|
Celâleddîn-i
Devânî
İslâm
âlimlerinin ve velîlerin büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Es'ad
es-Sıddîkî ed-Devânî, lakabı Celâleddîn'dir. Hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîk'ın neslinden olduğu için kendisine Sıddîkî denildi. 1429 (H.
833) senesinde İran'ın Kâzerûn şehrinin Devân nahiyesinde doğdu. 1502
(H.908) senesi Kâzerûn'da vefât etti.
Celâleddîn-i Devânî ilk tahsilini
Kâzerûn'daki Câmi-i Mürşid'de hadîs ilmi okutan babası Muhammed bin
Sa'düddîn'den yaptı. Kendisinden sarf, nahiv, edebiyât, fıkıh, tefsir
ilimlerini öğrendi. Sonra Şîrâz'a gidip Hüseyin Lârî, Hasan bin Bakkal,
Seyyid Safiyyüddîn, Abdurrahmân Îcî, Ebü'l-Mecîd Abdullah bin Meymûn
Kırmânî, Rükneddîn Rûzbekânî, Ömer Şîrâzî ve Muhyîddîn MuhammedEnsârî
Köşknârî'den ilim öğrendi. Devânî, yazmış olduğu Enmûzec-ül-Ulûm adlı
küçük ansiklopedik eserinde hocalarının isimlerini bildirmiştir.
Celâleddîn-i Devânî, zamânının din ve fen
ilimlerini tamamlayıp icâzet, diploma aldıktan sonra, Karakoyunlu
hükümdârı Cihân Şahın Tebrîz'de yaptırdığı Muzafferiyye Medresesinde
müderris oldu. Sonraki yıllarda Akkoyunlu hükümdârı meşhûr Uzun
Hasan'ın ülkesine giden Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî, Şîrâz şehrindeki
Medreset-ül-Eytâmda müderris oldu. Şîrâz'a yerleşti. Burada ilim ve
irfan âşıklarına fen ve din ilimlerini okutarak, çok talebe yetiştirip
fevkalâde hürmet ve saygı gördü. Şöhreti her yere yayıldı. Kendi
memleketinin halkı ondan ilim öğrendiği gibi, Anadolu'dan, Mâverâünnehr
bölgesinden, Horasan'dan nice ilim âşığı derslerine akın etti.
Celâleddîn-i Devânî bir aralık Tebrîz'e gitti. Orada büyük âlim ve velî
İbrâhim-i Gülşenî hazretlerinin sohbetine devâm ederek, tasavvufta da
yetişti. Tesirli sözleri ve eserleriyle meşhûr oldu.
Konuşma
Adâbı
Celâleddîn-i Devânî çok konuşmanın
zararlarını ve konuşma âdâbını şöyle anlatır:
"Fazla konuşmamalıdır. Zîrâ çok konuşmak;
zihin hafifliği, akıl zayıflığının alâmetidir. Kişinin heybetini kırar,
îtibârını düşürür.
Hazret-i Âişe buyurur ki:
"Hiçbir sözü boş olmayan Resûlullah
efendimiz, az, öz ve tâne tâne konuşurdu. Bir mecliste konuşsa, mübârek
ağzından çıkan kelimeler sayılmak istense, sayılabilirdi."
Âlimler demişlerdir ki, lüzûmsuz çok
konuşan bir kimseyi görürsen, bilki, aklı yoktur.
Söyliyeceği sözü iyice düşünmeden dile
getirmemeli, ağzından çıkarmamalıdır. Hikmet sâhibleri; "Önce düşün,
sonra söyle." demişlerdir. İhtiyaç, lüzûm olmadan konuşmamalıdır.
Konuşurken gülmemelidir. Mecliste birisi
konuşurken, sözünü kesip araya girmemelidir. Bir kimsenin anlattığı bir
şeyi bilse de, bildiğini belli etmeyip, o kimse sözünü tamamlamalıdır.
