Anadolu'da
yaşayan büyük velîlerden. Silsile-i aliyye adı verilen,
insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve
âhirette seâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesile olan büyük âlim ve
velîlerin otuz birincisidir. Peygamber efendimizin neslinden olup
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunudur. Babası
Seyyid Molla Ahmed bin Sâlih Geylânî'dir. Şihâbüddîn, İmâdüddîn,
Kutbü'l-İrşâd vel-medâr lakaplarıyla ve Hakkârî nisbesiyle meşhûrdur.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerindendir. Doğum târihi
bilinmiyor. 1853 (H.1269) senesinde Şemdinli yakınındaki Nehri'de vefât
etti. Kabri orada olup ziyâret edilmekte, feyz ve bereketlerinden
istifâde olunmaktadır.
Asil ve temiz bir âileye mensûb olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'de
çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zekâ, istidât, vekâr
ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi.
Onu her gören ilerde pek büyük bir zât olacağını söylerdi. Küçük yaşta
Kur'ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı.
Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek
şöhretli âlimlerden, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamânın
fen ve edebiyât bilgilerini öğrendi.
Seyyid Tâhâ, daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdât'a yakın bir yerde,
çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; "Bu su çok azdır,
bununla abdest olmaz." deyince; "Bu, mâ-i câridir, yâni akar sudur.
Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları
bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar." buyurdu ve elini orada
biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; "Bakın
bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır." deyip elindeki balığı gösterdi.
Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları; "Bundan sonra sen ne yaparsan yap,
bir daha sana îtirâz etmeyeceğiz." dediler.
Hicrî on üçüncü asrın kutbu olan Mevlânâ Hâlid, Hindistan'a giderek,
Gulâm Ali Abdullah Dehlevî'nin huzûru ile şereflenip, lâyık ve müstehak
oldukları fazîlet ve kemâlâtı aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına
doğru yolu gösterip Hakk'a kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf,
Mevlânâ'nın kalbinden saçılan nûrlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada
arkadaşı olan Seyyid Abdullah da Süleymâniye'de bulunan Mevlânâ'yı
ziyârete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemâle geldi ve halîfe-i ekmeli
yâni en olgun halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye, birâderinin
oğlu Seyyid Tâhâ'nın, hârikulâde ve yüksek istidâdını anlattı. Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de, bir daha gelişinde, onu berâber
getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyâretlerinde yeğeni
Seyyid Tâhâ'yı da götürdü. Mevlânâ hazretleri, Bağdat'ta Seyyid Tâhâ'yı
görür görmez, hemen Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin kabr-i şerîfine
gidip, istihâre etmesini emretti. Seyyid Tâhâ da kabre gidip istihâre
etti. Ceddi Abdülkâdir Geylânî hazretleri, Allahü teâlânın izniyle
kabr-i şerîfinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; "Benim yolum
büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid ise, zamânının âlimi,
evliyânın en büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir."
buyurdu.
Seyyid Tâhâ, büyük dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin
mânevî emri ve izni üzerine, Mevlânâ'nın huzûruna geldi. Bu öyle bir
gelişti ki, pek az kimselere nasîb olmuş, nasıl ve neler elde ederek
gideceği, bu başlangıç ve gelişten belli oluyordu. Mevlânâ, Seyyid
Tâhâ'nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı,
kalplerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım
etti. İleride zamânın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimâm ve
ciddiyetle onu terbiye etti. Riyâzet ve mücâhedesinde hiç eksiklik
etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnâsında, Seyyid
Tâhâ'ya dağdan taş getirtirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble
karşılanır; "Hocamız Mevlânâ, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem
Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu hâlde, Seyyid hazretlerini dağa
göndermesindeki hikmet nedir?" derlerdi. Hazret-i Mevlânâ ise, bu
hususda konuşmaz sükût ederdi.
Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin yanında seksen gün
kaldıktan sonra, velîlikte pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve
kerâmet sâhibi olarak hilâfet-i mutlaka ile şereflendi.
Seyyid Tâhâ hazretleri, hilâfetle müşerref olup Berdesûr'a hareket
edeceği zaman, Mevlânâ onu büyük bir cemâatle uğurladı. Vedâdan sonra,
Seyyid Tâhâ, Mevlânâ'nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek
istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı.
Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ olduğunu
gördü. "Estagfirullah" deyip, geri çekildi. Mevlânâ, Seyyid Tâhâ
hazretlerine hitâben; "Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan
taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım
sebebiyle üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan
kaçınamazsınız." buyurdu. O da sıkılarak; "Emir edebden üstündür." sözü
gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın
katıldığı uğurlama merâsimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki
dizginleri, Seyyid Tâhâ'ya verip; "Bundan sonra dizginlerin senin
elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın,
büyüklerin rûhları sığınağın olsun." buyurdu. Tâhâ-i Hakkârî hazretleri
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin halîfesi olarak Berdesûr'a geldi.
Amcası Seyyid Abdullah, Nehrî'de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken,
oraya çok yakın olan Berdesûr'a Seyyid Tâhâ'nın da gönderilmiş
olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; "Böyle iki büyük halîfenin
bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?" dediler. Fakat bunu, kısa bir
süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine,
oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen
Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehrî kasabasına gelip irşâda başladı. Burada
kırk iki sene, ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakk'ı arayanlara
ilim, feyz ve nûr saçtı. Âşıklar, uzaktan yakından pervâne gibi bu
irşâd ve nûr kaynağının etrâfına toplandılar. Nehrî, Cennet
bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan oldu. Allah'ı arayanların
arzusu ve rûhlarının mıknatısı hâline geldi. Şimdi birkaç harab evin
bulunduğu Nehrî'de, o zaman nüfus on altı bine yükseldi. Nehrî birkaç
câmi, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkân, han, hamam ve benzeri
binâlarla o civârın merkezi idi.
Seyyid Tâhâ'nın sohbetleri bereketiyle pekçok kimse Allahü teâlânın
rızâsını kazandı.
Seyyid Tâhâ hazretleri, en büyük velîlerden olup, onu gören müslim veya
gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlardı.
Bir sohbeti esnâsında buyurdu ki:
"Bana Cennet ve Cehennem'den bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda
olanlara bu ikisi tesir etmez." Bu sözü açıklarken halîfesi Seyyid
Sıbgatullah Arvâsî şöyle buyurdu: "Ebrâr, yâni iyi müminler âhiretleri
için amel ederler, mukarrebler, yâni Allahüteâlâya yakın olan ve hep
O'nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sâdece Allahü teâlâ için amel
ederler."
İnkarcılardan ve bid'at sâhiplerinden kaçınmak hususunda buyurdu ki:
"Münkirden (inkârcıdan) ve bid'at ehlinden aslandan kaçar gibi kaçın!
Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu
münkirler, Resûlullah'ın zamânında olsalardı, ona îmân etmezlerdi."
Seyyid Tâhâ hazretleri bâzan; "Misvâkla kılınan bir rekat namaz,
misvâksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır."
hadîs-i şerîfini okurdu. "Hadîsdeki sivâk, "misvâklamak" mânâsına
geldiği gibi "sensiz" mânâsına da gelir. O zaman hadîs-i şerîfin
mânâsı; "Sensiz, yâni kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat,
kendinle olduğun yetmiş rekattan faydalıdır." buyururdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri, vefâ ve sadâkatte hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ı,
şecâatte ve adâlette hazret-i Ömer'i, hayâ ve hilmde hazret-i Osman'ı,
vilâyet-i kübrâda hazret-i İmâm Ali'yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı
Resûlullah'a yakın Eshâb-ı kirâmdan birisi gibiydi.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki
kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden
mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki
ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşları
arası açık, mübârek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta
boylu bir nûr parçası idi. Gönül sâhibleri görünce, rûhen âşık
olurlardı. Hülâsa, ilâhî nûrun tecellîsi idi. Sohbetlerinin ehli
olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehrî hudûduna girildiğinde,
feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sâhiplerini istilâ
ederdi. Ziyâretçiler, abdestsiz olarak Nehrî'ye giremezdi. En büyük
halîfelerinden "Halîfe Köse" lakabıyla tanınan meşhûr Molla Tâhâ
buyurdu ki: "İki yerinden başka Nehrî'nin bütün taşları, ağaçları,
herşeyi nûrdur. Biri, yahûdî mahallesi, öbürü Mûsâ Bey ismindeki bir
münâfığın kalesidir."
Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriyâ bereketli evinde,
bâzan kendi mescidlerinde edâ ederlerdi. Kuşluk namazını dâimâ câmide
kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin
tahsîllerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini
hâllederdi. Nehrî, karınca yuvası gibi, dâimâ sâlih kişiler ve
talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sâhibi feyz almak için boyunlarını
büküp, o dergâha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makâmın, zikr, fikr,
ibâdet ve tâatsız bir ânı bulunmazdı. Seyyid Tâhâ hazretleri dergâhı
teşriflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak
sözlere bağlanırdı. Nehrî kasabası bin yedi yüz hâne iken, hiçbir evde
yemek söz konusu değildi. Hepsi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin dergâhından
yer, içerdi. İkindi namazından sonra "Hatm-i hâcegân-ı kebîr", sonra
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ı
okunurdu. Seyyid Fehîm hazretleri Nehrî'de ise ona, yok ise, muhterem
dâmâdları ve halîfeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı.
Bu arada bâzı kelime veya cümle üzerinde yapılan geniş îzâhlar,
sohbetlerinin esâsını teşkil ederdi. Nehrî'de misâfirlerden, farazâ
sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fâsılası yoktu. Bu
müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam
namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden
kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişce suâl buyururlardı. Kimin
bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme,
akrabâ ziyâretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını
karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas
buyurmazlar, ancak bâzı müslümanların zararını önlemek üzere mektup
yazarlardı. Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün
devlet adamları her emirlerine âmâde ve hazırdı.
Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa,
dünyâyı en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve
intizâmı akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhirete âit ilimlerdeki
mahâret ve ihtisâsı herkesten üstündü. Hülâsa, madden ve mânen, İslâm
âlemine bahşedilen ilâhî lütuflardan bir büyük nîmetti.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid
Muhammed, o zaman Van'dan gelip, bu kaynaktan feyz aldı. Seyyid Tâhâ,
Van'ı şereflendirince, Seyyid Muhammed'in evinde misâfir olurdu. Seyyid
Muhammed'in birâderi Molla Lütfî'nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de,
Hizân'dan Van'a gelince, Seyyid Tâhâ'ya talebe oldu. Çok feyz ve
bereketlere kavuştu. Sonra Hizân'a babasının yanına gitti. Bundan
sonra, yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehrî'ye Seyyid Tâhâ hazretlerini
ziyârete giderdi.
Seyyid Tahâ hazretlerinin, Halîfe Köse nâmıyla tanınan; âlim, âmil ve
veliy-yi kâmil bir talebesi vardı. Seyyid Tâhâ'nın halîfelerinden olup,
ismi Tâhâ idi. Edebinden, "İsmim Tâhâ'dır." demeğe hayâ ederdi.
Üstâdından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi.
Sakalı biraz seyrek idi. Bir gün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden
hocası, bir talebesine; "Bizim Köse buraya gelsin." buyurdu. Buna çok
sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da
ismi, "Halîfe Köse" kaldı.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin pek çok kerâmetleri vardır.
Bir gece, hırsız, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un
almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar
boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp
götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; "Ne o,
çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim." deyince, hırsız, donakalıp
birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına
verdikten sonra; "Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını
yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel!"
buyurduğunda hırsız, tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehrî kâdısı idi. Bu mübârek
dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahçe
duvarının kapısının girişinde yapılmasını ve; "Seyyid Tâhâ
hazretlerinin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim
mezârıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin
hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yâhut onu ziyârete gelenlerin
ayaklarına mezârımın toprağı değmekle teberrük ederim." buyurdu.
(Gerçekten o mezâr, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam
girişindedir.)
Bir Ermeni, Seyyid Tâhâ hazretlerine gelip; "Çocuğum olmuyor, sizin
büyük bir zât olduğunuza inanıyorum. Duâ edin de, çocuğum olsun." dedi.
Seyyid Tâhâ hazretleri, talebesinden birine; "Git bir beze iki tâne
koyun tüyü koy, sar, getir!" buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi.
Seyyid Tâhâ, Ermeniye; "Bu bezi beline sar, hiç çıkarma!" buyurdu. Aynı
Ermeni beş sene sonra gelip; "Efendim, her batında iki çocuk olmak
üzere, beş senede on tâne çocuğum oldu. Artık yeter." dedi. Seyyid Tâhâ
da; "Belindekini artık çıkarabilirsin." buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gece rüyâsında Resûl-i ekrem efendimizi
uçsuz-bucaksız bir sahrâda ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlarında ve
arkalarında, şefâat isteyen pekçok insan vardı. Kimi eteklerine
tutunmuş, kimi önlerinde dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid Tâhâ
hazretleri bir kenârda bekliyordu. Allah'ın Resûlü onu görünce, ona
doğru yöneldiler ve iltifâtlarda bulundular.
