Hasan-ı Basri

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden. İsmi, Hasan bin Ebi'l-Hasan Yesâr'dır. Künyesi Ebû Muhammed ve Ebû Saîd'dir. Aslen Basralı olduğu için Basrî ismiyle meşhûr olmuştur. Babasının ismi, Firûz, Yesâr veya Câfer'dir. Annesininki ise, Hayre'dir. 641 (H.21) senesinde Medîne-i münevverede doğdu. 728 (H.110) senesinde Basra'da vefât etti.Kabri Basra'da Sâlihiyye adı verilen yerde olup sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin babası Basralıydı. Müslüman olmadan önce Fîrûz ve Yesâr isimleriyle anılıyordu. Müslüman olunca Câfer ismini aldı. İslâm ordularının gittiği Meysân fethi sırasında esir düştü. Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit el-Ensârî'nin kölesi oldu. Annesi Hayre Hâtun ise Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından Ümmü Seleme'nin (radıyallahü anhâ) câriyesi, hizmetçisiydi. Bu ikisi müslüman olmadan evlendiler. Hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında 641 (H.21) senesinde bu evlilikten Hasan-ı Basrî dünyâya geldi. Doğduğunda teberrüken ad koymak üzere hazret-i Ömer'e götürdüler. Hazret-i Ömer onun güzel yüzünü görünce; "Adı Hasan (güzel) olsun." buyurdu. Böylece Hasan adı verildi.

Hâlen müslüman olmamış olan bu âile, Medîne'deVâdi'l-Kurâ denilen yerde oturuyordu. Annesi Hayre, Ümmü Seleme'nin (radıyallahü anhâ) evine gidip geliyor, onun hizmetini görüyordu. Küçük Hasan-ı Basrî'yi de berâberinde götürüyordu. Annesi Ümmü Seleme'nin bir ihtiyâcını görmek için dışarı çıktığında henüz bebek olan Hasan-ı Basrî ağlıyor, hazret-i Ümmü Seleme de onu şefkat dolu kollarına alarak bağrına basıyor ve hattâ onu emzirdiği oluyordu. Hazret-i Ümmü Seleme; "Yâ Rabbî! Sen bu çocuğu âleme imâm ve Âdemoğullarına uyulacak kimse kıl. Halk ona uysun, onun gittiği hak yolunu tutsun." diye duâ buyurdu. Hazret-i Ümmü Seleme ihtiyar olduğu halde bu mübârek çocuk sebebiyle Allahü teâlâ onu emzirmesi için süt ihsân etmişti. Hasan-ı Basrî'nin bütün hayâtı boyunca, fikrî yapısına ve yaşayışına tesir ederek mutluluğunu hazırlayacak olayların başta geleni belki de budur. Ondaki hikmet ve fesâhatin sırrını bu hâdiseye bağlayanlar vardır.

Zamanla anne ve babası müslüman oldular ve kölelikten âzâd edildiler. Böylece huzurlu ve mutlu bir âilenin çocuğu olan Hasan-ı Basrî'nin çocukluğu Medîne-i münevverede geçti. Bu sebepleArapçayı en iyi şekilde öğrendi. Hazret-i Ümmü Seleme'nin evine annesiyle birlikte gidip gelen Hasan-ı Basrî, İslâm ahlâkıyla yetişti. Çocuk yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. İlk gençlik yılları Hazret-i Osman'ın halîfeliği sırasında Halîfenin Mescid-i Nebîde irâd ettiği bir hutbeyi dinledi.Hazret-i Osman'ın sohbetlerinde bulunup istifâde etti. Bu yüce halîfenin âsiler tarafından şehîd edilmesine şâhid oldu. Hasan-ı Basrî bu sırada on dört-on beş yaşlarındaydı. Medîne-i münevverede bulunduğu sırada Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerini görüp onların sohbetlerinde bulundu. Yetmiş tânesi Bedir Harbine katılmış olan yüz otuz civârında Sahâbe-i kirâmdan (radıyallahü anhüm) ilim ve feyz alıp, hadîs-i şerîf dinledi. Zâhirî ilimlerde yüksek derecelere yükseldi.

Hasan-ı Basrî on beş, on altı yaşlarındayken âilesiyle birlikte Medîne-i münevvereden ayrılarak zamânın önemli ilim merkezlerinden olan Basra'ya gitti.

Babasının memleketi olan Basra'ya yerleştikten sonra Abdullah bin Abbâs, Enes bin Mâlik, Abdurrahmân binSemûre, Semûre bin Cündeb, İyâd bin Himâr, Ma'kıl bin Yesâr ve Esved bin Serî radıyallahü anhüm gibi sahâbilerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerinde yüksek ilim sâhibi oldu.

Bundan sonra Abdurrahmân ibniSemûre komutasındaki orduyla Sicistan'a giden Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh, ilmî çalışmalarının yanında fetih ordularına da katıldı. Yine İbn-i Ziyâd, Horasan'a vâli olunca onunla birlikte Horasan'a gitti. On sene kadar süren faâliyetleri sırasında birçok sahâbî ile görüştü. Onlardan ilim öğrendi ve rivâyetlerde bulundu. Daha sonra Basra'ya dönüp orada bulunan sahâbîlerden ve Tâbiînin büyüklerinden ders almaya devâm etti. BöyleceEshâb-ı kirâmın Peygamberimizden naklen bildirdiği îtikâd, îmân, zâhir ilimlerini iyice öğrendi ve yetişti.