Başkasına sorulan bir suâle cevap
vermemelidir. Onun da bulunduğu bir topluluğa sorulursa, başkalarından
evvel davranıp, cevap vermede acele etmemelidir. Bir kimse cevap
verirken, kendisinin daha iyi bildiğini anlarsa, o kimsenin bitirmesine
kadar beklemeli, sonra cevap vermeli ve kendinden önce konuşanı
ayıplamamalıdır.
Kendisine bir şey söylendiği zaman,
söyliyenin sözü bitmeden, cevap vermeye başlamamalıdır. Yanında olan
mubâhase, konuşma ve tartışmalarda kendisi yoksa, yâni onu
ilgilendirmiyor veya onun karışması istenmiyorsa, karışmamalıdır. Ondan
gizli konuşuyorlarsa, kulak vermemelidir.
Lüzûmsuz
hareketlerden kaçınmalıdır. Meselâ sakalı ile saçı ile, diğer uzuvları
veya elbisesi ile oynamamalıdır. Parmağını burnuna veya ağzına
sokmamalı, parmaklarını çıtırdatmamalı, esnememeli, gerinmemeli,
tükrüğünü, balgamını, sümüğünü de, sesini başkalarının duyacağı şekilde
atmamalı ve kıbleye doğru tükürmemeli, sümkürmemelidir. Elini ve yüzünü
eteğiyle, elbisenin kol ağzıyla, yeniyle silmemelidir.
Bir meclise gidince, kendinden aşağı
olanların veya yüksek olanların yerlerine oturmamalıdır. Ama meclisin
büyüğü o ise, istediği yerde oturabilir. Anlamadan bu yerlerden birinde
oturmuşsa, hâtırına geldiği zaman münâsib yere gitmelidir. Orada boş
yer yoksa, hiç sıkıntı ve derd etmeden geri dönmelidir.
İnsanların yanında uyumamalıdır. Sırt
üstü hiç yatmamalıdır. Hele uyurken horlayan buna çok dikkat etmelidir.
Çünkü bu şekilde yatmak horlamayı arttırır. Eğer bir mecliste,
kalabalıkta uyku gelirse, mümkünse kalkıp gitmeli, değilse, bir hikâye,
bir düşünce veya bir başka yolla def etmelidir. Oradakiler hep
uyuyorsa, ya onlara uyup uyumalı, yâhut kalkıp gitmelidir.
Kısaca, öyle hareket etmelidir ki, kimse
ondan nefret etmemeli ve ona acımamalıdır. Yâni acınacak hâle
düşmemelidir. Bu âdetlerden biri ona ağır gelirse, bunları yapmadığı
zaman doğacak zarar ve ayıplamanın, bunlara katlanmaktan ağır ve çirkin
olduğunu aklından çıkarmamalıdır.
Çocuk
Terbiyesi
Celâleddîn-i
Devânî hazretleri çocuk terbiyesine çok önem verilmesini sık sık
anlatırdı. Bir seferinde buyurdular ki:
"Çocuk
dünyâya gelince, yedinci günü ona isim koymalıdır. Düşünüp iyi bir isim
koymalıdır. Çünkü rastgele bir isim konursa, ömür boyu ona sıkıntı
verebilir. Bunun için çocuğa iyi isim koymaya dikkat etmek, çocuğun
babası üzerindeki haklarındandır.
Süt emme
zamânı bitince, terbiyesi ile meşgûl olmalı, kötü ahlâk ve huy
edinmesine engel olmalıdır. Çünkü çocukların kâbiliyetleri kemâl
üzeredir. Tabiatının meyli ise kötülükleredir. Çabuk bozulabilirler.
Bunun için iyi ahlâklı olmasına dikkat etmeli ve bunda bir sıra
gözetmelidir. Çocukta ilk görülen, göze çarpan duygu hayâdır. Hayânın
çokluğu, fazîlete işârettir. Çocukta hayâ hasleti görünce, daha çok
ihtimâm etmelidir.
