Son
devirde yetişen âlim ve velîlerden. Milâdî 1876 (H.1293) da Bitlis’in
Hizan kazasına bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyâya
gelmiştir. Babasının adı Mirzâ, anasının adı Nûriye’dir.
Çocukluk yıllarını, dokuz
yaşına kadar,
anne ve babasının yanında geçiren Said Nursî, keskin zekâsı, hârikulâde
hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibaren
dikkatleri üzerinde toplamıştır. Normal şartlarda yıllarca süren klasik
medrese eğitimini kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını
alabildiğine hareketli tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki
üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı
münâzaralarda fiilen ispatlamıştır.
Said Nursî 15-16 yaşına kadar
Doğu
vilâyetlerindeki muhtelif yerlerde resmî ve ilmî şahsiyetlerle beraber
olmuş, onlarla birçok meselede, bilhassa dînî meselelerde mütâlâalarda
ve münâzaralarda bulunmuş, birçok kaynak eseri tetkik ile dînî
ilimlerdeki eğitimini tamamlamıştır. Bu yaşlardayken, geldiği Van’da on
beş sene gibi bir müddetle halkın eğitimine ehemmiyet vermiş, bu
maksatla halk arasında seyahatlerde bulunmuştur. Ancak, bu asırda, eski
tarzdaki kelâm ilmi ile İslâm dînine yapılan hücûmları bertaraf etmenin
yeterli olmadığını gören Said Nursî, çeşitli fenlerin de tahsilini
lüzumlu görmüştür. Bu maksatla incelemeye başladığı fizik, kimya,
astronomi, felsefe, matematik, târih ve coğrafya gibi birçok ilmin
esaslarını çok kısa bir zamanda elde etmiştir. Böylece dinde ve fen
ilimlerinde yaptığı bütün münâzaralarda devrinin o bölgedeki âlimlerini
hayrette bırakan genç Said, “çağın eşsiz güzelliği” mânâsına gelen
Bediüzzaman lâkabı ile anılmaya başlanmıştır.
Bediüzzaman Said Nursî
sadece
ilim
tahsili ile değil, aynı zamanda dünyâ ve bilhassa İslâm âlemiyle
alâkalı gelişmeleri de yakından takib ederek, içinde bulunduğu toplumun
ve bütün İslâm âleminin en önemli meselesinin eğitim olduğu kanaatine
varmış; bunun için şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı
bir üniversite kurulması için yardım istemek maksadıyla 1907’de
İstanbul’a gelmiştir.
1909 yılının sonlarına kadar
İstanbul’da
kalan Bediüzzaman Said Nursî burada yaptığı münâzara ve konuşmalarda da
kısa sürede ilim çevrelerine kendisini kabul ettirmiştir. Meşrûtiyetin
îlânı esnâsında İstanbul’da büyük hizmetlerde bulunan Bediüzzaman,
meşrûtiyete İslâmiyet adına sahip çıkmış; meydanlarda verdiği nutuklar,
cemiyet faaliyetleri ve gazetelerde neşrettiği yazılarıyla halkın
hürriyet ve meşrûtiyeti doğru olarak anlamasına gayret göstermiştir.
Selânik Hürriyet Meydanında nutuk vermesi, şark vilâyetlerine çektiği
telgraflar vasıtasıyla hürriyet ve meşrûtiyeti anlatması, İstanbul’daki
20.000’e yakın hamallık ve işçilik yapan şarklı hemşehrilerinin
ayaklanmalarını güzel bir konuşma ile yatıştırması, 31 Mart Olayında
askerlerin isyanını bastırmak için konuşmalar yapması bunlardan
birkaçıdır. Bu çalışmalarıyla birlikte, meşrûtiyet ve hürriyeti
“meşrûtiyet-i meşruâ” ve “hürriyet-i şer’iye” mânâsı ile yerleştirmeye
gayret gösteren Said Nursî, ittihâd-ı İslâm düşüncesinin yayılması için
çalışmıştır.