Hasan-ı Basrî hazretleri tasavvuf yoluna girmeden önce inci ticâreti ile meşgûl oldu. Bu yüzden Hasan-ı Lü'lûî diye anıldı. Ticâret için çeşitli yerlere gidiyordu. Ticâretle uğraşıp zengin olmuştu. Bir defâsında yine ticâret için Rum diyârına (Anadolu'ya) gitmek üzere yola çıktı. Uzun ve meşakkatli yolculuktan sonra Kayseriyye şehrine ulaştı. Vardıkları şehrin kapısında o diyârın hükümdârına kıymetli hediyeler vererek ticâret izni almak âdetti. Hazırladıkları hediyeyi hükümdâra takdim etmesi için vezire götürdüler. Vezir; "Bugün bir tören var, yarın takdim edelim." dedi.

Hasan-ı Basrî o gece vezirin konağında misâfir kaldı. Sabah olunca vezire kendilerinin de yapılacak törenleri takib etmek istediklerini bildirdi. Vezir kabûl etti. Vezirle birlikte tören yerine geldiler. Gördükleri manzara şöyleydi: Büyük bir meydanın ortasında süslü bir çadır kurulmuştu. Çadır saf ipek ve ibrişimden, direkleri ise gümüş ve altındandı. Çadırın önünde parlak yumuşak şilteler, divanlar kurulmuştu. Bu şilteler iyi cins atlastan ve çeşitli memleketlerden getirilmiş nâdide ve eşi bulunmayan kumaşlardan yapılmıştı. Çadırın içinde ise bir tâbut bulunuyordu. Hükümdârın ülkesinin ileri gelenleri, esnaf, çiftçi ve sanatkârları neleri varsa bütün malzemeleri ve âletleriyle meydanda hazırlanmışlardı. Askerler ise alaylar hâlinde meydanın ortasındaki süslü çadırın etrâfında toplanmışlardı. Askerler belli bir makam üzerine nâralar attılar, meydanın bir yönüne doğru çekilip gittiler. Arkasından ülkenin ileri gelenleri, çiftçiler ve ticâret erbâbı kimseler çadırın etrâfında dönüp bağrıştılar. Sonra onlar da bir yöne çekilip gittiler. Arkasından o şehrin diğer insanları, atları üzerinde, mücevherlerle süslü civan yiğitler, feylosoflar, müneccimler, hâkimler, doktorlar ellerinde mesleklerinin işâreti olan âletlerle çadırın etrafında çeşitli nâmelerle dönüp gittiler. Sonra vezir ve Kayser (hükümdâr) ve onların yakın has adamları meydanın ortasına doğru ilerleyerek ortada kurulu süslü çadıra girdiler. Orada gerekli vazîfeler yapıldıktan sonra herkes evine döndü. Hasan-ı Basrî de vezirle birlikte vezirin evine döndü ve yapılan tören ile ilgili bilgi sordu. Vezir dedi ki: "Çadırın ortasındaki duran tâbut Rum Kayserinin oğlunun tâbutudur. O genç, son derece güzellik sâhibi, kuvvetli ve heybetli idi. Bütün fenlerde ve ilimlerde bilmediği bir husus yoktu. Silâhşörlükte arkasını yere getiren bir er çıkmamıştı. Gökten gelen bir âfet ile kazâya uğradı. Kendisine verilen bütün ilaçlar ve devâlar şifâ vermedi ve öldü. İşte her yıl bu günde o genci anmak için gördüğün bu törenler düzenlenir. Herkes onun tabutunun bulunduğu çadırın yanına varır "Herbirimiz senin uğruna canımızı fedâya hazırız, ama ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Bütün servetlerimizi, güzelliklerimizi, ilim ve hünerlerimizi emrine tahsis ettik, ama dünyâ kurulalı beri insanlar zengin fakir ölümden kurtulmaya muvaffak olamamışlardır." derler. Vezir devâm ederek; "Ey tüccarbaşı! İşte bu mânâyı anlamak için Kayser ve diğer devlet erkânı ve hükümdârın yakınları çadıra girip cenâzeyi kucaklayarak tesellî bulmaya çalışırlar. Ellerinden bir şey gelmediğini ve âcizliklerini anlayarak dağılırlar." dedi.

Bu hâdise Hasan-ı Basrî'ye çok tesir etti. Zâten dünyâ malının makam ve güzelliklerinin geçici olduğunu bilen Hasan-ı Basrî hazretleri bu hakîkati yakînen kavradı ve ticâreti bırakıp tamâmen âhirete yöneldi. Dönüşünde, şehre girer girmez elindeki malların hepsini fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine dağıttı. Basra Hâkimi olan Muhsin Ali'den el alarak tasavvuf yoluna yöneldi. Tasavvuf yolunda kısa zamanda ilerleyip mânevî derecelere yükseldi. Hiçbir zaman halktan bir şey kabûl etmedi. Ancak hocası Muhsin Ali'nin izni ile vâz edip, talebelerini yetiştirdi.

Hazret-i Ali, halîfeliği sırasında şehir şehir dolaşıp, halkını bizzat ziyâret edip dertlerini dinlemeyi kendisine âdet edinmişti. Nerede bir şeyh veya vâiz görse veya duysa, giderek onu dinler, doğru yoldan ayrılanları edeplendirir, doğru olanları takdir ederdi. Bu şekilde gezerken yolu Basra'ya düştü. Devesinden inip orada üç gün kaldı.Şehri baştan başa gezerken bir mecliste Hasan-ı Basrî'nin vâz ettiğini gördü. Hemen meclisine dâhil olup vâzını dinledi ve beğendi. Sonra ona; "Ey Hasan! Zamanın hâdiselerini anlatan biri misin? Yoksa hakîkî gerçeği öğretmek isteyen bir kişi misin?" diye sordu. Hasan-ı Basrî; "Resûl-i ekremden bize ne ilim geldi ise onu yaymaya çalışıyoruz. Haberini doğru bulduğum ilmi halka söylemekten çekinmiyorum." dedi. Hazret-i Ali tebessüm ederek ona yöneldi ve tebrik etti. Daha sonra meclisten dışarı çıktı. Hasan-ı Basrî hazretleri onun hazret-i Ali olduğunu anlayıp hemen kürsüden indi, eteğinden tutup mübârek ayaklarına yüzünü gözünü sürüp öptü. Sonra hazret-i Ali'den zikir telkini istedi. Bâbü't-Taşt denilen yerde bulunuyorlardı. Hazret-i Ali tasavvuf ile ilgili gizli sırları Hasan-ı Basrî'ye burada anlattı.