İlk
terbiye, çocuğu kötü arkadaşlardan men etmek, alıkoymaktır. Çünkü,
çocukların rûhu temiz bir ayna gibidir. Karşısında olanı hemen tutar,
alır.
Bundan sonra İslâmın şartlarını, dînin emirlerini ve sünnetin
edeblerini öğretmeli ve bu öğretme işine devâm etmelidir. Öğrenmek
istemezse müsâmaha etmemeli, devâm etmelidir. Gerekirse, azarlamalıdır.
Fakat yaşı ve kâbiliyeti de göz önünde bulundurmalıdır. Nitekim
dînimizin hükmüne göre, yedi yaşında namazı öğretmeli, kıldırmalıdır.
Eğer on yaşına gelir de kılmazsa, azarlamalı, hattâ dövmelidir.
İyileri övmeli, kötüleri ayıplamalı ve böylece iyiliğe teşvik
etmelidir. Kötülükten, çirkin işlerden men etmelidir. İyi bir iş
yaparsa, onu övmeli, âferin demeli, kötü bir iş işlerse, ayıplayıp
korkutmalıdır. Elden geldiği kadar açık sitem etmeli, yanlışlıkla
yaptı, unutarak etti deyip, cür'etini arttırmamalıdır. Gizli bir şey
yapmışsa, yüzüne vurmamalı, hayâ perdesini yırtmamalıdır. Tekrar
yaparsa, yalnız bir yerde, onu tembih etmeli, azarlamalıdır. Yaptığı o
işin, çok çirkin olduğunu söylemeli, bir daha yapmaması için
korkutmalıdır. Sık sık azarlamamalıdır. Yoksa azarlamak, ayıplamak âdet
hâline gelir. "İnsanlar yasaklara karşı meyilli ve harîs olurlar." sözü
gereğince, tekrar yapmaya koyulabilir. Bunun için iyi idâre etmelidir.
Çocuğun
nazarında yemeyi, içmeyi, iyi elbise giymeyi önemsiz göstermeli, süslü
elbiseler, renkli kumaşlar kadınların beğeneceği şeylerdir, erkekler
böyle şeyleri sevmez demelidir. Hep yemeye, içmeye düşkün olmaması için
uyarmalıdır.
Önce
yemek yemenin edeplerini öğretmelidir. Yemek yemekten maksad, bedenin
sıhhatini korumaktır, lezzet almak değildir demelidir. Yemek ve içmek
ilâç gibidir, onunla açlık ve susuzluk giderilir demelidir. İlaç belli
miktârda alındığı zaman faydalı olduğu gibi, yemek ve içmek de, açlığı
ve susuzluğu giderecek kadar olursa faydalı olur demeli, çeşitli
yemeklere alıştırmayıp, bir yemekle yetinmeye alıştırmalı, iştihâsını
zabt ettirmeli, istediğini değil, bulduğunu yemeğe alıştırmalı, lezzet
ve zevklere önem vermemesini öğretmelidir. Zaman zaman çocuğa kuru
ekmek vermeli, zaman olur ki, ondan başka bir şey bulamadığı olur. Onun
için öyle alıştırmalıdır. Bu edebler, zengin olmayanlar içindir.
Zenginler yaparsa daha iyi olur. Eti normal yedirmelidir. Yemekten
hemen sonra mümkünse su içirmemelidir.
Her ne
kadar alkollü içkilerden sakınmak herkese lâzım ise de, çocuklara
akıllarına göre anlatıp, men etmek husûsunda çok söylemeli, rûha da,
bedene de çok zararlıdır demelidir. İnsanın, kızgınlığını, sinirini,
hayâsızlığını arttırır ve bu hâller onda meleke, alışkanlık hâline
gelir demeli, böyle kimselerle düşüp kalkmaktan, arkadaşlık etmekten
kesin olarak men etmelidir.
Çirkin
sözleri, dînimize uymayan sesleri dinlemekten men etmelidir.
