Ahmed-i Nâmıkî Câmî

Horasan'ın büyük velîlerinden. İsmi Ahmed bin Ali Nâmıkî Câmî, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Eshâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah'ın (r.anh) soyundandır. Horasan'ın Nâmık köyünde 1049 (H.441) senesinde doğdu. Sonradan Câm kasabasına yerleşti. Bu yüzden Nâmıkî ve Câmî nisbeleri ile tanındı.

Ahmed Câmî hazretleri ümmîydi. Yâni okula gitmemişti. Yirmi iki yaşında iken tövbe etmek nasîb oldu. O yaşa kadar arkadaşları ile zevk ü sefâ içinde yiyip içerdi. Bir gün içki getirmek sırası ona geldi. Bulundukları yerde kırk küp içkileri vardı. İçki almak için gidip baktığında hiç birinde şarap bulamadı. Şaşırıp kaldı. Sonra merkebi ile şarap için bağa gitti. Oradaki şarapları merkebe yükledi. Merkep yürümemekte inâd ediyordu. Hayvanı şiddetle dövmeye başladı, sonra âniden; "Ahmed niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Biz irâde etmeden yürümeyeceğini bilmiyor musun? Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz kabûl ederiz." diye bir ses işitti. Hemen yere kapandı ve; "Yâ Rabbî! Tövbe ettim. Bundan sonra hiç şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcûb olmayayım. " dedi. Merkeb yürümeye başladı. Arkadaşlarının yanına varıp şarabı önlerine koyduğunda, ona sen de iç dediler. "Ben tövbe ettim." dedi. Fakat içirmek için ısrâr ettiler. Âniden kulağına yine bir ses geldi; "Yâ Ahmed! Ellerinden al, iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir." diyordu. Hemen alıp içti, şarap bal şerbeti olmuştu. Allahü teâlânın kudreti ile şarap şerbete çevrilmişti. Orada bulunanlara da tattırdı, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar. Sonra dağa çıktı, uzun müddet insanlardan uzak durdu. İbâdet ve nefs terbiyesi ile meşgûl oldu. Seneler sonra bir gün kalbine; "Ahmed! Hak yoluna böyle mi giderler? Kavminden senin üzerinde hakları olan birçok insanı bıraktın." düşüncesi geldi. İnsanların arasına döndü ve eline bir odun alıp, evvelki şarap küplerini kırmaya başladı. Köyün muhtarına onu şikâyet edip; "Ahmed delirdi. Şarap küplerini parçalıyor." dediler. Muhtar, bir adam gönderip onu evden çıkardı ve atların bulunduğu ahırda hapsetti. O da ahırın bir köşesine oturdu. Ellerini başına koyup;

"Katır, şarap küpüyle hiç durmadan dönüyor,
Ey gönül! Allah için sen de gel bir defâ dön."

beytini okudu. Bu sözlerini işiten ahırdaki atlar, önlerindeki otları yemeyi bırakıp, başlarını duvarlara vurmaya başladılar. Gözlerinden yaşlar akıttılar. Atların bakıcıları bu hâli görüp muhtara haber verdiler. Muhtar gelip onu serbest bıraktı ve özür diledi.

Yine dağa dönüp gitti. Nice yıllar orada kalıp, ibâdet ve tâat ile meşgûl oldu. Artık okuyup yazmaya başladı. Kur'ân-ı kerîm ile diğer temel dînî kitapları, din büyüklerinin hayâtını devamlı okuyordu. Bir taraftan da bâzı kimselerin üzerinde hakları olduğunu düşünüyordu. Acaba onları nasıl ödeyecekti. Bu düşünceler içindeyken, kalbine şöyle bir nidâ geldi: "Ahmed! Sen, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda iyi gidiyorsun. Allahü teâlânın lütfuna ve keremine olan tevekkülün sebebiyle, senden alacaklı olanların borcunu, O, nihâyetsiz hazînesinden fazlasıyla öder. Gerçekte rızıkların hakîkî sâhibi de odur..."