SonraHasan-ı Basrî ona bîat etti. Hazret-i Ali ona icâzet vererek zikir telkiniyle ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Sonra tarîkattaki ilk Hilâfetnâme'yi yazıp Hasan-ı Basrî'ye verdi. Tarîkat ehli arasında usûl olan "İzinnâme, icâzetnâme" denilen yazılı kâğıt verme usûlü hazret-i Ali'den kaldı.

Hasan-ı Basrî hazretleri kavuştuğu bu mânevî iltifât ve derecelerin verdiği zevkle kırk gün bir şey yiyip içmedi. Sonra irşâd seccâdesine oturup, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti.

İlimde, rivâyetlerine en çok başvurulan âlimlerden ve fazîlet sâhibi yüksek velîlerden oldu. İlim aldığı kaynağın sağlamlığı ve asr-ı saâdete yakınlığı sebebiyle ilimde çok yüksek seviyeye ulaştıktan sonra fetvâ vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. İlimdeki şöhreti, ahlâkı, ders vermekteki üstünlüğü her tarafa yayıldı. Derslerine ve vâzlarına pekçok insan toplanırdı. Hattâ evi, sohbetinden istifâde etmek için gelenlerle dolup taşardı.

İlim ve fazîletlerinden istifâde ettiği Eshâb-ı kirâm ile kendi içinde bulunduğu nesli kıyas ederek:

"Siz onları görseydiniz mecnûn (deli) zannederdiniz. Onlar sizin iyilerinizi görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz kimselerdir.", kötülerinizi görseler; "Bunlar da müslüman mı?" derlerdi." buyurdu.

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yanında, dünyâ ve dünyâdakilerin tamâmen boş olduğunu anlayan Hasan-ı Basrî hazretleri, elinde bulunanları fakir ve ihtiyaç sâhiplerine tasadduk etti. Tamâmen ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. Dünyâdan yüz çevirip zâhid bir hayat yaşamaya devâm etti.

Hasan-ı Basrî hazretleri, zamânının halîfesi Ömer bin Abdülazîz'e yazdığı mektupta da dünyânın boş olduğunu şöyle anlattı:

"Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakirliğe düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helâk eder (öldürür). Dünyâda, yaralı olup da yarasını tedâvî ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse yarasının azmasından korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşmemek için çektiği acıya sabreder. Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma! Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp, kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler ona hayran, nefsler ona âşık, o ise âşıklarını helâk ediyor. Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile bu hususta dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyâlık elde eder. Fakat aşırı giden aldanır, âhirete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.

Dünyâya düşkün kimse, murâdına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes alamaz. Her gün, ayrı bir düşünce, keder getirir. Derken dünyâya o kadar dalar, ömür biter de ecel bir gün onu yakalayıverir. Sonunda, azıksız âhiret yolculuğuna çıkmak zorunda kalır. İşte böyle duruma düşmekten sakın.

Ey müminlerin emîri! Dünyâdan kendini muhâfaza edebildiğin müddetçe, sevinçli ol. Yoksa, ne kadar üzülsen yeridir. Dünyâ kimi sevindirirse, sonunda mutlaka beğenilmeyen bir şey vardır. Dünyâda sevinen aldanmıştır. Bugün faydalı görünen dünyâ yarın zarar verir. Dünyâda, ümit, belâ berâberdir. Dünyâda kalmanın sonu yok olmaya gider. Onun sevinci hüzün ile karışıktır. Dünyâda ne geleceği belli olmaz ki, beklenip tedbir alınsın. Dünyâdaki arzular, yalancıdır. Emelleri boştur. Onun iyiliği kederdir. Eğer iyi düşünürse, Âdemoğlu, onda her an tehlike ile karşı karşıyadır. İnsan, rahatlık hâlinde de, musîbet zamânında da, tehlikeli durumlara düşmemeye gayret göstermelidir. İnsana öleceğini Allahü teâlâ ve peygamberleri aleyhimüsselâm, bildirmemiş olsa bile, dünyâ onu uykudan mutlaka uyaracaktır. Bununla beraber, yine Allahü teâlâdan azâb ile korkutan, Cennet ile müjdeleyen rehberler geldi. Allahü teâlânın indinde dünyânın zerre kadar kıymeti yoktur. Resûlullah efendimize dünyâ hazîneleri arz olundu da, O kabûl etmedi. Verilmiş olsaydı bile, Allahü teâlânın nezdindekinden sivrisinek kanadı kadar bir şey eksilmezdi. Dünyâ, imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı. Aldatmak için de, Allahü teâlânın düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek aldatılanlar, dünyâyı elde etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini zannederler. Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Zenginliğin geldiğini gördüğün zaman, (Bu cezâsı çabuklaştırılmış bir günah) de, fakirliğin geldiğini görürsen, (Hoş geldin ey sâlihlerin şiârı, alâmeti) de, istersen rahatlık sâhibini öv."

Îsâ aleyhisselâm; "Katığım açlık, şiârım korku, bineğim iki ayağım, elbisem yün, ışığım ay, yemeğim ve meyvem yerden bitenler. Yanımda hiçbir şey olmadan sabahlar ve akşamlarım. Yeryüzünde benden zengin kimse yoktur." buyurmuştur.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin Basra Mescidinde verdiği dersler büyük bir talebe topluluğu tarafından tâkib edilirdi. İlmi, zühdü, konuşmasındaki fesâhati ile herkes tarafından sevildi ve şöhreti her tarafa yayıldı. Hattâ halîfe ve vâliler onun ilminden istifâde etmek için, adamlar veya mektuplar göndererek baş vurdular. Ömer bin Abdülazîz'in halîfeliği zamânında, âlimlere ve evliyâya büyük bir hürmeti olan Basra vâlisi Adiyy bin Ertât, Hasan-ı Basrî'yi Basra kâdılığına getirdi. Devlet adamlarıyla olan münâsebeti bu şekilde artmış oldu.

