Ebü'l Hasan Bekri Mısır'da yaşayan velîlerin büyüklerinden. İsmi Muhammed olup, babasınınki de Muhammed'dir. Lakabı Tâcülârifîn, künyesi Ebü'l-Hasan, nisbesi ise Bekrî'dir. 1493 (H.899) yılında Kahire'de doğdu. Ebû Bekr-i Sıddık'ın neslindendir. Aynı zamanda soyu, hazret-i Hasan tarafından da Resûlullah efendimize ulaşır. 1545 (H.952) senesinde Kahire'de vefât etti. İmâm-ı Şâfiî'nin kabri civârına defnedildi. Sâlihâ bir hâtun olan annesi ona hâmile iken bir rüyâ gördü. Sanki güneş ve ay şehâdet parmağında idi. Uyandıktan sonra rüyâsını kocasına anlattı. Büyük âlim olan Muhammed bin Abdurrahmân şöyle dedi: "Doğacak oğlumuz, doğu ve batıyı ilim ile dolduracak." Nitekim öyle oldu. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Tatlı ve hoş sohbetinden dolayı, insanlar onun meclisine koştu.Allahü teâlâdan bahsedince, en katı kalpler bile yumuşardı. Onun meclisinde bulunanlar kendilerinden geçerdi. Ebü'l-HasanMuhammed Bekrî'nin annesi her gün Allahü teâlâyı zikr ederdi. Oğlu Ebü'l-Hasan Muhammed'in doğumundan bir müddet geçmişti. Bir gün annesi, her günkü zikrini unutmuştu. O sırada Ebü'l-Hasan şehâdet parmağını kaldırarak, Allahü teâlânın zikrini annesine hatırlatmak için; "Allah, Allah, Allah!" dedi. Yanlarında bulunan ve Ebü'l-Hasan'ın konuştuğunu işiten bir kişi, çocuğun bu durumuna hayret ederek, kaç yaşında olduğunu sordu. Annesi oğlunun hâlini belirtmemek için, başka sözlerle durumu geçiştirdi. Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ebü'l-Hasan Muhammed, fıkıh ve diğer ilimleri; Kâdı Zekeriyyâ, Burhâneddîn bin Ebû Şerîf ve daha birçok âlimden öğrendi. Tasavvuf yolunu, Radıyyüddîn Gazzî, Âmirî ve Abdülkâdir Deştûtî'den öğrendi. Ebü'l-Hasan Muhammed, tasavvuf yolunda hal ve ilim bakımından çok yüksekti. Allahü teâlâ, ona derin ilim ve mârifetler ihsân etmişti. Bir ilim dalında konuştuğu zaman, onun o ilimde deryâ gibi olduğu görülürdü. Nûrânî yüzlü ve görünüşü heybetli idi. Büyük-küçük, herkesin hakkına riâyet eder, onlara hürmet gösterirdi. Gizli ve açıktan çok sadaka verirdi. Devâsı, çâresi olmayan bir iş başına geldiği zaman, Allahü teâlâya sığınırdı. Devletin ileri gelenleri, onun çok meşakkat içerisinde olduğu halde Harem-i şerîfe gitmesine, her sene orada üç bin dinara ulaşan masraf yapmasına çok şaşarlardı. Hattâ ona; "Efendim! Hicaz'a ne kadar da çok gidiyorsunuz?" dediklerinde, onlara, "Siz memleket işleri ile alâkalı bir işiniz olduğu zaman ne yaparsınız?" dedi. Onlar; "Onu arz etmek için sultânın kapısına gideriz." dediler. Bunun üzerine o da; "İşte benim de hâcetim, dileklerim olduğu zaman, sultânın kapısına gidiyordum. Bu kapı, Allahü teâlânın kapısıdır." dedi. Muhammed Zafarî anlattı: "Bir gün akşam namazından sonra, Ebü'l-Hasan'ın huzûrunda bulunuyordum. Bir ara Ebü'l-Hasan Muhammed uyumaya başladı. O sırada hatırımdan; "Yatsı namazından önce nasıl uyuyor? Hâlbuki öyle uyumak iyi değildir." diye geçti. Vallahi bu düşünceler hatırıma gelir gelmez, Ebü'l-Hasan Muhammed gözlerini açıp; "Resûlullah efendimiz uyurlar, fakat kalbleri uyumazdı." dedi. Onun bu sözleri karşısında tüylerim