Bundan sonra Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân hazînesinden onun üzerinde hakları bulunanların ve ona muhabbeti olanların her birine, her gün bir batman (7.692 kg) buğday verirdi. Şöyle ki, alacaklılar her sabah o bir batman buğdayı sandıklarında bulurlardı. Bu buğday, o gün evdekilerin hepsine yeterdi. Hattâ misâfirleri gelse, onlara da yetip artardı. Bir zaman sonra, ona verilen mânevî bir işâret üzerine tekrar insanlar arasına döndü ve doğru yolu göstermeye başladı. Sirac-üs-Sâirîn kitabını yazdığı âna kadar 80 bin kişi elinde tövbe etti.

Ahmed Câmî'nin oğullarından Zâhirüddîn Îsâ, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe ederek doğru yolu bulduklarını bildirmiştir.

Kendisine sordular ki: "Biz geçmiş velîlerin kitaplarını, kerâmetlerini okuyor ve âlimlerden dinliyoruz. Ama sizde meydana gelen haller çok azında görülmüştür. Bunun sebeb-i hikmeti nedir?" Buyurdu ki: "Velîlerin çektiği bütün sıkıntıları çektik. Allahü teâlâ onlara ayrı ayrı verdiği kerâmetleri, ihsân ederek, Ahmed'e hepsini verdi. Her dört yüz yılda, bir Ahmed'e böyle ihsânlarda bulunur ve bu ihsânları da herkes görür."

Nitekim Ahmed Câmî'den dört yüz sene sonra gelen İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî hazretlerine de Allahü teâlâ böyle ikrâmlar, hattâ daha büyük makamlar ihsân eylemiştir. Bu, Allahü tealânın husûsî bir ihsânıdır, dilediğine nasîb eder. O'nun ihsânı boldur.

Ebû Saîd Ebü'l-Hayr hazretlerinin, ibâdet ederken giydiği bir hırkası vardı. Hattâ, bu hırkanın hazret-i Ebû Bekr'e âit olduğu, elden ele, ona kadar geldiği de söylenirdi. Ahmed Nâmıkî hazretlerine hırkayı ulaştırması için, Ebû Saîd'e mânevî bir işâret gelmişti. Ebû Saîd'in oğlu Ebû Tâhir hazretleri, babasında bulunan bu mübârek hırkayı taşımak selâhiyetinin kendisine verilmesini arzu ediyordu. Ebû Saîd keşf yoluyla oğlunun bu düşüncesini anlayıp; "Sizin istediğiniz bu selâhiyeti başkasına verdiler." buyurdu. Orada bulunanlar bu sözlerle ne demek istediğini anlayamadılar. Sonra oğlu Ebû Tâhir'e vasiyet edip; "Benim vefâtımdan yıllar sonra, uzun boylu, şöyle şöyle şekilde, adı Ahmed olan bir genç hânekâhın kapısından girip gelir. Sen de o zaman, talebelerin içerisinde benim yerimde oturmuş olursun. Bu hırkayı muhakkak ona teslim eyle!" buyurdu.

Ebû Saîd vefât edip aradan uzun yıllar geçince, Ebû Tâhir bir gece rüyâsında, babası Ebû Saîd'in dostlarıyla birlikte, acele ile bir yere gittiklerini gördü ve nereye gittiklerini sordu. Ebû Saîd; "Sen de gel! Evliyânın kutbu geliyor." buyurdu. O da acele etmek istedi, fakat uyanıverdi. Ertesi gün Ebû Tâhir, talebelerin içerisinde babasının yerinde oturmuştu. Babasının târif ettiği şekilde bir genç içeri girdi. Ebû Tâhir geleni hemen tanıdı. Ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Çok hürmet gösterdi. Babasının emânet ettiği hırkayı çok seviyor, bunu başkasına teslim etmenin kendisine çok zor geleceğini düşünüyordu. Bu sırada, gelen genç (Ahmed Câmî); "Ey efendim! Emânete riâyet lâzımdır." deyince, Ebû Tâhir buna sevinip kalktı, Ebû Saîd'in kendi elleriyle astığı yerden hırkayı alıp, gelen gencin sırtına giydirdi. Ahmed Câmî hazretlerine gelinceye kadar, evliyâdan 22 kişinin bu hırkayı giydikleri bildirilmiştir.

Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri uzun riyâzetler ve mücâhedelerden nefsin isteklerini yapmayıp istemediklerini yaparak insanlar arasına dönüp, bir yandan onlara İslâmiyeti anlatırken, diğer taraftan yüzlerce eser yazdı. Âlimlerin herbirisi bu kitapları çok beğendi. Çok yüksek velîydi. Bütün mahlûkâta karşı çok merhametli ve çok cömertti. Herkese maddî ve mânevî iyilik ederdi. Sıkıntısı olanlar kendisine mürâcaat ederlerdi.

Büyüklerden HâceEbü'l-Kâsım isminde biri vardı. Malı da, hayrı da çoktu. Dâimâ âlimlerin ve velîlerin hizmetlerinde bulunurdu. Geçmiş evliyânın kabirlerini ziyâret eder, mübârek rûhâniyetlerinden feyz alırdı. Hikmet-i ilâhî başına öyle bir hâl geldi ki, bütün malı elinden çıktı. Muhtaç bir hâle düştü. Kime gideceğini bilemiyor, kimseden bir şey isteyemiyordu. Yaşlı ve zayıf olduğu için, çalışıp kazanması da mümkün değildi.

Bir gün sıkıntılı şekilde câmide oturuyordu. Yaşlı bir zât içeri girip iki rekat namaz kıldı. Sonra bir köşede sıkıntılı ve üzüntülü bir hâlde oturan Ebü'l-Kâsım'ın yanına gelip selâm verdi. Nûr yüzlü ve çok heybetli biriydi. Heybeti Ebü'l-Kâsım'ı kaplamıştı. Selâma cevap verdi. Gelen zât; "Niçin sıkıntılı oturuyorsunuz?" dedi. O da, içinde bulunduğu durumu anlattı. Gelen zât; "Ahmed bin Ali'yi (Ahmed Câmî'yi tanır mısın?" dedi. Ebü'l-Kâsım; "Evet. Eski dostumdur." dedi. O zât; "Onun yanına git. O, kerâmet sâhibi bir kimsedir. Senin derdine dermân olur." dedi. Ebü'l-Kâsım, ertesi gün Ahmed Câmî hazretlerinin yanına gitti. Selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını alıp; "Ne haldesin?" buyurdu. O da hâlini anlattı. Ahmed Câmî buyurdu ki: "Kaç gündür seni düşünüyordum. Başına bir iş gelmiş olabileceğini tahmin etmiştim. Fakat sen hiç üzülme. İnşâallah, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır. Bir çâresi bulunur. Biz de duâ edelim."

Ahmed Câmî hazretlerinin bu güzel sözleri, Hâce Ebü'l-Kâsım'ı rahatlatmıştı. Ertesi gün tekrar Ahmed Câmî'nin huzûruna geldi. Ahmed Câmî onu görür görmez; "Allahü teâlâ senin işini kolaylaştırdı. Senin bir günlük ihtiyacın ne kadardır?" diye sordu. O da, bir günlük ihtiyâcına yetecek altın mikdârını söyledi. Ahmed Câmî hazretleri; "Senin ihtiyâcını şu taşa havâle eylediler. Her gün gelir ihtiyâcın kadar altını oradan alırsın." buyurdu. HâceEbü'l-Kâsım; "Peki efendim." deyip teşekkür etti ve o taşın yanına gitti. Taşın altında bir mikdâr altın vardı. Onu aldı sonra, Ahmed Câmî'nin huzûruna gidip; "Efendim! Mâlûmunuz olduğu gibi ben ihtiyarım. Çocuklarım da var. Ben öldükten sonra onların hâlleri nice olur?" dedi. Bunun üzerine; "Hıyânet etmemek şartı ile, oğullarından hangisi gelirse, o altını alır." buyurdu.