Yine bir gece rüyâsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin
ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek
için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında
Allah'ın Resûlü var. Ve bütün sahrâyı kol kol dolaşan sular, O'nun
mukaddes parmaklarından akmaktadır... Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek
parmaklardan ve fışkırış noktasından içmek saâdetine erişmek için
yaklaştı ve içti.
Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî
mektuplarından birinde şöyle buyurdular: "Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü
teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâimâ çok sakınınız! Kişi
için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o
âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu
kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin.
Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak
olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat dâvet
ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının dâvetine gidilsin.
Böyle dâvete verilecek cevap şudur: "Biz derviş kimseleriz. Bizim
işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların
dînine hizmettir. Devlet reislerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz."
Sana emrettiğim üzere ol, muhâlefet etme! MollaMustafa Eşnevî'ye de
fakîrin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir.
Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve
yerleşmek zarûrîdir. Bizden bir şey gizli tutulmasın ki, helâke sebeb
olur. Kulların en zayıfı Hâlid-i Nakşibendî Mücedidî."
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'ye yazdığı
başka bir mektubunda da buyurdu ki: "Allahü teâlâ kalbimin sevgilisi
Seyyid Tâhâ'yı fenâ ve bekâ makamlarının nihâyetine kavuşturmakla
şereflendirsin. Bu fakîre muhabbet ve ihlâs bağı ile bağlılığınızı
bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiyye yoluna hizmet için
çalıştığınız ve Kur'ân-ı kerîmi bir usûl ile hatmetme haberinize çok
sevindik. İhlâslı olmak şartı ile insanlar sizin vâsıtanızla Allahü
teâlâya ibâdet etmek, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak
gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevâb kadar sizin de amel
defterinize yazılacaktır. "İyi bir çığır açan müslüman kimseye, açtığı
o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevâbı da verilir.
Bununla berâber onların sevâbından da hiçbir şey eksilmez." hadîs-i
şerîfi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selâmı, rahmet ve
bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Hâlid-i Nakşibendî."
Seyyid Tâhâ hazretleri, halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî'ye
yazdıkları Fârisî bir mektupta şöyle buyuruyor: "Adı güzel, feyz ve
fayda menbâı Molla Sıbgatullah! Selâm eder, duâlarımı bildiririm.
Gönderdiğiniz güzel mektubunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya
hamd ve şükürler olsun ki, dünyâ ve âhiret saâdetinin sermâyesi olan
fukâraya (evliyâya) muhabbetiniz sönmemiş bir kor gibi durmaktadır. İki
şeyi muhâfaza etmek lâzımdır. Bunlar; dînin sâhibine son derece
bağlılık ve hocasına ihlâs ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca,
ne verilirse nîmettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey
verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah
korusun, bu iki şeyden birinde halel ve sakatlık olursa, bununla
birlikte hâller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrâc bilmeli,
kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak
eylesin!"
İkinci mektuplarında da; "Duâcınızın hâllerini sorarsanız, Allahü
teâlâya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. "Kardeşimin
oğlu, birkaç kimse ile birlikte huzûrunuzla şereflenmek isterler. İzin
var mıdır?" diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı
yetersiz göstermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği
kadar kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselâm ved-duâ.
Kulların en zaifi Seyyid Tâhâ Hâlidî Nakşibendî."
Bir gün Seyyid Tâhâ hazretlerine; "Amcanız Seyyid Abdullah
hazretlerinin üzerinde türbe vardır. Başkalarında ise yoktur. Acabâ
hikmeti nedir?" diye sordular. Seyyid Tâhâ hazretleri de şöyle buyurdu:
"Biz Berdesûr'dan Nehrî'ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler.
Amcam sağ olsaydı, babasının üstünü dahî örtmezdi. Mâdem ki, siz
örttünüz, biz bir şey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir."
(Gerçekten bu emir devâm etmektedir. Başkale'de, Gayda'da, Arvas'da,
Van'da, Ankara'da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin
üstü örtülü yâni türbe içinde değildir.)
