|
Ahmet
Yesevi
Türkistan'da
yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmet bin
İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan,
Hazret-i
Sultan, Hâce Ahmet, Kul Hâce Ahmet diye tanınır. Babası Hâce İbrâhim'in
nesebi
hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye'ye ulaşır. Soyu, hazret-i
Fâtıma
vâlidemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Şeyh
Mûsâ'nın
Ayşe isimli kerîmesi olup, sâliha, müttekî ve afîf bir hâtun idi. Doğum
târihi
bilinmemektedir. 1194 (H.590) senesinde Yesi'de vefât etti. Kabri
oradadır.
Tîmûr Han onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
Ahmet
Yesevî annesini çok küçük, babasını da yedi
yaşında kaybetti. Babası son nefesinde Gevher Şehnaz ismindeki kızına:
"Ey
benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender
gönderilen mübârek bir kişi olacaktır. Ona göz kulak ol. Benim
dergâhımda,
bağlı bir sofra durur. Ahmet o sofrayı kendi başına açtığı zaman onun
cihan
mülkünde görünme vaktinin geldiğini bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu
sırrı
kimseye açma." dedi.
Gerçekten
Ahmet Yesevî'de çocukluğunda garib hâller ve
yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler görülüyordu. Hızır aleyhisselâm
ile
görüşüp sohbet ediyor, onun mânevî terbiyesi ile olgunlaşıyordu. Bu
sırada
meydana gelen bir hâdise, şöhretinin bütün Türkistan'a yayılmasına yol
açtı.
Menkıbeye göre, o sırada Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdâr
saltanat
sürmekte idi. Bu hükümdar yaz gelince, Türkistan yaylalarına çıkar,
kışın da
Semerkant kışlalarında kalırdı. Ceylan avından çok hoşlanan hükümdâr,
bir defâsında
ceylan peşinde koşarken, yolu Karaçuk Dağına çıktı. Karaçuk Dağının
yamaçları
sarp, kayaları yalçındı. Atı, kan tere battı ve avını kaçırdı. Buna
ziyâdesiyle
üzülen hükümdâr; "Bu dağı ortadan kaldırmak gerek." diye söylendi.
Nitekim ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarının bereketi ile bu dağı
ortadan
kaldırmayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular. Ancak
istenilen netice elde edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir
velînin olup
olmadığı araştırıldı. Neticede, Hâce İbrâhim'in oğlu Ahmet küçük
olduğundan
kimsenin aklına gelip de çağrılmadığı anlaşıldı. Nihâyet, haberci
gönderildi ve
gelmesi istendi. Çocuk, dâveti ablasına danışınca, ablası; "Babamızın
vasiyeti var, senin tanınma zamânının gelip gelmediğini, türbedeki
ekmek sofrası
tâyin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamânın geldi
demektir,
var git!" dedi. Babasının türbesine giden Ahmet, sofrayı bulup açınca,
dosdoğru hükümdârın istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere
sofradaki
bir parça ekmeği gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha
okudular. O
da ekmeği oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda
tam dokuz
bin kişi vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmet'in büyüklüğünü ve
mertebesinin
yüksekliğini anladılar. Hâce Ahmet, sırtındaki babasından kalma hırkaya
bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden
yağmur
boşanarak, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde
yüzmeye
başladı. Sonunda Ahmet hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve
güneş çıktı.
Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler.
Bu
kerâmete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmet'den, kendi adının kıyâmete
kadar bâkî
kalması için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmet hazretleri de;
"Âlemde
her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin" dedi. Bundan
dolayı o
günden beri ikisinin ismi birlikte, "Ahmet Yesevî" şeklinde anılır
oldu.
Ancak
Hâce Ahmet'in, daha çok Yesi'li olduğundan,
Yesevî nisbesiyle şöhret bulduğu kabûl edilmektedir.
Ahmet
Yesevî önce Arslan Baba hazretlerinden ders
aldı. Onun kalblere hayat ve huzur veren söz ve sohbetleri ile teveccüh
ve
görüp gözetmesine kavuştu. Böylece kısa zamanda çok yüksek makam ve
derecelere
ulaştı. Ancak Arslan Baba ebedî âleme göçünce, çok sevdiği ve
ziyâdesiyle bağlı
bulunduğu bu şeyhinden ayrı düştü. O, hikmetler adını verdiği
şiirlerinde
Arslan Baba'dan bahsederken şöyle demektedir:
Âhir
zaman ümmetleri dünyâ fâni bilmezler
Gidenleri
görürler de ondan ibret almazlar
Erenlerin
kıldığını görüp rağbet etmezler
Arslan
Babam sözlerini dinleyiniz teberrük.
