Cüneyd-i
Bağdadi
Evliyânın
büyüklerinden. Tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olup,
Seyyid-üt-Tâife denmekle meşhûrdur. Künyesi, Ebü'l-Kâsım'dır. Cüneyd
bin Muhammed 822 (H.207)'de Nehâvend'de doğdu. Bağdat'ta büyüdü ve
orada yaşadı. 911 (H.298) senesinde vefât etti.
Cüneyd-i Bağdâdî yedi yaşında iken, mektepten gelince babasının
ağladığını görüp, sebebini sordu: "Zekât olarak dayın Sırrî-yi
Sekâtî'ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah
adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma
ağlıyorum." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Babacığım, parayı ver ben
götüreyim." deyip dayısının evine gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı, kim
olduğunu sorunca; "Ben Cüneyd'im dayıcığım. Kapıyı aç ve babamın zekâtı
olan bu gümüşleri al!" dedi. Dayısı; "Almam!" deyince, Cüneyd-i
Bağdâdî; "Adl edip babama emreden ve ihsân edip, seni serbest bırakan
Allahü teâlâ için al!" dedi. Dayısı; "Allahü teâlâ babana ne emretti ve
bana ne ihsân etti?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Babamı zengin yapıp,
zekât vermesini emretmekle adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı
kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi." dedi.
Bu söz Sırrî-yi Sekatî'nin çok hoşuna gidip; "Oğlum! Gümüşleri kabûl
etmeden önce seni kabûl ettim." dedi ve kapıyı açıp parayı aldı.
Cüneyd-i Bağdâdî dayısına talebe olduktan bir süre sonra onunla berâber
hacca gitti. Mescid-i Harâmda dört yüz kadar büyük zât, şükür hakkında
konuşuyorlardı. Her zât şükrü târif ve îzâh ettiler. Netîcede dört yüz
ayrı îzâh meydana geldi ise de, hepsi de bu târif ve îzâhları yetersiz
buldu. Hazret-i Sırrî-yi Sekatî, orada bulunan Cüneyd-i Bağdâdî'ye;
"Mâdem ki buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle." dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî; "Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O'na
isyân etmemek, O'na isyân için, ihsân ettiği nîmeti sermâye olarak
kullanmamaktır." buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevâba çok
sevinip; "Seni tebrik ederiz. Maksadı en güzel şekilde ifâde ettin. Bu,
ancak bu şekilde târif edilebilirdi." dediler. Sırrî-yi Sekatî;
"Yavrum, öyle anlıyorum ki senin lisanın doğru ve kuvvetli olacak.
Böyle güzel söyleyebilmek hâli sana nereden geliyor?" deyince, Cüneyd-i
Bağdâdî; "Sizin sohbetlerinizde bulunmakla efendim." dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî hocasına âid olan evin bir odasında kalırdı. Her an
Allahü teâlâyı hatırlardı. Seccâdesi üzerinde, sabaha kadar "Allah,
Allah" der, aynı abdestle sabah namazını kılardı. Bu hâl senelerce
böyle devâm etti.
Bir gece yıkanmak için suya ihtiyâcı oldu. Hava çok soğuk olduğu için;
"Sabah olmasını bekleyeyim, su ısıtırım veya hamama gidip yıkanırım"
dedi. Sonra düşündü ki: "Ben yıkanmayı tehir için, sabahın olmasını, su
ısıtmak, hamama gitmek gibi bir sürü şeyleri istiyorum. Halbuki, Allahü
teâlâ bana sâdece bir defâ yıkanmamı emrediyor. Ben de onu tehir için
çeşitli bahâneler arıyorum. Benim yaptığım hiç münâsip değil." dedi.
Hemen, gecelik elbisesi üzerinde olduğu halde, soğuk su ile gusletti.
Tasavvufu, dayısı Sırrî-yi Sekatî'den öğrendi. Asrının kutbu idi.
Binlerce velî yetiştirdi. Otuz defâ yaya olarak hacca gitti.
Kerâmetleri, nasîhatları, hikmetli sözleri ve ihlâslı amelleri ile
meşhûr oldu. Zâhirî ilimleri, İmâm-ı Şâfiî'nin talebelerinden Ebû
Sevr'den öğrendi. Ayrıca Hâris-i Muhâsibî, Muhammed Kassâb ve başka
zâtlarla da sohbet etti.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, otuz sene cemâatle namazda ilk tekbiri
kaçırmadı. Namazda kalbine dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar
kılardı. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlardı. Her gün 400 rekat namaz
kılardı. Otuz yıl yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibâdetle meşgûl
oldu.
Hocası Sırrî-yi Sekatî, ona bir meclis kurup, insanlara ilim
öğretmesini, nasîhat etmesini söylerdi, fakat o kendini bu işe lâyık
bulmayıp, nefsini kötülerdi. Bir Cumâ gecesi Peygamber efendimizi
rüyâda gördü. Ona; "Ey Cüneyd! İnsanlara nasîhat et! Zîrâ senin sözün
halkın kalplerinin rahatlık ve ferahlık bulmasına sebeptir. Allahü
teâlâ senin sözünü, insanların kurtuluşa ermesi için sebep kılmıştır."
buyurdu. Uyandı, sabahleyin erkenden hocasının yanına vardı. O hiçbir
şey söylemeden; "Peygamber efendimiz tarafından vazîfelendirilmedikçe,
insanlara ilim öğretmekten çekindin." dedi. Ertesi gün bir meclis
kurup, insanlara Resûlullah'ın yolunu anlatmaya başladı.
Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "İhlâsı kimden öğrendiniz?" diye sorduklarında;
"Mekke-i mükerremede bulunuyordum. Bir berber gördüm. Ona; "Allah
rızâsı için benim saçlarımı düzeltebilir misin?" dedim. Berber;
"Elbette." dedi. O sırada, mevki sâhibi birini traş etmekte idi. Hemen
traşını bırakıp; "Efendi, kalk. Bir kimse Allah için bir şey istedi mi,
bütün işler durur, derhal ona bakılır." dedi. Sonra berber koltuğuna
beni oturtup traş etti. Sonra da bana bir mikdâr altın verip;
"İhtiyaçların için lâzım olur, onlara harcarsın!" dedi. Ben bu hâle çok
hayret edip, elime geçecek ilk parayı kendisine hediye etmeye niyet
ettim. Az bir zaman sonra bana Basra'dan bir kese altın gönderdiler.
Hemen götürüp o keseyi ona verince sebebini sordu. Ben de niyetimi
açıkladım. Bunun üzerine bana; "Sen, Allah rızâsı için beni traş et."
dedin. Ben de o niyetle seni traş ettim. Şimdi bunları alırsam,
niyetimde bir değişme olmasından korkuyorum." dedi.
