Aşağıdaki
bölümler Evliyalar Ansiklopedisinde yer almamaktadır, farklı
kaynaklardan temin edilmiştir.
1888
/ 1304 - Miladi
/ Rumi Süleyman Hilmi (k.s.)
Efendi, Silistre’nin Hezergrad kasabasının Ferhatlar köyünde dünyaya
geldi.
1913
/ 1329 -
Darü’l
Hilafeti’l Aliyye Medreseleri
Kısm-ı Ali (Sahn) Medresesine girdi.
1915
/ 1331 - 3.
sınıf 1. şubesini 90 üzerinden 88
puanla bitirdi.
Eylül
1916 / Eylül 1332 -
4. sınıfı 80 üzerinden 76
puanla bitirdi.
30
Eylül 1916 / 17 Eylül
1332 –
Medresetü’l-Mütehassisin’in (Süleymaniye Medresesi) Tefsir-Hadis
bölümüne girerek Hafız Ahmet Paşa Medresesine kaydoldu.
1918 İstanbul
Müderrisliği Ruûsuna tayin edildi.
27
Mayıs 1919 Süleymaniye
Medresesinin
Tefsir-Hadis şubesinden mezûn oldu.
1926 Köyü
olan
Ferhatlar’ı son defa ziyaret ederek
40 gün kaldı.
1927 Babası
Osman
Efendi vefat etti.
1936 Mürşid-i
Kamil
olarak vazifeye başladı.
1939 İlk
defa
tevkif
edilerek, birinci şubenin
tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu 3 gün geçirdi.
1941 Bulabildiği
bir
kaç talebeye ilim öğretmeye
başladı.
1944 İkinci
defa
tevkif edildi. Birinci şube
tabutluklarında, 8 gün işkenceye tabi tutuldu.
1949 Kur’ân
kurslarının açılmasına, sınırlı da
olsa müsâade eden kanunun yürürlüğe girmesiyle, Süleyman Efendi
Hazretlerinin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı.
1950 Vaizlik
belgesi
iade edildi.
1951
Süleyman
Efendi
(k.s.), Şehzadebaşı’ndan
Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı
Kemal Kacar’a bıraktı.
1951 Çamlıca’da,
Konya Lezzet Lokantası sahibi
Mustafa Bey’in köşkünün birinci katında ilk düzenli Kur’ân Kursu
faaliyeti başladı.
1952 Çamlıca’da
Aziz
Mahmud Hüdayi Hazretlerinin
Çilehanesinin yanında ilk resmi Kur’an Kursu, Üsküdar müftülüğüne bağlı
olarak açıldı.
1956
Cezâyir
Müslümanlarının Fransız
sömürgeciliğiyle mücadelesi esnasında, vaazlarında "Müslüman
kardeşlerimize duâ edelim" dediği için, defalarca karakola çağrıldı ve
ifadesi alındı.
1957
Bursa’da
tertiplenen mehdilik hâdisesi üzerine
tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde, 69 yaşında olmasına rağmen 59
gün hapsedildi. İdam talebiyle yargılandı, berâat etti.
16
Eylül 1959 İstanbul
Kısıklı’daki Hâne-i
Seâdetlerinde, 72 yaşında ahirete intikâl ettiler.
Hazret-İ
Üstaz’ın (K.S.)
Ders ve Sohbetleri Esnasında Mevzulara Münasip Beyan Buyurdukları
Hadise ve Hikayelerden (3)
-Kitaplardan
ta’zim
ederdim. Onlar da bana ilmini teslim ettiler, buyurdu.
Kur’an-ı
Kerim başta
olmak üzere, eşya-i mukaddese’ye ta-zim etmek zarureti vardır. Lakin
bir çok hoca ve talebeler, alıp koyarken, okurken dahi, ta’zime dikkat
etmedikleri gibi, kitabın elbisesi olan cild kısmına dahi ehemmiyet
verip itina etmiyorlar. Halbuki kendileri yamalı elbise, ütüsüz
pantolon giymedikleri halde, bir kendisine bir de kitabına verdiği
kıymeti kıyas etmeli. Milyonlarca lira ile yapılan Kur’an kurslarında
dahi ilk itina edilecek şey de kütüphanedir.
Geçmişte
Türkiye’ye
Kabe
örtüsü getiren vazifeli biri, hürmetsiz davrandığından çarpılıp, cezaya
uğradığı ve akibet-i hali hakkında, bir veliyi muhteremin beyanları
mevcuttur.
En
güzeli, Hz.
İmam-ı
Ali (r.a.) tarafından “bir harf öğreten beni köle kılar”
sözleriyle, üstaza ve hocaya karşı lazım gelen ta’zimin ehemmiyetine de
dikkatli olmalı.
Hz.
İmam-ı Azam,
ayağını
muayene ettirirken, biraz ters tarafa çekmesinin sebebi tabib
tarafından sorulunca:
-O
tarafta hocam Hz.
Hammad’ın evi var, demek suretiyle, hocasına karşı olan riayet ve
ta’zimin en güzel misalini vermiştir.
Kendi
devrinde İmam
Ebu Yusuf gibi müctehidler ve daha bir çok alimler yetiştiren Hz.
İmam’ın (r.a.) yatsı abdesti ile sabahı kıldığı ve buna benzer
büyüklüğünden bahsedilince, şeriki olan İmam-ı Mis’ar inanmaz. Kontrol
için, yatsıyı beraber cemaatle kıldıktan sonra caminin bir yerinde geç
saatlere kadar saklanır. Çıkarken de İmam-ı azam’ın pabuçları üzerine
kum taneleri ile işaret koyar ve sabah erken geldiğinde, işaretleri ve
Hz. İmam-ı Azam’ı yerinde görür. Böylece üç gün aynı hali görüp Hz.
İmam-ı Azam’a:
- Ya
İmam,ben sana
suizan
ettim, beni affet, hakkını helal et deyince, Hz. İmam:
- Sen
bana suizan
etmedin, Allahü Teala’ya suizan ettin. Kendini O’na affettir. Zira bu
emanetullahtır, taşıyoruz...
Bir çok
Allah
dostlarındaki anlaşılamayan haller de böyledir.
*******
Talebelerine
ders
okuturken, İmam Ebu Yusuf’un anası sık sık gelir Hz. İmam-ı
Azam’a:
-Benim
çocuğumu burada
tutuyorsun. Biz fukarayız, iaşe temin edeceğiz... ilh. gibi sözlerle
sitem ederdi. Hz. İmam ise mülayim lisanla:
-Valide
sen sabret. Bu
çocuk sana ilmin kerametiyle, badem yağından pilav yedirecek...
buyurarak ilerde zengin olacağını işaret ettiğinde kadın ümitsiz
haliyle:
-Ey
ahali! Bu şeyh
oynatmış, diyecek kadar ileri giderdi.
Üstün
başarı ile üniversite
tahsilini bitiren Süleyman Efendi günümüz
ifadesiyle akademik kariyer yapmak için Süleymaniye Medresesi’ne bağlı
“Medrestü’l-Mütehassisîn”e (yüksek lisans-doktora) kaydolmuştur. Bu
okulun tefsir ve hadis, fıkıh, kelam ve hikmet, edebiyat olmak üzere
dört bölümü vardır. O bu bölümlerden tefsir ve hadisi seçmiştir.
