Arif-i
Rivegeri
Hâce Arif-i Rivegerî, Buhara yakınlarındaki Riveger köyünde miladî 1165
yılında doğmuştu. Dünya ömrü yüz yıla yakın sürdü ve bunun önemli bir
kısmını insanları irşad ile geçirdi. Yetiştirdiği binlerce müridi
sebebiyle ona “Pîşuvâ-yı Ârifân”, yani “Ariflerin Önderi” denildi.
Buhara’da, hocalarının adeta el üstünde tuttuğu son derece
kabiliyetli bir medrese talebesiydi. Çarşıda dolaştığı bir gün,
alışverişini yapıp bir dükkandan çıkmakta olan Abdülhâlik-ı Gücdüvanî
hazretlerini gördü. İlk kez karşılaştığı Hâce’nin keramet sahibi bir
veli olduğunu duymuştu. Fakat ilmiyle ve zekâsıyla mağrur bu genç, bazı
hocalarının da tesiriyle tasavvufun terbiye metoduna mesafeliydi.
Halkın, tasavvuf büyüklerinin hallerini abarttığını düşünüyordu. Bu
önyargılarına rağmen Hâce’yi görünce o güne kadar hiç yaşamadığı bir
huzurun, bir ruh dinginliğinin bütün varlığını sardığını fark etti.
Gayri ihtiyari koştu, “Müsaade ederseniz ben taşıyayım.” diyerek
Hâce’nin elindeki öteberileri aldı. Abdülhâlik-ı Gücdüvanî
hazretlerinin iki adım gerisinde onun evine doğru yürürken, hissettiği
manevi haz sebebiyle bu yolculuk hiç bitmesin istiyordu. Nihayet eve
vardılar. Hâce hazretleri müşfik bir nazarla delikanlıya baktı, hizmeti
için teşekkür etti ve “Bir saat sonra gel, yemeği birlikte yiyelim.”
dedi.
Genç medrese talebesi mutluluktan uçacak gibiydi. Dünyalar
onun olmuştu.
Mürşidin cezbesine kapılınca
Geçmek bilmeyen o bir saat dolduğunda izah edemediği bir
iştiyakla koştu, Hâce’nin kapısını çaldı. Yemek bahaneydi. Hâce’nin
yanında yaşadığı manevi hazza koşuyordu aslında. Nitekim sonraki
zamanlarda kapı çalmalar sıklaştı. Arif ismindeki Râmitenli bu genç her
fırsatta Hâce’yi ziyaret ediyor, onun yakınında bulunmak için bütün
imkanlarını kullanıyordu.
Bu arada medresedeki derslerini de ihmal eder olmuştu.
Hocalarından biri onun tekrar dersleriyle alâkadar olması için tarikat
büyükleri aleyhine birtakım sözler sarfetti. Arif-i Rivegerî’nin canı
sıkılmış fakat hocasına hürmeten sesini çıkarmamıştı. Hâce Abdülhâlik-ı
Gücdüvanî hazretlerinin mübarek yüzüne baktıkça nasıl uhrevî bir aleme
daldığını, zikrullahın kalbini nasıl sardığını ifade de edemiyordu
zaten. Fakat beri tarafta medrese hocasının tarikatler ve tasavvuf
hakkında gittikçe artan ithamları yüzünden dersler bir işkenceye
dönüşmüştü.
Bir gece rüyasında bu medrese hocasının işlediği bir günahtan
haberdar edildi. Ertesi günkü derste hoca yine ileri geri konuşmaya
başlayınca Arif-i Rivegerî dayanamadı: “Siz, şöyle şöyle bir günaha
rağmen, üstelik tövbe ve pişmanlığa yönelmeden niçin başkaları hakkında
bu kadar suizan ediyorsunuz?” demek zorunda kaldı. Hoca mahcup oldu,
talebesinin manen yüksek bir makama ulaştığını anladı, tövbe ederek
Arif-i Rivegerî hazretleri ile birlikte Hâce Abdülhâlik-i Gücdüvanî
hazretlerine intisap etti.
