Bekrî (Ebü'l-Mekârim)

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi. Kendi ismi ve babasının ismi Muhammed'dir. Künyesi Ebü'l-Mekârim ve Ebî Bekr, lakabı Şemsüddîn'dir. Bekrî ismiyle meşhûr oldu. 1523 (H.930) senesinde Mısır'da doğdu. Soyu baba tarafından hazret-i Ebû Bekr'e, anne tarafından Peygamber efendimize dayanmaktadır.


Ebû Bekr künyesini ona babası vermiştir. Ebü'l-Mekârim künyesinin verilmesi ise şöyle oldu:

Ninesi Hadîce binti Hâfız, sâliha bir kadın idi. Hicaz'a gidip, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede otuz sene ikâmet etti. Mekke'de iken Mısır'da Bekrî'nin doğduğu gece, bir rüyâ gördü. Rüyâsında Bekrî'yi kendisine getirdiklerinde onu kucağına alıp, Kâbe-i muazzamanın etrâfında tavâf etmiş, bu esnâda; "Yâ Rabbî! Senden bu torunumun âlim ve sâlih olmasını diliyorum." diye duâda bulunmuş, sonra Kâbe-i muazzama tarafından gelen, ve; "Ona Ebü'l-Mekârim künyesini verin." diyen bir ses işitmişti. Bunun üzerine Mısır'a döndüklerinde, Bekrî'ye, Ebü'l-Mekârim künyesini verdiler. Bekrî, 1585 (H.994) senesinde Mısır'da vefât etti. Karâfe Kabristanlığına defnedildi.

Büyük bir âlim ve velî olan babasının terbiyesinde yetişti. Yedi yaşının sonlarında Kur'ân-ı kerîmi, sekiz yaşında iken İbn-i Mâlik'inElfiye adlı eserini ezberledi. Bunu, Mekke-i mükerremenin en büyük âlimlerinin huzûrunda okudu. Huzûrlarında Elfiye' yi okuduğu âlimler arasında; Şâfiî mezhebi âlimi İsmâil Kayrevânî, Mâlikî mezhebi âlimi Muhammed Hattâb-ı Kebîr, Hanefî mezhebi âlimi İbn-i Bûlâd bulunuyordu. Bunlardan icâzet, diploma aldı. On yaşına girmeden, büyük âlim ve velî bir zât olan Ebû İshak Şîrâzî'ninTenbîh isimli eserini ezberledi. İlim öğrenmesi, babasının derslerine devâm etmek sûretiyle onun vefâtına kadar devâm etti. Bu süre içerisinde muhtelif ilimleri okudu. Meşhûr altı hadîs kitabından olanSünenleri ve çeşitli fıkıh kitaplarını okudu. On yedi yaşlarında iken eser yazmaya başladı.

1545 (H.951) senesinde dedesinin ve babasının isimleri ile bilinen Câmi-i Ebyâd (Beyaz Câmi) diye meşhûr olan câmide; kırâat, hadîs ve fıkıh dersleri verdi. Aynı sene babası bir mecliste şöyle buyurdu: "Oğlum Muhammed'de bu sene öyle bilgi ve mârifetler hâsıl oldu ki, talebelerimin en gözde olanı bunları elde etmek için altmış sene uğraşmış olsaydı, bu mertebeye ulaşamazdı." Yine babası, son haccına gitmeden önce; "Bu sefer dönüşümde, şeyh ve mürebbî olursun." buyurdu. Nitekim hacdan dönüşünde, ona bu hususta izin verdi. Hattâ ona; "Senin durumunu Resûlullah efendimize arz ettim. "Yâ Resûlallah! Oğlum Muhammed için ne vardır?" diye sordum. Resûl-i ekrem; "Eğer Kureyş'e, onun gibiler için olan şeyi haber vermiş olsaydım, muhakkak ki, onlar hayret ederlerdi." buyurdu.