Adâleti, takvâsı ve hizmetleriyle meşhûr Emevî halîfesi Ömer bin Abdülazîz rahmetullahi aleyh, Hasan-ı Basrî'ye mektup yazıp, âdil devlet reisinin nasıl olması gerektiğini kendisine yazmasını istemişti. Bu arzu üzerine Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh şu mektubu yazdı: "Ey Müminlerin emîri! Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ âdil devlet reisini, zulme, haksızlıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı, darda kalanlara destek olarak yaratmıştır.

Âdil devlet reisi, kendi malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli davranırsa, tebaasına da öyle davranır. O bedendeki kalp gibidir. Uzuvlar onun iyi olmasıyla iyi olur. Bozulmasıyla da bozulur.

Âdil devlet reisi Allahü teâlânın emirlerine uyar. O'na itâat eder. Emrindeki tebaasını da Allahü teâlâya itâat etmeye sevk eder. Ey müminlerin emîri, saltanatta, sâhibinin himâyesine verdiği malı ve âileyi darmadağın eden köle gibi olma! Allahü teâlâ kötülüklerden sakınılması için cezâlar emretti. Bunu uygulayacak olan (reis) suç işlerse yakışık olur mu?

Ey müminlerin emîri! Ölümü, ölüm ânında yakınlarının sana yapacakları yardımın azlığını ve ölümden sonrasını düşün. Ölüme ve ondan sonrasına hazırlık yap. İyi bil ki, şimdi bulunduğun makamdan başka, senin kabir denen başka bir makamın daha vardır. Orada uzun müddet kalacaksın. Dostların seni yalnız bırakacak ve tek başına kalacaksın. Kişinin kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve çocuklarından kaçacağı günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hazırla. Kabirdekilerin diriltileceği, gizli şeylerin ortaya çıkarılacağı zamanı hatırla. Artık o zaman bütün sırlar açılmış olacaktır. Büyük küçük ne varsa hepsi amel defterine yazılmıştır.

Ey müminlerin emîri! Şu anda sen bir mühlet içindesin. Fırsat eldeyken ve ecel gelip, çatmadan, fırsat elden gitmeden Allahü teâlânın kulları hakkında adâletle hüküm ver câhillerin hükmü ile hüküm verme! Onlar hakkında zâlimlerin tuttuğu yolu tutma! Böyle yaparsan hem kendi günâhını, hem de başka günâhları yüklenirsin... Senin felâketine sebeb olan şeylerden istifâde eden insanlar seni gaflete düşürmesin. Kendileri dünyâ menfaatlerini elde etmek için seni âhirette kavuşacağın nîmetlerden uzaklaştırırlar. Bu günkü gücüne kuvvetine bakma, âhirette hâlinin ne olacağını düşün ve ona göre iş yap. Ölüm bir ağ gibi seni sarmış her an yaklaşmaktadır. Hesap vereceksin.

Ey müminlerin emîri! Sana şefkat edip, elimden gelen nasîhatı yaptım. Bu mektubumu dostunu tedâvi eden tabibin ilâcı gibi kabûl et. O, dostunu şifâya kavuşturmak için acı ilâç içirir.

Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emîri."

Basra'da bulunduğu sırada evlenen Hasan-ı Basrî hazretlerinin Saîd ve Abdullah isminde iki oğlu ile bir kızı oldu. Mütevâzî bir evde yaşadığı gibi evinden hiç misâfiri eksik olmazdı. Tek başına yemek yediği görülmedi. Onun iki türlü meclisi vardı. Birincisi mütevâzi ve kerpiçten yapılmış olan evi, ikincisi ise mescidiydi. Mesciddeki meclisi umûmî olup ona herkes gelebiliyor ve orada her ilimden konuşulabiliyordu. Evindeki meclis ise husûsiydi. Daha ziyâde ihvân (kardeşler) ismini alanlar oraya gelebiliyordu. Bâzan evinin misâfirlerle dolup taştığı da olurdu. Hattâ öyle zamanlar olurdu ki, sabahın erken saatlerinde gelenler bir türlü evden ayrılmak istemezlerdi. Bir defâ oğlu onlara; "Şeyhi biraz rahat bırakınız. Onu çok yordunuz. Zîrâ daha bir şey yememiş ve içmemiştir." dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri oğlunun bu müdâhalesini uygun bulmayıp; "Sus. Allah'a yemin ederim ki, onları görmekten gözüme daha güzel gelen bir şey yoktur." diyerek oğlunu îkâz etti.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbetlerini cinnîler dahi dinlerdi. Talebelerinden birisi şöyle anlattı: "Bir gün sabah namazı vaktinden önce Hasan-ı Basrî hazretlerinin devamlı olarak namaz kıldıkları mescide vardım. Mescid daha açılmamıştı. Kapının üzerinde kilit vardı. Beklemeye başladım. İçerideki büyük bir kalabalıktan yüksek âmin sesleri geliyordu. Biraz sonra Şeyh hazretleri yalnız olarak dışarı çıktı. Ben büyük bir merakla âmin seslerinin kimin tarafından söylendiğini sordum. Şeyh hazretleri bana; "Yâ Abdullah kimseye söyleme. Her gün cinler gelir, benden duâ etmemi isterler. Ben de duâ ederim, onlar "âmîn" derler." buyurdu.