Sâlihlerden bir zât rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Cüneyd-i
Bağdâdî de yanlarında bulunuyordu. Bu sırada biri gelip, Peygamber
efendimize bir suâl sordu. Peygamber efendimiz; "Bunun cevâbını
Cüneyd'den iste. O cevap versin." buyurdular. Cüneyd-i Bağdâdî; "Yâ
Resûlallah! Sizin mübârek huzûrunuzda ben nasıl konuşabilirim?"
deyince, Peygamber efendimiz; "Diğer peygamberler ümmetlerinin tamâmı
için ne kadar öğünüyorlarsa, ben de, Cüneyd ile o kadar öğünürüm."
buyurdular.
Zengin bir kimse vardı. Cüneyd-i Bağdâdî'nin huzûruna gelip tövbe etti
ve talebeliğe kabûlünü istedi. Malını da fakirlere dağıttı. Bin altını
kaldı. Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu bin altını da Dicle nehrine at." buyurdu.
O kimse, Dicle kenarına gidip altınları birer birer nehre attı. Geri
döndüğünde Cüneyd-i Bağdâdî kendisine heybetle bakıp; "Niçin hepsini
birden atmadın da birer birer sayarak attın? Demek hâlâ, gönlünde
onlara muhabbet var." buyurdu ve bir müddet kendisini sohbetlere kabûl
etmedi. Sonunda o kimse buna da tövbe edip, nihâyet talebeliğe kabûl
edildi.
Büyüklerden bir zât, Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına gelmişti. Şeytanın,
onun yanından hızla kaçtığını gördü. O kimse Cüneyd-i Bağdâdî'nin
yanına yaklaşınca, yüz hâllerinden, onun çok öfkelenmiş olduğunu
anlayıp, sordu: "Ey Cüneyd! Biz biliyoruz ki, insan öfkelenince şeytan
ona yaklaşır. Fakat görüyorum ki, bu kadar fazla öfkelenmiş olduğunuz
halde, şeytan sizden kaçıyor. Bunun hikmeti nedir?" Cüneyd-i Bağdâdî
cevâbında; "Sen bilmez misin ki, biz kendi nefsimiz için kızmayız.
Başkaları, nefsleri için kızarlar. Bunun için de şeytan kendilerine
musallat olur. Bizim kızmamız, hep Allah için oduğundan, şeytan bizden
kızdığımız zaman kaçtığı gibi başka hiç bir zaman kaçmaz." buyurdu.
Cüneyd-i Bağdâdî'yi tanıyan ve sevenlerden Ebû Amr, bir gün bir ihtiyaç
için çarşıya gitmişti. Bir cenâze gördü. "Cenâze namazına katılayım."
dedi. Yolda giderken bir kadın görüp ona baktı. Bu yaptığının uygun
olmadığını hatırlayıp derhal tövbe etti. Eve geldiğinde yüzünün niçin
karardığını sordular. Aynaya baktığında hakîkaten yaptığı o uygunsuz iş
sebebiyle yüzünün karardığını anladı. Kırk gün, devamlı olarak bu
günahına tövbe ve istiğfâr etti. Cüneyd-i Bağdâdî'yi ziyâret etmek
hatırına geldi. Bağdat'a gitti. Cüneyd-i Bağdâdî'nin hânesine varıp
kapısını çaldığında, içeriden ona; "Gel bakalım ey Ebâ Amr! Sen
Ruhbe'de günah işle, biz de Bağdat'ta bu günâha istiğfâr edelim."
buyurdu.
Birisi, Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Gözümü yabancı kadınlara bakmaktan nasıl
koruyabilirim?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "Yabancı kadını gördüğün
zaman, Allahü teâlânın seni, senin o kadını görmenden daha iyi
gördüğünü hatırla." buyurdu.
Mel'ûn şeytan, bir üstâdın hizmetçisi kılığında Cüneyd-i Bağdâdî'nin
yanına gelip; "Efendim, size hizmet etmekle şereflenmek, feyiz ve
bereketlerinizden istifâde etmek arzusuyla geldim. Lütfen kabûl
buyurunuz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî kabûl etti. Şeytan yirmi sene kadar
kendisine hizmet etti, ama bir kere olsun vesvese veremedi. Nihâyet
ümidini kesip bir gün; "Ey üstâdım! Siz beni tanıyor musunuz?" dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî; "Ben seni ilk geldiğin gün tanımıştım. Sen iblissin."
dedi. Şeytan; "Ey Ebâ Kâsım! Ben senin kadar yüksek makam ve derecelere
kavuşmuş olan bir zât daha tanımıyorum." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Ey
mel'ûn! Hemen defol git. Şimdi de kendimi beğenme, ucub gibi bir duruma
düşürmek ve beni mahvetmek arzusundasın değil mi? Bu çirkin maksadına
kavuşamayacaksın. Haydi defol!" buyurdu.
Hayr-ün Nessâc bir gün evinde oturuyordu. Kalbine; "Ebü'l-Kâsım
Cüneyd-i Bağdâdî kapıdadır. Çıkıp karşılayayım." diye bir düşünce
geldi. "Fakat o buraya gelmez. Kalbime gelen düşünce vesvesedir." deyip
o düşünceyi kalbinden attı. Biraz sonra aynı düşünce yine geldi. Yine
attı. Üçüncü defâ gelince; "Çıkıp bakayım." dedi. Çıktı, Cüneyd-i
Bağdâdî kapıda idi. Ona selâm verdi ve; "Ey Hayr! Kalbine ilk geldiği
zaman niçin kalkıp kapıyı açmadın?" buyurdu.
Bir gün sohbetinde bulunanlardan biri, kendisini imtihan için yanına
geldi ve bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu suâle söz ile mi, yoksa
mânevî olarak mı cevap verelim?" dedi. O kimse; "İki şekilde de cevap
ver." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Keşke kendi kendini deneseydin. O
zaman beni denemeye lüzum görmezdin. Mânevî cevap istiyorsan, böyle
yapmakla artık bizim yolumuzdan ayrıldın. Allahü teâlânın dostlarını
tecrübe etmeye, onları yaralamaya senin gücün yetmediğini bilmez
misin?" buyurdu. Bunun üzerine hemen o kimsenin yüzü, simsiyah olup,
kalbindeki bir parça yakîn de kayboldu. O kimse çok pişman olup
yaptığına tövbe etti. Çok istiğfâr etti. Cüneyd-i Bağdâdî yine de o
kimseye merhamet edip teveccüh etti. O kimsenin hâli bundan sonra daha
düzgün oldu.
Kelâm ehlinden İbn-i Küllâb, bozuk fırkalar hakkında reddiyeler
yazıyordu. Bâzı kimseler ona, tasavvuf ehlini de yazmasını söylediler.