Seyyid Tâhâ hazretleri Şehîdân Dağını her yıl iki kere ziyâret ederdi.
(Bu dağ, Şemdinli'nin doğusunda, hattâ babalarının medfûn bulunduğu
Meleyân Köyünün de doğusundadır. İran hudûduna yakındır. Hazret-i Ömer
zamânında, Eshâb-ı kirâm, o belde ve ülkeleri feth için buraya
gelmişler ve bu dağda şehîd olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi
Şehîdân (şehîdler) Dağıdır.
Irak'ın Revândız havâlisinde, Berzencî kabîlesi ile Hayderî kabîlesi
arasında bir husûmet meydana gelip, birbirlerine harb îlân ettiler.
Irak'ta, sözleri geçen bütün halk araya girdiği hâlde, bu fitne ve
kavgayı önleyemediler. Önemli mesele olduğundan, Seyyid Tâhâ
hazretlerine; "Bunu siz hâlledersiniz." dediler. Sulh ve barıştırma,
dînî bir emir olduğundan, hemen Irak'a, yâni Revândız'a hareket eyledi.
Her iki taraf Seyyid Tâhâ hazretlerini görünce, birlikte karşılayıp
ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp, Nehrî'ye
geldiklerinde, âdetleri olduğu üzere, Nehrî yolunda bulunan nehir
kenârında Zî Tûvâ Çeşmesi başında istirahat ettiler. Berâberlerinde
bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki, bunlardan beş yüz kişi
derhal, o anda hâl ve kerâmet sâhibi oldu.
Irak'tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehrî'ye,
Seyyid Tâhâ hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârunân Köyünden
geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey
adındaki zât, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler
ağlayarak Nehrî'ye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini haberdâr ettiler.
Seyyid Tâhâ, Mûsâ Beye haber gönderip; "Bu katırların yükleri bana âid
olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara
merhamet et, katırlarını teslim et." buyurdu. Mûsâ Bey emirlerini
dinlemedi, katırları vermedi. İkinci defâ haber gönderip; "Benim nâmıma
ve hatırıma versin." buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Tâhâ büyük
hiddetle; "Cumâ gecesi gelsin de o vermesin görelim." buyurdu. Cumâ
gecesi, Nehrî'den, talebeler gidip, netîceyi öğrenmek için nöbet
beklediler. Meğer Bey, divânhânesinde kendine tâbi olanlarla oturmuş,
Seyyid Tâhâ'nın evliyâlığını inkâr husûsunda konuşuyormuş.
Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına
uzanırken, mîdesine bir ağrı girerek. "Karnım!.. karnım!.." diye
bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî'ye gelip,
katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ'ya sığındılar.
"Lütfen, merhameten babamızın defin merâsiminde bulunup, duâ
buyurunuz." dediler. Onlara cevâben; "Benim bulunmam, ona bir menfaat
sağlamaz." buyurdu. Çocukları çok israr ettiler. Hazret-i Seyyid
nihâyet kalkıp, cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu
görüldü. Definden sonra, Seyyid Tâhâ; "Benim gelişimden zerre kadar
menfaatlenmedi." buyurdu. Cenâb-ı Hak, bir seyyide hakâret etmenin onu
üzmenin cezâsını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.
Berzencî seyyidlerinden Seyyid Mûsâ, kervancıbaşı olarak İran'a
gidiyordu. Gâyet sarp bir yerde, ayağı kayan katırı uçuruma
yuvarlanırken; "İmdâd yâ Seyyid Tâhâ!" diye bağırdı. O anda bir el,
hayvanı olduğu yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Mûsâ, bir
müddet sonra ziyâret için Nehrî'ye gitti. Seyyid Tâhâ hazretleri; "Yâ
Seyyid Mûsâ! Bir katır için bizi İran'a çekiyorsunuz." buyurdu.
Van'ın Gürpınar kazâsından bir zât, Nehrî'ye gidip, Seyyid Tâhâ'ya
talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe
olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef
etti. Şeytan; "Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi." diye
vesvese verdi. O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce
kendisine hediye ettiği tesbihi iâde etti. Maksadı hocasından
ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Tâhâ'ya takdim edildiğinde, tebessüm
buyurdu. Aradan günler geçmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gün öğle
vakti namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp; "Def ol, yâ
laîn!" buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halîfe Köse; "Efendim,
mübârek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye suâl etti. O da;
"Gürpınar'da bir müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhillâne îmânsız
gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla
vefât etti." buyurdu. Halîfe Köse; "Tesbihi iâde eden olmasın?" dedi.