Hâce Ebü'l-Kâsım, her gün gider ihtiyacı kadar altını alırdı. Bu hal, vefâtına kadar devâm etti. Vefât ettikten sonra uzun yıllar oğulları gelip oradan altın aldılar. İçlerinden biri hıyânet edinceye kadar böyle devâm etti. Biri hıyânet edince bir daha o taşın altında altın bulamadılar.

Bir zamanlar, Ahmed Câmî hazretleri Herat'a gitmek istedi. Bu haber tellâllar vâsıtasıyla Herat ve civarında yayıldı. Genç-ihtiyar bütün halk sokaklara döküldü. Herkes, kendisini görmekle şereflenmek, mübârek sözlerini duyabilmek arzusuyla yanıyordu. Bir taht yaptırarak onun üstünde oturmasını ve tahtı da omuzlarında taşımak istediklerini bildirdiler. Kabûl etmedi fakat çok ısrâr edilince çâresizlikten kabûl etti. O zamanda bulunan en büyük velîlerden dört kişi, tahtın kollarından tuttular. Böylece bir saat kadar gittiler. "Tahtı yere koyunuz. Size bâzı söyleyeceklerim var." buyurdu. İndirdiler. "İrade nedir, bilir misiniz?" diye sordu. "Siz buyurunuz." dediler. "İrâde, söz dinlemektir." buyurdu. "Öyledir." dediler. "O halde siz atlarınıza bininiz, tahtı da diğerleri taşısınlar. Biz de sizinle aynı hizâda bulunmuş oluruz." buyurdu. Bu teklifi kabûl edip, tahtı başkalarına verdiler. Herkes bereketlenmek için tahtı birkaç adım taşıdı, sonra sırayla diğerleri alırdı. Fakat insan çokluğundan herkese sıra gelmedi. Şehre geldikleri zaman, Şeyh-ül-İslâm Abdullah-i Ensârî hazretlerinin konağına indiler.

İSTESEYDİN VERİLİRDİ

Herat şehrinde Abdullah zâhid isminde bir zat vardı. Senenin oruç tutması câiz olmayan beş günü hâriç, otuz senedir bütün sene boyunca oruç tutardı. Herkes tarafından tanınır, sözleri kıymetli olup, dinlenirdi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin Herat'a geldiğini haber alıp, hanımına; "Elbisemi getir. Üstad Ahmed hazretlerinin büyük velî olduğunu söylüyorlar. O gelmiş. Bakalım hâli nasıldır?" dedi. Hanımı dedi ki: "Eğer onu denemek, imtihan etmek için gidiyorsan sakın gitme, çünkü o senin zannettiğin gibi değildir. Eğer sohbetinde bulunmak, sözlerinden istifâde etmek niyetin varsa, git ve ne derse riâyet eyle. Eğer söylediklerine uymazsan ziyân edersin." Zâhid kızıp; "Haydi elbisemi getir! Sen böyle şeyleri bilmezsin." dedi.

Elbisesini giyip, Ahmed Câmî'nin huzûruna gelip, selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını aldı ve; "Bize selâm vermeye niyet ettiğin zaman, hanımının sana ne söylediğini hatırlıyor muydun? Söz dinler misin?" buyurdu. Zâhid; "Söylenilen söz doğru olduktan sonra niçin tutmayayım, niçin söz dinlemeyeyim." dedi. Bunun üzerine Ahmed Câmî buyurdu ki:

"Geri dön. Falan mahalleye git. Muhammed Kassab-ı Mervezî'nin dükkânında, kenarda çengelde asılı olan kuzu etini satın al. Bakkaldan da biraz pekmez ve yağ al. Kendi elinle evine götür. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Bir kimse kendi ihtiyâcını kendi taşırsa, kibirden uzak olur." buyruldu. Eti pişir, tatlıyı da yanına alıp, hanımınla berâber ye. Sonra gusül eyle. Sonra, bu zamâna kadar isteyip de elde edemediğin bir şey varsa, gel Ahmed Câmî'ye talebe ol. Onun sözünden hiç çıkma!" buyurdu.