Vazîfelerini bitirmeden ve sıkıntı çekmeden yemeğini vermemelidir.
Kapalı ve
gizli işlerden onu men ederek, kabahate karşı cesâretini kırmalıdır.
Gündüz ve gece çok uyutmamalı, yumuşak elbiselere alıştırmamalı, yaya
yürütmeli, bineğe binmesini öğretmeli, oturma, kalkma ve konuşmanın
edeplerini anlatmalı, kadınlar gibi süslenmemesini, vakti gelmeyince
yüzük takmamasını söylemelidir. Babasıyla ve dünyâ malı ile
arkadaşlarına övünmekten men etmeli, yalan söylemekten sıkı men etmeli,
doğru veya yalan yemin etmemesini tembih etmelidir. Çünkü yemin, herkes
için kötü bir şeydir. Uygun olarak yapılırsa da mekrûhtur. Ancak din
için faydalı olursa, câizdir. Büyüklerin yemin etmeye ihtiyâcı olsa da,
çocukların hiç ihtiyâcı yoktur. Büyüklerin yanında susup oturmasını,
sorulursa, kısa cevap vermesini öğretmeli, hep iyi konuşmayı âdet
etmesini anlatmalıdır. Büyüklerin çocuklarına bu edebler daha çok
lâzımdır.
İlim
öğrenmeye çok teşvik etmelidir. Hoca dövse de, kayırmamalı, lüzumsuz
yere çocuğu azarlamamalıdır. Dayağa ihtiyâc olursa, bir daha yapmaması
için önce kuvvetli azarlamalıdır.
Çocuğu
cömerdliğe alıştırmalı, mal ve mülkü gözünden düşürmelidir. Çünkü para
ve mal sevgisinin zararı, zehirden çoktur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri;
"Yâ
Rabbî, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut!" meâlindeki
İbrâhim sûresi: 35. âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: Putlardan murâd,
altın ve gümüştür. Yâni İbrâhim aleyhisselâm; "Beni ve çocuklarımı
altına ve gümüşe tapmaktan, kalbimizi onlara bağlamaktan koru!" diye
duâ ediyor. Çünkü bütün kötülüklerin menşei; parayı, dünyâyı sevmektir.
Boş
zamanlarında çocuklara oyun oynamak için izin vermelidir. Ama sıkıntılı
ve zor oyunlar ve kötülüğe sebep olacak alışkanlıkları veren oyunlardan
sakındırmalıdır. Bu edebler herkes için iyidir. Gençler için ise, daha
iyidir. Anlama yaşına gelince, ona dünyâ malından esas maksadın,
sıhhati korumak olduğunu anlatmalı, dünyâyı âhirete sermâye yapmayı
tembih edip, öğütlemelidir.
Eğer ilim
sâhibi olacaksa, ilim tahsîli için gerekli terbiye verilmelidir. San'at
sâhibi olacaksa, dînî vecîbeleri öğrenip yaptıktan sonra, o sanatla
meşgûl etmelidir. Burada en iyisi, çocuğun tabiatine, yâni kâbiliyetine
bakmalı, durumunu incelemeli, neye istidâdı olduğunu sezmeli,
kâbiliyetinin hangi ilim ve sanata daha yatkın olduğunu anlayıp, o
tahsîl ve sanata vermelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; "Kişi ne
için yaratılmışsa, o işi ona kolaylaştırılır." buyurdular.