Bir gün Hasan-ı Basrî hazretlerine birisi gelip; "Filan kimse seni çekiştirdi, gıybet etti." deyince; "Sen o zâtın evine niçin gitmiştin?" diye sordu. O şahıs; "Misâfir olarak dâvet etmişti." dedi. Sonra, ne ikrâm ettiğini sorunca; "Çeşitli yemekler ve meşrubat..." cevabını aldı ve buna karşı; "Bu kadar yemeği içinde sakladın da, bir çift sözü saklayamayıp bana mı getirdin?" dedi.

Daha sonra kendisinin aleyhinde konuşan bu kimseye, bir tabak tâze hurma ile birlikte özür dileyerek, şöyle haber gönderdi: "Duyduğuma göre sevaplarını, benim amel defterime geçirmişsin! İsterdim ki, karşılık vereyim! Kusura bakmayın! Bizim hediyemiz sizinki kadar çok olmadı."

İbn-i Sîrîn ve Şâbî gibi zâtlarla da görüşüp sohbet eden Hasan-ı Basrî hazretleri pekçok talebe yetiştirdi. Onun yetiştirdiği zâtlardan iki yüz otuz altısının isimleri kitaplara geçmiştir. Bunlardan altmış sekizinin hadîs rivâyetleri Kütüb-i Sitte adı verilen meşhûr hadîs-i şerîf kitaplarında yer almaktadır.

Talebelerinin en meşhurları; Hasan-ı Basrî'nin tefsîrlerini nakleden Katâde, hadîsteki rivâyetlerini en iyi bilen Hişâm ibni Hassan, hadîs naklinde "hüccet" derecesine gelen Yûnus bin Ubeyd, "Basra gençlerinin seyyidi" buyurduğu ve hadîste hüccet derecesine yükselen talebesi Eyyûb ibni Ebû Temîme gibi kıymetli âlimlerdir.

Basra'da Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbetlerini dinleyen ve ondan istifâde eden tasavvuf ehli arasında Râbiatü'l-Adviyye, Mâlik bin Dînâr, Habîb-i Acemî gibi zâtlar da vardır.

Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği din bilgilerini ve doğru inanış olan Ehl-i sünnet îtikâdını naklederek insanların hidâyete kavuşmasına hizmet eden Hasan-ı Basrî hazretlerinin konuşması, ilmi, vakarı, sükûneti ve görünüşü Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) çok benzerdi. Tasavvuf hakkında söylediği sözler, diğer evliyâdan işitilmezdi."

Hasan-ı Basrî hazretleri verâ ve tevâzu sâhibiydi. Tevâzu alâmeti olarak sûf (yün) giyerdi. Buyurdu ki: "Bedir Harbine katılmış yetmiş kadar Sahâbiye yetiştim. Bunların sûftan başka bir şey giydiklerini görmedim. Sûf elbise giyen tevâzu için giyerse, Allahü teâlâ onun basîret nûrunu artırır. Riyâ ve büyüklenmek maksadıyla giyerse, mancınıkla Cehennem'e atar."

Âlimlerin ve ilmin fazîletiyle ilgili olarak da buyurdu ki:

Kıyâmet günü şehîdlerin kanı âlimlerin mürekkebi ile tartılacak, şehîdler diyecekler ki: "Âlimler zamanlarının ışık kaynağıdır. Her âlim zamânının lambasıdır. İnsanlar âlimler vâsıtası ile aydınlanırlar."

Hakîkî fakîh, dünyâya kıymet vermeyip, âhirete rağbet eden, hatâlarını görebilen, Rabbine ibâdette devamlı olan, şüphelilerden uzak duran, başkalarının bir şeyine zarar vermekten sakınan âlim kimsedir.

Gönlün ferah olup duânın makbûl olmasını istersen, şu beş şeyi terk etme:

1) Dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol.

2) Gece namazı kıl! Kazâya kalmış namazlarını, geceleri de kazâ ederek bir an önce öde! Farz namazı kazâya kalan kimsenin, sünnet ve nâfile namazları kabûl olmaz. Yâni sahîh olsa da sevap verilmez. Âlimlerimiz buyuruyor ki, şeytan, müslümanları aldatmak için, farzları ehemmiyetsiz gösterip, sünnet ve nâfileleri yapmaya sevk eder.

3) Tegannî etmeden Kur'ân-ı kerîm oku.

4) Namazlarını tam olarak, vaktin geldiğini bilerek ve evvel vaktinde kıl.

5) Helâl ye. Helâl yiyenin duâsı makbuldür. O halde helâli, haramı öğrenmek lâzımdır.

Hasan-ı Basrî hazretleri güzel ahlâk sâhibi ve cömertti. Maaşını alır almaz fakirlere dağıtırdı. Cimriliğin kötülüğünden bahsederdi. Cimri kimselerden birisinin vefâtı sırasında yanında bulundu ve ona; "O para ve malları sana teşekkür etmeyeceklere bıraktın, şimdi özrünü kabul etmeyecek olan Allahü teâlâya gidiyorsun." buyurdu. İsrâf hakkında da; "Bir kimsenin malını nereden kazandığını öğrenmek istediğiniz zaman, onu nereye harcadığına bakınız. Şüphesiz habîs yâni helâl olmayan kazanç israfta harcanır." buyurdu. Cimri ile müsrif arasında orta yolu seçen bir kimse olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Ey Âdemoğlu! Karnının üçte birine kadar ye, üçte birine kadar iç, üçte birini de düşünme ve teneffüs (solunum) için ayır." sözü tıp otoritelerini hayrete düşürecek mâhiyettedir.