Zâhid, bana yapamayacağım şeyleri söylüyor. Ben otuz senedir gündüz bir şey yemiyorum ki... diye düşündü. Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri; "Zâhid, neler düşünüyorsun? Haydi! Bunlar kolaydır. Korkma!Eğer bunları yapmak sana çok zor geliyorsa Hâce Ahmed'den (kendisinden) yardım iste!" buyurdu.

Zâhid kalktı ve Ahmed Câmî hazretlerinin söylediklerini yerine getirdi. Eti pişirdiler. Tatlı yaptılar ve yediler. Hamama gidip gusledince, şehrin dört duvarı arasında bulunan şeyler kendisine keşf olunmaya, onları görmeye başladı. Sonra Ahmed Câmî'nin yanına geldi. Ahmed Câmî kendisine; "Ahmed'in bunda kabahati yoktur. Eğer şehrin dört duvarı içinde olan şeylerin keşfini değil de, dünyânın dört bucağı arasında bulunan şeylerin keşfini isteseydin, elbette o da verilirdi." buyurdu.

İNCİ TANESİ

Bir gün Herat'ta bulunan bâzı âlimler, Ahmed Câmî hazretlerine geldiler. Aralarında sohbet ederlerken, söz mârifet ve tevhîd konusuna gelince Ahmed Câmî; "Siz mârifet ve tevhîd hakkındaki sözleri taklid ile söylüyorsunuz." buyurdu. Onlar; "Nasıl olur. Bizim her birimizin zihninde, Allahü teâlânın varlığına binlerce delîl vardır. Siz ise bizim bunları taklid ile söylediğimizi söylüyorsunuz." dediler. Onlara; "Eğer her biriniz on bin delîl hıfzetse, yine mukallidsiniz." buyurdu. "Bize bu sözünüzün doğru olduğunu isbât edebilir misiniz?" dediler. O da, hizmetçiye bir leğen ve üç tâne inci getirmesini emretti. Ahmed Câmî incileri leğendeki suyun içine bıraktı ve; "Her kim sözünde sâdık ise, leğenin yanına gelip Bismillâhirrahmânirrahîm dese, bu üç inci tanesi bir tâne olur." buyurdu. Onlar; "Bu şaşılacak bir şeydir." dediler. Ahmed Câmî; "Siz deyiniz! Sıra bana gelince ben de söyleyeceğim." buyurdu. Onlar, sıra ile dediler. İncilerde herhangi bir değişiklik olmadı. Sıra kendisine gelince, leğen üzerine gelerek; "Bismillâhirrahmânirrahîm." dedi. Üç inci, leğen üzerinde yuvarlanmaya başladı. "Allahü teâlânın izni ile durunuz!" deyince inciler durdu. Birbirine karıştı ve deliksiz tek bir inci oldu. Hepsi hayret ettiler.

VAKIF ZERDALİSİ

Ahmed Câmî hazretlerinin bir zaman canı zerdâli istedi. Nefsine; "Bir yıl oruç tutarsan zerdâli veririm." dedi. Nefsi bunu kabûl etti. Bir yıl oruç tuttu. Bir yıl, tamam olunca nefsi seslenip; "Ben hizmetimi bitirdim. Sen de verdiğin sözü yerine getir!" diyordu. Babadan miras kalan bir bağı vardı. Oraya gitti. Bağda bir hayvan öldürülmüş ve karnı deşilmişti. Mîdesinde çiğnenmeden yutulan zerdâliler vardı. Onlardan bir tane alıp temizledi. Nefsi feryad edip; "Senin bana vermeyi söz verdiğin zerdâli böyle hayvan mîdesinden çıkarılan zerdâli değildi." dedi. "Bu da zerdâlidir. Eğer îtirâz edersen, bunu da vermem." dedi. Nefsi kabûl etmedi. "Tek bana bunu verme! Başka bir şey istemem." dedi. Sonra birkaç tâne zerdâliyi daldan kopararak eline aldı. Dostu Ebû Tâhir'in yanına varınca, zerdâlileri önüne koydu. "Ahmed! Bize vakıf zerdâlisi mi getirdin?" dedi. "Vakıf değildir. Kendi ağacımdan, kendi elimle toplayıp getirdim." dedi. "Vakıf zerdâlisi getiriyorsun, sâhibiyim diye bize veriyorsun, bizi görmüyor sanıyorsun." dedi. Edepsizlik olmasın diye sustu. İçinden de Allahü teâlâya münâcaat edip; "Yâ Rabbî! Sen de biliyorsun ki, bu zerdâlileri, babamdan bana mîras kalan bağdaki kendi ağacımdan alıp getirdim. O ise vakıf zerdâlisi olduğunu söylüyor. Bu işin doğrusunu onun kalbine ilhâm eyle!" dedi. Biraz sonra Ebû Tâhir oğlunu çağırıp; "Git, kendi süründen bir koyun getirip kes. Açlık Ahmed'in başına ve beynine vurmuş, ne söylediğini bilmiyor. Vakıf zerdâlisini, kendi malı sanıyor. Çorba ve et pişirsinler." dedi.

