmın mübârek yolunu müdâfaa etti.
Tevessül, istigâse ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerinin
ziyâretini kabûl etmeyen İbn-i Teymiyye’nin karşısına çıkarak, ona
delîl ve vesîkalarla cevap verdi ve; “Heyhât! Mescid-i Nebî ziyâret
edilir de, o mescidin sâhibi nasıl ziyâret edilmez? Zâten Resûlullah
efendimiz olmasaydı, bu mescidin fazîleti bilinmezdi. Eğer Resûlullah
efendimiz olmasaydı, o yer mukaddes olmazdı. Orada takvâ üzere yapılmış
bir mescid bulunmazdı.” buyurdu.
Takıyyüddîn Sübkî, çok cömertti. Eğer Hâtem-i Tâî onunla aynı asırda
yaşasaydı, Takıyyüddîn Sübkî’nin cömertliği yanında, onun cömertliği
anılmazdı. O vekar sâhibi ve heybetli idi. Her şeyi ile kendisinden
önce gelmiş olan büyük âlimlerin yolunda gitti. Dımeşk onun ilim ve
irfânıyla mâmûr hâle geldi. Takıyyüddîn Sübkî’nin verâı çok idi. Az
yer, az içerdi. Çok namaz kılar, belâ ve musîbetlere karşı sabrı hiç
elden bırakmazdı. Allahü teâlâyı çok anardı. Sabah akşam zikirle meşgûl
olurdu. Dâimâ murâkabe üzere idi. Doğru yolda bulunup, bu yola yardımcı
olmakta ecdâdı olan Ensârın izinde bulunuyordu. Gece-gündüz Kur’ân-ı
kerîm okurdu. Âlimlerden, haberleri doğru olarak naklederdi. Seher
vaktinde çok istigfârda bulunur, Allahü teâlâdan af ve magfiret
dilerdi. Allah korkusundan çok göz yaşı dökerdi. Dünyânın parlaklığına
ve malına îtibâr etmezdi. Elde ettiği makam ve mevkilerden ve herkesin
kendisine gösterdiği teveccüh ve iltifattan dolayı, kibir, gurûr ve
ucba kapılmazdı. Her taraftan âlimler, halledemedikleri meseleleri arz
etmek için ona mürâcaat ederlerdi. Sâlih ameller ve müstecâb duâlar
sâhibiydi. O, çok kere mütevâzî ve gösterişsiz bir elbise ile dışarı
çıkardı. Fakat sultânın merâsim günlerinde dâimâ cübbe giyerdi. Oğlu,
onun böyle cübbe giymesine çok hayret ederdi. Zîrâ, onun tabiatı böyle
şeylere pek önem vermezdi. Bu yüzden oğlu Tâcüddîn Sübkî, babasına; “Ey
babacığım, kâdılık makâmında otururken, yirmi dirhem etmeyen
elbiselerle oturuyorsun. Fakat sultânın merâsimlerinde cübbe
giyiyorsun. Niçin böyle davranıyorsun.” diye sordu. Takıyyüddîn Sübkî,
“Evlâdım! Bu, Şafiî mezhebi ulemâsının şiârıdır. Bu âdetin unutulmasını
istemem. Ben devamlı kalacak değilim. Benden sonra gelip bunu
giyecekler. Yeni bir şey ortaya çıkarmıyorum." buyururdu.
Takıyyüddîn Sübkî, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet eder ve
onları severdi. “Tasavvuf yoluna giren kimse, Selef-i sâlihînin izinden
gider, onlara tâbi olursa işte tasavvufta doğru yol budur.” derdi.
Takıyyüddîn Sübkî, kimde olursa olsun, faydalı bir şeyi görünce onu
beğenirdi. Faydalı ve güzel birşeyi, kendisinden küçük birisinden bile
duysa, onu dinlemekten uzak durmaz, yüz çevirmezdi. O çok hayâ
sâhibiydi. Kimseyi utandırmak istemezdi. Talebeleri bâzan kendisine,
bilinmeyen ve duyulmamış bir şey gibi herhangi bir konuyu anlattıkları
zaman, onlara bir şey demez, onları hoş karşılardı. Hattâ onlara garip
bir şey imiş gibi anlattıkları o konuyu, çeşitli kitaplardan
naklederdi. Bu sebeple talebeler, ona hayret ederdi. Zîrâ onlar, ilk
önce onun bu meseleden haberi yok sanırlardı. Fakat Takıyyüddîn Sübkî,
yine de onların heveslerini kırmazdı. O, âlimlere karşı çok edebliydi.
