Eşrefoğlu Rumi
Anadolu'da
yaşayan büyük velîlerden, şâir. İsmi Abdullah olup, babasınınki
Eşref'dir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır'dan İznik'e
göç etti. Eşrefoğlu Rûmî İznik'te doğdu. Doğum târihi belli değildir.
1484 (H. 889)'da İznik'te vefât etti. Türbesi İznik'tedir. Eşrefzâde-i
Rûmî diye de bilinir.
Babasının terbiyesi altında
büyüyen
Eşrefoğlu Rûmî, önce İznik'te bulunan medreselerde çeşitli âlimlerden
ders aldı. Zamânın zâhirî ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra
Bursa'ya giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed'in medresesine girdi. Burada
tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sâhibi olan âlimler
derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca, Bursa'da müderrislik yapan
hocası büyük âlim Alâeddîn Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi
Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rûmî bir sabah
vakti medrese civârında dolaşırken, zamânın velîlerinden olan Ebdal
Mehmed'e rastladı. Kalbinden; "Tasavvuf yolundan bana nasîb var ise
bâzı alâmetler görünsün." diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed
kendisine bakarak; "Ey medreseli! Bize köfteli çorba getir." dedi. Bu
söz üzerine çarşıya gidip, köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli
boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed'e gelirken yoldaki
çamurdan bir parça alarak, birkaç yuvarlak köfte hâline getirip,
çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca
Eşrefzâde'ye; "Hani bunun köftesi?" diye sordu. Daha sonra çorbayı
iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu'na uzatarak; "Ye bunu!" dedi. Eşrefoğlu
büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine
atılan çamur parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zât; "Ya sen
olmayıp da kim olsa gerek." şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı.
Eşrefoğlu bu sözlerden bir mânâ çıkaramamasına rağmen, tasavvuf yoluna
girmesi hususunda bir işâret olduğuna inandı.
Nefsini terbiye etmek, kalp
aynasını
cilâlamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca
bulmanın şart olduğunu düşünerek, kitaplarını dağıttı ve Bursa'da
bulunan Emîr Sultan'ın huzûruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle
şereflenmek istediğini bildirdi. Emîr Sultan, Abdullah'ın tasavvuf
yolunun aşkıyla yandığını görünce, onu evliyânın büyüğü Ankara'daki
Hacı Bayrâm-ı Velî'ye gönderdi. Sonra, Ankara'ya gidip, yeni hocasına
tam teslim oldu.
Hacı Bayrâm-ı Velî
hazretleri,
Abdullah'daki kâbiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek
vazîfeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir âlim olduğu halde,
hocasının emîrlerine "Bâşüstüne" diyerek sarıldı. Kendisine verilen
helâ temizleme vazîfesini, bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin
isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti.
Bu şekilde riyâzet ve mücâhedeye devâm etti. Hocası Hacı Bayrâm-ı
Velî'ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında
hocasının; "Üstâdın huzûrunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır." sözü
üzerine, yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suâllere
kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat ederdi. Eşrefoğlu
Abdullah, on bir sene içinde pekçok imtihandan geçti. Yaptığı güç
işlerden hiç şikâyette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti
ve hürmeti üzerine, Hacı Bayrâm-ı Velî kızı Hayrünnisâ'yı ona nikâh
ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devâm eden Eşrefoğlu
Abdullah, hocasından izin alarak Allahü teâlânın emîr ve yasaklarını
bildirmek üzere İznik'e gitti. Orada kendi iç âlemiyle başbaşa kaldı.
Hocasından ayrılığı onu yaktı, hasretine fazla dayanamadı ve tekrar
Ankara'ya döndü. Hacı Bayrâm-ı Velî, dâmâdını, tasavvuf yolunda
derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik'e gönderdi. Orada kırk gün
nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini, sonra Ankara'ya
gelmesini emretti. İznik'e gidip geldikten sonra, hocasının; "Hama
şehrinde Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin
Hamevî'nin huzûruna gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz." buyurdu. Bu emri
yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı
Züleyhâ'yı bir merkebe bindirerek, Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedâlaştı.
Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra, Hama'ya yeni hocasının
huzûruna vardı.
O gün hacdan dönen Hüseyin
Hamevî, ilâhî
bir ilhâm ile Eşrefzâde'nin gelmekte olduğunu anlayarak, talebelerine;
"Bugün Anadolu'dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız." buyurdu.