Süleyman Efendi buradaki tahsilinin ilk iki yılını tamamladıktan sonra
“İstanbul Müderrisliği Ruusu” unvanını almıştır. (1918) 27 Mayıs 1919
yılında ise Medrestü’l-Mütehassisîn’in tefsir ve hadis bölümünü
birincilikle bitirmiştir.
Süleyman Efendinin
Medrestü’l-Mütehassisîn’de okuduğu dersler ve aldığı
notlar şunlardır:
- Tefsir-i Şerif 10
- Usűl-i Hadis ve
Nakd-i Rical 10
- Hadis-i Şerif 10
- Tabakat-ı Kurra ve
Müfessirîn 10
- Risale (tez) 9.2
Ayrıca Süleyman
Efendi
Tanzimat’tan sonra ilk defa açılan ve bugün
Hukuk Fakültesi karşılığında olan “Medresetü’l-Kuzat”ı birincilikle
kazanmış ve burada Roma Hukuku, Sakk-ı Şer’î, Ticaret-i Berriyye
Hukuku, Ticaret-i Bahriye Hukuku, Hukuk-u Düvel gibi dersleri başarıyla
okuyarak mezun olmuştur. Hatta o bu okulu birincilikle kazandığını
telgrafla babasına bildirmiş ancak babası hüküm verme konumundaki
insanların büyük bir mesuliyet altında olduklarını ve adaleti
gerçekleştiremeyenlerin ise cehennemlik olacaklarını bildiren hadisler
ışığında oğluna şu cevabı göndermiştir: “Süleyman! Ben seni cehenneme
göndermek için İstanbul’a yollamadım.” Bunun üzerine Süleyman Efendi
babasına bir mektup yazmış ve mektubunda kendi maksadının hakimlik
yapmayıp zamanının bütün din ilimlerinde en
zirve noktaya çıkmak
istediğini dile getirmiştir. Nitekim daha sonraki hayatına bakıldığında
da onun hakimlik yapmadığı görülecekti.
Bu şekilde Süleyman Efendi,
yüksek
tahsilini ve akademik kariyerini de
üstün bir başarıyla tamamlayarak devrinin seçkin alimleri arasına
girmiştir.
Eserleri
Süleyman Efendi
fazlaca kitap
telif etmemiştir. Kendisine neden kitap
yazmıyorsun diyenlere ise şu cevabı vermiştir:
“Selefin mum
ışığında yazdığı
baha biçilmez hazine misali eserlerin
toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde
çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve
çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı
değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda,
kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi
satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani canlı kitap
yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”
Bununla birlikte
Süleyman
Efendinin kaleme aldığı eserleri şunlardır:
1) Yepyeni
Usul ve
Tertiple
Kur’an Harf ve Harekeleri: Süleyman Efendi
Kur’an’ın öğretilmesi amacıyla tertip bu eserinde yeni ve kolay bir
usulle Kur’an-ı Kerim’i öğretmeyi hedeflemektedir. Ve bunda da başarılı
olmuş bu eser sayesinde pek çok kişi Kur’an’ı okumayı öğrenmiştir.
2) Mektuplar ve
Bazı Mesil-i
Mühimme: Bu eserde Süleyman Efendi’ye ait
mektup ve bazı yazıları toplanmıştır. Bu eserde tarikat erbabanın
hallerinden, sohbet ve adabından ve tarikat ehlinin kaçınması gerekli
olan şeylerden bahsedilmektedir.
3) Risale-i Kibrît-i Ahmer:
Bu eserde kelam ve tasavvufla alakalı
değişik mevzular işlenmektedir.Ayrıca
bu
eserlerinden başka
“Risale-i İksîr-i Ulûm ve Ma’rifet” isimli
bir eserinin daha olduğu bilinmektedir.
Vefatı
Süleyman Efendi,
yüksek
derecede şekerden dolayı 16 Eylül 1959 tarihde
71 yaşında iken dr-i bekaya irtihal eylemişlerdir.
Hastalığının
ağırlaştığı
demlerde zamanın hükümetinin de izniyle Fatih
Camiinde Fatih türbesinin yanına defnedilmesi kararlaştırılır. Ancak
daha sonra bizzat içişleri bakanı Namık Gedik’in emriyle Karaca Ahmet
mezarlığında açtırılan mezara gömülmesi için yakınları zorlanmıştır.
Altunizade’den büyük bir cemaatle yola çıkan cenaze, yolu kesilerek
Karaca Ahmet istikametine döndürülmüştür. Cenaze sahipleri feraset ve
dirayetle hadise çıkarmadan bu karara rıza göstermişler ve Süleyman
Efendi’yi Karaca Ahmet mezarlığına defnetmişlerdir.
Bugün Karaca
Ahmet’teki kabri
her gün binlerce talebesi tarafından
ziyaret edilip Fatiha okunurken; cenazelerini engelleyen Namık Gedik’in
öldükten sonra cesedi bilinmiyen bir çukura atılmıştır. Burada Düzceli
Hafız Hilmi Ak’ın anlattığı ve aynı zamanda Süleyman Efendinin açık bir
kerameti olan şu hadiseyi zikretmekte fayda mülahaza ediyorum:
“Ben İstanbul’da
okurken
Süleyman Efendi Hazretleri zaman zaman beni
yanına alırlar, sohbet meclislerinde bana Kur’an-ı Kerim okutturur ve
“aferin küçük hafız” diyerek iltifat ederlerdi. 1938 yılında yine böyle
bir sohbet meclisinde Efendi Hazretleri başını göğsüne eğerek bir
müddet tefekküre daldı ve daha sonra başını kaldırıp şunları söyledi
“Öyle devlet
adamları, öyle
hükümetler gelecek ki, bizim için
kazdırılan mezarımıza bile bizi koymayacaklar.”
Ancak ben
bu sözlerin
manasını ancak 16 Eylül 1959 günü
anlayabildim...”
II.
BÖLÜM: SÜLEYMAN EFENDİ’NİN HİZMET
ANLAYIŞI, TALEBE YETİŞTİRME METODU VE BU UĞURDA ÇEKTİĞİ ÇİLEL
2.1. İlk Müderrisliği ve
Tevhid-i Tedrisat
Kanunu’nun Kabulüyle
Gelişen Hadiseler
Süleyman Efendi, 1 Haziran 1920
tarihinde
Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye
Medresesinde müderrisliğe başlamıştır. Ancak onun müderrislik hayatı
fazla uzun sürmemiş 3 Mart 1924 yılında tevhid-i tedrisat kanunu
gereğince medreseler kapatılınca müderrisliği bırakmak zorunda
kalmıştır.
Medreselerin kapatılması haberi
İstanbul’daki
medreselerin
müderrislerinin cemiyetinde hararetli tartışmalar sebep olmuştur. O
dönemde bu müderrislerin sayısı 500-520 civarındadır. Bu kanunla
hepsinin asil vazifesi olan müderrisliklerine son verilecek, kendileri
de hükümetin uygun göreceği imamlık, vaizlik veya emeklilik gibi yeni
vazifelere tayin edileceklerdir. Müderrislerin hemen hepsi bu fiili
durumu kabullenmiş gibi görünüyorlardır. Yalnız Süleyman Efendi, bu
hadisenin din ilimlerinin ve Kur’an ilimlerinin kaybolmasına sebep
olacağını düşünmüş ve diğer arkadaşlarına şu ikazları yapmıştır:
“Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette,
bugün için
dinin
teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi oturup, onlara dini öğretirseniz
asgari 50 sene bir-iki nesil boyu İslam’ın ömrünü uzatmış olacaksınız.
