Şeyh Hasan

Meşhûr velîlerden. İsmi Hasan bin Muhammed bin Behâ'dır. Alacahisar'da doğup, büyüdü. 1609 (H.1018) senesinde vefât etti. İlim tahsîlini İstanbul'da yaptı. İstanbul'da Mirahor Zâviyesinde yerleşip zâhir ve bâtın ilimlerinde yetişmek için çalıştı.

Dâimâ oruç tutar, dînî ilimleri öğrenmek için çalışırdı. Şeyhülislâm Şeyhî Efendinin sohbetlerine devâm etti. Sonra İbrâhim Gülşenî'nin halîfelerinden Hasan Zarîfî'ye talebe oldu. Tasavvufta epey yol katetti. Fakat tam olarak yetişmeden hocası Zarîfî Efendi vefât etti. Bunun üzerine Şeyh Yâkûb Efendinin hizmetine girdi ve talebesi oldu. Halvetiyye ve Celvetiyye yollarının feyzlerine kavuştu.

İlim tahsîl ettiği sıralarda kendini o kadar ilme vermişti ki, odasına girer kapısını kilitletirdi. Sâdece namaz ve ders vakitlerinde açtırırdı. Odasında dâimâ çalışmakla, ibâdet ve zikir ile meşgûl olurdu. Devamlı yalnız kalmayı tercih eder, mânen yükselmek için gayret gösterirdi.

Onu tanıyan dervişlerden Yahyâ Dede şöyle anlatmıştır: "Hasan Efendi ile ve diğer dervişlerle erbeîne girdik, on beş günde bir yemek yerdik. Geceleri bin rekat namaz kılardık. Dervişlerden bir kısmı buna tahammül edemeyip bu safâdan, yüksek hallerden mahrum oldular."

Hasan Efendinin kaldığı zâviyenin çevresinde oturanlardan biri şöyle anlatmıştır: "Bir gece evde otururken pekçok kimsenin câminin üzerinden inip Hasan Efendinin odasına girdiğini gördüm. Gidip kapısını çaldım. Böyle böyle kimseler gelip odanıza girdiler, dedim." "Onlar cinnîlerdir. Dînî suâller sormaya geldiler. Merak edilecek bir şey yok korkma!" dedi."

Talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda uygun olmayan bir düşünce ile uyumuştum. Rüyâmda hocam gelip bir tokat vurup gitti. Ertesi gün huzûruna vardığımda, şeyhler, talebeleri ileri gittiklerinde, uygunsuz hallerinde îkâz ederler. Bâzan döverler, bâzan okşarlar. Bunlar gam değildir." buyurdu.

Bir genç onların bulunduğu yerde yoldan gelip geçenleri rahatsız ederdi. Bir günHasan Efendinin yolu oraya düştü. Genç atını Hasan Efendinin üzerine sürüp; "Bana şarap parası ver." dedi. Parası olmadığını söylediği halde ısrar etti. Hakâret dolu sözler söyleyip uzaklaştı. Biraz sonra bir kağnı arabasına çarpıp öldü.

Birisi Hasan Efendiyi hased eder ve kahvehânelerde devamlı aleyhinde konuşurdu. Bu uygunsuz davranışı üzerine Hasan Efendi onu zaman zaman îkâz ederdi. Ancak bir türlü bu huyundan vaz geçmedi. Bir gün yine aleyhinde uygunsuz sözler söyledi. Sevenlerinden biri Hasan Efendiye gidip durumu anlatınca, Hasan Efendi çok yüksek sesle ve sesi kesilinceye kadar; "Bizden vaz geçmezler mi?" diye bağırdı. O gece kendisine dil uzatıp, aleyhinde konuşan kimsenin boğazında bir yara çıktı. Günlerce konuşamadı, sonra öldü.

Hasan Efendinin sevenlerinden Ferruh Kethüdâzâde'nin evinde yangın çıkmıştı. Yangını söndürmek için telaşla koştururken; "Hey Hasan Efendi! Hey gözümün nûru!" diye seslenip ondan mânen yardım istedi. Bu sırada hizmetçilerden biri efendim işteHasan Efendi meydanda duruyor ve korkmayınız diyor, dedi. Sonra hizmetçi, Hasan Efendinin yanan eve girdiğini, içeri girince yangının birden söndüğünü gördü. Ferruh Kethüdâzâde bu hâli görüp Hasan Efendinin kerâmeti karşısında çok duygulandı. Ertesi gün huzûruna varınca, hâdiseyi gizlemesine işâret ederek; "Allah adamlarına o kadar şeyler kolaydır." buyurdu.