Karşılamaya çıkan talebeler zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı
elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rûmî yanlarından geçtiği
halde, hocalarının söylediği zâtın o olduğunu anlayamadılar. Dergâhın
kapısına varan Eşrefzâde Rûmî, Hüseyin Hamevî tarafından îtibârla içeri
alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevî'nin hanımı tarafından
kendilerine ayrılan odaya götürüldü.
Hüseyin Hamevî, bu yeni
talebesinin önce
nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu.
Eşrefoğlu Abdullah, Hama'da da sıkı bir riyâzet ve mücâhedeye tâbi
tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah'a ziyâde
teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü.
Eşrefoğlu'nu hareketsiz görünce, öldü zannedip, telaşlandı ve durumu
hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevî bu
duruma aldırış etmedi. Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında,
büyük bir vecd hâli içinde kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve
hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekler âlemini seyretmenin
lezzetinden ayırdıklarında; "Sultanım bize kıydınız." diyerek gözlerini
açtı. Bu kırk günlük imtihânı başarıyla veren Abdullah, tasavvufta pek
yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin Hamevî'nin
halîfesi olarak Anadolu'da Kâdirî yolunu yaymak üzere vazîfelendirildi.
"Halk senin zâhirine de
bakar. Onun için
kıyâfetini biraz düzeltmen lâzımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al, giy."
buyurunca, Eşrefoğlu hırkayı giydi, pabuçları da başına geçirerek;
"Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil, başıma olsa gerektir." dedi.
Hocasının emri üzerine yola
çıkmak üzere
hazırlık yaptığı sırada, Hüseyin Hamevî'nin eski talebeleri aralarında;
"Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet
verilmedi. Bu Rûmî denilen ve Anadolu'dan gelen kimseye kırk günde hem
himmet, hem de icâzet verildi. Bu nasıl iştir?" diye konuşuyorlardı.
Hüseyin Hamevî, Allahü teâlânın izniyle bu duruma vâkıf oldu.
Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında; "Yâ Rûmî! Bu kadar
misâfirimiz oldun. Sana bir ziyâfet veremedik. Bir ziyâfette bulunalım.
İnşâallah ondan sonra gidersin." dedi. Yemekler hazırlanıp, talebeleri
ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevî suyu bulunmayan bir
yerde oturulmasını emretti. Talebeleri; "Sultanım, burada su yoktur,
namaz zamânı abdest almak îcâb ettiğinde sıkıntı çekeriz." demelerine
rağmen Hüseyin Hamevî oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri
üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak îcâb etti. Hüseyin
Hamevî, Eşrefoğlu hâriç bütün talebelerine su aramalarını söyledi.
Talebelerin; "Sultanım burada su yoktur." demelerine rağmen; "Hele siz
bir arayın belki vardır." buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen
bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevî; "Rûmî! Gerçi sen misâfirsin.
Misâfire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su
bulursun." deyince, Eşrefoğlu; "Emriniz başım üstüne." diyerek hemen
aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip, teyemmüm etti ve secdeye
varıp Allahü teâlâya şöyle yalvardı: "Yâ Rabbî! Hocam su istiyor.
Lutfet, su ihsân eyle." Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde
ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup
hocasına götürdü. Hüseyin Hamevî talebelerine dönerek; "Su olmadığını
iddiâ ediyordunuz. Bakın Rûmî nasıl bulmuş!" dedi. Talebeler hemen
suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını
görünce, hocalarının Eşrefoğlu'na himmet etmesinin sebebini anladılar.
Hüseyin Hamevî, Abdullah'ı
Anadolu'ya
uğurladıktan bir müddet sonra, arkasından baktı ve; "Abdullah-ı Rûmî
koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sînesine aldı."
buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara'ya giden Abdullah-ı Rûmî,
kayınpederi Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yanında bir müddet daha kaldıktan
sonra İznik'e gitti.
İznik'te önceleri münzevî,
yalnız bir
hayat yaşayan Eşrefoğlu, şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin
dikkatini çekmeden fakirâne bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak
kalmaya çalıştı. İznik'e Hama'dan bir zâtın gelmesi ile durum değişti.
O zât herkese Eşrefoğlu'nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca, İznik
halkı kendisine hürmet ve îtibâr göstermeye başladı. Bundan rahatsız
olan Eşrefoğlu Rûmî dağlara çekildi, tekrar uzlet hayâtına başladı.
Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı.