Bunu yapmazsanız, huzur-u İlahide mesuliyetten yakanızı
kurtaramazsınız.”
Fakat zamanın idaresinin dine bakış
açısını bilen
müderrisler, hiç de
istekli görünmemişlerdir. Süleyman Efendi sonunda arkadaşlarının
bazılarını, “Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiamlar,
hükümetimizin hara-i umumi gibi büyük bir felaketten çıkması
dolayısıyla, mali müzayaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dini ve
İslami ilimleri fahriyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..” şeklinde
devam eden telgraf çekmeye ikna edebilmiştir. Fakat cevaben gelen
telgrafta şöyle denmektedir: “Memlekette, tevhid-i tedrisat kanunu
yürürlüktedir, hilafına hareket eden şiddetle cezayı müstelzimdir.”
Böylelikle Süleyman Efendinin
müderrisliği sona
ermiş ve kendisi
İstanbul vaizliğine atanmıştır. Bu durum karşısında hemen teslim
bayrağını çeken diğer müderris arkadaşları ona şu öğütte
bulunmuşlardır: “Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi
edilecek yeni mesleklere gidelim.” O ise bu sözlere şu cevabi
vermiştir: “Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi
değildir. Hocalık, Allah’ın, Rasulullah’ın, Kitabullah’ın ve din-i
mübin-i İslam’ın tebliğ memurluğudur.”
Süleyman Efendi İstanbul vaizliğine
tayin
edilmiştir ve önünde iki yol
vardır: O da diğer arkadaşları gibi ya vaizlik yapıp köşesine
çekilecek, hiçbir şeye karışmayacak ve yahut da dedelerinin uğrunda
oluk oluk kan döktüğü Kur’an’ı ve ondan neşet eden ilimleri, o
şehitlerin torunlarına da öğretme davasını omuzlamak suretiyle
ruhundan, özünden koparılmaya çalışılan yeni İslam ve Türk nesline
feyz-i İlahi’yi, nur-u İlahi’yi aşılama davasını üstlenecekti. Birinci
yol ne kadar rahat ve kolaysa ikinci yol da o kadar meşakkatli ve
zordu. O ikinci yolu tercih etmiş ve o günden sonra talebe okutmayı
hayatinin bir davası olarak görmüştür.
2.2. Dini Öğretmek İçin Verdiği
Mücadeleler
Her şeyden evvel Süleyman Efendi
gerek tertemiz ve şerefli
nesebi
itibariyle gerek zamanındaki geçerli ilimlerin tamamını biliyor olması
ve gerekse de şeriat-ı garca-i Muhammedi’yeydi harfiyken yaşama gayreti
sebebiyle, ulum-u diniyeyi öğretmeye tam ehil bir zattı. İşte bu
ehliyet ve dirayet, ilmiye sınıfını yeniden diriltme ve yeşertme
sevdasında onu israrli kildi.
O, talebe okutmayı seçmişti
fakat talebe
bulunmuyordu. O günkü idarenin
din üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan, sinen insanlar,
bırakın okuyup yazmayı, “Allah” demekten bile korkuyorlardı. İslam’ın 5
temel şartının bile yerine getirilemediği, hatta bir hatim, bir yağmur
duası merasiminin bile tertiplenemediği, kişinin kendi evlatlarını bile
okutamadığı bir hürriyetsizlik ortamıydı. Hocalar hocalıklarını,
Müslümanlar Müslümanlıklarını gizlemek zorundaydı.
Süleyman Efendi Allah’ın dinini
öğretme işinin
kendisine yüklendiğini
ve bu işin mesuliyetinin ne demek olduğunu biliyordu. Çünkü kendisi
ilim tahsil etmişti ve bildiği şeyleri başkalarına öğretmesi
gerekiyordu. Öğretmez ise Allah indinde mesul olacağını da biliyordu.
Kendisine “kendini niçin bu kadar yıpratıyorsun?” diyenlere şu cevabı
veriyordu:“Yarın hesap günü var. Allah Teali “Süleyman! Verdiğim
ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de göm diye
mi verdim?” derse ne cevap veririm. Zamane alimlerinin bu husustaki
gafletleri büyüktür. Sözde varis-i enbiyayız derler. Nebilerin
bıraktığı miras şeriat-ı Ahmediye’ye hizmettir. Onlar kendi evlatlarını
dahi öğretmiyorlar.”
Evet onlar okutmuyor, Süleyman Efendi
ise okutmak
istediği halde talebe
bulmakta güçlük çekiyordu. Hatta bu meyanda bazen dersiam arkadaşlarını
ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sorardı. Onlardan,
“Nerede.. böyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki...” cevabını alınca
çok üzülür ve kendisine verilmesi halinde okutabileceğini söylerdi.
Ancak bu da kabul görmezdi.
O zor günleri Süleyman Efendinin kendi
ifadelerinden okuyalım:
“Okutma imkanı yoktu fakat okuyan
dahi
bulamadım. Bir zaman geldi,
mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim bulamadım. Parayı
alıp kaçıyorlardı, çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu
ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine
kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara
öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz dedim. Fakat
sonradan Cenaba-ı Hake sebepler halketti ve talebe okutma imkanı
buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi. Ve şimdi
yürüyor... Bütün bunlar, Cenaba-ı Hakk’ın bize lütfudur.”
Süleyman Efendi bir yandan İstanbul’un
değişik
camilerinde vaaz ediyor,
bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında,
bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. İlmiye sınıfının ilk
tohumları şekillenirken, aynı zamanda vaazlarıyla ve hususi
sohbetleriyle, ilmiye sınıfını maddeten ve manen destekleyecek
gönüllüler halkasını teşkil etmeye çalışıyordu. Önce yaşlılar gelmişti.
Gedikpaşa’daki Azakzade apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı
Refik, Mehmet Efendi’yle oluşan halkaya, daha sonra Biletçi Hüseyin
Efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey,
Kalaycı Hocalar dahil oluyor...
Yeni yeni tutuşan kandillerin
etrafında yeni
halkalar oluşuyordu.
Topçular’da, Kısıklı’da, Şehzadebaşı’nda. Bu arada gizli polis
teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezaretler,
sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi
karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul’da bunalttılar, Kabakçı’ya oradan
Kuşkaya mağarasına...
Yine yakaladılar, Toroslar’a
gitti.
Yıldıramadılar, durduramadılar. “Bizim
hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed’in evlatları cehenneme
birsel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne
kütük kurtarırsak kardır”diyordu. Vaizlik belgesini iptal ettiler.
Hiç oralı olmadı. Güya maddi imkansızlıklarla yoracaklar, ona
rahatsızlık vereceklerdi. “Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık,
mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince
koşarız”demişti.
Halisane niyetle yola çıkıldığı için
halka yavaş
yavaş genişliyordu.
Küçük de olsa bu sevindirici manzara 1943 yıllarına tekabül ediyordu.