Babası Şeyhülislâm Ebü'l-Hasan Bekrî, vefâtına yakın onunla yalnız bir odada kaldı. Muhammed Bekrî bu arada, Allahü teâlânın, babasına lütuf ve ihsânda bulunduğu feyz ve mârifetlerden çok istifâde etti. Ebü'l-Hasan Bekrî, sonra herbiri şeyhülislâm ve zamânının ileri gelen âlimlerinden olan ve ömürlerinin büyük bir kısmını kendisinden ilim öğrenmekle geçiren talebelerini yanına çağırarak, oğlu Muhammed Bekrî'den istifâde etmelerini, ondan ilim öğrenmelerini ve emri altına girmelerini vasiyet etti.

Ebü'l-Hasan Bekrî vefât edince, talebelerinin büyüklerinden biri, onun yerine Câmi-ul-Ezher'de ders vermek istedi. O sırada Muhammed Bekrî'nin yaşı küçük olduğu için, daha babasının yerinde ders verebilecek durumda olmadığını sanıyordu. Daha önce ilim meclislerinde ders de vermemişti. Bütün bunlara rağmen, ders vermesi için ona bir meclis kuruldu. Bu mecliste, Mısır'daki dört mezheb âlimlerinin ekserîsi hazır bulundu. Muhammed Bekrî ders vermeye başladı. Önce sâdece tefsîr ilmine dâir ders vereceği zannedildi. Fakat o, bütün ilimlerden, derin mârifetlerden ve hiç duymadıkları bilgilerden bahsedince, dinleyenler hayrete düştüler. Onun ilimdeki üstünlüğünü ve Mısır'da babasının yerine ders vermeye herkesten daha lâyık olduğunu kabûl ettiler. Sözlerinde ve hâllerinde babasına benziyordu. Câmi-ul-Ezher'de Besmele-i şerîfin "B" harfinin derin mânâlarını anlatmak için iki bin iki yüz ders yaptı.

Büyük âlim olan Muhammed Bekrî'nin derslerinde ve sohbetlerinde bulunanlar, onun anlattığı şeylere hayran kalırlardı. Anlattıkları, beşer aklı ile bilinebilecek şeyler değildi ve bu bilgiler Allahü teâlânın bir ihsânı idi. Muhammed Bekrî ilimde o kadar yükselmişti ki, ömrünü zâhirî ilimleri tahsîl ile geçirmiş ve ilâhî mârifetlerden de nasîbini almıştı. Âlimler onun hakkında; "Vallahi, ondan işittiğimiz bu sözleri nereden aldı, nereden öğrendi, bilmiyoruz. Eğer peygamberlik kapısı Resûlullah efendimiz ile kapanmamış olsa idi, sözlerini, onun peygamber olduğuna delîl getirirdik." derlerdi.

Muhammed Bekrî, tefsîr ilminde de derin bir âlim idi. Tefsîr dersleri verirken, derin ve ince mânâlardan bahsederdi. Âlimlerin, tefsîrini yaptığı âyet-i kerîmelerle alâkalı olarak bildirdiklerini de naklederdi. Bunlar arasında evlâ olan en iyi mânâyı da söylerdi. Sonra tasavvuf büyüklerinin her âyet-i kerîmeye dâir bildirdiklerini naklederdi. Bütün bunları; fesâhat, belâgat ve yüksek bir ifâde üslûbu ile açıklardı. Hadîs ve fıkıh derslerini de aynı şekilde anlatırdı. Hangi ilme dâir derse başlarsa, dinleyen onu, o ilmin bütün temel bilgilerine ve inceliklerine vâkıf görürdü. Câmi-ul-Ezher'de ve başka yerlerde ders verdi. İnsanlar, onun elini öpmek ve duâsını almak için yanına gelirlerdi. Onun bulunduğu yer çok kalabalık olurdu.