"Evet, odur!" buyurdu. "Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik
etmişti." deyince de; "Bir zaman bize muhabbeti vardı." buyurdular.
Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gün câmide büyük bir cemâate namaz
kıldırmak için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübârek sağ elini birden
ileri uzattı. Geri çektiğinde bir mikdar su, mübârek cübbelerinin
kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmağa başladı.
Cemâat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Halîfe Köse cesâret
edip; "Efendim, bu su ve balık nereden geldi?" diye arz etti. Seyyid
Tâhâ hazretleri cevâben; "Kızıldeniz'de bir gemi batıyordu.
Talebelerimizden birinin; "İmdât yâ mübârek hocam!" diye çağırması
üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik. Büyüklerimizin himmeti,
bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır." buyurdu.
Sultan Abdülmecîd Hân zamânında, Müküs kaymakamı Derviş Bey,
kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması
emredilmişti. Bu yüzden Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışarı
çıkamıyordu. Sonunda Derviş Beyin hatırına, Arvas'ta Seyyid Fehîm
hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tövbe ettiğini, vazifesine
yeniden iâde edilmesini ve affedilmesi için Şark bölgesinin askerî
idâre âmiri olan Erzincan müşîrine şefâatçı olmasını istedi. Seyyid
Fehîm hazretleri kendisine sığınan kaymakama; "Allahü teâlâya hamd ve
şükür olsun ki, seyyidimiz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim
meselelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektupla ona göndereyim.
İnşâallah tesirini muhakkak görürsünüz." diye müjde verdi. Kaymakam
Derviş Bey, Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna varınca, takdim olunan
mektubu okudu. Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan Müşîrine şu meâlde
bir emirnâme yazdı: "Derviş Beyi sana gönderiyorum. İşini mutlakâ yap.
Senin de bana bir işin düşerse yaparım vesselâm." Mektubu Derviş Beye
verdi. Derviş Bey mektubu okudu, tatmin olmadı. Fakat; "Bundan başka
çâre yoktur." deyip, Erzincan'a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan'a
ulaştı; "Şimdi bir otele ineyim, yarın Müşîrle görüşürüm." deyip, bir
otele gitti. Hemen karşısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin
kapısındaki polisler, Derviş Beyi bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş
olduğunu anlayınca, hürmet gösterip; "Hemen Müşîr Beye gidelim."
dediler. Derviş Bey; "Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim." dediyse
de, polisler; "Bize
verilen emir ve tâlimat şudur: "Müküs'lü Derviş Bey hangi saatte
gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın." Derviş Beyi hemen
götürüp, Müşîre haber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Beyin
boynuna sarıldı ve; "Bu sekizinci gecedir. Hazret-i Seyyid Tâhâ bir an
bile uyku ve istirahatime müsâade buyurmadılar; "Derviş Beyi
gönderiyorum, işini mutlakâ yap, serbest olsun, aksi takdirde helâk
olursun." buyuruyor." dedi. Hemen telgrafla Derviş Beyin tahliye
edilmesini, affedildiğini, vazifesine iâde edildiğini bildirdi. Serbest
olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür için
Nehrî'ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; "Sizin yolunuza
girip talebeniz olmak istiyorum." deyince, Seyyid hazretleri; "Arvas'a
git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazifeyi söylesin." buyurdu.
Misâfirlerin hizmetiyle vazîfeli levâzım âmiri, bir akşam üzeri Seyyid
Tâhâ hazretlerinin huzûruna gelerek; "Efendim! Bu fakîr, bu akşam
üzeri, bin erkek ve beş yüz kadın misâfirin yemeklerini çıkartıp
yedirdim. Şu anda beş yüz kişi Nehrî'ye girmektedir. Anbarlarda un
kalmadı, ne yapayım?" diye arzedince, Seyyid Tâhâ; "Anbarlarda olması
lâzım." buyurdu. "Efendim, süpürdüm, bir şey kalmadı." deyince; "Bir
daha bak." diye emretti. Bunun üzerine âmir gidip baktığında,
anbarların unla dolu olduğunu hayretle gördü.