Süleyman Efendi 1924 yılından bu yıllara kadar çalışıp didinmiş,
gözyaşları dökmüş ve bunların bir semeresi olarak bu sevindirici
tabloların ilk temelleri teessüs etmişti.
İlk zamanlar talebe bulma sıkıntısı
çeken Süleyman
Efendi elindeki
talebelere hem ders okumanın faziletlerini öğretiyor, hem de talebeliği
sevdiriyordu. Onlara bir anne ve babanın çocuklarına gösteremeyecekleri
ilgi ve şefkati gösteriyordu. Talebe onun velinimetiydi. Süleyman
Efendi talebenin her şeyiyle ilgileniyor, her türlü sıkıntılarını
gideriyor ve onlarla hemhal oluyordu.
Bir gün bir zat Süleyman Efendi’ye
müracaatla,
“Efendi hazretleri
oğlumu okutmak istiyorum ne ücret alıyorsunuz?” diye sordu. Süleyman
Efendi ise “Sen çocuğunu hemen getir, talebeden para alınmaz. Talebeye
para verilir. Okusun da, dinine, kitabına, milletine hizmet etsin”
buyurdular. O, eski bir adeti değiştirip yerine bu usulü ihdas
etmiştir
Süleyman Efendi talebenin
iaşesini kendi
karşılıyordu. Memuriyetten
aldığı paranın bir kuruşunu bile kendisi için harcamamıştır. Hatta bu
hususta şahsi mülklerini bile satarak talebelere harcamıştır. Her gün
derse başlamadan önce talebelerinin halini hatırını sorar, bir
sıkıntıları varsa onu elinden geldiğince halleder, bazen de latifeler
yapar ve bu şekilde derse başlayacak olan talebeyi psikolojik yönden
zinde tutardı. Bu sayede talebeler onu bir hocadan ziyade kendileri
üzerine titreyen merhametli bir baba olarak görürlerdi.
Talebelerine maişet endişesi içinde
olmamalarını
tavsiye eder, Allah
için okuyan kimsenin dünyalığının da iyi olacağını söylerdi.
Talebelerine “Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz.
İnsanların dünyaya dalıp istikbal sevdasına daldıkları şu günlerde
Mevla’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren
li bir iştir. İhlas ve samimiyetle Allah Rasulü’ne yönelen, gölge gibi
dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise ahreti kazanamaz. Zira Ahiret
hakikat, dünya haleftir. Eğer ağacı kökünden götürürsen gölge de
beraberinde gelir.” diye malumat ve tavsiyelerde bulunurlardı. Bu
yumuşak muameleden talebeleri fevkalade memnun olup etkileniyorlar ve
hocalarının istediği gibi bir talebe olmaya çalışıyorlardı.
Talebelik yapmak için Anadolu’dan
çarıklarını
sürüyerek gelen köylü
çocukları izinli olarak veya Ramazan ayı münasebetiyle evlerine
İstanbul beyefendisi olarak dönüyorlardı. Bunların bu giyim kuşamı,
edepli halleri ve hepsinden önemlisi küçücük çocukların kürsülerden
halka vaaz etmesi milleti hayretler içinde bırakıyordu.
Ders okuturken çok sıkı takibat
altında olduğu
zamanlarda bile hiçbir
şekilde pes etmemiş, bunun için değişik metodlar uygulamıştır:
1) Sık sık yer değiştirme:
Süleyman Efendi
bir gün
Şehzadebaşı’ndaki caminin müezzin odasında, diğer gün Erenköy’de bir
talebesinin evinde, öbür gün bir apartmanın bodrumunda, bir sonraki gün
bir başka yerde olmak üzere sık sık yer değiştirerek dersler
okutmuştur. Bu sayede polislerin takibatından da kısmen kurtulmuştur.
Bu arada vaazlarını hiç ihmal etmemiş, akşam namazının haricindeki her
vakitte etrafındaki cemaate nasihatler etmiştir.
2) Çiftlikler kiralama:1930-36
yılları
arasında Çatalca’da
kiraladığı Halit Paşa’nın Kabakça Çitliğinde o gün bulabildiği birkaç
talebe ile derse başlamıştı. Bir taraftan ders okutuyor, diğer taraftan
da Sirkeci’ye gelerek, Anadolu’dan çalışmak için gelen gençlere birer
lira vererek okutmak için yanına alıyordu. Kabakça çitliğinde 5 ayrı
değirmende talebe okutup derse devam ederken bu durumdan şüphelenen
polisler bu kadar gencin çalışmasında bir iş var diyerek takibe
alıyorlar. Çünkü Süleyman Efendi, talebeleri işçi olarak gösteriyordu.
Süleyman Efendi bu takipten kurtulabilmek için talebeleriyle oraya 20
km uzakta olan Kuşkay dağına gitmek zorunda kalıyor, eşya ve kitaplar
sırtlarında oldukları halde orada bir kulübede derse yine devam
ediyorlar. Ancak bunu haber alan jandarmalar Süleyman Efendi’yi orada
Kur’an öğretirken yakalıyorlar. Karakola götürülürken Hazret jandarma
yüzbaşısına şöyle diyor:
“Ben hocalığı bir tarafa bırakayım.
Sen de
komutanlığı bir tarafa
bırak. Seninle bir konuşalım.”
Komutan: “Buyur hocam” deyince,
Süleyman Efendi;
“Hayır, hocam demeyeceksin. Şimdi sen
komutanlığı
bir tarafa bırak, ben
de hocalığı bir tarafa bıraktım. Birer vatandaş olarak konuşuyoruz”
diyor.
Komutan da “peki buyurun” deyince,
Hazret
komutana;
“Allah iyi ki seni bir tazı olarak
yaratmamış.
Eğer öyle olsaydı, şu
ormanlarda yakalamadık tavşan bırakmazdın. Şu dağların tepesinde
Allah’ın kitabını okutuyor diye geldin beni karakola götürüyorsun değil
mi?” diyor.
Bunun üzerine komutan başını yere eğip
hiçbir
cevap vermiyor.
Yine Süleyman Efendi Lüleburgaz’da
pancar çiftliği
kiralamış, çapa adı
altında talebe okutmuştur. Aynı maksatla Anadolu’ya geçmiş, Konya
Ereğlisi kırlarında ve yolu olmayan ancak aşiretlerin çadır kurup
hayvan otlattığı Toros dağlarının tepelerinde mandıracılık yapmış, onu
vesile kılarak talebe okutmakla meşgul olmuştur. Kazancını ise hep bu
uğurda sarf etmiştir.
Süleyman Efendi her türlü
sıkıntılara
rağmen
hizmetini devam
ettiriyordu. Ancak maddi tazyikler ve tecritlerle bu büyük dava adamını
yıldıramayanlar, bu sefer takip ve tevkiflerle ona baskı yapmaya
başladılar. 1939 yılında bir gün evinden alınarak İstanbul Emniyeti
Birinci Şubeye getirilir. Oradaki üç günlük çilesine dostları ve
yakınları da ortak edilir. Fakat mahkemeye çıkarıldığında bütün
tertipler boşa çıkar. Birinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından
salıverilir. Tutuksuz olarak aylarca devam eden mahkeme sonunda da
beraat eder. Ancak o bulabildiği birkaç talebeye, başta çocukları olmak
üzere ders vermeye devam etmektedir.