1909’da patlak veren 31
Mart Olayında
yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim
Mahkemesine [o zamanki adıyla Dîvân-ı Harb] çıkarılmış, ancak berâet
etmiştir. Bundan sonra, İstanbul’da daha fazla kalmamış ve 1910 yılı
başında tekrar Van’a dönmüştür. Oradan da Mart 1911’de Şam’a giderek,
İslâm ittihadı fikrini bütün Müslümanlara yerleştirmek için gayret
göstermiştir. Şam’daki Emeviye Camiinde birçok İslâm âliminin de
bulunduğu binlerce kişiye hitab ederek bu görüşlerini anlatmış; bu
maksada büyük hizmet edecek eğitimin verileceği, âlem-i İslâmın merkezi
durumundaki şark vilâyetlerinde kurulmasını istediği üniversite için
yardım istemek üzere tekrar aynı günlerde İstanbul’a dönmüştür.
O zamanlar Kosova’da büyük
bir İslâm
Dârülfünunu kurulmasına çalışılıyordu. Bu maksatla Rumeliyi gezen
Sultan Reşad’la birlikte Bediüzzaman da gider. Ancak kısa bir zaman
sonra Balkan Harbi patlak verince teşebbüs yarım kalır. Bu defa oraya
ayrılan 19.000 altın liralık tahsisatı Bediüzzaman ister. Bu isteği
kabul edilen Bediüzzaman, tahsisatı da alarak 1912’nin sonlarına doğru
tekrar Van’a döner.
Van’a dönen Bediüzzaman, Van
Gölü
kenarındaki Edremit’te üniversitenin temelini atmışsa da, patlak veren
Birinci Dünya Harbi sebebiyle yarım kalmıştır. Talebeleriyle birlikte
gönüllü milis alayı teşkil ederek cepheye koşan Said Nursî, vatan
müdâfaasında çok büyük hizmetler görmüştür. Savaşta birçok talebesi
şehid olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak Ruslara
esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da esâret hayatı yaşadıktan sonra
fevkalâde hayret verici şekilde firar ederek, Petersburg, Varşova,
Viyana ve Sofya yoluyla Haziran 1918’de tekrar İstanbul’a dönmüştür.
İstanbul’a üçüncü gelişinde
ilim
çevrelerince büyük bir teveccühle karşılanan Bediüzzaman, dört yıl
kadar burada kalmıştır. Gelir gelmez Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı,
Elmalılı Hamdi Yazır gibi devrin meşhûr şahsiyetlerinden müteşekkil bir
İslâm akademisi mahiyetindeki “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” üyeliğine
tâyin edilir. Bir taraftan Anadolu’daki Kuvâ-i Milliye hareketini
desteklerken, diğer taraftan İstanbul’u işgal eden kuvvetlere karşı da
cesaretle mücâdele eder. Çanakkale Harbi devam ettiği esnâda neşrettiği
Hutuvât-ı Sitte adlı eseriyle büyük hizmetler
yapmış; işgalci
kuvvetlerin plânlarını bozmuştur. İstanbul’un işgal edilmesinden sonra
İngilizler tarafından ölüm emri çıkarılmasına rağmen, o cesaretle
çalışmalarına devam etmiştir. Bu faaliyetleri Anadolu’da kurulan Millet
Meclisi tarafından takdirle karşılandığı için Mustafa Kemâl tarafından
ısrarla Ankara’ya dâvet edilmiştir. Birçok defâ Ankara'dan yapılan bu
dâvetlere, “Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum; siper
arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı
daha tehlikeli görüyorum” diyerek icâbet etmemiş; araya çok yakın
dostlarının da girmesiyle ve vazifesini önemli derecede yerine
getirdiği inancına sahip olduktan sonra Ankara’ya gitmeyi kabul
etmiştir.
1922 sonlarında Ankara’ya
gelen
Bediüzzaman'ı, Meclis, resmî bir hoşâmedî merâsimiyle karşılamıştır.