Hem zahirin hem bâtının ârifi
Hâce Abdülhâlik-ı Gücdüvanî k.s., genç müridi Arif-i
Rivegerî’yi karşısına aldı, “Bizim yolumuz Rasul-i Ekrem s.a.v.’in
yoludur.” buyurdu. “Maksadımız sırat-ı müstakimi onun gibi yürümek,
onun izlerini tazelemektir. Öyleyse ey Arif, Sünnet’i iyi bilmek gerek,
hadis-i şerifleri iyi bilmek gerek. Bunun için başladığın işi bitir,
şer’î ilimleri tahsile devam et.”
Arif-i Rivegerî hazretleri, Hâce’nin irşadıyla bir yandan
bâtınını imar ederken, bir yandan da medrese tahsilini tamamladı.
İsmiyle müsemma bir dervişti. Kısa zamanda marifet kesbetti, Hâce
Gücdüvanî hazretlerinin halifelerinden biri oldu. Mürşidinin telkini
ile bilhassa zamanın kıymetini bilmek hususunda ihtimam gösterirdi.
Vaktini zayi etmez, bir an bile gaflette olmamaya dikkat eder,
pişmanlık duyacağı bir hal yaşamışsa Cenab-ı Hak’tan tövbe ile af
diler, nefsini zora koşarak cezalandırırdı. Gecelerini ibadetle
geçiren, haramlardan şiddetle kaçan, hatta harama düşerim korkusuyla
bazı mübahlardan bile uzak duran Arif-i Rivegerî hızla manevi makamları
katetti, “Hâce” diye anılmaya başladı. Abdülhâlik-ı Gücdüvanî
hazretlerinin vefatından sonra henüz 35 yaşlarında iken Hâcegân yolunda
yürüyen kafilenin başına geçti, sonsuzluk kervanının kılavuzu oldu.
Uyuyanlar uyansın diye
Hâce Arif-i Rivegerî k.s., Buhara yakınlarındaki Riveger
köyünde miladî 1165 yılında doğmuştu. Dünya ömrü yüz yıla yakın sürdü
ve bunun önemli bir kısmını insanları irşad ile geçirdi. Yetiştirdiği
binlerce müridi sebebiyle ona “Pîşuvâ-yı Ârifân”, yani “Ariflerin
Önderi” denildi. Son derece hilim sahibi, müsamahalı bir veli idi.
Kimseyi incitmez, herkese rıfk ile muamele ederdi. Hayli uzun süren
irşad hizmetiyle Hâcegân yolunu Türkistan coğrafyasının dört bir yanına
ulaştırdı.
Hâce hazretlerinin bağlılarının çokluğu üzerine bazıları
tarikate girmeyi kalabalığa karışmak zanneder oldular. Onlara
zikrullahın esas olduğunu hatırlatmak gerekiyordu. Bu sebeple Hâce
Ârif-i Rivegerî k.s., ömrünün sonlarına doğru, halifesi ve kendisinden
sonra emaneti devralacak olan Mahmud Fağnevî hazretlerine cehrî zikri
talim ettirdi. Hâcegân yolunda hafî zikir esastı. Mürşidi Hace
Abdülhâlik-ı Gücdüvanî hazretlerinden böyle öğrenmişti. Ama şimdi
uyuyanları uyandırmak zarureti hasıl olmuştu. Kendisi artık yaşlı ve
hasta olduğu için bu uyarma işini Halifesi Mahmud Fağnevî hazretlerine
havale etmiş, ona “Riveger tepesine çık yüksek sesle zikir çek. İhvan
seni duysun ve bu yola niçin girdiklerini hatırlasın.” buyurmuştu.
Her zaman, “Cenab-ı Hak bizleri, hepimizi, dünya ve ahiretin
efendisi, insanların en yücesi, en hayırlısı Resulullah Efendimiz
s.a.v.’e tabi olmak saadetiyle şereflendirsin!” diye dua ederdi. Duası
icabet bulan veli kullardan biriydi ki Rasul-i Zîşân’ın izinde
yürümekle şereflendi, bağlılarının da o şerefe ulaşmasına vesile oldu.
Kaynak: Semerkand Dergisi, Mayıs, 2012
|