1936 yılı yaz
mevsiminde kendisiyle
tanıştığını
ifade eden talebesi ve
damadı Kemal Kaçar Efendinin anlattıklarına göre bu dönem Süleyman
Efendi Hazretleri için bir çile dönemidir. Evine sayısız denecek kadar
polisler gelmiş,kendisi Emniyet Müdürlüğüne getirilip tazyik edilmiş ve
özel eşyaları bile
didik didik edilmiştir.
1939 yılında beraatle sonuçlanan
tevkiften dört
yıl sonra 1943 yılında
başka bir engel daha çıkarırlar. Tevkiften de bir şey çıkaramayanlar
1943 yılında Diyanet İşlerindeki bazı insanları da kullanarak vaizlik
yetkisini elinden alırlar ve camilerde vaaz etmekten ali koyarlar.
Süleyman Efendi bir yıl sonra 1944 yılında ikinci bir takip ve
arkasından da tevkife uğrar. Sulh Ceza Mahkemesi tutuklanmasına karar
verir. Bu defa tabutluklardaki işkence 8 gün sürer. Burada binlerce
mumluk ampuller altında uykusuz günler geçirir. Arkasından Asliye Ceza
Mahkemesi tarafından yine kefaletle tahliye ve sonuçta da yine suçsuz
görülerek beraat eder.
Evet işte Süleyman Efendi böyle
bin bir
ızdırap ve
çile ile talebeler
okutup yetiştirmiş ve yetiştirdiği bu talebelerine “Evlatlarım!
Görüyorsunuz dinin en garip olduğu bir devirde geldik. Ben sizi bunca
zor şartlar altında okuttum. Sizden para istemiyorum. Sizden istediğim
tek şey şudur: Siz de gidip Anadolu’nun her yerine kurslar, yurtlar
açın ve ümmet-i Muhammed’in evlatlarına dininizi ve kitabınızı
öğretin.”
şeklinde vasiyetlerde bulunmuştur.
2.3. Kur’an Kursları’nın Resmen
Açılmasından
Sonraki Faaliyet ve
Hizmetleri
1949’da resmi Kur’an kurslarının
açılmasına izin
veren kanunla,
nizamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950
Demokrat Parti iktidarının getirdiği nispeten rahat ortamda hızlı
inkişaf etti.
1950’lere gelindiğinde oluşan
serbestlik havası
içinde, dînî
faaliyetler kısmen rahatladı. Ve 1951’de Konya Lezzet Lokantası sahibi
Mustafa Bey’in Çamlıca’daki evinin birinci katında ilk Kur’an kursu
açıldı. İlk resmi Kur’an kursu ise 1952’de Aziz Mahmud Hüdayi
Hazretleri’nin çilehanesinin yanında bulunan bir binada Üsküdar
Müftülüğüne bağlı olarak faaliyete geçti.
Devlet tarafından açılmasına izin
verilen bu
Kur’an kurslarında
Kur’an’ın sadece yüzünden okutulmasına müsaade edilmişti. Ancak
Süleyman Efendi bu isim altında bütün dini ilimleri tam ve kamil
şekilde öğretiyor, talebelerini gayet iyi yetiştiriyordu.
Süleyman Efendi talebenin her türle
derdiyle
bizzat meşgul oluyordu.
Bir gün talebe başkanını çağırmış, yemeklerinin durumunu sormuşlardı.
Talebe başkanı, “İyi efendim, aramızda biraz para da topladık. Onunla
sirke aldım, yemeklerin yaninda domates salatası yapıp yiyoruz.”
deyince, Süleyman Efendi iç cebinden çıkardığı dörde katlanmış bir 50
lirayı başkana uzatarak, “Bir daha aranızda para toplamayın,
ihtiyacınız olunca bana haber verin” buyurmuştu.
O, daha önce de ifade edildiği gibi
“talebeden
para alınmaz, talebeye
para verilir” düsturunun ve böyle bir merhametin sahibiydi. Talebenin
ihtiyacını bizzat kendisi temin ederdi. Vaizlik maaşı dahil, devletten
aldığı ücrete hiç dokunmayıp, talebelerine sarf etmişti.
<>Süleyman
Efendinin bütün
faaliyetleri tarassut
altındaydı. Sık sık
takibatlara uğruyor fakat o, bunlara fazlaca ehemmiyet vermiyor, ders
okutmaktan ve Allah’ın dinine hizmet etmekten bir an bile geri
durmuyordu. Bütün bunları yaparken ciddi sağlık problemleri de vardır.
Yıllarca soğuk camii müezzinlikleri ve apartman bodrumlarında ders
okuta okuta romatizmaya yakalanmıştır.Ayrıca bir şekerden rahatsızlığı
vardır. Bir gün bir
talebesi “Efendim! Herkesin rahatsızlığıyla meşgul oluyor,
iyileşmelerine vesile oluyorsunuz. Biraz da kendi rahatsızlığınız ile
meşgul olsanız” dediğinde o şunları söylemiştir:“Evladım! Kendime
yirmi dakika ayırabilsem hiçbir rahatsızlığım kalmayacak. Fakat onu
bile ayıramıyorum.
|
Bu arada Süleyman Efendi
Anadolu ve
İstanbul’da
yetişen talebeleri
vatanın çeşitli yerlerine hizmete, talebe okutma ve halkı irşad etmeye
gönderiyordu. Onlardan aldığı hizmet haberleri, en sevdiği şeylerdendi.
Hepsini tek tek dinler, onları teşvik ederdi. Bir gün Prof. Dr. Asaf
Ataseven, Süleyman Efendi’yi ziyarete gittiğinde, Süleyman Efendinin
arkasında bazı yerleri işaretlenmiş bir harita görerek mahiyetini
sormuş, o da bunların, açılan Kur’an kurslarının yerleri olduğunu ifade
etmişti.
Talebelerinin
hizmete şevkle gitmesi onu
sevince
garkederdi. Bolu’da
bir gün sonra hizmete dağılacak talebelere yaşlıca bir zat: “- Nereye
gönderilse
gider misiniz?”
diye sormuş,
talebelerin hepsi
ayni cevabi vermişti: “-
Nereye olsa gideriz
çünkü Hz.
Üstad bizi yalnız
bırakmaz.” “-
Siz Hz. Üstad’ı
annenizden
babanızdan daha mı
çok seviyorsunuz?” “-Evet,
biz Hz. Üstad’ı
annemizden,
babamızdan
daha çok seviyoruz.” Bunun
üzerine o zat,
hadiseyi Efendi
Hazretlerine
anlatır. Efendi
Hazretleri de: “-
Tabii... Anne babaları
onların bu
denî dünyaya
gelmelerine vesile
olmuştur. Biz ise onları lem-i ervahtan alıyoruz, dünya, kabir, mahşer
ve sualden geçirip, cennet ve cemal-i İlahiye kadar götürüyoruz”
buyururlar. 1951
yılında Süleyman
Efendi,
Şehzadebaşı’dan
Kısıklı’ya taşındı ve
Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı.
Bütün bu zorlu yıllar boyunca, Valide Sultan, Efendi Hazretleri’ne
destek oluyor, sıkıntıları, zorlukları paylaşıyordu.