Bir defâsında Mekke-i mükerremede talebesi Abdurrahim Şa'râvî ile mücâvir, komşu idiler. Harem-i şerîfte, Bâb-ı İbrâhim denilen yerde oturdukları bir sırada, hizmetçisi gelip, bâzı ihtiyaçlarını almak için para istedi. O sırada parası olmadığı için hizmetçiye; "İnşâallah ben birazdan gönderirim." dedi. Sonra hizmetçi gitti. Fakat tekrar gelip, ısrarlı bir şekilde para istedi. Muhammed Bekrî önceki gibi cevap verdi. Fakat hizmetçi ısrarla para istiyordu. Hizmetçinin bu ısrârı karşısında Muhammed Bekrî, Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek için kalktı. Talebesi de onunla birlikte gitti. Muhammed Bekrî tavâf ederken şu sözleri söylüyordu:

"Yâ Rabbî! Bitkiler kurudu. Onları lütfedeceğin yağmur ile sula. Bize yardım eyle. Çünkü biz, senin lütuf ve ihsânını umuyoruz." Bir müddet sonra Hindistanlı bir zât, Muhammed Bekrî'nin yanına gelerek, elini öptü. Cebinden, içerisinde bir mikdâr dinâr bulunan bir kese çıkarıp verdi ve; "Efendim! Bu kese size hediyedir. Bunu, Hindistan Sultânı gönderdi." dedi. Bunun üzerine Muhammed Bekrî bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya şükür secdesi yaptı. Sonra o keseyi hizmetçisine verdi. Hizmetçi sevinçle ihtiyaçları karşılamak için çarşıya gitti.

Bir gün birisi Muhammed Bekrî'den bahsederek; "Bilmiyorum, Muhammed Bekrî, bu kadar bol yiyecek ve giyeceği nasıl buluyor?" dedi. Bu sırada Muhammed Bekrî, oraya gelerek; "Oğlum! Dünyâ bizim kalbimizde değil elimizdedir." dedi.

Muhammed Bekrî, bir sene hacca gitti. Bu sırada Resûl-i ekremin kabr-i şerîflerini de ziyâret etti. Mescid-i Nebevî'ye gelip, Ravda-i mutahhera ile minber arasına oturdu. O sırada Resûlullah efendimiz şifâhî olarak; "Allahü teâlâ seni ve soyunu mübârek kılsın." buyurdu.

Muhammed Bekrî, bir gün talebelerinden birisine; "Git, bize biraz yiyecek satın al, gel!" dedi. Talebenin üzerinde hiç para yoktu. Para yanında olan talebe o sırada orada değildi. Bu talebe; "Efendim, paranın bulunduğu arkadaşımız şu anda burada yok." deyince, Muhammed Bekrî; "Bizim masrafımızı, rızkımızı, her şeyin sâhibi ve mâliki olan Allahü teâlâ verir." deyip, elini orada bulunan bir ağacın dalına uzattı. Birkaç yaprak koparttı ve talebesine verdi. Talebe yaprakları eline alınca, onların birer dinâr olduğunu gördü. Muhammed Bekrî tekrar; "Şimdi git, bir şeyler al da gel!" dedi. Orada bulunanlar da, ağaç yapraklarının, Allahü teâlânın izni ile dinâra döndüğünü gördüler.