Onun Peygamber efendimize olan muhabbeti, sevgisi ve hürmeti,
anlatılamıyacak derecedeydi.
Takıyyüddîn Sübkî, her ilimde mütehassıs idi. Selef-i sâlihînin
yolunda, sünnet-i seniyye üzere bulunuyordu. Hakkı söylemekten
çekinmezdi. Ayakta, otururken, binekte ve yürürken bile Kur’ân-ı kerîm
okurdu. Hocaları ona çok kıymet verirdi. Mütehassıs olduğu bütün ilim
dallarında, zamânında onun gibisi görülmedi. Bütün âlimler, onun bütün
zamânını ilme adadığına inanırlardı.
Takıyyüddîn Sübkî’nin çok kerâmetleri görüldü. Ona karşı çıkanın başına
mutlak bir şey gelirdi. Kendisinden kerâmet hâsıl olunca veya birisi
kerâmetinden bahsedince çok sıkılırdı.
Kadı’l-kudât Cemâlüddîn Züreî, Mensûriyye Medresesindeki müderrislik
vazifesinden, Şam kâdılığına tâyin edilince, Takıyyüddîn Sübkî onun
yerine müderrislik vazîfesine tâyin edildi. Bir müddet sonra,
Cemâlüddîn Züreî, Şam kâdılığından azledildi. Bu sırada Şam Nâibi
Argûn, Hicaz’da bulunuyordu. Bu nâibin, Cemâlüddîn Züreî ile arasında
çok iyi bir dostluk vardı. Züreî’nin azledilmesi Argûn’e ulaşınca, buna
çok üzüldü ve Mısır’a varınca, Mensûriyye müderrisliğini, Takıyyüddîn
Sübkî’den alıp, tekrar Züreî’ye vermeye karar verdi. Bu haber
Takıyyüddîn Sübkî’ye ulaşınca, o buna çok üzüldü. Bu haber üzerine,
gece iki rekat namaz kılarak, Allahü teâlâya niyazda bulundu. Bu
sırada; “Argûn tutuklandı!” diye bir ses duyuldu. Ertesi gün derse
gittiğinde kendisine, Nâib Argûn’un tutuklandığı söylendi.
İmâm-ı Sübkî şöyle anlatır: “Babam Takıyyüddîn Sübkî’ye rahat
vermeyenlerden birisi de, Şam nâibi Argûn Şah idi. Bir gün babam, Argûn
Şah’a; “Ey emîr! Ben de, sen de bir gün öleceğiz.” dedi. Argûn Şah da
ona; “Ey Kâdı! Bu şehirde kaç nâib gördün?” diye sorunca, o; “Şu kadar
nâib gördüm.” dedi. Argûn Şah; “Benden başkası sana rahat vermedi.”
deyince, o; “İleride sen de göreceksin.” dedi. Biz, bir gün yatsı
namazını kılmak için toplanmıştık. Namazdan sonra, babam yüksekçe bir
yere çıktı. Başı eğik bir vaziyette durmaya başladı. Hiç konuşmuyordu.
Ayakta olduğu hâlde, sabah namazına kadar aynı vaziyette kaldı. Bu
sırada öyle heybetli bir hâli vardı ki, târifî, anlatılması çok zordu.
Onu bu hâlde gören kimse, şâyet o anda onu bir arı sokmuş olsaydı, aslâ
bunu hissetmiyeceğine inanırdı. Sonra oradan inip yatsı namazının
abdesti ile sabah namazını kıldı. İnerken bize; “Argûn Şah’ın işi
bitti.” dedi. Salı günü Trablus’tan yola çıkan Ulcîbuğa isminde
birisinin, Perşembe günü gecenin yarısında Argûn Şah’ın başını
kestiğini öğrendim. Sonra babamın odasına geldim. İçeride Kur’ân-ı
kerîm okuyordu. Biraz bekledikten sonra kapıyı çaldım. Kur’ân-ı kerîm
okumasını keserek kapıyı açtı. Bana; “Müslüman kardeşin için şemâtet
yapmayı bırak (şemâtet; başkasına gelen belâya, zarara sevinmektir).