Hasan-ı Basrî hazretleri Mekke-i mükerremede duânın kabûl olduğu yerleri şöyle bildirdi: 1) Tavafta, 2) Mültezemde (Hacer-i esved ile Kâbe-i muazzamanın kapısı arasındaki kısım), 3) Altın oluğun altında, 4) Kâbe-i muazzamada ve onun içinde, 5) Zemzem kuyusunun yanında otururken ve Zemzem suyu içerken, 6) Safâ ve Merve'de, 7) Safâ ile Merve arasında, 8) Tavâf edip iki rekat tavâf namazı kıldıktan sonra Makâm-ı İbrâhim arkasında, 9) Arefe günü Arafat'ta, 10) Bayram gecesi güneş doğuncaya kadar Müzdelife'de, 11) Mina'da, 12) Şeytan taşlama ânında.

Bir sohbeti esnâsında da buyurdu ki:

"Kalbin bozulması altı şeydendir: 1) Allahü teâlânın rahmetini umarak, tövbeyi terk etmek, 2) İlmi ile amel etmemek, 3) Amelinde ihlâs sâhibi olmamak, 4) Allahü teâlânın ihsân buyurduğu rızkı yiyip, şükür etmemek, 5) Allahü teâlânın taksimine râzı olmamak, 6) Vefât edenleri kabrine defnedip, onlardan ibret almamak. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Kabir, âhiret konaklarının ilkidir. Ondan kurtulana, ondan sonrası daha hafif ve kolay, ondan kurtulamayana, ondan sonrası daha zor ve çetindir."

Vâz ve nasîhatler öyle kamçılardı ki, onlarla kalplere vurulur. Nasıl gözümüzle gördüğümüz kamçılar bedene vurulduğu zaman tesir ederse, nasîhatler de öyle kalbe tesir eder. Büyüklerden birisi şöyle buyurdu: "Ancak temiz bir kalpten çıkan nasîhatler tesir eder. Çünkü kalpten gelerek yapılan nasîhat kalbe gider. Sâdece dille yapılan nasîhatler bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkar, tesirli olmaz. İlmiyle amel etmeyen âlim mum gibidir. İnsanları aydınlatır fakat kendisini yakıp bitirir."

Hasan-ı Basrî hazretleri değişik zamanlardaki vâz ve nasîhatlerinde buyurdu ki:

"Bid'at sâhibi ile oturup kalkmayınız. Çünkü o, kalbi hasta eder."

"Allahü teâlâ hakkı için söylüyorum. Hiçbir kimse altın ve gümüşü ile Allahü teâlâ katında azîz olmadı. Altını ve gümüşü olmayan hiç bir kimse de Allahü teâlâ katında bu sebeple zelîl olmadı."

"Eğer insan günâhını küçük görürse, ona ehemmiyet vermez. O zaman o günâh büyük günâh hâlini alır. Eğer insan günâhını büyük görür, onun için istiğfâr eder, onu gizler ve tövbe ederse o günâh küçücük kalır."

"Müminin ahlâkı, zenginlikte iktisâd, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamânında sabırdır."

Hasan-ı Basrî hazretleri tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem de hâl ile yâni günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle helâllaşmakla yapılması lâzım olduğunu belirtmiştir. Şartlarına uygun olmayan tövbenin tam tövbe olmadığını belirtmek için; "Bizim tövbemiz de tövbeye muhtaçtır." demektedir.

Bir kimse gelerek; "Şimdi münâfık var mı?" diye sordu. "Eğer şimdiki münâfıklar, öldürülüp, cesetleri sokaklara atılsa, hiçbir yere çıkamazdınız." buyurdu.

Bir defâsında da; "Allahü teâlâya ve kullarına karşı edepli olmayan kimsenin ilmine îtibâr edilmez. Belâ ve musîbetlere, insanlardan gelen sıkıntılara günahlardan sakınıp, farzları yerine getirmeyenin dindarlığı mûteber değildir. Haramlardan ve şüphelilerden sakınmayanın Allahü teâlâ katında bir mertebesi ve yakınlığı yoktur." buyurdu.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin Şem'ûn adlı mecûsî bir komşusu vardı. Onun müslüman olması için Allahü teâlâya geceleri niyâz ederek ağlayıp yalvarırdı. Komşusu bir hastalığa tutuldu. Tutulduğu hastalıktan kurtulamayan mecûsî son derece halsiz düştü. Hasan-ı Basrî onu ateşten korumak için yanına gitti. Sonra ona Kelime-i tevhîdi telkîn etti. Allahü teâlânın sıfatlarını açıkladı ve buyurdu ki:

"Ey Şem'ûn! Şu kadar müddetten beri ömür sürüp, rızkın için çalışıp didindin. Ama bu gayretlerin boşa çıkacaktır. Zîrâ sen uzun yıllar ateşe taptın, gece ve gündüz yaratıcı sanarak ona secde eyledin ve küfründe ısrâr ettin. Bu sebeple yerin ateş olacaktır. Ancak şimdiden sonra tövbe ederek "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" deyip, O'nu zikredip verdiği nîmetlere şükredici olmalısın ki, Hakk'ın dergâhına vardığında kendine Cennet'i mekân bulasın." buyurdu. Mecûsî bâzı bahâneler ileri sürerek îmân etmek istemedi. Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: "Senin dediğin hususlar teferruattır. Asıl olan îmândır. Îmânla şereflenenler Cehennem ateşine girseler bile elîm azâba uğramazlar. Hattâ Cehennem ateşi bile îmânı kuvvetli bu kişilere pek tesir etmez. Cehennem müminlere hitâb ederek; "Günâha müptelâ olanlara günâhları kadar azâb olursa da sonra çok sevaplara kavuşurlar. Ama kâfirler ebedî, sonsuz azâb içinde nice bin türlü eziyete düçar olacaklardır. Hak teâlâ müminleri dünyâda da kerâmet ehli kılıp, hakîkati göstermek için peygamberlerin vârisleri olarak onları kuvvetlendirmiştir. Eğer diğer ateşe tapanlar gibi acıklı bir azâba uğramak istemiyorsan, gel ikimiz elbiselerimizi çıkarıp yanan fırına girelim. Bakalım hangimizin bedenini ateşin alevleri yakmayacak." buyurdu.