Herkesin her sanata kâbiliyeti olmaz. Belki herkesin bir sanata
istidâdı olur. Bunun altında derin bir sır vardır. Böyle olmasının
sırrı, cemiyetlerin ayakta durması ve insanların düzenli, tertipli ve
herbirinin ayrı işler görerek, birbirinin eksik taraflarını
gidermesidir. Çünkü bir kimse bir sanata istidâtlı ise, küçük bir
gayretle onu öğrenir. O işe istidâdı yoksa, ona boşuna emek verip,
boşuna ömür tüketir. Eğer çocuğun bir sanata karşı kâbiliyeti yoksa,
onu başka sanata vermelidir. Bunda da, çocuğun o işi yapamayacağını
iyice anlamalıdır. Değilse ümitsizliğe, başarısızlığa kapılır. Bir
sanatı öğrenince, geçimini ondan sağlamasını emretmelidir. Onun zevkini
alıp daha iyi yapmaya çalışmalı ve o sanatın inceliklerini öğrenmeli,
branşında ihtisâs yapmalıdır.
Çocuğa
büyüklerin âdeti olan temiz, tayyib bir kazanç getirecek iş
yaptırmalıdır. Baba veya anasından kendine ulaşana güvendirmemelidir.
Çünkü babalarının malı, parası ile gururlanan, övünen zengin çocukları,
sanat öğrenmekten mahrûm olmuşlar, durumları değişince de sıkıntıya
düşmüşlerdir.
Çalışma,
kazanma ve bir ev idâre etmeyi başardığında, onu evlendirmeli ve
kazancını ayırıp, ona vermelidir."
Celâleddîn-i Devânî hazretleri ömrünü
ilme ve insanlara hizmetle geçirdi. Uzun Hasan'ın oğullarından Yâkub ve
Murâd beyler zamânında, Fars bölgesi kâdısı oldu. Bu büyük âlimin bir
aralık Hindistan'a gittiği ve oranın sultânı adına bâzı ilmî eserler
yazdığı rivâyet edilmiştir. Celâleddîn-i Devânî hazretleri her ilimde
söz sâhibi idi. Özellikle kelâm ve mantık ilimlerine dâir yazdığı
eserleri ile pek meşhûrdur. Eserleri, asırlarca İslâm ülkelerindeki
medreselerde ders kitabı olarak okundu. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı
Rabbânî AhmedFârûkî Serhendî, Mektûbât kitabında bu büyük
âlimin yüksek derecesini bildirmektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri: "...Mantığa
dayanarak, akl ile, düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince, bu yoldan
îmân elde edilebilir. Fakat elde edenler pek azdır. Allahü teâlânın
varlığını bu yoldan isbât etmekte, Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî gibi
biri daha bulunduğunu bilmiyoruz. Çünkü, hem muhakkıkdır ve hem de
sonra gelenlerdendir ve bu yüksek varlığı isbât etmek için çok
uğraşmıştır." buyurmuştur.
Celâleddîn-i Devânî hazretleri pek çok
eser yazdı. İstanbul kütüphânelerinde tesbit edilebilen eserlerinin
sayısı otuz beşe ulaşmakta olup, bunlardan yirmi sekizi Arabca,
diğerleri de Farsçadır. Farsça şiirler yazdığı, kaynaklarda ifâde
edilmektedir.
Bu eserlerin başlıcaları şunlardır:
1) Şerh-i Akâid-i Adûdiyye, 2) Ahlâk-ı Celâlî (Bu eserin asıl
adı Levâmi'ul-Eşrâk fî Mekârim-il-Ahlâk'dır.). 3) Fâtiha ve Kâfirûn
Sûrelerinin Tefsîri, 4) İsbât-ül-Vâcib (Risâle-i Kadîme), 5)
Ef'âl-ül-İbâd, 6) Hakîkat-ün-Nefs, 7) Risâle-üt-Tevhîd, 8) Ta'rîfü
İlm-il-Kelâm, 9) El-Es'ilet-üş-Şerîf-ül-Kur'âniyye, 10) Arznâme, 11)
Ennümûzec-ül-Ulûm, 12) Erbeûn-es-Sultâniyye, 13) Şerh-i Rubâiyyât, 14)
Şerh-ut-Tehzîb, 15) Hâşiyet-üt-Tasavvurât, 16) Heyâkil-ün-Nûr Şerhi,
17) Tehzîb-ül-Mantık Şerhi, 18) Şâfiî mezhebi fıkıh bilgilerinde
Fetevâ-i
Envâr üzerine yaptığı hâşiye, 19) Tefsîr-i Kalâkıl (Kul
ile başlayan 4 kısa sûrenin, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerinin
tefsîridir.)