Belki Allahü teâlâ ona âfiyet verir de, seni o musîbete düçâr eder.”
dedi. Sonra ben ona, biraz sevinçli bir hâl içinde; “Argûn Şah
öldürüldü.” dedim. O zaman bana; “Kim demiş? Sus! Bu ne biçim söz
böyle! Müslüman kardeşin hakkında şemâtet yapma dedik, değil mi?” dedi.
Bana kapıyı açıp “Şemâtet yapma!” demesi, benim ona ne söyleyeceğimi,
Allahü teâlânın ona bildirmesi, onun bir kerâmetidir.”
Şöyle anlatılır: “Takıyyüddîn Sübkî, bir mesele hakkında hüküm
vermişti. Bu hükmünde de kararlı idi. Şam nâibi Argûn Kâmilî, bu
hükmünden dolayı ona karşı çıktı. Bu mesele Şam ve Mısır’da önemli bir
konu hâline geldi. Bu sırada Kâdı Selâhüddîn Safdî, Takıyyüddîn
Sübkî’nin yanına gelerek; “Efendim! Bu mesele aleyhimize olmaktadır.
Onlar Hakka itâat etmezler, Hakka boyun eğmezler. Niçin kendinizi
tehlikeye atıyorsunuz? Niçin onlarla mücâdele ediyorsunuz?” deyince, o
uzun süre düşündükten sonra; “Vallahi, Allahü teâlâdan başkasının
rızâsını düşünmem. Benim için önemli olan, Allahü teâlânın rızâsıdır.”
dedi. Bunun üzerine ben, onun baskı ve lâflar ile haktan
ayrılmayacağını anladım. Nâib Argûn Kâmilî bir süre sonra görevinden
alındı ve çeşitli eziyetler başına geldi. Ölünceye kadar çeşitli
üzüntüler içinde ve işsiz güçsüz yaşadı.”
Takıyyüddîn Sübkî, 1354 (H.755) senesinde zâfiyete yakalandı. Vefât
edinceye kadar bu hastalık devâm etti. Kendisi dâimâ; “Ben Mısır’da
vefât ederim” derdi. Mısır’a gidince, orada birkaç gün hasta kaldı.
1355 (H.756) senesinde Kâhire’nin dışında bir yerde vefât etti. Cenâze
namazına çok kalabalık bir cemâat katıldı. Cenâzesini taşıyanların bir
ucu, defnedildiği yer olan Bâb-ün-Nasr’da iken, diğer ucu vefât ettiği
evin önünde idi.
Takıyyüddîn Sübkî’nin vefâtından sonra birçok kimse, onun Allahü
teâlânın indinde nâil olacağı yüksek derecelerle ilgili güzel rüyâlar
gördü.
Sâlihlerden birisi şöyle anlattı: “Vefâtından iki veya üç gece sonra,
Takıyyüddîn Sübkî’yi rüyâmda gördüm. “Allahü teâlâ sana ne muâmele
buyurdu?” diye sordum. Bana şöyle cevap verdi: “Bana Cennet kapıları
açıldı. Gir denildi. Ben; “İzzetin hakkı için yâ Rabbî! Benim cenâze
namazımda bulunanların da girmesini isterim.” dedim.”
Takıyyüddîn Sübkî oğluna şöyle nasîhat etti: “Ey oğul! Vaktini boş yere
geçirsen bile, seher vaktinde uyanık olup, ibâdet ve tâatla meşgûl
olmayı kendine âdet edin. Seher vaktinde uyuyan kimseye çok çok yazık!”