Gâyesi onu teslim edip mükâfât almaktı. Fakat onun şöhretini duyan
köylünün annesi, kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı, köylü ve annesi
de Eşrefoğlu'na talebe oldu. Bunun üzerine İznik'e dönen Eşrefoğlu asıl
vazîfesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan
ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir
dergâh yaptırdı. Eşrefoğlu Rûmî burada talebelerine ders vermeye,
Kâdirî yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini
terbiye etmek için, riyâzet ve mücâhedeler yaptırmaya, gurur, kibir,
ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.
Bir gece Eşrefoğlu Rûmî
dergâhında ibâdet
ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O ışıktan şöyle bir hitap
duyuldu: "Ey kul!Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana
helâl kıldım." Eşrefoğlu bir anda Allahü teâlânın izni ile sesin sâhibi
olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan;
"Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir.
Sen ise beni öldürmek istiyorsun." deyince, Eşrefoğlu; "Ey mel'ûn! Sen
benim talebelerimin ve dostlarımın îmânlarına kasdetmeyeceğine dâir söz
verirsen, salarım." dedi. Şeytan da; "Onların îmânlarına
kasdetmeyeceğime söz veriyorum." dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî;
"Ey mel'ûn! Allahü teâlâ ile olan ahdine vefâ etmedin. Benimle olan
ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma." dedi ve saldı.
Talebeleri; "Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?" diye sorunca;
"Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü
teâlânın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar
bâkidir." buyurdu.
Eşrefoğlu'nun gayretli
çalışmaları ve
büyüklüğü çevreden işitilmeye başlandı. Bursa'dan, İstanbul'dan ve
diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla şereflenmek
isteyenler çoğaldı. Hattâ Sadrâzam Mahmûd Paşa, onun talebesi olmak
isteğinde bulundu. Onun yoluna girdi. Abdullah-ı Rûmî hazretleri,
talebeleri arasında en ileri olan Abdürrahîm-i Tırsî'yi yerine halîfe,
vekil bıraktı ve kızı Züleyhâ ile nikahladı. Abdürrahîm-i Tırsî, hocası
ve kayınpederi Abdullah-ı Rûmî'ye çok bağlı idi.
Abdullah-ı Rûmî, Fâtih Sultan
Mehmed
Hanın İstanbul'u fethinden önce Müzekkin-Nüfûs isimli bir
kitap yazdı. Bu kitabını okuyan herkes çok beğendi. Bundan ayrı olarak
Tarîkatnâme,
Delâlil-ün-Nübüvve, Fütüvvetnâme, İbretnâme, Mâzeretnâme, Elestnâme,
Nasîhatnâme, Hayretnâme, Münâcaatnâme, Cinân-ül-Cenân, Tâcnâme,
Esrâr-ut-Tâlibîn gibi eserleri vardır. Dîvânında pek güzel
şiirler, kasîdeler bulunmaktadır. Yûnus Emre'nin şiirleri tipinde
şiirler söylemiştir. Şiirlerinde, "Eşrefoğlu Rûmî" mahlasını kullanan
Abdullah-ı Rûmî daha çok öğüt tarafındadır. Halk arasında en çok
söylenen ve en meşhur şiiri tövbeye geldir.
Abdullah-ı
Rûmî, bir
sohbetinde Ebülleys-i Semerkandî'den naklen şöyle anlattı:
Bir târihte Bağdât'ta,
zenginler hacca
gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla yanan bir fakîr de, o sene
hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola çıktı. Kâfile hareket
etmeden önce, herkes eşi-dostu ile helâllaştı.
Şehir dışına çıkıldığında, zenginlerden biri bir fakîrin de hacca
gittiğini görünce;
"Bineğin yok, azığın yok. Sen hacca nasıl gideceksin? Bâri cebinde
birkaç bin altının var mıdır?" diye alay etti.
Fakîr, bu zenginin alaylı sorusuna çok üzüldü ve;
"Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir.
Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz." diyerek, zenginin bulunduğu yerden
mahzûn bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini yapana kadar da o zengine
hiç görünmedi. Herkes Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye yola
çıktıkları zaman, o zengin, fakîri sağ sâlim tekrar karşısında görünce
hayret etti ve;
"Komşu, sen de buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi?" diye
sormaktan kendini alamadı.
Fakîr de;
"Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün karasına
bakmayıp, bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi nasîb etti. Geldim, Beyt-i
şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum." dedi.
Zengin;
"Hacı efendi! Acabâ sana da berât verdiler mi?" diye sordu.