"Bunların reisleri kimdir?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî'dir dediler.
İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî'ye birisini gönderip görüşlerinin ne
olduğunu öğrenmesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî buna buyurdu ki: "Bizim
yolumuz, bâkî olanı, fânî olandan ayırmak, bâkî olan için, faydası
olmayan her şeyden uzak durmaktır." Bu cevap, İbn-i Küllâb'a gelince;
"Bu nasıl bir şeydir ki, bizim bunu anlamamız dahi imkânsız." deyip,
Cüneyd-i Bağdâdî'nin bulunduğu meclise gitti. Ona tevhîd hakkında bir
suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî'nin verdiği cevaptan hayrette kalıp; "Bu
cevâbı tekrarlar mısınız?" dedi.Cüneyd-i Bağdâdî daha değişik bir
şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb'ın hayreti daha da artıp; "Bu cevâbı
da tekrar eder misiniz?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî bu sefer de daha başka
bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb; "Söylediklerinizi kavrayabilmem,
ezberleyebilmem imkânsız. Bâri bunları söyleyin de yazayım." dedi.
Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî; "Eğer, bütün bunları söyleyen, ben olsaydım
yazdırırdım." buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî'nin
büyüklüğünü kabûl ve ona hayranlığını îtirâf etti.
Ebû Amr isminde bir zât bir sene hacca gidiyordu. Vedâlaşmak için
Cüneyd-i Bağdâdî'ye uğradı. İhtiyacı olmadığı hâlde, bereket olarak
yanında bulunması için kendilerinden bir dirhem borç istedi. Fakat
yanlarında hiç para olmadığını da biliyordu. Buna bir müddet baktılar.
Sonra cebinden bir dirhem çıkarıp ona verdiler. Hacca gitti. Döneceği
zaman, Medîne-i münevverede; Cüneyd-i Bağdâdî'ye bir yüzük alıp hediye
götürmek aklına geldi. Yüzüğü aldı. Bağdat'a döndü. Cüneyd-i
Bağdâdî'nin ziyâretine gitti, fakat yüzüğü evde unuttu. "Neyse şimdi
yüzükten hiç bahsetmem, sonra ziyâret ettiğimde yüzüğü takdim ederim."
dedi. Ziyâret ettiğinde; "Efendim! Hacca giderken sizden ödünç olarak
aldığım bir dirhemi iâde etmek istiyorum." dedi. O da; "Biz onu,
Medîne-i münevvereden getirip de evde unuttuğunuz yüzük gibi unuttuk, o
zaman hediye etmiştik." buyurdu.
Çocuğu kaybolan bir kadın, Cüneyd-i Bağdâdî'ye gelip çocuğunun
bulunması için duâ taleb etti. Cüneyd-i Bağdâdî duâ etti. Çocuk bulundu.
Cüneyd-i Bağdâdî bir gece uyandı. Uyumak istiyor, uyuyamıyordu. Oturmak
istiyor, oturamıyordu. Bir zaman sonra kapıyı açıp dışarı çıkınca;
birinin üzerine bir aba örtüp, büzüldüğünü gördü. Cüneyd-i Bağdâdî'yi
görünce başını kaldırdı ve; "Ey efendim! Bu kadar bekletilir mi?" dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî; "Gece geç vakitte geldiniz." buyurdu. O kimse;
"Kalplere hareket veren Allahü teâlâdan, sizin kalbiniz bana teveccüh
etsin diye taleb ettim." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Ne istiyorsunuz?"
diye sordu. O kimse; "Nefsin hastalığına ilaç yok mudur?" deyince,
Cüneyd-i Bağdâdî; "Nefsin ilacı, isteklerine muhâlefet etmektir."
buyurdu. Bunun üzerine o kimse, kendi kendine; "Ey ahmak nefsim! Bunu
ben sana kaç defâ söyledim. Ama sen Cüneyd'den duymayınca inanmadın."
dedi.
Bir gün Cüneyd-i Bağdâdî câmide iken bir zât içeri girdi ve iki rekat
namaz kıldı; sonra bir kenara çekildi. Biraz sonra, işâret ile Cüneyd-i
Bağdâdî'yi yanına çağırdı. Yanına gittiğinde; "Ey Ebü'l-Kâsım! Allahü
teâlâya ve dostlara kavuşma vaktim yaklaştı. Vefâtımdan sonra yıkanmam,
kefenlenmem ve defnim bittikten sonra senin yanına bir genç gelir,
elbisemi, asâmı ve su kabımı ona verirsin. O, Allahü teâlâ katında
mânevî derecesi olan birisidir." dedi. O zât vefât edip, gömüldükten
sonra Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına bir genç geldi ve; "Emânet nerede ey
Ebü'l-Kâsım?" dedi. O da; "Sen bunu nereden biliyorsun? Bize söyle."
deyince; "Falanca yerde bulunuyordum. Gizliden bir ses bana; "Kalk!
Cüneyd'e git. Ondaki şu şu emâneti al. Sen ebdal denilen evliyâdan
birinin yerine tâyin edildin." dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî
emânetleri ona verdi. O genç gusül abdesti aldıktan sonra, o elbiseleri
giyip, gitti.
Cüneyd-i Bağdâdî bir yolculuğu sırasında Kûfe'ye uğradı ve şehrin ileri
gelenlerinden birisinin sarayını gördü. Saray çok güzel ve süslü,
kapısında hizmetçiler vardı. Penceresinde birisi şu mânâda şiir
söylüyordu: "Ey Saray! Sana hüzün, gam, keder, girmez. Zaman senin
sâkinlerine, içindekilere bir şey yapmaz. Sen muhtaçlar için ne güzel
bir konaksın." Aradan bir müddet geçtikten sonra Cüneyd-i Bağdâdî oraya
tekrar uğradı. Bu sefer o sarayı öncekinden daha başka buldu. Kapısı
kararmış, içinde yaşayanlar dağılmış, o güzelim saray perişan virâne
bir vaziyetteydi. O manzara lisan-ı hâl ile sanki şunları fısıldıyordu:
"Bu sarayın güzellikleri gitti. Yerini gördüğün şu manzara, aldı. Zaman
içerisinde hiçbir şey aynı iyi hâl üzere kalmaz. İşte gördüğün şu saray
güzel durumunu bu yalnızlık, gariplik hâline, sevincini gam ve kedere
bıraktı." Cüneyd-i Bağdâdî sarayın kapısını çaldı. İçeriden gâyet zayıf
bir sesle birisi; "Buyurun." deyince; "Bu sarayın o güzelliğine ne
oldu? Nerede onun o parlak hâli, nerede onun içerisinde en kıymetli
elbiselerle gezinenler, hani o gelip giden ziyâretçileri?" diye sordu.