Hasan-ı Basrî orada yanan bir ateşin içine kollarını sıvayıp soktu ve; "Ey Şem'ûn! Ateş dünyâ ve âhiret mahlûkudur ve Hakk'ın emriyle yakar. Allah'ın emriyle ateşin mizâcı su gibi, suyun mizâcı ateş gibi olur." buyurarak kor hâlindeki ateşten kollarını çekti. Fakat ellerinde en ufak bir yanma alâmeti görülmedi. Bu hal karşısında gönlü yumuşayan mecûsî, İslâma meyletti ve; "Ey Hasan! Bütün sözlerin ve davranışların güzel. Fakat bu kadar telef edilmiş ömürden ve işlediğim kötülüklerden sonra affa ve merhâmete lâyık olur muyum? O Kelîme-i tevhîdi söylemekle Cennet'e girip hûrilere ve gılmâna nâil olabilir miyim?" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri; "Evet." buyurdu. Mecûsî; "Ey Hasan! Eğer bana bir ahitnâme yazıp bana kefil olursan, îmâna gelirim. Yoksa korkarım." dedi. Hasan-ı Basrî gereken teminâtı vererek onun Kelîme-i tevhîd ile îmân etmesine vesîle oldu. Şem'ûn Hakk'ın affına kavuştu. Sonra da vefât etti. İsteği üzerine ahidnâme ile birlikte mezârına koyup defnettiler.

Hasan-ı Basrî hazretleri evine döndüğünde kendi kendine yaptığına pişman oldu ve; "Ey Şeyh Hasan! Sen gayba hükmederek, küstahlıkta bulundun, acâip sözler söyledin." dedi. Bu düşünceyle uykuya vardığında, rüyâsında Şem'ûn'un yeni müslüman olmuş, nûrlar ve ışıklara boyanmış başına kıymetli Cennet taşlarıyla süslenmiş bir tâc, beline altın bir kemer kuşanmış bir halde Cennet'e doğru gittiğini gördü. Şem'ûn Hasan-ı Basrî'ye yönelerek; "Allahü teâlâ bir zengin pâdişâhmış. Kullarına lütfu büyük ve merhâmetinden bir damla içmekle benim gibi binlerce âsîler rahmetine gark olurmuş. Allah'ın yardımıyla bu âsînin günahları ve hatâları iyiliğe çevrilip Cennet-i âlâ bize nasip kılınmıştır." dedi ve; "Senin yazdığın o kâğıda ihtiyaç kalmadı. İşte kâğıdın." deyip Hasan-ı Basrî'nin eline verdi. Sabahleyin uykudan uyanan Hasan-ı Basrî hazretleri o kâğıdı elinde buldu.

Ömrünün son yılları hastalık ile geçti. Ölüm döşeğindeyken devamlı; "Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine O'na döneceğiz, derler." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. Vefât etmeden önce şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu sıhhatli günlerinde ve hasta olduğu günlerde faydalı şeyler yapmış olsa (ömrünü iyi değerlendirse) ne iyi olur." bundan sonra da vasiyetini şöyle yazdırmıştır: "Hasan ibni Ebi'l-Hasan şehâdet eder ki: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem O'nun Resûlüdür." dedikten sonra Muâz bin Cebel'den (radıyallahü anh) şu hadîs-i şerifi rivâyet etti: "Bir kimse ölüm ânında sıdk ile kelime-i şehâdet getirerek ölürse Cennet'e girer."

Evinde, yapraklı hurma dallarından dokunmuş bir divandan başka bir şey bulunmayan Hasan-ı Basrî hazretleri ölüm hastalığı sırasında şu duâyı okudu: "Allah'ım! Ben bineğimin eğerini bağladım, yaygısı toprak olan kabir yerine seferimin hazırlığını yaptım. Benden sonra bana nisbet edilenlerle beni muâheze etme (sorguya çekme). Allah'ım! Resûlünden bana ulaşanı tebliğ ettim. Peygamberinin hadîsinin tasdîk ettiği ile Kitâbın olan Kur'ân-ı kerîmi tefsîr ettim. Şu kadar var ki, ömrümün hesâbından korkuyorum. Ömrümün hesâbından korkuyorum."

Vefât etmeden az önce, bir müddet kendinden geçti ve tekrar ayıldı. Sonra da; "Beni Cennetlerden, pınarlardan ve güzel konaklardan uyandırdınız." buyurdu.

Normal fasîh ve beliğ konuşma melekesini kaybetti. 728 (H. 110) senesi Receb ayının evvelinde bir Cumâ gecesi Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Rûhunu teslim ettiği anda seksen sekiz yaşındaydı. Cenâzesini talebelerinden Eyyûb ile Humeydü't-Tavîl yıkadılar. Cumâ namazından sonra cenâze namazı kılındı. Bütün Basra halkı onun cenâzesinde bulundu. Onun cenâzesinde meşgûl olmaları sebebiyle o gün ikindi namazı câmide cemâatle kılınamadı. Sâlihiyye denilen yerde defnedildi. Kabri hâlen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Pekçok âlim ve velî yetiştirmiş olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin tasavvuftaki yolunu dört halîfesi devâm ettirdi. Bu halîfeleri, Mâlik bin Dînâr, Utbe-i Gulâm, Ebû Hâşim-i Mekkî ve yerine vekil bırakmış olduğu Habîb-i Acemî'dir. Hasan-ı Basrî'nin hazret-i Ali'den aldığı tasavvuftaki yoluna daha sonra Edhemiyye ve Çeştiyye adları verilmiştir.