Ahmet
Yesevî bundan sonra şeyhi Arslan Baba'nın mânevî
işâreti ile Buhârâ'ya gitti. Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en
büyüklerinden
Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlandı ve mânevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara
ilim
öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet, diploma aldı. O büyük
zâtın
halîfeleri arasına katıldı. Onun vefâtından sonra bir mikdâr Buhârâ'da
kaldı.
Talebe yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra onların terbiye ve
yetiştirilmesini, Yûsuf-i Hemedânî'nin en önde gelen, gözde talebesi
Abdülhâlık
Goncdüvânî hazretlerine bırakıp, kendisi Yesi'ye döndü ve talebe
yetiştirmeğe
burada devâm etti. Talebeleri git gide çoğalıyordu. Büyüklüğü ve
şöhreti kısa
zamânda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm'e yayıldı.
Kendisinde daha
çocuk yaşta iken başlayan evliyâlık hâl ve dereceleri günden güne
artıyordu.
Zamanındaki âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden
oldu.
Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan
Ahmet
Yesevî, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi.
Ahmet
Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı.
Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle meşgûl olurdu. İkinci kısmında
talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü ve en kısa
bölümde ise
alınteri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak
bunları
satardı.
Bir
rivâyete göre; "Onun halden anlar bir öküzü
vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve
kepçeleri
koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa
ücretini
heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz
o
kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Adam
ücreti
heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi.
Akşam
olunca da Hâce Ahmet hazretlerinin evine gelirdi. Hattâ heybenin gözüne
fazla
para bırakanlar da olurdu. Hâce hazretleri bunları ve kendisine gelen
sayısız
hediyeleri muhtaçlara ve bilhassa talebelerine sarf ederdi.
Ahmet
Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her
tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini
çekemeyenler düşmanlıklarından, çeşitli iftiralara başladılar. Sohbet
meclislerine örtüsüz kadınlar geliyor, erkeklerle birlikte
oturuyorlar."
dedikodularını yaydılar. Bu şâyiayı duyan makam sâhipleri, bâzı
müfettişler
vazifelendirerek durumun araştırılmasını emrettiler. Müfettişler, Ahmet
Yesevî
hazretlerinin ders verdiği meclisine gizliden gizliye gelip gittiler.
Her
şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı
uygunsuz bir
hâlin bulunmadığını, söylenilenlerin tamâmen asılsız olduğunu, bu zâta
iftirâ
etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Ahmet
Yesevî hazretleri kendisine iftirâ edenlere bir
ders vermek istedi ve toplandıkları yere geldi. Elinde ağzı mühürlü bir
kutu
vardı. Oradakilere hitâben: "Bâlig olduğu günden bu âna kadar, sağ
elini
avret mahalline hiç uzatmamış bir velî istiyorum. Kim vardır? Bu mühim
kutuyu
ona teslim edeceğim" buyurdu. Hiç kimse çıkmadı. O sırada, Ahmet
Yesevî'nin talebelerinden, Hâce Atâ ortaya çıktı. Hâce Ahmet hazretleri
kutuyu
ona verip, bunu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini
emretti.
Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp,
âlimler ve
Hâce hazretlerine iftirâ edenler geldiler. Herkes bu kutunun içinde ne
olduğunu
merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmet Yesevî
hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes
gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde kor hâlinde
ateş,
bir mikdar pamuk arasında duruyordu.
Ateş
kızarıyor ve pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli
gören herkes hayretler içinde kaldı. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti
karşısında,
onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muârız olanlar
hatâlarını
anlayıp tövbe ettiler. Hâce hazretlerine hediyeler gönderip, özürler
dileyip
pekçoğu ona talebe oldu.
Merv
şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmet Yesevî hakkında
söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar
gitmişti.
Bu yalanlara aldanıp, kendisini imtihân etmek, şüphesini gidermek
niyetiyle,
yanına dört yüz müşâvir ve kırk tâne de müftü alarak yola çıktı. Her
tarafta
talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır
bulunduğunu
öğrenmişti. "Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl
sorar,
onları imtihan ederim." diye düşündü. Bu sırada Ahmet Yesevî hazretleri
hânegâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend'e; "Bakar mısın,
bize
kimler geliyor?" buyurdu. Mervezî'nin mâiyyetiyle, yanındakilerle
birlikte
hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin
emri ile
Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî'nin hâfızasından
sildi.
Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ'ya aynı şekilde emretti. O da
öyle
yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi'ye geldi. Hâce
hazretlerinin yanına gelip, "Allah'ın kullarını doğru yoldan ayıran sen
misin?" dedi. Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün
misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz." buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü
kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmet hazretleri, Muhammed Hakîm
Atâ'ya
tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî'nin hâfızasından silmesini
emretti.
Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi.
Mervezî,
kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir
meselenin
bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi.
Fakat
defterinin sahifelerindeki yazıların da silindiğini gördü. Sahifeler
bomboş
idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayıp oracıkta tövbe etti.
Talebeliğe
kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle beş sene kaldı. Çok
mertebelere, yüksek
derecelere kavuştu. Ahmet Yesevî (k. sirruh) bunu, yanında beş kişi ile
berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak
vazifesiyle
Horasan'a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa'deddîn, Behâüddîn
ve Kemâl
isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd edip
aydınlattılar
(r.aleyhim).
Horasan'da
bulunan velîler, Ahmet Yesevî hazretlerinin
büyüklük ve üstünlüğünü bildikleri ve ona olan muhabbet ve
bağlılıklarının daha
da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler.
Büyük bir
toplantı tertib ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya dâvet için,
aralarından birini Yesi'ye gönderdiler.
Ahmet
Yesevî hazretlerini toplantıya dâvet etmek üzere
yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni ile turna gibi uçarak Yesi'ye
geliyordu.
Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden bâzılarını
aldı.
Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand
yakınlarında bir
nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccar,
nehirden
geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya düşmüştü. Bu tüccâr,
su
içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması
hâlinde,
kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezr edip, adadı.
Hâce Ahmet Yesevî, Allahü teâlânın izni ile tüccarın sıkışık ve zor
durumunu
keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere iken tüccarı çekip sâhile
çıkardı.
Sonra normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden, şaşan tüccar,
kendisini
kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti; daha sonra
malının
yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman
orada
kalarak talebeleriyle sohbet etti. Suallerini cevaplandırdı. Hergün
yüzlerce
kişi huzuruna gelerek sohbetine katılır ve bereketlenirdi. Tüccarın
verdiği
parayı da orada bulunan yoksullara ve talebelerine dağıtan Ahmet Yesevî
hazretleri daha sonra memleketine döndü.
Yesi
şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî)
diye bir kasaba vardı. Bura ahâlisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman
Yesi
halkına ve bilhassa Ahmet Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmet
Yesevî
hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı
olanların
sayıları her geçen gün arttıkça, Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız
oluyorlar,
Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.
Birgün
hazret-i Hâce'ye iftirâ etmek istediler. Bir
yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada
kestiler. Sâdece
ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler.
Öküzlerinin
çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü,
kan
izlerini tâkip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmet Yesevî'nin tekkesine
götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce'nin
tekkesine
girip, öküzlerini arayabileceklerine izin verince, gelip durumu
bildirdiler.
Hazret-i Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftirâcıların
hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan
habersiz
olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi.
İftirâcılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam
maksatlarına
kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin
kerâmeti
tecellî edip ortaya çıkıp iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O
öküz
etine hücûm edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri
anlaşılmış oldu.
Yine
birgün aralarında anlaşıp, Hâce'yi hırsızlıkla
ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece
gizlice
Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar. Hazret-i Hâce'den başka hiç
kimse
de, bunların yaptıklarını farketmedi. Ertesi gün bu sığırı aramak
bahânesi ile,
o kasaba halkından birçok kimse tekkenin önünde toplandı. Sığırlarını
aramak
için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri bu
ahmakların
yaptıklarına çok üzüldü, bir an elini kaldırıp dergâhın kapısını işâret
etti.
Arkasından:
"Girin
köpekler, girin itler!.." diye
bağırdı.
Bu söz
üzerine dergâha akın eden ve içeriye adımını
atan "Hav, hav, havv" diye yürüyordu. Sabranlılardan dergâha adımını
atan köpek hâline geliyor ve getirdikleri sığırın üzerine atılıyordu.
Dışarıda
kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku
içerisinde Ahmet
Yesevî hazretlerinin eteklerine yapıştılar. Mahcup ve pişman
olduklarını
bildirip affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Hâce hazretleri
merhamet
edip duâ etti. Böylece tekrar eski hallerine döndüler.