O şahıs ağlayarak; "Efendim! Onlar burada emânetçi olarak kalıyorlardı.
Ömürleri bitip, bu dünyâdan âhirete göçtüler. Dünyânın hâli böyledir.
Ona gelen gider. Bu dünyâ kendisine iyilik edenlere kötülük eder."
dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Daha önce buraya uğradığımda birisi bu sarayın
penceresinde; "Ey saray! Sana hüzün, gam ve keder girmez, diyordu."
deyince, o şahıs ağlayıp; "Vallahi şiiri okuyan bendim. Bu sarayın
sâkinlerinden benden başka kimse kalmadı. Ah! Dünyâya aldananlara
yazık!" dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu harâbe, virâne olmuş
yerde nasıl kalıyorsun, kalbin nasıl rahat ediyor?" diye sorunca; "O
nasıl söz. Burası sevdiklerimin evi değil mi? Bu onların yâdigârı
hâtırasıdır." dedikten sonra, şu mânâda bir şiir okudu: "Bana dediler,
sen sevdiklerinin bulunduğu yerlerde durmayı seviyorsun, ben dedim, her
ne kadar buralarda onlarla buluşamıyorsam da, onların kalbimde yerleri
büyüktür. O hâlde onların gezip dolaştıkları yerlere olan sevgisi
sebebiyle kalbim bağlı iken, bu virâneyi nasıl terkederim?" Onun bu
sözleri Cüneyd-i Bağdâdî'ye çok tesir etti. Sevgisini samîmi bir dille
anlatması, virâne olmasına rağmen sevdiklerine bağlılıkta gösterdiği
sabır bakımından hoşuna gitti.
Gıybetten çok sakınırdı. Bir gün Şenûziyye mescidinde oturmuş cenâze
namazı için cemâat bekliyordu. Bu sırada bir fakir gördü. Hâlinden
ibâdet ehli olduğu anlaşılıyordu. Fakat dilenmek ile meşguldü. Kendi
kendine; "Bu adamcağız böyle dileneceğine çalışıp nefsini bu hâle
düşmekten korusa daha iyi olmaz mı? Üstelik sağlığı da yerinde." diye
düşündü. O gece ibâdet yapmak için kalkamadı ve rüyâsında bir tepsi
içinde o fakirin eti sunularak; "Ye bunu." dediler. "Ben onun gıybetini
yapmadım ki." diyecek oldu. "Senin gibisinin böyle düşünmesi bile hoş
değil, derhal git ondan helâllik dile." dediler. Sabah olunca o adamın
peşine düştü. Bir yerde bakla yaprağı topladığını gördü. Yanına sokulup
selâm verdi. Ona; "Bir daha böyle yapacak mısın?" diye sordu. Cüneyd-i
Bağdâdî de; "Hayır." karşılığını verdi. "Allah beni de seni de
bağışlasın." diye duâ etti.
Cüneyd-i Bağdâdî bir gün Câfer Huldî'ye bir dirhem verdi ve bir mikdâr
incir almasını söyledi. O da alıp geldi ve önüne koydu. Cüneyd-i
Bağdâdî ondan bir tâne alıp orucunu açmak için ağzına götürdü. O sırada
ağlamaya başladı, inciri ağzından çıkarıp attı. Su ile de ağzını iyice
çalkaladı. Câfer Huldî; "Niçin böyle yaptınız?" dediğinde; "Otuz
seneden beri hep incir yemek istedim. O zamandan beri de hiç yemedim.
Bugün nefsim ağır bastı ve ondan yemek istedim. Ağzıma aldığım zaman
gizliden bir ses bana şöyle dedi: "Allah için yemesini bıraktığın şeyi
yemeye utanmıyor musun?" Bunun üzerine onu ağzımdan çıkarıp attım. Onu
yemeyi sözde durmamak kabûl ettim. Bu da bir hıyânettir. Hâin olan
kimse de, Allah katında sevilen biri olamaz." buyurdu.
Cüneyd-i Bağdâdî, tasavvuf yolunda olmasına rağmen ulemâ elbisesi ile
dolaşırdı. "Niye sofilerin hırkası gibi hırka giymiyorsun?" diye
soranlara; "Hırka ve yamalı elbise giymenin bir işe yarayacağını
bilsem, demirden ve ateşten elbise yaptırıp giyerim. Ama kalbime;
îtibâr hırkaya değil, yanık kalbedir, şeklinde de bir ilhâm geliyor."
karşılığını verdi.
Cüneyd-i Bağdâdî bir gün arkadaşı büyük velî Ebû Bekir Şiblî'yi; "Lâ
havle velâ kuvvete illâ billah." derken gördü. Ona; "Bu söz canı
sıkılanların kelâmıdır. Can sıkıntısı ise kazâya rızâ göstermemekten
kaynaklanır." buyurdu.
Bir kimse, Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Bu zamanda hakîki kardeşlikler azaldı.
Nerede o, Allah için yapılan kardeşlikler?" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî;
"Eğer senin sıkıntılarına katlanacak, ihtiyaçlarını giderecek birini
arıyorsan, bu zamanda öyle bir kardeşi, arkadaşı bulamazsın. Ama,
kendisine Allah için yardım edeceğin, sıkıntılarına Allah rızâsı için
katlanacağın bir kardeşlik istiyorsan böyleleri çoktur." buyurdu.
Bir kimse Cüneyd-i Bağdâdî'den duâ istediğinde şöyle duâ ederdi:
"Allahü teâlâ senin kalbini dağınık etmesin. Seni, kendisinden alıkoyan
her şeyden kurtarsın. Kendisine kavuşturan şeylere kavuştursun. Seni
mâsivâdan (kendisinden başka şeylerden) kurtarıp, kendisiyle meşgul
eylesin. Sana kendisiyle berâber olmaya lâyık bir edep ihsân eylesin.
Kalbinden, râzı olmadığı, beğenmediği şeyleri çıkarıp, kendi rızâsını
koysun. Seni kendisine ulaştıran yola kavuştursun."
Bir gün; "Derecesi hocasının derecesinden yüksek olan talebe var mıdır?
diye Sırrî-yi Sekatî hazretlerine sordular; "Evet vardır. Cüneyd'in
derecesi benden yüksektir." buyurdu.
Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Rızkımızı arıyoruz." dediklerinde; "Nerede
olduğunu biliyorsanız, orada arayınız?" buyurdu. "Allahü teâlâdan
istiyoruz." dediklerinde, "Eğer sizi unutmuş sanıyorsanız,
hatırlatınız!" buyurdu. "Tevekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek?"
dediklerinde; "İmtihan ederek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda şüphe
bulunmasını gösterir." buyurdu. "O hâlde ne yapalım?" dediklerinde;
"Emrettiği için çalışmalı, rızk için üzülmemeli, tedbirlerin arkasında
koşmamalıdır. Rızk için Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir.