Ankara’da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun
dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme
neşrederek Meclis üyelerine dağıtmıştır. Bu beyannâmede, tamamına
yakını Müslüman olan bu memleket insanının, kendileri yaşamasalar bile,
başındaki idarecilerin en azından dindar ve inançlara saygılı
olmalarını istediğini ve bu bakımdan, dikkatli olunması gerektiğini
söyler. Bilhassa yapılması düşünülen inkılâplar üzerinde durarak,
bunların muhakkak İslâmiyete uygun olmasına dikkat etmek gerektiğini
belirtir. “Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvârî bir iş görmek,
İslâmiyetin kâidelerine bağlılık ile olabilir, başka olamaz, hem
olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş” diyerek ilgilileri
uyarmıştır. Beyannâmenin sonunda, memleket idâresi açısından çok daha
önemli bir noktaya temas ederek, dîne gösterilen lâkaydlıktan her
şeyden evvel tesis edilmek istenen cumhuriyet, yani meşrû meşrûtiyet,
meşveret ve hürriyet mânâlarının zarar göreceğini ifade etmiştir. Eğer
bu Meclis İslâm şartlarına bizzat kendisi de uyarak insanların uymasına
çalışmakla hilâfet mânâsını vekâleten yerine getirmezse, ortaya konan
cumhuriyetin asıl mânâsından ziyâde isim ve gösterişten ibâret bir
rejim haline geleceğini söyler. Son olarak da, “Harice karşı
kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki,
ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini
tahrib ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihyâ ve muhafaza
etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır” ikâzını yapar.
Ankara’da iken de, başlıca
maksadı olan
Şark Üniversitesinin tesisi için uğraşmaktan geri durmayan Bediüzzaman,
163 mebusun imzası ile yüz elli bin banknotluk yardım kararı çıkartmaya
muvaffak olur. Beyannamenin akabinde Mustafa Kemal’le birkaç görüşmesi
olmuş; kendisine şark umumi vaizliği, milletvekilliği ve Diyânet
âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul
etmeyerek, 1923 yılı ortalarına doğru Van’a dönmüştür.
Kısa bir zaman sonra şark
vilayetlerindeki isyan ve ihtilâl hareketlerinin başlaması, Bediüzzaman
için de uzun ve sıkıntılı bir hayatın başlangıcı olmuştur. Said Nursî,
Van kalesindeki mağarada uzlete çekildiği esnâda Şeyh Said’in
kendisinden destek istemesi üzerine, asırlardan beri İslâmiyete hizmet
etmiş olan bu milletin torunlarına kılınç çekilmeyeceği cevabını
vererek bu isteği reddetmiştir. Ne yazık ki, Şeyh Said İsyanıyla hiçbir
ilgisi olmadığı halde, Bediüzzaman isyan sonrasında ikâmet ettiği
uzlethânesinden alınarak Burdur’a, oradan da 1925-1926 yıllarında
Isparta’nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada “mânevî cihad”
hizmetini başlatmış ve telif ettiği eserlerde iman esaslarını terennüm
etmiştir. Bu eserler, îmânını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh
ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır.
Doğru dürüst yolu bile
bulunmayan küçücük
bir kasaba olan Barla’da başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin
idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli,
1947’de Afyon, 1952’de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Ayrıca
muhtelif sürelerle Kastamonu, Emirdağ ve Isparta’da, sıkı tarassud ve
takib altında mecburî ikâmete tâbi tutulmuştur.
Ömrünün son günlerine kadar
keyfî muâmele
ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman Said Nursî, buna rağmen, îman
hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında
telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur külliyatını
tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Gençlerin anlayışına uygun ve
ikna edici bir üslupla meseleleri izah ve ispat eden ve vehbî olarak,
içinden geldiği gibi ilhâmen kaleme alınan bu eserler, onun çileli
hayatının en güzel meyvesidir.
Cumhuriyetin îlânıyla
birlikte başlayan
işkenceli, sıkıntılı ve çileli bir hayattan sonra 1960’ın baharında
Urfa’ya dönen Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960 (H.1379)ta Hakkın
rahmetine kavuşmuştur.
1) Dîvan-ı Harb-i Örfî
2) Hutbe-i Şâmiye
3) Hutuvât-ı Sitte
4) Mesnevî-i Nûriye
5) Münâzarât
6) Sünuhât
7) Tarihçe-i Hayat