Sıkıntıların çok olduğu senelerin
birinde Valide
Sultan, “60 talebenin
bir arada, huzur içinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu görürsem 60
kurban keseceğim” diye nezretmişti. 1955’lerde sadece bir kursta 160
talebe bir arada huzur içinde ders okuyordu. Valide Sultanımız da her
hafta bir kurban kestirip talebeye ikram ettirmek suretiyle nezrini
yerine getiriyordu.
Süleyman Efendi, Anadolu’da kurs açma
faaliyeti
üzerinde çok titiz
duruyor, bu işin manevi mesuliyetini de hesaba kattığı için hiç
gevşeklik göstermiyordu. Yeni bir Kur’an kursunun açıldığı haberi geldi
mi sanki dünya onun oluyordu. Ders okutuyor veya sohbet ediyor olsa
bile ara verip hemen şükür namazı kılıyordu. Yetiştirmiş olduğu
talebesini Anadolu’ya göndermek istediği zaman talebeleri de şevkle o
hizmete talip olurlardı. Çünkü onlar üstadlarının gittikleri her yerde
kendileriyle beraber olduğuna ve kendilerini yalnız bırakmayacağına
inanırlardı. Onu annelerinden ve babalarından daha çok seviyorlardı.
Bunun hikmetini Süleyman Efendi’ye soran Hacı Ahmet Şen’e Efendi
Hazretleri’nin verdiği cevap gayet manidardır: “Anne ve babaları
onların dünyaya gelmelerine sebeb-i zahiri oldu. Biz ise onları bu
alemden aldığımız gibi alem-i berzahtan, mahşerden, sırattan geçirip
cennet ve cemal-i İlahiye kadar götüreceğiz.”
Talebelerinin zevkle hizmete talip
olmaları onu
ziyadesiyle
sevindiriyor, onlara dünya ve Ahiret saadeti için dualar ediyordu.
Hizmete gönderdiği talebelerinin hepsi de üzerlerine düşen vazifeleri
eksiksiz olarak yerine getiriyordu. Dine, Kur’an’a, ezana susamış olan
halka hemen bir bütünlük içine girmişlerdi. Halk bu din, ilim, hizmet
aşıklarını en samimi duygularla bağrına basmıştı.Aynı zamanda da
hayrete düşüyorlardı.
Çünkü bu talebelerin yaşları çok genç,
hepsi de
delikanlı çağında
insanlar ama tabir-i caizse her biri bir iman kalesi ve ilim deryası
idiler. Nasibi olan Müslümanlar “Sizin hocanız kim? Sizleri yetiştiren
zat kim? Beni ona götürür müsün” gibi ifadeleri sarf etmekten
kendilerini alamıyorlardı. Bu hal clib-i dikkattir. Çünkü daha
emsalleri sokaklarda oynarken bu talebeler hakikat-i Muhammedi
kürsüsünden insanlığı hidayete erdirmek için inciler saçıyor, vaaz
ediyorlardı.
Büyük muharrir Necip Fazıl,
bu
talebeleri
“Son Devrin Din
Mazlumları” isimli eserinde şöyle destanlaştırmaktadır:
“Süleyman Efendi, beni bu
gençlerle
temasa
geçirmiş ve bahçemizde
yattığı halde farkında olmadığımız bir hazinenin keşfi gibi, hayretle
karşılık bir takdir duygusuna boğmuştur. Evet, o zamana kadar cansız
bir ezber zemini üzerinde öne arkaya sallantılı, papağanvri bir
tekrarlama işinden ibaret zannettiğim ve İslam’ın, fezayı milyonlarca
projektörle delici kainat görüşlerine yabancı saydığım Kur’an kursları
faaliyeti hayret ve saadetle gördüm ki: Gökten necaset yağan bir
devirde üzerlerine tek kir bulaşmamış, zeka ve irfanları her inceliğe
ulaşmış güdücüler elindedir. Ve bu genç güdücüler mevki ve istikamet
tayini noktasından bütün dost ve düşman kutupları, doktorların sıhhat
ve marazı tanıdıkları gibi teşhis ehliyetindedir. Diyebilirim ki,
Türkiye’de, Kur’an kursları topluluğu ayarında vahdet, merkeziyet ve
davalarında salabet belirtici ikinci bir teşekkül mevcut değildir. Bu
topluluk, terbiyesini Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan’dan alanların
veya alanlardan alanların tablolaştırdığı kadrodur ve bu tabloda şahıs,
fikir, ilim, usul, her unsurun doğrudan doğruya bağlı olduğu tek
mihrak, tek kelimeyle şeriattır. İşte bağlılıklarındaki kuvvete bu
manayı verdiğim, bütün gençliğe tavsiyem gibi şeriatı bu manada
idealleştirmelerini ve şeriat aşkını bu manada şuurlaştırmalarını
beklediğim ve kendilerini yeni iman neslinin en saf ve en temiz
damarlarından biri saydığım Kur’an kursları topluluğuna yakınlığım
buradan geliyor.”
Ne hazindir ki, diyanet
camiasında bazıları
bu din
alimi ordusundan
rahatsız olmuş ve onları diyanetten tasfiye etmek için değişik iftira
ve bühtanlar ortaya atarak kasıtlı senaryolar hazırlayıp kendilerine
kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Üzülerek belirtmek gerekir ki her
devirde böyle iftiralara ve iftiracılara inanan ve ona taraftar olanlar
çıkmıştır. Bu ve buna benzer iftiralarla kamuoyu karıştırılmış ve bu
genç hizmet ordusunu diyanetten tasfiye işi başlamıştır.
Yine Necip Fazılbu tür
insanların
maksatlarını şöyle dile
getirmektedir:
“Herkes pireler gibi deliklerine
saklanır ve
ortaya çıkmazken tam 33
yıl bu davanın çilesini çekmiş ve büyük meselenin nirengi noktalarını
göstermiş biri olarak kaydedeyim ki; din öğreticiliği bahsinde
Süleymancılar diye yaftalanan topluluğa dil uzatanlar ve onları
köstekleyenler hakikatten uzak, sadece çekememe duygusuna bağlı,
nefsine emin olmama uhdesinden gelen tepkilerden ibarettir. Bu da pek
çoklarınca gayenin İslam değil, şahıs ve zümre hırsı olduğunun şaşmaz
ifadesidir.
2.4. Kur’an ve Arapça
Tedris Usulü ve
Takip
Ettiği Yöntemler
Süleyman Efendi ders okutma
metodu
olarak medreselerden farklı
bir
metod uygulamıştır. O, bugün eğitimcilerin ısrarla uygulanmasını
istediği“talebeyi faal hale getiren, uygulama metodunu”kullanmıştır.
Zira bu metod daha kalıcı olmakta ve daha kısa sürede daha yüksek verim
vermektedir. Medreselerde takrir metodu uygulanıyor, hoca dersi
anlatıyor talebe de hocasını dinliyor ve bütün kitapları kuru kuruya
ezberliyordu. Dolayısıyla beyinlere aşırı yük yükleniyor ve talebe
yıllarca ders okuyordu. Süleyman Efendi ise bazı dersler hariç
ezberletme yapmıyor, dersi talebenin kendisini okutturuyor ve onun
eksikliklerini tamamlıyordu. Bu sayede hem talebeye değer verildiği
için güven geliyor, hem de dersler uygulamalı olduğu için daha kalıcı
oluyordu.