Emrine uyarak çalışanı, rızkına ulaştırır." buyurdu.
Cüneyd-i Bağdâdî hastalanmıştı. Vefâtından önce, Ebû Muhammed Cerîrî
başucunda idi. Cüneyd-i Bağdâdî, Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Hatmi
tamamlayıp tekrar başladı. O zaman Ebû Muhammed Cerîrî: "Efendim zâten
çok hâlsizsiniz. Kendinizi fazla yormasanız..."dedi. Ona; "Ey Ebû
Muhammed! Şu anda bunlara benden daha çok ihtiyâcı olan kim vardır? Bak
işte vefâtıma az kaldı." buyurdu.
Cüneyd-i Bağdâdî, vefât edeceği zaman çok üzgündü. Talebeleri korkup;
"Efendim! Bizim ümidimiz, sizin şefâatiniz bereketi ile kurtulmaktır.
Sizin ise ızdıraplı ve üzüntülü bir hâliniz var. Bu hâliniz bizim
yüreğimizi parçalıyor." dediler. Bunlara cevâben; "Ey dostlarım! Ben,
yetmiş senelik ibâdet ve tâatımdan ve sizlere üstâd olmak ile
kazandıklarımın hepsini, bir kıl ile asılmış olduğunu ve rüzgâr esmesi
ile bir tüy misâli sallandığını hissediyorum. Bu esen rüzgârın, red
rüzgârı mı, yoksa kabûl yeli mi olduğunu bilmiyorum." buyurdu. Biraz
sonra; "Allah!" diyerek rûhunu teslim etti. Vefât ettiğinde 91
yaşındaydı.
Cüneyd-i Bağdâdî'yi yıkayan kimse, mübârek gözlerinin içine su
ulaştırabilmek için uğraştı ise de, mümkün olmadı. Gizliden bir ses
duydu; "Kendini yorma! Cüneyd'in gözü Allahü teâlânın zikri ile
kapanmıştır. O'nun dîdârını görmeden açılmaz." diyordu. Yıkayan kimse,
parmaklarını da açmak için çalıştı. Fakat; "Kendisi açmayınca açılmaz."
diye bir nidâ geldi. Mübârek vücûdu yıkandı, kefenlendi ve cenâze
namazını oğlu kıldırdı. Cenâze namazında bulunanların sayısı
sayılamayacak kadar çoktu. Hocası ve dayısı Sırrî-yi Sekatî'nin
kabrinin yanına defnedildi.
Vefâtından sonra büyük zâtlardan biri kendisini rüyâda görüp; "Münker
ve Nekir'in suâllerine nasıl cevap verdin?" diye sordu. Cüneyd-i
Bağdâdî; "O iki melek bana gelip, men Rabbüke (Rabbin kim)? dediler.
Ben, Allahü teâlâ benim rûhumu yaratıp, Elestü birabbiküm (Ben sizin
Rabbiniz değil miyim)? diye sorduğu zaman, ben, evet, sen bizim
Rabbimizsin, cevâbını vermiştim. Sizin, şimdi tekrar sormanızın mânâsı
nedir?" dedim. Böyle deyince beni bırakıp gittiler.
Cüneyd-i Bağdâdî'yi rüyâsında gören bir başka zât ona; "Allahü teâlâ
sana nasıl muâmele eyledi?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "İlim,
mârifet dolu sözlerimin hiç faydası olmadı. Öğrendiğim kıymetli
bilgiler işime yaramadı. Yalnız gece vakti kıldığım namazlar imdâdıma
yetişti. Onun için akıllı insan sâlih ameli terk etmemeli, hâllerden,
mânâlardan uzak olmamalıdır." buyurdu.
Ebû Câfer el-Haddâd diyor ki: "Eğer akıl, bir insan olsaydı, Cüneyd-i
Bağdâdî'nin sûretinde ve şeklinde olurdu."
Cüneyd-i Bağdâdî'den bir kimse bir şey istese onu boş çevirmez, ona
faydalı olmaya çalışırdı ve; "Ben, Peygamber efendimizin güzel ahlâkına
uymaya çalışıyorum." buyururdu.
Alâüddevle bir gün, Cüneyd-i Bağdâdî'nin vaktiyle çile çekmiş olduğu
odaya girdi. Burada, ona fevkalâde bir zevk hâli hâsıl oldu. Sonra,
Cüneyd'in mezarına gitti. Orada, önceki zevki bulamadı. Sebebini
hocasına sordu. "O zevkler, Cüneyd sebebi ile mi hâsıl oldu?" dedi.
"Evet." dedi. "Ömründe birkaç gün kaldığı yerde zevk hâsıl olduğuna
göre, senelerce birlikte bulunduğu bedeni yanına gidince, elbette daha
çok zevk hâsıl olmak lâzım gelir. Belki, mezarı başında başka şeyleri
görerek, ona teveccühün azalmış olabilir." dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Hiç ibâdet ve tâat yapmadan karşılıksız olarak
Allahü teâlânın lütfuna kavuşmak mümkün müdür?" diye sordular.
Cevâbında; "Zâten gelen bütün nîmetler, bütün iyilikler, hep Allahü
teâlânın lütfudur. Bu kadar âciz ve zavallı olan insanların yaptıkları
ibâdet ve tâatlerin, O'nun lütfu olan nîmetlere karşılık olması mümkün
müdür?" buyurdu.
Hazret-i Cüneyd, dükkanına girip kapıyı örter, içerde uzun süre namaz
kılardı. Buyururdu ki: "Pazarda öyle kimse tanıyorum ki, her gün üç yüz
rekat namaz kılmakta ve otuz bin tesbih okumaktadır." Âlim ve ârifler
bunun kendisi olduğunu bildirmişlerdir.
Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:
"İnsanları Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed
aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler, inançlar, rüyâlar
çıkmaz sokaktır. İnsanı saâdete kavuşturmazlar. Kur'ân-ı kerîmin
ahkâmını öğrenmeyen ve hadîs-i şerîflere uymayan kimse câhil ve
gâfildir. Buna uymamalıdır."
Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Tevâzu nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Şefkat
ve merhamet kanatlarını (ana kuşun yavrularını koruyabilmek için
üzerlerine germesi gibi) mahlûklar üzerine germen ve herkese karşı
yumuşak davranmandır." buyurdu.
"Rabbim beni serbest bıraksa bir dilekte bulunmam. Kulun dilemesi
olmaz. O'nun dilediğini yapardım."
"Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun görmemezliği
görmesinden
üstündür."
"İbâdet etmek bakımından dünyânın bir saati, kıyâmetin bin senesinden
daha iyidir. Zîrâ bu bir saatte, sâlih faydalı amel işlenebilir.
Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz. O halde, ey mümin
kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme! Zamânının kıymetini bil ve en
iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü
pişman olmayasın ve büyük sevâba kavuşasın!"
Kendisine gelip duâ talep edenlere Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle
duâda bulunurdu: "Cenâb-ı Hak, kendisine kavuşturan şeyleri yapmayı
nasib etsin! Cenâb-ı Hak zenginliğini kalbine koysun! Seni bütün
kötülüklerden alıp, kendisiyle meşgûl kılsın! Sana büyük edep ihsân
etsin! Kalbinden râzı olmayacağı şeyi çıkarıp rızâsını koysun. Seni
kendine varan en güzel ve doğru yola iletsin."
"İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yol, Peygamber efendimizin izinde
bulunanların gittiği yoldur. Bu yola bütün kötü yollar kapalıdır."
"Bir kimse, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, milyonlarca sene sıdk ve
ihlâs ile yürüse ve bir an geri dönse, kaybı kazancından fazladır."
"İnsanın, Allahü teâlâya kavuşturan yolda yürümesi, Peygamber
efendimize ve O'nun hakîkî vârisi olan büyük âlimlere tam tâbi ve
teslim olmakla mümkündür. Şüphe çukuruna ve bid'at karanlığına düşmüş
olanlar bu yolda yürüyemezler."
"Allahü teâlânın rızâsına nasıl kavuşulur?" diye sorulunca; "Dünyâya
düşkün olmayı terket, kavuşursun. Nefsin hevâsına uyma ulaşırsın."
buyurdu.
"Belâ ve musîbet, âriflerin kandili, müridlerin uyanıklığı, gâfillerin
de helâkıdır."
"Tasavvuf yollarından yalnız Resûlullah'ın izinde gidenlerin yolu,
insanı kemâle ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer."
"Kur'ân-ı kerîmin çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri
bilmeyen kimse, mürşid, yol gösterici olamaz. Çünkü tasavvuf yolu,
Allahü teâlânın kitâbına ve Resûlullah'ın sünnetine bağlıdır. Tasavvuf
büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullah'ın vârisleridir.
Sözlerinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullah'a uyarlar. Yâ Rabbî!
O büyüklerden feyz almamızı, bereketlenmemizi nasîb eyle. Âmin! Her
zaman söylüyorum ve bildiriyorum ki, Resûlullah'a uymakta gevşeklik
eden, O'nun sünnet-i seniyyesini terk eden mutasavvıf olamaz. Onu Allah
adamı sanmayınız!Onun dünyâdan kaçınır görünmesine, hârikalar
göstermesine aldanmayınız! Onun zühd ve tevekkül ve mârifetler anlatan
sözlerini kendinden bilmeyiniz!"
"Ey tasavvuf yolunda bulunanlar! Eğer Allahü teâlâyı tanıdığınızı ve
O'na tâzimde bulunduğunuzu söylüyorsanız, yalnız bulunduğunuz zaman
Allahü teâlâya karşı tavrınıza bakınız. Yiyip içmenizde, yatıp
kalkmanızda, konuşmanızda ve bütün işlerinizde vakitlerinizi Allahü
teâlânın râzı olduğu ve beğendiği işlere sarfedebilirsiniz. Bunları,
niyetlerinizi düzelterek yapabilirsiniz. Çünkü ameller niyetlere
göredir. Bu bakımdan yemek yerken, su içerken lezzet almak için değil
de, ibâdete kuvvet kazanmak, elde ettiği enerji ile daha iyi ibâdet
edebilme niyetiyle yiyip içmelidir. Uykuyu, üzerindeki yorgunluk ve
bıkkınlığı giderip, ibâdeti daha zinde ve râhat bir şekilde yapabilmek
niyetiyle uyumalıdır. Diğer bütün işleri ve edindiği mesleği helâl
kazanmak niyetiyle yapmalıdır. Bütün yapılan bu işler, niyeti düzeltmek
sûretiyle ibâdet olur. Bir insan hâlis niyetle yaptığı işler sebebiyle
sevâba kavuşur. Bu sebeple kalp nûrlanır. Bu nûr, nefse sirâyet eder. O
kimse mânevî kirlerden temizlenir. Beşerî tabîatı, melek tabîatı gibi
olur. Artık elinde olmadan tâatları, Allahü teâlânın beğendiği işleri
yapar. Elinde olmadan ister istemez kötülüklerden sakınır."
Birisi yanına gelip; "Bana nasîhat et." deyince; "Kim sana Allah yolunu
gösterirse, onunla berâber ol ve kim sana dünyâ yolunu gösterirse ondan
uzak dur." buyurdu.
"Tasavvuf nedir?" diye soran bir kimseye şöyle cevap verdi: "İnsanların
rızâsını bırakıp, Allahü teâlânın rızâsını aramak, kötü huyları
terkedip, nefsânî olan işlerden uzaklaşmak, rûhu yükselten vasıflar
kazanmaya gayret etmek, hakîkî ilimlere sarılmak, hep en uygun şekilde
hareket etmek, herkese nasîhatta bulunmak, Allahü teâlâya verilen
ahidde durmak, Muhammed aleyhisselâmın dînine uymaktır."
"Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek
derecelere kavuşturur. Hem Allahü teâlânın katında, hem de insanlar
yanında kıymeti çok olur. 1. Hilm (yumuşaklık ve sabır) sâhibi olmak,
2. İlim sâhibi olmak, 3. Cömert olmak, 4. Güzel ahlâk sâhibi olmak.
Yine dört haslet vardır ki, bu hasletler de sâhibini en aşağı
derecelere düşürür. Allahü teâlâ katında ve insanların yanında
sevilmeyen birisi olur. 1. Kibir (büyüklenme), 2. Ucb (amellerini
beğenmek), 3. Cimrilik, 4. Kötü ahlâk."
Tasavvufun ne olduğu sorulduğunda, şöyle cevap verdi: "Tasavvuf on şeyi
içerisine alan bir isimdir. Birincisi, dünyâdan (lâzım olan) az bir
mikdârı edinmek. İkincisi, kalbin Allahü teâlâya güvenip dayanması.
Üçüncüsü, tâat olan Allahü teâlânın beğendiği şeylere rağbet etmek.
Dördüncüsü, yediği içtiği ve kullandığı şeylerin helâlden olmasında
titiz davranmak. Beşincisi, kalbin Allahü teâlâ ile meşgûl olması.