Ahmet
Yesevî hazretleri 63 yaşına gelmişti. O,
çocukluğundan bu âna gelinceye kadar Resûlullah efendimizin sünnet-i
seniyyesine yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah efendimizin
âhirete
teşrif buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine
münâsip
görmediler. Bu sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve
içini
kerpiçle ördürdü. Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini
dergâhın
avlusunda toplayıp;
"Ey
gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili
kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa hazretleri 63 yaşında bu
dünyâdan
ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehâneye
çekilecek,
ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım..." buyurdu.
Müridlerinin
gözleri yaşlı olarak; "Ey sultanımız
bizim hâlimiz nice olur." sözlerine karşı;
"Sizi
Allahü teâlâya emânet ediyorum."
dedikten sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmet
Yesevî hazretleri mezar misâli olan o yerde,
vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı düşünmekle
meşgûl
oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti. Kendisini vefât
etmiş,
kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû' bağlılık ve
teslimiyetle
ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat
kat
arttı. 63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi.
125
veya bir rivâyete göre ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmet
Yesevî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden
Seyyid Mansur Atâ çile kuyusuna ilk defâ indiği zaman gördüğü
manzaradan ciğeri
parçalandı. "Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir haldedir" diye
düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp
gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu
doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl karşısında kalbinden
geçirdiklerinin
yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, "Allahü teâlâ, evliyâsına
sıkıntı
çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor
zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri,
görünüşte
çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki,
iyiliklerinde o
tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu sevgili kulu için, daracık bir hücreyi
çok
geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle lezzetler, tadlar ihsân eder. Zâhir
olarak,
görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu,
zevk ve
neş'eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam..." diye
söylendi.
Ahmet
Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin her
birini bir memlekete göndermek sûretiyle İslâmiyetin doğru olarak
öğretilip
yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bâzıları
sonraları Moğolların katliamından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadolu'ya
da
geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu'da yayılıp tanındı. Anadolu'nun
müslüman
Türklere yurt olması onun mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmet
Yesevî hazretleri herkese iyilik eder,
kendisinden hiç kimse rahatsız olacak bir hareket görmezdi. Bütün
insanların
dünyâ, âhiret saâdeti ve rahatları için gayret ederdi. Dergâhı fakir ve
yoksullar, yetim ve çâresizler için sığınak yeriydi.
Tasavvuf
yolunda Ahmet Yesevî hazretlerine
bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda
bulunan bir
mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edebler
şunlardır:
1)
Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal
olduğunu
bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her
gün
çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi
anlayış ve
görüşüne uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile
oruç
tutmaktan farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet
ve
teslimiyyet, ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek
vardır.
2) Mürîd gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden,
rumûzlarından ve işâretlerinden hemen anlamalıdır.
3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itâatkâr
olmalıdır.
4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti
yaparken
gâyet atik, dikkatli , ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır.
İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir.
Onun
rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla
Allahü
teâlâya gider.
5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının
büyüklüğü
husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu
hâl
hüsrâna sebeb olur.
6) Ahde vefâ ve hocasına olan tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok
titizlik
göstermelidir.
7) Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği
yere fedâ
etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır.
8) Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun
olmayan
şekilde ifşâ etmekten, açıklamaktan çok sakınmalıdır.
9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasîhatlerini dikkatle
tâkib
etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır.
Bunları
yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın zararlarını düşünmelidir.
10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle, vâsıta yaptığı
hocası
için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalı,
sevmeyenlere,
sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü
zehir
bilmelidir.
Ahmet
Yesevî hazretleri sohbetlerinde talebelerine
buyururdu ki:
"Ey
Dostlar! Câhillerle dostluk kurmaktan
sakınınız."
"Akıllı
ve uyanık kimse isen, dünyâya gönül
bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya meylettirirse, seni emri altına
almış
demektir. Bundan sonra felâketlerden felâketlere sürüklenirsin de hiç
haberin
olmaz."
"Himmet,
yardım kuşağını sıkı sıkıya beline
sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda
göz
yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz
ve bu
yolda ilerlemesi mümkün değildir."
"İslâmiyetin
emir ve yasaklarına uymakta gevşek
davranan kimse, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerleyemez.
Gönlü ve
kalbi ile dünyâ düşünce ve işlerinden sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya
yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı
idrâk edip,
anlayıp bilmekten uzaktırlar."
"Ey
dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile
yanıp yakılarak, bu denizde çok usta bir dalgıç olmadıkça, bundan çok
daha
derin olan vahdâniyet denizine giremez. Ona girmek için çok usta ve
dikkatli
bir dalgıç olmak gerekir."
"Gönlünde
Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar,
dünyâ ile tamâmen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak ile
olurlar. Bir an
Allahü teâlâyı unutmazlar."