Torunu bir gece seher vaktinde kalkmıştı. Bâzı sıkıntıları vardı. Bu sırada; "Ey Muhammed! Karafe'de bulunan deden Muhammed Bekrî'nin kabrini ziyâret et." diyen bir ses işitti. Ses gittikçe kuvvetleniyordu. Evin avlusuna çıktı. Fecr doğuyordu. Hava biraz aydınlanmıştı. Sabah namazını kıldı. Sonra bineğine bindi. O ses daha da kuvvetlenmişti. Doğruca Karafe kabristanına gitti. Hazret-i Ebû Bekr'in soyundan gelen büyüklerin bulunduğu tarafa yöneldi. Dedesi Muhammed Bekrî'nin kabrinin başına vardı ve oturdu. Kabre yaklaşıp, gizli bir sesle, ona bâzı ihtiyaçlarını arzetti. Sonra oradan ayrıldı. İmâm-ı Şâfiî'yi ziyâret etti. Sonra bineğine binip geri döndü. Bu sırada uzun boylu ve kırmızı cübbeli birisi peşinden; "Ey Muhammed!" diye bağırıyordu. Geriye dönünce ona; "Ey Muhammed! Deden Muhammed Bekrî sana selâm ediyor. Şikâyetlerini ve isteklerini işitti. Sen şikâyetlerini ve isteklerini söylerken, yanında Resûlullah da vardı. Deden Muhammed Bekrî, Resûlullah efendimize; "Yâ Resûlallah! Bu oğlum Zeynelâbidîn'dir. O benim yanımda çok kıymetlidir. Onun ihtiyaçlarını temin ederseniz çok memnun olurum." dedi. Resûlullah efendimiz de deden Muhammed Bekrî'nin bu ricâsını kabûl buyurdu." dedi. Sonra, senin deden Muhammed Bekrî'den isteklerin şunlar şunlardı diye, tek tek saydı. Bundan o kimsenin, keşfinin ve kerâmetinin doğru olduğunu anladı. Çünkü o, dedesinin mezarında isteklerini gizli olarak yapmıştı. O zâta; "Atıma bininiz. Ben yürüyerek giderim." dedi. O zât kabûl etmedi. Atına bindi, fakat atı yürümedi. Arkasına dönüp baktığında, o zâtı göremedi. Sonra talebelerini, o zâtı aramaları için gönderdi, fakat bulamadılar.

Büyük âlim Abdülkâdir Mahallî; "Bir yerde bir ihtiyâcınız olduğu zaman, Muhammed Bekrî'nin kabrine gidin. Ey hocam Muhammed Bekrî! Falanca ihtiyâcımın yerine gelmesi için, seni Allahü teâlânın katında vesîle ediyorum, deyin. Allahü teâlânın izni ile o ihtiyâcınız hâsıl olur. Bu tecrübe edilmiştir." buyurdu.

Muhammed Bekrî buyurdu ki: "Tasavvuf yolunda olan kimseye en önce lâzım olan, tövbe ile günah kirlerinden temizlenmesidir. Tövbe; günahtan vazgeçmek, o günâhı yaptığına pişmân olmak, o işi terketmeye azmetmek, haksız aldığı malı sâhibine geri vermek, kaçırmış olduğu namazlarını kazâ etmek, hocasının hizmetinde bulunmak, onun emrine uymakla olur. Kendisini günahlardan temizlemesi için, hocasını nefsine âmir ve hâkim kılmalıdır. Günahlardan kurtulmak için, Allahü teâlâya duâ etmelidir."

Muhammed Bekrî'nin bir şiirinin tercümesi şöyledir: "Darıldığın bir şeyden dolayı canın sıkıldığı zaman feryâd etme. İşini Allahü teâlâya teslim et. Bu niçin böyle oldu diye Hakk'a îtirâz etme. Çünkü Hakk'a îtirâz eden pişmân olur. Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı olan kimse, pek yüksek ve şerefli derecelere kavuşur. Matlûbu ve maksûdu peşînen verilir. Sıkıntıları ondan gider. Evliyânın sözlerini yerine getirip, onlara sâdık kaldıklarından ve kendilerini Allahü teâlâya teslim, işlerini de havâle etmelerinden dolayı başkalarından üstün olur. Bir sıkıntın olduğu zaman ümîdini kesme. Duâlara icâbet eden Allahü teâlânın fazlından ve lütfundan ümitli ol. Nice sıkıntı ve darlığın peşinden Allahü teâlânın yardımı yetişmiştir.

Ey kalbim! Eğer benim kalbim isen, benlikten uzaklaş. Ey kalbim! Eğer kalbim isen, Allahü teâlânın kazâ ve kaderinden râzı ol. Gizlide ve açıkta Allahü teâlâyı murâkabe et. Ey kalbim! Eğer benim kalbim isen, Allahü teâlâdan başkasına meyletme. Rabbimin hükmüne sabret. Sonunda hayır bulursun. Allahü teâlâya karşı sâdık ve samîmî ol. Kuşlar gibi, bilmediğin yerden rızka kavuşursun."