Çorba ve eti pişirip getirdiler. Ahmed Câmî'nin gönlüne, bu etten ve çorbadan yememek geldi. Çünkü helâl değildi. Sâdece kuru ekmek yedi. Ebû Tâhir; "Niçin yemiyorsun?" diye sorunca; "Böyle hoşuma gidiyor." dedi. Isrâr etti. Bunun üzerine kalbine gelen ilhâmı anlattı. Oğlunu çağırıp, koyunu nereden getirdiğini sordu. Oğlu; "Sürü uzak gitmişti. Siz acele istediğiniz için, eti falan kasaptan aldım." dedi. Kasabı çağırıp sordular. "Bu koyunu bekçi haksız olarak bir yerden almış. Bana getirdi. Ben de kestim. Yarısını bekçi alıp gitti. Diğer yarısını da, oğlunuz gelince ona sattım." dedi.

Bu hal anlaşılınca, Ebû Tâhir başını önüne eğdi. Ahmed Câmî de kalkıp yakında bulunan mağaraya gitti. Orada ona bir ağlama hâli geldi. "Yâ Rabbî! O etin durumunu ona gösterdin. Zerdâlinin de durumunu ona ihsân eyle." diye münâcaatta bulundu. Bu sırada Ebû Tâhir mağaraya geldi. Arkasından Hızır aleyhisselâm geldi ve; "Ey Ebû Tâhir! Ahmed'in malına vakıf dersin. Şüpheli ete helâl dersin. Bunu kimden öğrendin? Ahmed'in mertebesi çok yüksektir." buyurdu. Ebû Tâhir o zaman meseleyi anlamış oldu.

Ahmed Nâmıkî Câmî, bir nehrin kenarında oturmuş bir talebesine tasavvuf yolunda, Allahü teâlânın sevdiklerine ne kadar lütuf yapmış olduğundan bahsediyordu. Bu sırada nehri gösterip; "Eğer Allahü teâlânın dostları, sevdikleri, işâret edip, ey su! Geri dön ve yukarı doğru ak! deseler, geri dönüp yukarı doğru akar." buyurması ve işâret etmesiyle su gerisin geri akmaya başladı.

Bir gün bir dağın eteğinde oturmuş talebelerine ders anlatıyordu. Yanına birisi gelip abdest almak için su istedi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî; "Falan yerde çeşme var. Oraya git, abdest al." buyurdu. O şahıs çeşmenin olduğu yeri bilmiyordu. Bunun üzerine Ahmed Nâmıkî parmağı ile; "İşte şurasıdır." diye işâret etti. O anda târif ettiği yerdeki çeşme Allahü teâlânın izni ile yerinden kalkıp, havaya yükseldi ve bir mikdâr havada kaldı. O şahıs da gidip abdest aldı. Orada bulunanlar, buna şahid oldular.