"Ahkâm-ı
İslâmiyyeyi, İslâmî hükümleri tam
bilmiyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmağa
kalkarsa, bunun
îmânını şeytan çalar. Emir ve yasaklara uymakta gevşek olanlar, sonra
da
evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde bâzı
hâllerin
meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu
hallerinin rahmânî
olduğunu zannederler. Halbuki bunlar, abdestte, namazda, alış-verişte
bir takım
noksanlarının bulunduğunu ve yiyip içtiklerinin haram olduğunu
bilmezler.
Kendisinde var zannettiği o hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu
idâresine
almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise velî olduğunu
zannetmektedir.
Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar."
Günahlar
sebebiyle, paslanan gönüllerin kurtuluşu
Allahü teâlâya çok tövbe, istigfâr etmek, her zaman Allahü teâlâyı
düşünmek,
O'nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiçbir zaman O'ndan gâfil
olmamakla mümkündür.
"Malının
çokluğu dillere destan olan Kârûn bile,
malının hayrını, faydasını göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup
gitti."
"Kâfir
bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma.
Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir."
"Nefse
uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ
olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır."
"Gariblere
merhamet etmek, Resûlullah'ın
sallallahü aleyhi ve sellem sünnetidir. Nerede bir garib görsen, ona
olan
merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır."
"Gönlü
kırık, zavallı ve garib birini görürsen,
yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı olmaktan çekinme."
Ahmet
Yesevî hazretlerinin vefâtından yaklaşık 200 yıl
geçtikten sonra, birgün Büyük Türk Hâkânı Emîr Tîmûr Buhârâ'ya gitmek
üzere
yola çıktı ve Türkistan'a uğradı. O gece rüyâsında Ahmet Yesevî
hazretlerini
gördü. Kendisine:
"Ey
yiğit! Buhârâ'ya çabuk git! İnşâallah orada
sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten
oranın
insanları senin gelmeni bekliyorlar." buyurdu. Tîmûr Han uyanınca, bu
müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan
hâkimine çok
para verip, Ahmet Yesevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe
yaptırmasını emretti. O da, istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe,
bugün
hâlâ bütün haşmetiyle durmaktadır.
İngiliz
müsteşriki Dr. Eugene Schuyler, Türkistan
Seyâhatnâmesi isimli eserinde, Hâce Ahmet Yesevî'nin câmi ve Tîmûr Han
tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında özetle
diyor ki:
"Bu büyük câminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescid daha ilâve
edilmiş durumda olup, câminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve
kemerlidir.
Kapının yanında penceresiz, üstü çentikli iki tâne yuvarlak kule
yükseliyor.
Kapının, büyük bir sanat eseri olarak işlenmiş iki kanatlı tahta kapısı
üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi pişmiş dört
köşeli
tuğlalar kullanılmıştır. Kûfî yazılarla süslenmiş kubbe, binâyı daha da
güzelleştirmektedir. Zelzeleler vesâir sebeplerle çoğu yerlerinin
dökülmüş,
harâbe hâline gelmiş olduğu bu muazzam binâ, ilk hâlinde kimbilir ne
kadar daha
güzeldi?
Câminin
avlusunda çok güzel bir medrese ile,
arkasında; bir kubbe, içinde Arslan Bâbâ'nın, Ahmet Yesevî'nin ve
âilesinin yer
aldığı türbe vardır. Burada başkalarının yattığı da söylenilmektedir."
Türkistan'ın
her tarafından akın akın gelen insanlar,
Hâce hazretlerinin türbesini ziyâret etmekte, Câmi-i Hazret adı ile
anılan bu
câmide namaz kılmaktadır.
CUMÂ
NAMAZINI NEREDE KILDI?
Zamânın
hükümdârı Kazan Han, Ahmet Yesevî
hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını nerede kıldığını merak edip,
talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend'i ona gönderip
sordu.
Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı. Talebe,
Hâce'nin
huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, "Gel elimden tut! Cumâ
namazına,
bugün seninle berâber gidelim." buyurdu. Talebe; "Peki efendim"
deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi
içinde saflar
arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar
aradıysa
bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona; "Ey
derviş! Burası Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i Ezher'dir. Senin hocan, nice
zamandır Cumâ namazlarını burada kılar." dedi. Talebe bir hafta orada
kaldı. Ertesi Cumâ namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir
anda Yesi'ye
geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana
anlatmasını
söyledi. Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından geçenleri bir bir
anlattı.
Kazan Han ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti
karşısında bir
şey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
|
|