Takıyyüddîn Sübkî’nin büyük oğlu Ebû Bekr Muhammed için nasihat olarak
söylediği şiirin tercümesi şöyledir: “Ey oğul! Sana yapacağım
nasîhatimi ihmâl etme. Sözüme iyi kulak ver. Bu nasîhatim, sana rehber
olur. Allahü teâlânın kitâbı Kur’ân-ı kerîmi ve sahîh olan hadîs-i
şerîfleri ezberle, usûl-i fıkhı çok iyi bil. O, senin sağlam ve doğru
konuşmanı sağlar. Nahiv ilmini öğren. Bu, anlayışını arttırır. Zâhirî
ilimlerde, İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed’in,
tasavvufta Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebeleri- ne ve onlara tâbi olanlara
uy. Her işinde Resûl-i ekremin sünnet-i seniyyesine uyarak saâdete
kavuş. İlimde Allahü teâlânın rızâsını gözet, sâlihlerin yoluna
kavuşursun. Allahü teâlâdan kork, emrettiklerini yap, yasak kıldığı
şeyleri yapma! Dünyâya rağbet etme. Başına gelen belâ ve musîbetleri;
kulluk vazifelerini yerine getirerek, yalvarıp yakararak Allahü teâlâya
arz et. Belâ ve musîbetlere karşı sabırlı ol. Sana ihsân ettiği
nîmetlere karşı, Allahü teâlâya şükret ve hamdet. Doğru ve samîmî
olarak verâdan ayrılma, şüphelilerden uzak kal. Rabbine itâat et. O’na
secde eyle, ilim öğrenmekte çok gayretli ol. Diline de sâhib ol.”
Takıyyüddîn Sübkî buyurdu ki: “Sûfî; Hakk’a doğruluk, halka karşı güzel
ahlâk üzere olan kişidir.”
“Tefekkür ettim, düşündüm. Gördüm ki, bütün fesâdın başı kibirdir.
Kibir, şeytanın büyüklenip kendini beğenmesi ile işlenen ilk günah
oldu. Kalbde kibir, büyüklenme hâsıl olduğu zaman, kendisini büyük
görüp, başkalarını aşağı görür. Kibir, kalbi nasîhat kabûl etmekten ve
emre itâat etmekten alıkoyar. Kalbde kendini hor ve hakîr görme hâsıl
olunca, İslâm âlimlerine itâat eder ve sözlerini dinler. İslâm
âlimlerinin söz ve nasîhatleri ona tesir eder. Bu vesîle ile Hakk'ı
tanır. Nihâyet her hayır ve iyiliğe kavuşur.”
“Bütün salâhı, iyiliği, Resûl-i ekremin şu iki mübârek sözünde buldum:
“Nefsine yapış ve evin geniş olsun.”
Nefse yapışmaya gelince; insan kendisi ile meşgûl olursa, nefsini
mânevî kirlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Nefsine iyi ve övülen güzel
hasletleri ve sıfatları kazandırır. Bu vesîle ile Allahü teâlâya yakın
kimselerden olur. Hem, insanlarla uğraşmakta hayır ve fayda yoktur.
“Evin geniş olsun” sözüne gelince; burada, selâmetin insanlardan uzak
olmakta olduğu beyân buyrulmaktadır. İnsan evinden çıktığı zaman, her
türlü rezâlete bulaşır ve kötü işler yapar. Bu mevzûda şöyle bir şiir
yazdım: Kalbin kibri, doğru yolu kabûl etmeye mânidir. Onun için
kendini büyük görme, mütevâzî ol. Evinde kal, ondan bir karış bile
ayrılma. Eğer evden ayrılırsan, pekçok kötülüklerle karşılaşırsın.”