Celâleddîn-i Devânî hazretlerinin, Ahlâk-ı
Celâlî adlı ahlâk ile ilgili eseri Farsça olup, 1882 (H.1304)
senesinde Hindistan'da sekizinci defâ basılmış ve İngilizceye de
tercüme edilmiştir.
Yemek
Yeme Adabı
Yemek yeme âdâbıyla ilgili şöyle anlatır:
"Önce elini, ağzını, burnunu yıkamalıdır.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Yemekten önce elini yıkayan,
fakirlikten kurtulur."
İlk lokmayı alırken Besmele ile yemeğe
başlamalı, yemeği bitirince "Elhamdülillah!" demelidir. Ev sâhibi ise,
en önce yemeğe o başlamalıdır.
Elini, elbisesini, sofrayı, örtüyü
kirletmemeli, elle yenilecek şeyleri üç parmakla yemeli, yerken ağzını
açmamalı, büyük lokma almamalı, lokmayı ağzına alır almaz, çiğnemeden
yutmamalı, normalden fazla da ağzında tutmamalıdır. Bir lokmayı
yutmadan, ikinci bir lokmaya el uzatmamalı, dökülen kırıntıları
toplamalıdır. Yemek esnâsında parmağını yalamamalıdır. Ama yemek
bitince yalayabilir. Hattâ o zaman yalamak sünnettir.
Yemeğin rengine bakmamalı, yemeği
koklamamalı, yemeğin hep birinden yiyip, diğerlerinden yememezlik
etmemelidir.
Eğer sofrada iyi bir yemekten az
bulunursa, diğerlerini bırakıp hep onu yememeli, diğer arkadaşlarını
kendine tercih etmelidir.
Önünden yemelidir. Ancak meyve tabağının
diğer tarafından da alınabilir. Ağzına götürmüş olduğu kemik ve benzeri
şeyleri, ekmeğin ve sofranın üzerine koymamalı, eğer yediği et veya
lokmadan kemik çıkarsa, yavaşca ağzından çıkarmalıdır. Yemek yerken
tiksindirici hareketlerden, sözlerden, hikâyelerden sakınmalıdır.
Ağzından çıkardığı bir şeyi kâseye, tabağa atmamalı, kısaca; öyle yemek
yemelidir ki, tabağında yemek artsa, bir başkası tiksinmeden
yiyebilmelidir. Misâfir ise, ev sâhibinden önce yememeli, ama başkaları
yemeğe başlamışsa, onlara uyup yemelidir. Aç da olsa, buna riâyet
etmelidir. Ama evinde ve mahremlerinin olduğu yerde hemen başlayabilir.
Ev sâhibi ise, misâfirler yemekten el
çektikten sonra, yemekten el çekmelidir. Yavaş yavaş yemeli, eğer kimse
yemeğe devâm etmiyorsa, yalnız kalıp, utancından bırakmamalıdır.
Yemek arasında su içmek îcâbederse, rahat
ve yavaş içmelidir. Ağzının ve boğazının sesi su içerken
duyulmamalıdır. Dili ile dişlerinin arasından aldıklarını yutmalı, ama
kürdanla aldıklarını uygun bir yere atmalı insanları tiksindirmemelidir.
Ellerini yıkarken ve temizlerken,
parmaklarını ve tırnak diplerini iyice yıkamalı, aynı şekilde
dudaklarını, ağzını, dişlerini iyice temizlemeli, leğene
tükürmemelidir. Ağzını yıkadığı suyu dökerken, eliyle örtmelidir. Yemek
yemeden önce el yıkarken, başkalarından öne geçmeye çalışmamalıdır." |
|