diken diken oldu ve utandım." Ebü'l-Hasan Bekrî'nin annesi Hadîce hanım, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutardı. Fakat oğlu Ebü'l-Hasan Bekrî'yi bâzı hususlarda beğenmezdi ve onu kırardı. Bu durum bir müddet devâm etti. Ebü'l-Hasan, bu duruma rağmen annesine hürmette kusûr etmez, ona hürmet ve saygıda âzami gayret gösterirdi. Ebü'l-Hasan Bekrî'nin annesi bir gece uyuyunca, rüyâsında kendisinin Resûlullah efendimizin mescidine girdiğini gördü. Ravda-i mutahherada pekçok kandil vardı. Bunlardan bir tânesi hem parlak, hem de daha güzeldi. O büyük ve güzel kandilin kime âid olduğunu sorunca; "Oğlun Ebü'l-Hasan'a âittir." denildi. Sonra, Hücre-i Seâdete gitti. Orada Resûl-i ekrem ile oğlunu gördü. Oğlu, uygun görmediği elbiselerle Resûlullah efendimizin yanında duruyordu. Kendi kendine; "Oğlumun, Resûlullah efendimizin huzûrlarında bu elbise ile bulunması hiç uygun değil." diyordu. Bu sırada Resûl-i ekrem; "Bu elbiseleri oğlunun giymesinde hiçbir mahzur yoktur." buyurdu. Bunun üzerine o; "Oğlumun bu hâlini kınadığım için tövbe ediyorum yâ Resûlallah!" dedi. O günden sonra annesi, Ebü'l-Hasan'ı hiç kınamadı. Ebü'l-Hasan Bekrî, çok kıymetli eserler yazdı. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Teshîl-üs-Sebîl: Yazmadır. Kur'ân-ı kerîm tefsîrine dâirdir. Buna Tefsîr-ül-Bekrî de denir. 2) Şerh-ul-Lubâb lil-Müzeccid, 3) Şerhu Minhâc-in-Nebevî, 4) Tuhfetü Vâhib-il-Mevâhib fî Beyân-il-Makâmât vel-Merâtib: Tasavvuf ilmine dâir yazma bir eserdir. 5) Ed-Dürret-ül-Mükellile fî Feth-i Mekket-il- Mübeccele, 6) Ikd-ul-Cevâhir-ul-Behiyye: Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe okumaya dâirdir. 7) İrşâd-üz-Zâirîn li Habîbi Rabb-il-Âlemîn, 8) Şerhu Ravdı İbn-i Mukrî, 9) Şerh-un-Nefhat-ül-Verdiyye. NİÇİN BİNMİŞ? Mekke-i mükerremenin kâdılarından bir zât, bir kâfile ile berâber Medîne-i münevvereye gidiyordu. Kâfilede Ebü'l-Hasan Muhammed Bekrî de vardı. O, taht-ı revâna binmişti. Kalbinden, Ebü'l-HasanMuhammedBekrî'nin Medîne-i münevvere gibi mübârek bir şehre böyle taht-ı revânda gitmesinin hoş olmadığını geçirdi.Kendi kendine; "Onun gibi tasavvuf yolunda yüksek bir mertebeye kavuşmuş birinin, Resûl-i ekremin ziyâretine taht-ı revâna binmiş olarak gitmemesi gerekir." dedi. Bu düşünceleri hatırından geçirdiği zaman, Ebü'l-Hasan Muhammed Bekrî, taht-ı revânın kapısını açıp, ona doğru bakarak selâm verdi ve şöyle dedi: "Taht-ı revâna binmem gerekiyor. Çünkü özürüm var. Vallahi, eğer Resûlullah efendimizi yürüyerek ziyâret etmek mümkün olsaydı, hiçbir şeye binmeden yürüyerek ziyâretine giderdim. Eğer taht-ı revândan başkasına binmeye gücüm yetse idi, ona binerdim. Fakat, ondan başkasına binmem mümkün olmadığı için taht-ı revâna bindim." 1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.11, s.229 2) El-A'lâm; c.7, s.57 3) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.292 4) El-Kevâkıb-üs-Sâire; c.2, s.192 5) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.181 6) Nûr-us-Safir; s.414 7) Brockelman; Gal-2, s.438, Sup-2, s.461 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.244 |