Süleyman Efendi, dersleri
tercüme
kitaplardan
öğretmek yerine emsileden
başlayarak bütün büyük ulemanın bilhassa Osmanlı medreselerinde takip
edilen temel kitaplar vasıtasıyla İslamiyet’i kaynağından orijinal dili
olan Arapça’dan okutmuş ve öğretmiştir. O, eser yazmak ile vakit
geçirmektense, yazılı olan eserleri okutup, insan yetiştirmeyi, onlara
ruh vermeyi tercih etmiştir. Osmanlı medreselerini kendine numune
olarak almış ve talebelerine Osmanlı’yı misal olarak göstermiştir. Yok
olmaya yüz tutan, iman, itikat ve ibadetleri tekrar yeşertip yaşartmak
ve muhafaza edebilmek için İslam akaidinin ve ehl-i sünnet düşüncesinin
temeli yani usul-ü dinde asil olan tahkiki, füru-u dinde asil olan
taklidi öğretirken şerh-i akaidi günümüzdeki ve tarihteki sapıklıkları
tanıtmış ve dalalet fırkalarına düşmekten muhafaza etmiştir.
Süleyman Efendi, medreselerde 15-20
senede ancak
okutulup öğretilen
kitapları azami 3-5 senede okutmaya muvaffak olmuştur. Bunun sebebi
elbette ihlaslı zahiri gayretleri yanında manevi tasarruflarıydı. Onun
“Cenaba-ı Hakk’ın yüz esmasının tasarrufları bize çevrildi. Biz
bunlardan ancak bir tanesini kullanıyoruz. O da talebelerimizi çabuk
yetiştirmektir.” ifadeleri bu hakikati bildirmektedir.
Onun ilim öğretme hususunda talebe ile
nasıl
meşgul olduğunu, onlara
nasıl ders anlattığını Hacı Ali Şeker şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün Konyalı Hacı Mustafa Efendi
ile
Kısıklı’daki kursa gitmiştik.
Efendi Hazretleri sohbet ederken bir ara talebeleri çağırdı. Nasıl ders
okuttuğunu ve niçin çabuk meyveler alındığını bize şöyle gösterdi:
Efendi Hazretleri gayet mülayim bir tavır ve kendine mahsus bir eda
ile;
“- Oku bakayım evladım” dedi. En
baştaki talebe de
kitaptan ibare
okumaya başladı. Ve kendi bildiği kadar mana verdi. Eksiklerini Efendi
Hazretleri tamamladı. O mevzuda ilave bilgiler verdi. Sıra ikinci
talebeye gelmişti. Müteakip ibareyi o da okudu. Verebildiği kadar mana
verdi. Talebeye yardımcı olabilmek için bazı hatırlatıcı sorular sordu.
Talebe o soruların cevabını verdikten sonra önündeki ibareyi daha kolay
çözmeye başladı. Talebe bir taraftan da hocasının önünde kendi
bilgilerini hatırlayarak ibareyi çözünce, iştiyaka geliyor ve daha
ilerisini okumak istiyordu. Bu esnada Efendi Hazretleri’nin mülayim bir
baba gibi okşayıcı sesi yetişiyordu:
“Sen oku evladım.. zamire dikkat et..
ikinci
baçtan okuyacaksın..
naib-i faili unutma...”Biz bu ders okuma şekline hayran olmuştuk. O
yaşıma rağmen bende ders okuma iştiyakı doğdu.”
Süleyman Efendi talebelerinin
ezbercilik yerine
dersin özünü
kavramalarına önem verirdi. İbarenin bütünü ve anlatmak isteneni
anlayabilmişlerse telaffuz ve irab hatalarına kızmaz, “dumanı doğru
çıksın yeter” derdi. Halkadaki bütün talebeye ibare okuturdu. Bu yüzden
talebeler dersten önce derse hazırlanmış olarak gelirlerdi.
Onun en önemli eğitim metodlarından
biri de
sevgidir. O, talebelerine
bir ana-baba şefkatiyle yaklaşıyor, onların her türlü dertleriyle
dertleniyor ve çaresi için maddi-manevi elinden gelen bütün
fedakarlıkları gösteriyordu.
Süleyman Efendi, bu şekilde Osmanlı’da
koskoca bir
müessese olan
medreseyi tek başına yaşatmış ve halen talebeleri de onun bu usulünü
devam ettirmektedirler. Onun vefatıyla bu hizmetlerde ve ders okutma
şekillerinde aksama olmamış ve bunlar ondan alınan manevi terbiye ve
feyzle sanki bugün ihdas edilmiş gibi tazeliğini ve orjinalligini
korumaktadır.
2.5. Kurs ve Okul
Talebelerine Yardım
Derneği Federasyonu
Kur’an kursu faaliyetleri “Kur’an
Kursları Federasyonu” adı
altında
resmi olarak yürütülmektedir. Çeşitli evrelerden sonra bu federasyon
“Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği Federasyonu” adını alarak
faaliyetlerine devam etmektedir. Bu federasyonun bugünkü tüzüğünde yer
alan bazı maddeleri, onların faaliyetlerinin boyutunu göstermesi
açısından burada kısaca zikretmek istiyoruz.
Federasyonun şu andaki tüzüğüne göre
gayesi, kurs
ve okul talebelerine
yardim gayesiyle kurularak faaliyette bulunan bilumum üye derneklere ve
bunların himaye ettikleri talebelere maddeten ve manen yardımcı olmak
ve onları her bakımdan korumak, üye derneklerin faaliyetlerinde düzenli
çalışmayı ve işbirliğini temin etmek, münferit olarak halline muvaffak
olamadıkları meseleleri halletmede kendilerine yardımcı olmaktır.
Federasyon bu gayeyi gerçekleştirmek
için aşağıda
belirtilen hususlarda
çalışmalar yapmaktadır:
1. Üye derneklerin mevzuata göre her
türlü hak ve
menfaatlerini korumak
ve üyeler arasındaki sosyal dayanışma ve yardımlaşma şuurunu
geliştirmek için lüzum eden çalışmaları yapmak, tedbirleri almak.
2. Üye derneklerin ve bunların
ilgilendikleri
talebelerin haklarını ve
menfaatlerini korumak, bunlara mevzuat dahilinde daha geniş haklar ve
menfaat temini için gayret göstermek
3. Millî, ananevî, örf ve adetlerimize
uygun,
sosyal, ahlkî, manevî,
iktisdî ve kültürel hususlarda gayr-i siyasi mahiyette ilmî
konferanslar, seminerler, toplantılar ve dersler tertip etmek, dergi,
gazete ve broşür neşretmek suretiyle üye dernek mensuplarının ve
talebelerinin kültür seviyelerinin yükselmesine yardım etmek.
4. Üye derneklerden ihtiyacı
olanlara,
kendi
imkanları elverdiği
ölçüde, menkul ve gayri menkuller de dahil olmak üzere her türlü mal ve
para yardımı yapmak.
5. Yukarıda sayılan hususların
tahakkuku için
gayri menkul mal edinmek,
bina inşa ettirmek ve mezkur binaları ve müştemilatını hizmete açmak,
bina ve daire kiralamak.
6. Binaların muhafazası için icap eden
bakımı ve
tamiratı yapmak.
7. Vakıf mevzuatına uygun olarak
federasyonun
gayesine uygun vakıf
kurmak.