Fakîr; "Bu ne berâtıdır ki?" dedi.
Zengin;
"Beyt-i şerîfi ziyâret edenlere, Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât
kâğıdı verilir." diyerek, koynundan herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri
aldattı.
Fakîr, berât kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzüldü. Derhal
geriye dönüp Harem-i şerîfe geldi. İki gözü iki çeşme hâlinde, kanlı
yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü teâlâya kırık bir gönülle duâlar
etmeye, yalvarmaya başladı:
"Ey âlemleri yaratan yüce Rabbim! Sen herşeye kâdirsin, ganî bir
pâdişâhsın. İhsânların bütün kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den
âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına berat vermişsin.
Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu garîb kulun âzâd olmadı mı?"
deyip bayıldı. Baygın hâlde iken, mânâ âleminden yanına bir kimse
gelip;
"Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!"
diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek ayıldı.
Elinde, dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen, yeşil renkli nûrdan yazıları
olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp
başına koyan fakîrin sevincinden neredeyse aklı gidecekti. Şükür
secdesine kapandı. Ömründe hiç görmediği o berâtı, yüzüne ve gözüne
sürdü, bağrına bastı ve koynuna sokarak arkadaşlarına yetişmek için
hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Arkadaşları, geriden fakîrin
geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına soluk soluğa gelen
fakîre alayla;
"Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi?" diye sordular.
Fakîr de koynundan berâtını çıkararak;
"İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım!" diyerek, misk kokulu berâtını
zengine sunuverdi. Herkes yerinde donakalmıştı. Berâtı alan zengin,
nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca, aklı
başından gidip, atından düştü. Bir süre yerde baygın yatan zengini zor
ayılttılar. Kendine gelen zengin, kâğıdı öpmeye, misk kokusunu
koklamağa başladı. Kendi kendine de; "Vâh, vâh benim boşa geçen ömrüme!
Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu
saâdete ben de kavuşsaydım. Bu fakîr, sadâkati sebebiyle bu mertebelere
ulaştı. Ben ise zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm
oldum. Bütün malımı versem, bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam"
diyerek âh eyledi. Gözlerinden kanlı yaşlar döktü.
Fakîr;
"Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben öldüğüm zaman kefenimin
arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu göstereyim." dedi.
Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun yolculuktan
sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı, berâtı sandığına koydu.
Aradan günler geçti. Zengin, ticâret için başka memlekete gittiğinde,
fakir vefât etti. Yıkayıp kefenlediler, fakat berâtını bulup kefenin
içine koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç
ay geçtikten sonra, zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda;
"Sizlere ömür! Sen gittikten sonra vefât etti." dediler.
Zenginin
sanki dünyâsı başına yıkıldı. Çok ağladı ve;
"O zavallının bende pek kıymetli bir emâneti vardı. Onu yerine
getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış oldum. O âhirete göçtü,
berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım." dedi. Hemen
sandığın yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde bulamadı.
Tekrar tekrar aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım.
Belki, birisi beratı alıp ona vermiştir." dedi.
Kazma
kürek alarak kabre gitti. Mezarını açmak istedi. O anda;
"Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik, dışarıda bırakmadık!" diyen bir
ses işitti. Nereden geldiği belli olmayan bu ses karşısında zengin,
düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü.
Fakîr;
"Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana
verildi. Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce
sorgu suâl bile etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb
olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı olsun." deyip kayboldu. Zengin
ayıldığında, doğru evine gidip, fakir için hatimler okuttu. Yemekler
pişirtip, yetimleri, fakirleri doyurdu."
TESBİH EDEN MENEKŞELER
Vakit ilk bahar olduğu için
çiçekler yeni
açmıştı. Abdest alıp namaz kıldıktan bir süre sonra Hüseyin Hamevî
talebelerine; "Biraz menekşe toplayıp, getirin." buyurdu. Talebelerin
herbiri bir tarafa dağıldı. Demet demet menekşe toplayıp, hocalarına
getirdiler, Eşrefoğlu ise hocasının huzûruna elindeki bir menekşe ile
vardı. Hüseyin Hamevî; "Rûmî, misâfir olduğun için menekşenin yerini
bulamadın herhalde." deyince, o; "Sultanım hangi menekşeyi koparmak
istedimse; "Allah rızâsı için beni koparma, zikir ve ibâdetimden
ayırma." diye söyledi. Ben de dolaştım. Bir yerde ibâdeti bitmiş bir
menekşe gördüm. Onu koparıp getirdim." dedi. Bu sözleri işiten diğer
talebeler onun üstünlüğünü bir kere daha anlamış oldular ve
düşüncelerinden tövbe ettiler.