Seyyid Tâhâ, Nehrî'nin alt tarafında bir değirmen yapmayı düşündü. Bu
değirmenin plân ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı
esnâsında talebeleriyle berâber sırtında taş taşıdı. Günlerce
çalıştıktan sonra nihâyet değirmenin inşâsı tamamlandı. Değirmen öyle
sanatlı, öyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda
kendiliğinden çalışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu.
Bunu görenler, Seyyid Tâhâ hazretlerinin aklının çokluğuna hayran
kalırlardı. Nitekim halîfelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti
söylemiştir:
"Gözümüz revak gibi sizin eşiğinizdedir,
Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir."
Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifâtla yanlarına teşrif buyurdu.
Bir kimse şehîd olmuş ve büyük bir velînin yanına defnedilmişti. Seyyid
Tâhâ onun şehîdlik mertebesini görüp; "Bu kimsenin, şu büyük velîden
aşağı olduğu söylenemez." buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri, kendisini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye götüren
velî-nîmeti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük nîmetin şükrü
olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve rûhuna
pekçok sevâblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "Vefât ettiğimde benim
kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyârete
gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde
kalsınlar. Onu da ziyâret ederek mübârek rûhuna sevâblar hediye
etsinler." (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah'ın kabri
girişte idi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid
Abdullah'ın kabrinin yanından geçmesi lâzımdır).
Tâhâ-i Hakkârî hazretleri pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir defasında
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Beni Seyyid Abdullah ve Seyyid
Tâhâ'dan üstün zannetmeyin" buyurmuştu. Meclisinde olanlar; "Efendim,
siz ikisinin de hocasısınız" dediler. "Benim onlar yanındaki yerim, bir
sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın
çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler." buyurdu.
Bir gün Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki:
"Molla Sıbgatullah! Üstâda muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden
üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve
ona mârifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder,
giderir."
Yine şöyle buyurdu:
"Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esâsını Eshâb-ı kirâmın
(aleyhimürrıdvân) yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, üstâda
muhabbet yeter."
Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Tâhâ hazretlerine;
"Nefehât
gibi bâzı kitaplarda, bâzı evliyâ için (kuddise sirruh) bâzıları için
(rahmetullahi aleyh) deniyor; hikmeti nedir?" diye suâl edince, şöyle
buyurdu: "Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde,
nefsinden bir şeyler kalanlar içindir. Nefsden tamâmen kurtulmak,
irşâdın şartı değildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir çoğu,
irşâd makâmına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, faydalı
olmuşlardır."
Bir halîfesine şöyle buyurdu: "Halka önce işâretle muâmele et, bu fayda
vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz
çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi
ve sellem) kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir."
Bir gün, kendilerine; "Nehrî'de sâdık talebeniz kimdir?" dediler.
"Molla Muhammed Münhanî'dir" buyurdu. "O, katı tabiatlıdır." dediler.
Bunun üzerine, Mevlânâ Ahmed Cüzeyrî'nin Dîvân'ındaki şu beyti okudu:
"Ehl-i tarîk, makamları seyr ederken renk renktir,
Bir kısmı ilâhî cemâl, bir kısmı celâldedir."
Çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:
"Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibâdeti kendinden bilmek) ile
örtüp yok etmeyiniz."
"Bizim yolumuzda ucb ve riyâ yoktur. Riyâ ve ucba helâl diyen,
yolumuzda değildir."
"Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."
Evliyânın vefâtından sonra istifâde hakkında; "Kılıç kınından
çıkmadıkça, (rûh, bedenden çıkmadıkça) kesmez." buyurdu.
"Zikr yapılmaksızın yalnız râbıta ile Hakk'a kavuşmak mümkündür.
Zikr ise, râbıtasız kavuşturucu değildir."
Tâhâ-i Hakkârî hazretleri Nehri'de kaldığı kırk iki sene içinde
İslâmiyetin emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların dünyâ ve
âhirette kurtuluşları için çalıştı. Bütün hocaları gibi İslâmın güzel
ahlâkını yaydı. Siyâsete karışmadı. Pekçok velî yetiştirip onlara
hilâfet verdi. İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla
vazifelendirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Birâderi Seyyid
Muhammed Sâlih, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Seyyid Fehîm Arvâsî, dâmâdı
ve kâtibi Seyyid Abdülehad, Muhammed Küfrevî, Halife Köse adıyla meşhûr
olan Şeyh Tâhâ, Molla Resûl Sibkî, Mevlânâ Hacı Hakkârî, Süleymân
Baradustî, Molla Muhammed Munhânî Hoşâbî, Şeyh Ahmed Meczûb. Bunlardan
başka halîfeleri de vardır.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri 1852 (H.1269) senesinde bir ikindi
vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet
ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları
kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdülehad! Şöhret
âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi." buyurdu.