Görüldüğü gibi talebe yurdu
faaliyetleri bugün
resmiyet yönünden de
ciddi esaslara oturtulmuş ve herhangi bir resmi engele mahal bırakmadan
hizmete devam etmektedir. Bu topluluğun maddi ve manevi ruh mimarı olan
Süleyman Efendi hakkında M. Necati Bursalı şöyle bir tespitte
bulunmaktadır: “Süleyman Efendinin en büyük hususiyetlerinden biri de
şüphesiz ki Allah’ın kelamı olan Kur’an-i Kerim’e ettiği hizmetlerdir.
Allah demenin bile yasak edildiği o karanlık günlerde bu işi
başarabilmek için insanda Uhud Dağı gibi yürek olması gerek. Büyük
insanların çileleri de büyük olur. Süleyman Efendi de pek çok ezalar,
cefalar çekmiştir.
O, hiçbir zulüm ve cefadan yılmadı.
Kur’an
caddesinde ömür arabasını
son nefesine kadar sürdü.”
Süleyman Efendi büyük bir
mücadele ve dava
ruhuna
sahipti. Onu,
muasırlarında nadiren rastlanan bir aksiyon insanı olarak müşahede
ediyoruz. Hatta sadece kendilerine değil, ondan feyz almış, rahle-i
tedrisinde bulunmuş nice talebelerinde dahi günümüzde ayni hasleti
müşahede ediyoruz. Onun aksiyon cephesini ifade etmesi bakımından
talebelerine söylediği şu sözleri burada aynen zikretmek istiyorum:
“Biz, ömrümüzde bir defa olsun sırtımızı yaslayıp rahat oturmadık,
huzur-u İlhî’de böyle bir kaydımız yoktur. Allah (c.c) ve Rasulü buna
şahittir. Aklınızı başınıza alın.”
Buradan da anlaşıldığına göre Süleyman
Efendi,
gecesi ve gündüzüyle
bütün ömrünü Ümmet-i Muhammed’e hizmet için tahsis etmiştir. O,
“aklinizi başınıza alin” derken fani olan bu dünyada yapılacak en iyi
işin Allah’ın dinine ve kitabına hizmet olduğunu, ümmet-i Muhammed’i
hidayete erdirmek olduğunu tembih etmekte ve bu uğurda da talebelerinin
gece-gündüz çalışmalarını, zevk ü sefa peşinde koşmamalarını
istemektedir.
Yine vazifelerinin ne olduğunu
evlatlarına
hatırlatan ve ömür boyu
hizmet düsturları olan bir sözünü talebelerinden Mehmet Bozkır şöyle
anlatmaktadır:
“Evlatlarım! Bugün insanların pek
çokları
vadilerden akan sel gibi
cehenneme doğru hızla akmaktadırlar. Nasıl ki bir afet olur, dağda
derede sel ne bulursa alıp götürürse; dinsizlik, ahlaksızlık ve cehalet
de insanları böylesine cehenneme götürüyor. İnsanlar bu selden
kendilerine lazım olanları kurtarmak için nasıl çırpınırlarsa; biz ve
benim evlatlarım, ilim ve cihadla cehenneme gitmekte olan bu
insanlardan elimizden geldiği kadar kurtarmaya çalışacağız.”
<>Peki
günümüzde sayıları
üç binlerle
ifade edilen
ve dünyanın her
köşesine yayılmış olan bu talebe yurtlarının (Kur’an kurslarının) maddi
ihtiyaçları nasıl karşılanıyor? Bazılarının
tabiriyle değirmenin
suyu nereden geliyor?
Vaktiyle kimileri “Bunlar
Mussolini’den para
yardımı alıyorlar”
demişler hatta bu mevzuda Alanya’da mahkemeye verilmişler. Günlerce
süren asılsız dava beraat ile neticelenmiştir.
Süleyman Efendi cemaati, halka hizmeti Hak’a
hizmet olarak telakki
etmişler ve maddi finansı da zekat ve öşür müessesini ihya ederek
halktan temin etmişlerdir. Zekat ve mahsulün zekatı olan öşür Allah’ın
kullarına bir emridir. Süleyman Efendi bu husus üzerinde ısrarla
durmuştur. Ayni hassasiyeti bugün talebeleri de göstermektedir.
Talebeleri mahsullerin öşrünü İslam’da emredildiği şekliyle hesaplayıp
gerekli olan yerlere vermekte ve diğer Müslümanların da öşürlerini
vermelerine vesile olmaktadırlar. Bu şekilde bu kurslar zekat, öşür ve
yardımsever zenginlerin yardımlarıyla finanse edilmektedir. 2.6.
Cezayir
Müslümanları İçin
Ettiği Dua ve
Kütahya-Bursa
Hadiseleri
Süleyman
Efendi dünyadaki bütün
Müslümanların derdini kendine
dert
edinmişti. 1956’da Cezayir Müslümanları Fransızlara karşı istiklal
mücadelesi verirken Türkiye hükümeti beynelmilel mahfillerde
Fransızları desteklemiş ve Milletler Cemiyeti’ndeki oylamanın
Cezayirliler aleyhine neticelenmesinde etkili olmuştu. İslam dünyasında
Türkiye’ye olan itimadın, yıllarca sürecek şekilde, kaybedilmesine
sebep olan bu politika on binlerce müslümanin kanının Fransızlarca
akıtılmasına da alet olmuştu.Cezayirli
kardeşlerimizin sızısını içinde duyan
Süleyman Efendi,
dayanamamış, vaazlarda “Cezayirli kardeşlerimize hiç olmazsa dua
edelim!” sözleriyle gönlünün feryadını aksettirmiştir. Bu dua üzerine
defaatle ifadesi alınmıştır.
1956’larda tekrar baskı ortamı
oluşmaya
başlamıştı. Zira rejimin sadece
partisi değişmiş, zihniyeti değişmemişti. Hükümet kendi kuyusunu
kazarak Müslümanlara nefes aldirmamaya başlamıştı. Küfrün en ağır
zulümleri yine en ağır vazifeyi yüklenene geldi: Bursa’da düzmece Mehdi
hadisesi olarak bildiğimiz tertip...
Namaz kılmasını bile bilmeyen bir
takım kişiler,
akşam vakti Ulu Camiye
geldiler. Ertesi gün Cuma namazında hutbe esnasında hadise çıkartıp,
müdahale edenlere de saldırdılar. Yakalandıkları vakit, tertip gereği
kendilerini Süleyman Efendinin gönderdiğini iddia ettiler.
Bunun üzerine Süleyman Efendi, 59 gün
Kütahya
Hapishanesinde tutuldu.
Lakin o, orada bile Kur’an-ı Kerim’e hizmetten geri kalmayıp nice
mahkumların hidayetlerine vesile oldu. Mahkemede
Süleyman Efendi tarafından
gönderildiklerini iddia
eden kimseler,
Süleyman Efendinin “hazirundan hangisi olduğu”nu bilemediler ve hakim
tarafından kovuldular. Süleyman Efendi beraat etti ama 59 günlük hapsin
telafisi mümkün değildi...
Hapisten çıkınca “Efendim,
rahatsızsınız biraz
dinlenin” diyenlere: “Tekeri
patlayan şoför, tamir bitince kaybettiği vakti kazanmak için daha hızlı
gider. biz de bu iki aylık kaybı daha fazla çalışıp kapatalım”
buyurmuşlardır. (4)