Îmânla ilgili meselelerde çeşitli bozuk ve sapık fırkaların ortaya çıkmaya başladığı bir devirde yaşayan ve birçok kıymetli eserler yazan Hasan-ı Basrî hazretleri, Peygamber efendimizin ve O'nun Eshâb-ı kirâmının yolu olan Ehl-i sünnet yolunun savunuculuğunu yaptı. İlmiyle ve güzel ahlâkıyla insanların bu dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşabilmeleri için gayret etti.

Eserleri: 1) Tefsîr-ul-Haseni'l-Basrî: Bu kitabı bir bütün olarak zamânımıza kadar ulaşmamıştır. Ancak kaynak tefsir kitaplarında dağınık rivâyetler hâlinde bulunmaktadır. 2) Kitâbü'l-Hasen ibni Ebi'l-Hasen fil Aded: Kur'ân-ı kerîmin âyetlerinin adedi ile ilgilidir. 3) Risâle fî Fadlı Harami Mekketi'l-Mükerreme: Mekke'nin fazîletine dâirdir. 4) Risâle Abdi'l-Melik ibni Mervan ilâ Hasen-il Basrî ve Cevâbihi Aleyha: Halîfe Abdülmelik'e yazılmış bir risâledir. 5) Risâle Erbea ve Hamsin Farîda: Elli dört farzı anlatan bir kitaptır. 6) Îmânda aranılacak elli fazîlet hakkında bir risâlesi, 7) El-İstigfârâtu'l Munkıze Mine'n-Nâr (Bu kitabın bir adı da Errâd-ı Hıfzıyye'dir.) İstigfâr, yâni tövbe hakkındadır. Bunlardan başka eserlerinin de olduğu kaynaklarda bildirilmektedir.

ŞEYTANIN VESVESESİ

Hasan-ı Basrî hazretlerinin talebeleri şeytanın vesvesesinden şikâyet ederek; "Yâ Şeyh! Şeytandan gâyet incindik. Hep bizi yaramaz işlere teşvik ediyor. "Elinize geçen dünyâyı sıkı tutun, size lâzım olacak." diyor ve bizi hayırdan alıkoyuyor." dediler. Hasan-ı Basrî hazretleri gülümseyerek buyurdu ki: "Şimdi buradaydı. O da sizden şikâyet etti. Dedi ki: "Şu Âdemoğullarına nasîhat eyle de benim hakkıma tamah etmesinler. Kendi haklarına râzı olsunlar. Ne zaman ki Hak teâlâ beni huzûrundan kovdu, dünyâyı ve Cehennem'i bana mülk kıldı. Cennet'i ve kanâati ise onlara verdi. Şimdi bunlar kendi haklarını bıraktılar benim mülküme tamah ediyorlar. Ben de onların îmânlarını almayınca dünyâyı kendilerine vermiyorum." dedi. Eğer şeytanın vesvesesinden emin olmak isterseniz, dünyâyı terk edin ve endişesini gönüllerinizden çıkarın." Bu nasîhatleri dinleyen talebeleri başlarını öne eğerek huzûrundan ayrıldılar.

MADEM Kİ HEPİMİZ ÖLECEĞİZ...

Allah korkusu ile çok ağlardı. Bir defâsında dostlarından birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedilince kabir başında ağlayıp, çok göz yaşı döktü. Sonra orada bulunanlara şöyle dedi: "Ey müslümanlar! Kabir dünyâ konaklarının sonu, âhiret menzilinin ilkidir. Mâdem ki hepimiz ölüp kabre gireceğiz, o halde nasıl zevk, safâya dalıp, gezebiliriz. Îmân ehlinden olanlar kaygılı uyanır, kaygılı akşamlar. Bunlar iki korku arasındadır. Biri geçmiş bir günah ki, Allahü teâlâ tarafından nasıl karşılanacağı belli değil. Biri kalan bir ömür ki, devâmı müddetince hangi tehlikelerle karşılaşılacağı belli değildir. Sonunda ölüme varacağını bilen, kıyâmette kalkılacağına inanan, kalkınca Allah'ın huzûruna çıkacağına kânî olan kişiye gereken şey, üzüntü ve endişe içinde olmaktır." Orada bulunanlar bu sözlerinden dolayı ağladılar. Başka bir seferde de; "Eğer Kur'ân-ı kerîm okuyorsanız, dünyâda hüznünüz çok olsun, çokça ağlayasınız." buyurdu.

ANA BABAYA HİZMET

Kâbe-i muazzamayı ziyâret ederken bir zâtın, arkasında bir zenbille tavâf ettiğini gördü. Hasan-ı Basrî hazretleri o kimseye; "Kardeşim arkandaki yükü koyup öyle tavâf etsen daha iyi olmaz mı?" buyurdu. O kimse; "Bu arkamdaki yük değil babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere sırtımda getirip hac yaptırdım. Çünkü bana dînimi, îmânımı o öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi." cevabını verdi. Sonra; Hasan-ı Basrî hazretleri; "Kıyâmet gününe kadar böylece arkanda getirip, tavâf eylesen, bir kere kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider ve yine bir defâ gönlünü yapsan bu kadar hizmete mukâbil olur." buyurdu.

1) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.114, 156
2) Hilyetü'l-Evliyâ; c.2, s.131
3) Tezkiretü'l-Evliyâ; s.17
4) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.389
5) Risâle-i Kuşeyrî; s.288, 296, 330, 359, 469
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.98, 1065, 1079, 1084
7) Vefeyâtü'l-A'yân; c.2, s.72
8) Ravdu'r-Reyyâhîn; s.102, 116, 158
9) Sıfâtü's-Safve; c.3, s.155
10) Hasan-ıBasrî (İbnü'l-Cevzî)
11) Tabakâtü'l-Kübrâ (Şa'rânî); c.1, s.31
12) El-Kevâkibü'd-Düriyye; c.1, s.17
13) Hasan-ı Basrî ve Tefsîrdeki Metodu (Doktora tezi, Dr. Ethem Levent)
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.200-205
15) Lemezât; s.159