Muhammed Bekrî çeşitli ilimlere dâir eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Şerhi Muhtasar-ı Ebû Şücâ': Şâfiî mezhebi fıkhına dâir bir eserdir. 2) Dîvân-ı Şi'r: Yazma bir eserdir. Bir nüshası Paris'te Millî Kütüphânededir. Harflere göre tertib edilmiştir. On sekiz forma civârındadır. Kütüphânenin Sâdât-ı Bekriyye kısmındadır. 3) Tercümân-ül-Esrâr ve Dîvân-ül-Ebrâr, 4) El-Feth-ul-Mübîn bi Cevâbı Bâd-is-Sâilîn, 5) Risâletün fil-İsm-il-A'zam, 6) Risâletün fis-Salâti alen-Nebiyyi, 7) Risâletün fî Âdâb-iş-Şeyh vel-Mürîd, 8) Risâletün fî Ziyâret-in-Nebiyyi.

VÂLİYE DAYISINI TAVSİYE EDERİM

"Hüseyin Paşa, Bahîra vâlisi Ömer bin Îsâ'ya bir işinden dolayı kızdı. Adamlarını gönderip yanına getirmelerini emretti. Ömer bin Îsâ'yı getirdikleri vakit öldürecekti. Vâli yolda, Hüseyin Paşanın adamlarından, kendisini önce Muhammed Bekrî'ye götürmelerini ricâ etti. Hüseyin Paşanın adamları bu isteği kabûl ettiler. Muhammed Bekrî'nin evine vardıkları zaman, onun husûsî odasında yalnız başına olduğunu söylediler. Muhammed Bekrî bu sırada kimse ile görüşmezdi. Bunun üzerine Vâli, Muhammed Bekrî'nin talebelerinden Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin yanına götürülmesini istedi. Hüseyin Paşanın adamları bu isteği de kabûl ettiler. Oraya varınca, Vâli, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'den, Hüseyin Paşanın yanında kendisine şefâatçi olmasını istedi. O da Vâliye:

"Hüseyin Paşa ile hiç görüşmemiz yoktur. Fakat ben Muhammed Bekrî'ye gidip, senin için Paşanın huzûrunda şefâatçi olmasını isterim." dedi. Sonra hemen Muhammed Bekrî'nin huzûruna gitti. Durumu Muhammed Bekrî'ye arzetti. O sâdece;

"Vâliye dayısını tavsiye ederim." buyurdu. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî onun bu sözünün mânâsını anlayamadı. Vâli Ömer bin Îsâ'nın annesi, oğlunun bu hâlde götürüldüğünü öğrenince, Hüseyin Paşanın hanımlarının yanına gitti. Oğlunun durumunu onlara anlattı. Vâlinin annesinin bu husus için geldiği haberi Hüseyin Paşaya ulaşınca, hazırlanıp makâmına gitti. Vâlinin annesi onunla görüştürüldü ve oğlunun durumu hakkında Hüseyin Paşa ile konuşmaya başladı. Hüseyin Paşa, Vâlinin annesine nereli olduğunu sordu. O da, memleketini ve âilesinin kimlerden olduğunu açıkladı. Hüseyin Paşa, kadına:

"Senin hiç kardeşin var mı?" diye sordu. Kadıncağız; "Evet, filan isimli bir kardeşim var." dedi. Bunun üzerine Hüseyin Paşa, o kadının kendi kardeşi olduğunu anladı ve; "Ben senin kardeşinim." dedi. Böylece Muhammed Bekrî'nin; "Ona dayısını tavsiye ederim." sözünün mânâsı anlaşıldı. Hüseyin Paşa, yeğeni olan Îsâ bin Ömer'i derhâl huzûruna çağırdı. Durumu ona anlattı ve eski vazîfesine onu tekrar tâyin etti. Vâli huzurdan ayrıldı. Doğruca Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin yanına gitti. Durumu ona anlattı. O da, bu durumun Muhammed Bekrî'nin bereketiyle olduğunu; gidip ona teşekkür etmesini söyledi. Vâli derhâl Muhammed Bekrî'nin huzûruna giderek elini öptü ve hayır duâsını aldı."