Takıyyüddîn Sübkî, birçok eser yazdı. Yazdığı eserlerin bir kısmı
şunlardır: 1) Ed-Dürr-ün-Nazîm: Kur’ân-ı kerîmin tefsîrine dâirdir,
tamamlayamamıştır. 2) Tekmilet-ül-Mecmû’ fî Şerh-il-Mühezzeb:
Nevevî’nin Mecmû’ adlı eserinin şerhidir. Ribâ bahsinden başlamış,
teflîs bahsine kadar gelmiştir. Beş cilddir. 3) Et-Tahbîr-ül-Mühezzeb
fî Tahrîr-il-Mezheb: Minhâc’ın geniş bir şerhidir. Minhâc’ın namaz
bahsinden başlamıştır. 4) El-İbtihâc fî Şerh-ıl-Minhâc lin-Nevevî:
Talak bahsine kadar yazmıştır. 5) El-İbhâc fî Şerh-ıl-Minhâc: Usûl-i
fıkha dâirdir. Mukaddimet-ül-Vâcib meselesine kadar yazmıştır. Bu
kitabı, oğlu İmâm-ı Sübkî tamamlamıştır. 6) Ref-ül-Hâcib an Muhtasar-ı
İbn-il-Hâcib: İbn-i Hâcib’in Muhtasar’ının başından az bir kısmının
şerhidir. 7) Er-Rakm-ül-İbrîzî fî Şerh-i Muhtasar-it-Tibrîzî, 8-
El-Veşy-ül-İbrîzî fî Hallit-Tibrîzî: Tamamlayamadığı eserlerdendir. 9)
Kitâb-üt-Tahkîk fî Meselet-it-Tahlîk: İbn-i Teymiyyeye talak
meselesinde büyük reddiyedir.
İKİ REKAT NAMAZ
Şam Nâibi Aydoğmuş’un, Takıyyüddîn Sübkî’ye sıkıntı vermesini Şeyh
Behâeddîn şöyle anlatır: “Nâib ile Takıyyüddîn Sübkî arasındaki
anlaşmazlık çok ileri safhaya varmıştı. Sonunda Takıyyüddîn Sübkî,
kâdılıktan ayrılmaya karar verdi. Selâhiyye Medresesinde ders verdiği
yere gitti. Burada odasına girdi. Kapıyı kapayarak, kâdılıktan
ayrılması husûsunda istihâre yapacaktı. İki rekat namaz kılmaya
başladı. İkinci rekatin ikinci secdesinde iken bir ses duydu. Bu ses;
“Her
insan için, önünden ve arkasından tâkib eden melekler vardır. Onu
Allahü teâlânın emriyle korurlar. Muhakkak ki Allah, bir topluma
verdiği nîmeti, onlar kendilerindeki iyi hâli fenâlığa çevirmedikçe
bozmaz. Bir topluma da Allahü teâlâ bir kötülük diledi mi, artık onun
geri çevrilmesine hiçbir çâre yoktur. O toplum için (kendilerine yardım
edecek) Allahü teâlâdan başka bir yardımcı da yoktur.”
meâlindeki Ra’d sûresi on birinci âyet-i kerîmesini okuyordu. Bunun
üzerine kâdılık vazifesinden ayrıldı. O zaman emîr, Bedrüddîn Genkilî
bin Bâbâ idi. Takıyyüddîn Sübkî ile Aydoğmuş arasındaki meseleye o da
üzülmüştü. Takıyyüddîn Sübkî'yi çok seviyordu ve onu haklı buluyordu.
Fakat Aydoğmuş gibi bir devlet adamını da görevden almak bâzı
sebeplerden dolayı zordu. Bedrüddîn Genkilî, Takıyyüddîn Sübkî için;
“Eğer o, Allahü teâlâ indinde kıymetli bir kul ise, cenâb-ı Hak onu bu
sıkıntıdan kurtarır ve rahata erdirir” diyordu. Kısa bir süre sonra,
Aydoğmuş’un âniden ölüm haberi geldi. Bu ölüm haberi Takıyyüddîn
Sübkî’ye ulaşınca ağladı. Sonra kalkıp namaz kıldı.”
SON SÖZ
Yazdığı vasiyet şöyledir: “Kulun her hâlinde ibâdet yapması gerekir.
Çünkü ömür çok kısadır. Ömrünün bir kısmı küçüklükte geçer. Bir kısmı
büyüyünce, bedenî ihtiyaçlarını temin etmek, uyku, kendisine ârız olan
hastalık, özür hâlleri, zarûrî meşgaleler, insanlarla uğraşma ve geçim
derdi gibi işlerle geçer. Bunlardan geriye, insan için çok az vakit
kalır. İşte insan, ya bu kısacık ömrünü ibâdet ve tâatle geçirmek
sûretiyle Allahü teâlâya, Cennet'ine ve çeşit çeşit nîmetlerine
kavuşur, veya bu kısacık hayâtı kendi aleyhine zâyi eder de, ebedî
hüsrâna uğrar veya ömrünü günah ve başkalarına düşmanlıkla geçirir.