Altıncısı, gizli olarak Allahü teâlâyı hatırlamak. Yedincisi gerçek
ihlâsa sâhib olmak. Sekizincisi, şek ve şüpheden uzak, kat'î bir îmâna
sâhib olmak. Dokuzuncusu, tam bir teslimiyetle Allahü teâlâya yönelmek.
Onuncusu, ihtiyaçlarını başkasından istemeyip, şikâyette bulunmamak.
Kimde bu on haslet bulunursa, tasavvuftan söz etmeye lâyıktır. Yoksa
yalancıdır."
"Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlerin çokluğunu göreceksin. Bir de,
O'na karşı yaptığın ibâdet ve tâatlardaki kusurlarını göreceksin. Bu
iki görüş arasında meydana gelen hâle hayâ denir."
"Kulluk, her an Allahü teâlâya muhtâc olduğunu bilmek ve O'nun Resûlüne
tam tâbi olmaktır."
"Allahü teâlâ her şeyi kıymetli yaratmıştır, ama bir şeyi en kıymetli
yaratmıştır. O da vakittir. Vakit zâyi olursa tekrar elde edilmesi
mümkün değildir. Bunun için en kıymetli şey vakittir."
"Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey
atılır.
Ezilip, hakâret görür. Lâkin ondan hep güzel, temiz, faydalı şeyler
çıkar."
"Rızâ, belâyı nîmet saymaktır."
"Tasavvuf, kalbi temizlemek ve her an Allahü teâlâ ile olmaktır."
"İhlâs; ameli, Allahü teâlâ için olmayan karışık düşünce
ve
niyetlerden arındırmaktır."
"Birbirlerine muhabbet ve dostlukları çok kuvvetli olan iki kardeşten
birinin, diğerinden az da olsa çekinmesi, mutlaka birinin kusuru
sebebiyledir."
"Fakirlik, kimseden bir şey istememek ve kimseye îtirâz etmemektir."
"Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, İslâmiyetin emir
ve yasaklarına uymaktaki hassâsiyetine bakınız. Eğer bu tam ise ona
uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklara uymakta (çok az da olsa) bir
gevşekliği varsa hemen ondan uzaklaşınız, çünkü zararı dokunur."
"Namazda kalbime dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar kılardım. İşin
esâsı nefse uymamaktır."
"İlim, kendi haddini bilmek; tasavvuf, kalbi temizlemektir."
"Allahü teâlâdan gâfil olmak, ateşte olmaktan beterdir."
"Şükretmek, kendini bu nîmete ehil ve lâyık görmemektir."
"Sabır, yüzü ekşitmeden, acıyı yudum yudum içine
sindirmektir."
VAKİT GELDİ
Cüneyd-i Bağdâdî, insanlara ilim öğretmek için bir meclis kurdu. Herkes
bu sohbetlere gelip istifâde etmeye başladı. Bir gün hıristiyan fakat
hıristiyan olduğuna dâir görünüşte bir alâmeti bulunmayan bir genç,
Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbet ettiği meclise gelip, Cüneyd-i Bağdâdî'ye
şöyle dedi: "Ey üstâd! Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: "Müminin
firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar." Bunun
mânâsı nedir?" Cüneyd-i Bağdâdî bir müddet sustu. Sonra başını
kaldırıp; "Müslüman ol. Müslüman olmak zamânın geldi." buyurdu. Meğer o
genç hıristiyan imiş. Hemen zünnârını kesip orada müslüman oldu. İmâm-ı
Yâfiî buyuruyor ki: "İnsanlar, bu hâdisede, Cüneyd-i Bağdâdî'nin bir
kerâmeti var zanneder. Halbuki, bu hâdisede onun iki kerâmeti vardır.
Birisi, o gencin hıristiyan olduğunu bilmesi, diğeri de, gencin,
müslüman olma vaktinin geldiğini bilmesidir."
ESAS HASTA BENMİŞİM
Bir zaman Cüneyd-i Bağdâdî'nin gözlerinde ağrı meydana geldi. Tabib
çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muâyene edip; "Gözlerinize su
değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Su değdirmesem nasıl
abdest alırım?" deyince, tabib; "Gözleriniz size lâzım ise su
değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve
namazdan sonra bir mikdâr uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı
kalmamıştı. O anda duyduğu ses; "Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini
fedâ ettiğin için, biz de senden o ağrıyı aldık." diyordu. Bir zaman
sonra hıristiyan tabib tekrar geldi. Baktı ki gözleri tamâmen iyi
olmuş. Hayret edip; "Nasıl yaptın da iyi oldu?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî
olanları anlatınca, Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öpüp îmân etti ve; "Esas
ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremiyen
ben imişim" dedi.
ŞEYTANIN PİSLİĞİ
Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapılıp;
"Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı." deyip
kendi başına bir yere çekildi. Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir
rüyâ gördü. Rüyâsında, bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok
lezzetli yemekler yediğini gördü. Bu rüyâyı hakîkat zannedip, kibiri
daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı. Onlar da Cüneyd-i
Bağdâdî'ye arzettiklerinde, Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anlatılan
kimsenin yanına gitti. Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış, Ona; "Seni
bu gece Cennet'e götürürlerse, Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle
oku." buyurdu. Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet'e götürdüler. O
kimse Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle okudu. Gördüklerini ve
kendisinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu. Bir anda
kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü.Uyandığında
gördüklerini hatırladı ve içine düştüğü hatâyı anladı. Çok pişman olup
tövbe etti ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip,
talebeler arasındaki yerini aldı. Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:
"Herkese bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel'ûn şeytan gelip
kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur."
KİMSENİN GÖRMEDİĞİ YERDE...
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin bir talebesi vardı. Bütün iyilik ve
fazîletler onda mevcuttu. Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdâdî
hazretleri onu pek ziyâde seviyor, diğer talebeler bu hâli
çekemiyorlardı. Talebelerinin bu hâli Cüneyd-i Bağdâdî'ye mâlûm oldu.
Talebelerinin eline birer kuş verdi ve; "Her biriniz bu kuşları
kimsenin görmediği bir yerde boğazlayıp getirsin." buyurdu. Hepsi de
kendilerine verilen kuşları aldılar, varıp ıssız bir mahalde boğazlayıp
getirdiler. Yalnız o talebesi boğazlamadan getirdi. Cüneyd-i Bağdâdî;
"Niçin boğazlamadın?" buyurdu. "Hocam! Siz; "Kuşları kimsenin görmediği
bir yerde boğazlayın." demiştiniz. Ben ise ıssız bir yer bulamadım. Her
yeri Allahü teâlâ görüyor." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:
"Arkadaşınızın firâsetini gördünüz mü?" Bunun üzerine; tövbe edip
boyunlarını büküp, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden affedilmelerini
dilediler.