Abdülehad da; "Aman Efendim, Şam'dan gelen bu iki mektup nedir ki?"
dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saâdetlerine gitti ve orada
hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen
namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on
ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı,
vedâlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini
çağırttı. Onun için; "Biraderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir.
Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih
hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i
şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek
teslim eyledi.
Mübârek mezârı Nehrî'dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek,
mübârek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyzlerden istifâde etmekte,
bereketlenmektedirler.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin nesli oğullarıyla devâm etmiştir.
Seyyid Habîb, Seyyid Mahmûd, Seyyid Alâeddîn ve Seyyid Ubeydullah
isimlerinde dört oğlu vardı. Bunlardan Seyyid Habib Efendi, genç yaşta
vefât etti. Seyyid Mahmûd ve Seyyid Alâeddîn Efendilerin de oğulları
vardı. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin Seyyid Ubeydullah adındaki
oğlu, nüfûzunun ve talebelerinin çokluğu ile meşhûrdur. Babasının
vefâtından sonra amcası Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbet ve irşâdıyla
kemâle gelmiş, 1864 senesinde amcasının vefâtından sonra irşâd makâmına
oturmuştu. Ehl-i sünnete çok hizmet etti. Seyyid Fehîm-i Arvâsî
hazretleriyle birlikte hacca gitti. Sonra Taif'te ikâmete memur edildi.
Bir müddet sonra Kâbe-i muazzamayı tavaf esnâsında iki rekat namaz
kılarken secdede vefât etti. Cennet-i Mualla kabristanına defnedildi.
Seyyid Ubeydullah Efendinin; Seyyid Reşîd, Seyyid Alâeddîn, Seyyid
Mazhar, Seyyid Abdülkâdir, Seyyid Muhammed Sıddîk isminde beş oğlu
vardı. Bu oğulları vâsıtasıyla nesli devâm etmiştir.
ELHAMDÜLİLLAH
Seyyid Tâhâ hazretleri zamânında, İran Şâhı, Şemdinan'a yakın 145 pâre
köyü, her şeyi ile berâber Seyyid Tâhâ'ya bağışladı. Bu haberi
kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra;
"Elhamdülillah." dedi. İran şâhı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı.
Haberi Seyyid Tâhâ'ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra
kaldırdı ve; "Elhamdülillah." buyurdu. Eshâbından Halîfe Köse;
"Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri
aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?" diye arzedince; "Hediye
ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm,
bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım.
Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim." buyurdu.
SENİN ARADIĞIN ŞEY BU KAPIDA YOKTUR
Musul taraflarında şeyhlik iddiâsında bulunan bir kimse, talebesinden
birini Seyyid Tâhâ hazretlerinin yanına gönderdi ve; "Seyyid Tâhâ'ya,
sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme!" dedi. O da kalkıp
Nehrî'ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin
mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu.
Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş
yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık
içerisinde, o kişiye hitâb edip; "Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin
aradığın şey, bu kapıda yoktur." buyurdu.
BASTON VE DAYAK
Herkî aşîretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile
ziyâret için Nehrî'ye giderken, çayın başında oturdular. Molla
Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest alarak Nehrî'ye gider. Abdestsiz
kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim." dedi.
Talebeleri; "Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim."
dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!"
dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü.
Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun
başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston
kayboldu. O da, böyle söylediğine pişmân oldu. Yaralarını sarıp, abdest
aldı. Nehrî'ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhına girince, bastonu
duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ
hazretleri; "Herhâlde bu bastondan dayak yemişsiniz." buyurdu. Molla
Abdullah yaptıklarına pişmân olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla
şereflendi.
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (51. Baskı); s.1153
2) Eshâb-ı Kirâm; s.211, 212, 213
3) Mecd-i Tâlid
4) Şemsü'ş-Şümûs; s.135
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.246
6) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.130
7) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.3, s.1915-1939 |