TÖVBEYE
GEL
1
Ey hevâsına tapan,
Tövbeye gel, tövbeye,
Hakka tap, Haktan utan,
Tövbeye gel, tövbeye.
|
2
Nice nefse uyasın,
Nice dünyâ kovasın,
Vakt ola usanasın,
Tövbeye gel, tövbeye. |
3
Nice beslersin teni,
Yılan çıyan yer anı,
Ko teni, besle cânı,
Tövbeye gel, tövbeye. |
4
Sen dünyâ-perest oldun,
Nefsin ile dost oldun,
Sanma dirisin, öldün,
Tövbeye gel, tövbeye. |
5
Sen teni, sandın seni,
Bilmedin senden teni,
Odlara yaktın cânı,
Tövbeye gel, tövbeye. |
6
Gör bu müvekkelleri,
Yazarlar hayrı, şerri,
Günâhtan gel sen beri,
Tövbeye gel, tövbeye. |
7
Ey miskin Âdemoğlu,
Usan tutma âlemi,
Esmeden ölüm yeli,
Tövbeye gel, tövbeye |
8
Ölüm gelecek nâçar,
Dilin tadını şeşer,
Erken işini başar,
Tövbeye gel, tövbeye. |
9
Göçer bu dünyâ kalmaz.
Ömür pâyidâr olmaz,
Son pişman, assı kılmaz
Tövbeye gel, tövbeye. |
10
Tövbe suyuyla arın,
Deme gel bugün yârın,
Göresin Hak dîdârın,
Tövbeye gel, tövbeye. |
11
Eşrefoğlu Rûmî sen,
Tövbe kıl erken uyan,
Olma yolunda yayan,
Tövbeye gel, tövbeye. |
|
DÜNYÂ
DEDİKLERİ
Eşrefzâde Rûmî bir vâzında
şöyle buyurdu:
Ey müslümanlar! Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir. Hiç olduğu
şuradan anlaşılıyor ki, sonucu hiçtir. Hiç olan dünyâya gönül veren,
yolunda ömrünü çürüten ve hiç olan şeyi isteyenler de bir hiçten ibâret
kalacaklardır. Amma hiçi hiç sayan âriftir.
Azîzim! Sen o sultanları
gözünün önüne
getir ki, onlar dünyâya geldiler. Lâkin dünyâya îtibâr etmediler.
Dünyânın arkasına düşüp hırsla dünyâlık toplamaya çalışmadılar. Âhiret
amelleriyle meşgûl oldular. Onlar, bu dünyânın âhiret yolunun üzerinde
bir yol uğrağı olduğunu anladılar. Buna aldanmak olur mu? Yol
tedârikinde bulunup kâfileden ayrılmadılar. Bu dünyâya gönül verip
aldanmadılar.
Azîz kardeşim! Temiz ve pak
erler ile
aziz canları gör. Onlar bu dünyâya aldanmadılar. Allahü teâlâ
kendilerine ne verdi ise nefislerinden kestiler. Kendi nefislerine
vermeyip fakirlere dağıttılar. Açları doyurup, çıplakları giydirdiler.
Muhtaçları arayıp buldular. Kapılarına gelenleri mahrum etmediler.
Darda kalanların gönüllerini ferahlattılar, işlerini gördüler. Şu
hadîs-i şerîfi kendilerine düstûr edindiler: "Bir kimse, din kardeşinin
bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir
kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet
gününün en sıkıntılı zamanlarında Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır."
Akıllılar bu dünyâda şu üç
şey ile meşgul
olurlar. Böylece onlar herkesin üzüldüğü gün, bayram ederler: 1) Dünyâ
seni terk etmeden sen dünyâyı terk edesin. 2) Her şeyden kurtulasın. 3)
Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden râzı olsun. Bunlara riâyet eden
kimse, Allahü teâlâ ile görüşüp kabrine öyle gider.
1) Osmanlı Müellifleri;
c.1, s.17
2) Müzekkin Nüfûs
3) Menâkıb-il-Eşrefiye
4) Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye (49.
Baskı); s.1074
5) Tâc-üt-Tevârih; c.5,
s.179
6) Güldeste-i Riyâz-i
İrfan; s.180,
182, 317
7) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1,
s.98
8) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.11,
s.374