Sevenlerinden bir zât şöyle anlatır: Borçluydum ve bir türlü ödeyemiyordum. Alacaklılar ise devamlı sıkıştırıp para istiyorlardı. Bir Cumâ günü Hasan Efendinin vâzını dinledim. Bir taraftan da içimden borcumu ödeyebilmem için duâ ettim. Vâzdan sonra Hasan Efendinin elini öpmek için huzûruna vardım. Bana; "Beşiktaş'ta falan yere var. Orada senin işini görürler. Durma, hemen git!" buyurdu. Beşiktaş'a gittim. Gemi kaptanı kıyâfetinde birisi beni görüp, ismimi de söyledi; "Sen falan değil misin?" dedi. Evet deyince, beni yanına alıp evine götürdü. Önüme içi para dolu bir kese koydu. İçinde borcumu ödeyecek kadar para vardı. "Efendinin emri bu kadardır." dedi. Bunun üzerine; "Sana bu haberi kim verdi." diye ısrarla sordum. "Bize bir kimse gelip söylemedi. Gelmesine de lüzum yok. Bizim birimizin kalb aynasında olan düşünce diğerimizin kalb aynasında akseder, mâlum olur." dedi."

Mustafa Dede adında bir yakını şöyle anlatmıştır:

Hasan Efendi mübârek gecelerde bin rekat namaz kılardı. Bir defâsında berât gecesine iki gün kala yâni Şâbân ayının on üçünden on beşine kadar üç gün üç gece yemek yemedi, uyumadı. İlk gece sabaha kadar namaz kıldı. Ertesi gün öğleye kadar dervişlere sohbetiyle nasîhatler yaptı. Öğleden akşama kadar böyle geçti. Akşam namazından sonra tesbih namazı kıldı. Yatsı vakti girince, yatsı namazını kıldı. Sonra sabah namazı vaktine kadar ibâdet ve tâatle meşgûl oldu. Sabah namazını kıldıktan sonra âdeti üzerine okuyacağı şeyleri okudu ve zikirle meşgûl oldu. Tam üç gün bu şekilde devâm etti."

Hasan Efendi enbiyâ ve evliyâ kabirlerini çok ziyâret ederdi. Bu sebeple evliyâ türbelerinin çok bulunduğu bir yer olan Bağdat'a iki defâ gitti. Bir defâsında şöyle demiştir: "Allahü teâlâ Cennet'te bâzı kullarına lutfedip; "Ey kullarım! Siz dünyâda iken enbiyâ kabirlerini ve evliyâyı ziyâret etmekten hoşlanırdınız. Şimdi size izin veriyorum Cennet'teki enbiyâ ve evliyâ makamlarını dolaşın." buyurur. Ümîd ediyoruz ki, dünyâda ziyâret ettiğimiz gibi âhirette de onları ziyâret ederiz inşâallahü teâlâ." buyurdu.

Hasan Efendi bir Ramazan ayında Diyarbakır'a gitmişti. Oradan Bağdât'a gidecekti. O bölgenin idârecisi Nasûh Paşa tasavvuf ehline karşıydı. Gitmesi için gerekli vâsıtayı vermedi. Hattâ; "Kim onunla görüşür ve konuşursa cezâlandırırım." dedi. Bu sebeple görüşmekten çekiniyorlardı. Hasan Efendi dervişlerinden birine; "Bu gece meşâyıhın rûhâniyetinden yardım isteyeceğim." dedi. O gece seher vakti talebesine; "Derviş! Bize izin verildi. Paşanın daha ömrü varmış. Fakat sonunda başı kesilir. Sağ olanınız İstanbul'a vardığında görür." dedi. Böyle konuşurlarken Paşadan bir adam geldi. Hasan Efendiyi dâvet ettiğini bildirdi. Meğer o gece Paşayı rüyâsında çok korkutmuşlar. Paşanın yanına gittiler. Paşa kapıya kadar inip, hürmetle karşıladı ve elini öptü. Sonra Bağdat'a gitmesi için lâzım olan vâsıtayı temin etti. Bağdat'a gidip büyüklerin makam ve türbelerini ziyâret etti. Oradan hacca gitti." Hasan Efendinin vefâtından sonra Paşanın İstanbul'da bir sebeple başı vuruldu.

Hasan Efendi hac yaptıktan sonra Yemen tarafına gitti. Orada vefât etti. Vefâtından önceki gece âdeti üzere yüz rekat namaz kıldı. Veliyyüddîn Efendi, Hasan Dede, İbrâhim Medenî, Adlî Efendi halîfeleri idi.

BAL ŞERBETİ

Ali Dede isminde bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hasan Efendi ile birlikte bir yere gidiyorduk. Yol üzerinde gayr-i müslim bir kimseye rastladık. Merkebine yük yüklemiş gidiyordu. Hasan Efendi; "Ali Dede merkebin yükü nedir bir sor bakalım." dedi.Sorduğumda merkebin şarap yüklü olduğunu öğrendim ve; "Sultanım, şarapmış." dedim. "Söyle bir tas doldurup versin. dedi. Gidip gayr-i müslimden bir tas şarap aldım. Getirince; "Ali Dede iç!" dedi. Önce tereddüd etdim. Üçüncü defâ iç deyince, hatırıma şeyhin kerâmetinin zuhûr edebileceği geldi. İçmeye başladım. Fakat tastaki şarap bal şerbeti olmuştu. Bu durumu görünce hemen Hasan Efendinin elini öptüm. Şimdi tasta kalanı o şarap taşıyan gayr-i müslime ver." dedi. Götürüp verdim. Aldı içti. Hasan Efendinin kerâmetiyle şarabın bal şerbeti olduğunu gördü ve müslüman olmakla şereflendi."

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.599
2) Lemezât