BANA DA BİR ŞEY VAR MI?
Cüneyd-i Bağdâdî ordu ile bir sefere katıldı. Ordu kumandanı ona bâzı
şeyler gönderdi. O da istemeyerek alıp, asker ve gâzilerin muhtaçlarına
dağıttı. Bir gün öğle namazını kıldıktan sonra oturup; "Niçin o şeyi
kabûl ettim?" diye kendi kendini kınıyordu. O sırada uykusu gelip
uyudu. Rüyâsında, çok süslü bir takım köşkler gördü. "Bunlar kimin?"
diye sordu. "Gâzilere dağıtılan malın sâhiplerinin" denildi. "Onlarla
birlikte bana da bir şey var mı?" diye sordu. Ona içlerinde en güzel ve
büyük olanı gösterip; "İşte bu senindir." dediler. O; "Bana onlardan
üstün tutulmamın ve en iyisinin bana verilmesinin sebebi nedir?" diye
sorunca; "Onlar mallarını sevap bekleyerek verdiler. Bu sebeple verilen
saraylar, ona göredir. Sen ise, o malı kabûl etmekle yanlış bir iş
yapmaktan korkarak, nefsini sîgaya, hesâba çekerek dağıttın. İşte
Allahü teâlâ bu hâline, böyle düşünmene kat kat sevap verdi." dediler.
YÂ RABBÎ
Cüneyd-i Bağdâdî her zaman şöyle duâ ederdi: "Allah'ım sana dâimâ ve
büyüklüğüne lâyık bir hamdle hamd olsun. Resûlullah efendimize, Ehl-i
beytine, Eshâbına, O'nun yardımcılarına hayır duâlar olsun.
Yâ Rabbî! Yerde ve gökte sana itâat edenlere merhamet eyle. Ey kerîm
olan Allah'ım! Lütuf ve keremin hürmetine bütün günahlarımızı, hatâ ve
kusurlarımızı affeyle. Yaptığımız zulüm ve haksızlıklar sebebiyle olan
kul borçlarından bizi kurtar. Kereminle eğriliklerimizi düzelt.
Kötülüklerimizi iyiliğe tebdîl eyle.
Ey dilediğini yok ve var eden Allah'ım! Kalan ömrümüzde bizi
kötülüklerden koru. Râzı olmadığın, beğenmediğin şeyleri bize çirkin
göster, beğendiklerini sevdir. Bizlere râzı olduğun işleri yapmayı
nasîb eyle. Vefâtımıza kadar bu hâlimizi dâim eyle. İrâdelerimizi bu
hususta kuvvetlendir, niyetlerimizi sağlamlaştır. Bunlar için kalbimizi
ıslâh eyle. Uzuvlarımızı bu işlere sevkeyle. Bizi muvaffak kıl ve
işlerimizde yardım eyle.
Yâ Rabbî! Bize senden utanmayı, beğendiğin her söze koşmayı ihsân eyle.
Seçtiklerine, sevdiklerine nasîb ettiğin, beğendiğin işleri yapma ve
seni devamlı anma hâlini, sırf senin için yapılan amellerin en güzelini
yapmayı ömrümüzün sonuna kadar devâm etmeyi nasîb eyle. Ölümümüzü iyi
eyle. Ölümü bize ikram, ihsân, sana yakınlık ve sevinç eyle; pişmanlık,
üzüntü eyleme. Kabirlerimize neşe ve sevinç ile girmek nasîb eyle.
Kabirlerimizi Cennet bahçeleri ve rahmetinin indiği yerler eyle. Orada
bizi korkudan emin eyle. Dirilteceğin güne kadar bizi emin ve kalpleri
huzurlu olanlardan eyle.
Ey mahlûkâtı, geleceğinden şüphe olmayan günde toplayacak olan
Allah'ım! Bizim o günden aslâ şüphemiz yoktur. O günün korkularından
emin kıl ve sıkıntılarından kurtar. O günün büyük sıkıntısını bizden
kaldır. Bizi Muhammed aleyhisselâmın yanında bulunanların arasına kat.
Allah'ım! Hesâbımızı kolay eyle. Lütfunla kereminle muâmele eyle. Bize
amel defterimizi sağ tarafımızdan ver. Sıratı çabuk geçen ve gıbta
edilenlerden eyle. Tartı gününde sevâbımızı ağır kıl. Cehennem'in
sesini bize işittirme. Cehennem'den ve Cehennem'e yaklaştıracak
işlerden ve sözlerden kurtar. Lütuf ve kereminle bizi Cennet'te
kendilerine ihsânda bulunduğun peygamber, sıddıklar, şehîdler ve
sâlihler ile berâber eyle. Onlarla arkadaş olmak ne güzel.
Yâ Rabbî! Orada bizi, babalarımız, annelerimiz, yakınlarımız ve çoluk
çocuğumuzla en güzel bir hâlde berâber bulundur. Dünyâda iken bizimle
ülfetleri, yakınlıkları olanları da bize kat. Onları umduklarına
kavuştur. Dilediklerinden fazlasını ver. Dünyâdan îmânla ayrılan bütün
mümin erkek ve kadınlara rahmetinle muâmele eyle. Onlardan hayatta
olanların günahlarını affeyle, tövbelerini kabûl eyle. Zulüm ve
haksızlığa uğrayanlara yardım et. Hastalarına şifâ ver. Bize ve onlara
nasûh tövbe etmek nasîb et. Çünkü sen, çok ihsân sâhibisin ve her şeye
kâdirsin.
Yâ Rabbî! Senin yolunda cihâd edenlere yardım eyle. Hem idâreciyi hem
de idâre edileni ıslâh eyle. Müslümanların işlerini üzerine alanlara,
müslümanlara karşı şefkat ve merhamet nasîb et.
Yâ Rabbî! Sözlerimi birleştir. Bizden fitneyi gider. Belâlardan kurtar.
Bize müslümanlar arasında ihtilaf gösterme. Bizleri sana yaklaştıran
şeylerde birleştir.
Yâ Rabbî! Bizi aziz kıl, zelîl kılma. Bizi, senin rızâna götüren dünyâ
ve âhiret işlerinde birleştir. Bu ancak senin yardımınla olur.
Yâ Rabbî! Bize, senden korkmayı, sana tâzim ve hürmeti, sevdiklerine
lütfettiğin mârifet ve nîmetlerini bize ihsân ve bunları devamlı eyle.
Yâ Rabbî! Bedenlerimize, bütün kardeşlerimize, bizden sonra gelecek
çoluk çocuğumuza, yakınlarımıza, sıhhat ve âfiyet ihsân eyle. Bu
âfiyeti diğer bütün mümin erkek ve kadınlara da ver."
|
|