Böylece şeytanın yardımcılarından olur, onunla birlikte Cehennem
ateşinde yanar. Herkes, yaşadığı kısa ömür içerisinde bu üç hâlden
birinde bulunur. Allahü teâlânın takdîr ettiği şeyler, her zaman
insanın istediği şekilde cereyân etmez. İnsan bâzan oturup, istediği
bir şeyi bekler. Fakat bu sırada birçok iyi şeyleri kaçırır. Çok defâ
insanın kendisi için istediği şeylerin sonu şer olur. Bu sebeple
insanın tercihte bulunması, şöyle veya böyle olmasını istememesi
gerekir. Bilakis, Allahü teâlânın kendisi için hayırlı olanı ihsân
etmesi için, bütün işlerini Allahü teâlâya bırakması gerekir.
Bir kimsenin dâimâ Allahü teâlâya tâat üzere olması, emirlerine uyup,
hep murâkabe üzere olması için, üzerindeki vazifeleri, Allahü teâlânın
rızâsına uygun olarak yerine getirmelidir. Meselâ, kâdılık gibi
tehlikeli ve zor bir vazifeyi yapmak zorunda kaldığı, ondan kendisini
kurtaramadığı zaman, artık o vazifeden ayrılmayı istememelidir. Çünkü o
vazifeden ayrılırsa, belki ondan daha kötü bir işe düşebilir. Sonra
işlerin sonunun nasıl olacağını bilemez. Bu sebeple, üzerinde bulunduğu
vazifede kalmalı ve şu hususlara riâyet etmelidir: 1) Bu vazife
kendisini, birinci derecede lâzım olan Allahü teâlânın emirlerini
yerine getirmekten alıkoymamalıdır. 2) O vazifede kaldığı müddetçe,
kötü ve bozuk birisinin o vazifeyi almaması için kaldığını niyet
etmelidir. Böylece o mâkama, lâyık olmayan birisinin gelmesine mâni
olmuş olur. Bu niyeti ile, dâimâ ibâdet sevâbı kazanır. Mahkemeye bir
dâvâ gelip, burada bir mazlûma yardımcı olup, onun hakkını zâlimden
aldığı, hakkı ayakta tuttuğu veya bâtıl ve bozuk bir işe mâni olduğu
zaman, kat kat ibâdet sevâbına kavuşur. Müslümanları, onlara zarar
verecek şeylere karşı himâye eder. Kendisini, efendisinin, içerisinde
çoluk çocuğunun bulunduğu bir eve koyduğu köle gibi ve böyle bir eve
lâyık olmadığını düşünür. Bu sebeple, bu evden çıkmak ve ayrılmak
istemez. Çünkü, efendisi onu oraya koydu. Emir onun emridir. Onun için,
efendisinin çoluk çocuğunun işlerini görmek için olanca gücü ile
çalışır. Bu hususta efendisinin rızâsını arar. Bâzan efendisi onu
imtihân edebilir. Bu bakımdan, onun her zaman hazır olması, dâimâ
efendisinin emirleri istikâmetinde bir köle ve hizmetçi olması
lâzımdır. Kısa bir müddet sonra ölüm gelir. Ya efendisinin emirlerini
yerine getirirken, kölelik ve hizmetçiliği üzere can verir veya ondan
başka bir hâl üzere vefât eder. Maksad, Allahü teâlanın rızâsına
kavuşmaktır.”
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.7, s.127
2) Tezkiret-ül-Huffâz; c.4, s.1508
3) Ed-Dürer-ül-Kâmine; c.3, s.63
4) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.321
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.6, s.180
6) Tabakât-ül-Müfessirîn; c.1, s.412
7) Bugyet-ül-Vuât; c.2, s.176
8) Miftâh-üs-Seâde; c.2, s.221
9) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.10, s.139
10) Fevâid-ül-Behiyye; s.44
11) Tabakât-üş-Şafiiyye (Esnevî); c.2, s.75
12) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (51. Baskı) s.1069
13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.101 |