Ebü'l-Hasan Salah isimli bir zât gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Dört halîfesi sağ tarafında, Ahmed-i Câmî hazretleri sol tarafında oturuyordu. Resûlullah efendimiz Eshâb-ı kirâm ile konuşuyordu. Konuşmaları bitince, Ebü'l-Hasan selâm verip huzûra yaklaşarak; "Yâ Resûlallah! Bugün kendisine uyulacak zât kimdir? Kime uymak lazımdır." diye sordu. Resûlullah efendimiz, Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi işâret ederek; "Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat." buyurdular. Ehl-i sünnet vel-cemâat ile Ahmed Nâmıkî'yi kasdetmişlerdi.

Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi sevenlerden birisi bir gün; "Ahmed Nâmıkî hazretlerinin yanına gideyim, mübârek eliyle ağzıma bir lokma koysun." diye aklından geçirdi. Bu zât ile Ahmed Nâmıkî Câmî'nin bulunduğu yer arasında üç günlük mesafe vardı. Yola çıkıp, Ahmed Nâmıkî Câmî'nin yanına vardı. O sırada sofra hazırdı. O zâtı da sofraya buyur ettiler. Ahmed-i Nâmıkî eline bir lokma aldı ve o zâtın kulağına; "Senin istediğin bu ise, işte lokma." deyip, ağzına koydu.

Mukrî Mehmed isimli bir zât bir gün Ahmed-i Nâmıkî'ye gidip; "Hiç bir şeyim yok, çalışıp kazanacak halde de değilim. Hem çok zayıfım. Babama söyle de bana servetinden bir şeyler versin." dedi. Ahmed Câmî; "Ey Mukrî! Gönlü böyle şeylere bağlamamalı. İnsan kanâatkâr olmalı." buyurdu. Buna rağmen o; "Nasıl kanâatkâr olayım ki?" dedi. Ahmed Câmî; "Az veya çok bir şeyin de mi yok?" diye sorunca; "Hiçbir şeyim yok." dedi. Bunun üzerine Ahmed Câmî; "Sen önce falanca yere sakladığın altınlarını harca bakalım. Ondan sonra Allahü teâlâ sana başkasını ihsân eder." buyurdu. Mukrî Mehmed; "Hangi altından bahsediyorsunuz ve ne kadar?" diye sorunca, Ahmed Câmî parmağı ile on sekiz dinara kadar saydı. "On sekiz buçuk dinarı da gördüm." buyurdu. Bu durum karşısında o zât mahcûb oldu ve yaptığına tövbe etti.

Ahmed Nâmıkî 1142 (H.536) senesi Ocak ayında vefât etti. Meşhed ile Herat arasındaki yolun tam ortasında Türbei Câmî bahçesine defnedildi.

Ahmed Nâmıkî Câmî'nin vefâtından bir süre sonra bir harb çıktı. Bu harpte Kâdı İmâdüddîn Vâsıtî isimli bir zât yaralanmıştı. Yaralı hâlde bir medresede kalıyordu. Talebelerinin çoğu dağılmış, yanında birkaç kişi kalmıştı. Medresede, yalnız, garip, kimsesiz bir halde kalıyordu. Durumu epeyce ağırlaşmıştı. Kendisini tedavî edecek kimse de yoktu. Çok sıkıntılı bir durumdaydı. Bu hâlde iken bir gece bulunduğu odada bir nûr göründü. Ne olduğunu bilmiyordu. Birisi gelip, elini onun başına koydu. O anda çok ferahladı. Ona; "Siz kimsiniz, sizi tanıyor muyum." diye sordu. O zât; "Ben Ahmed-i Nâmık-i Câmî'yim." dedi. Bunun üzerine onu tanıyıp; "Ey efendim!Bak ne hâldeyim. Âciz, kimsesiz ve bîçâreyim." dedi. Ahmed Nâmıkî; "Ben senin yaralarını tedâvî için geldim." buyurdu ve elini yaraları üzerine koydu. Dokunduğu yer iyileşiyordu. Uyandığında elli kadar yaradan hiç eser yoktu.

Ahmed Nâmıkî Câmî'ye Ehl-i sünnet vel-cemâat olmanın şartlarını sorduklarında şöyle buyurdu:

Ehl-i sünnet ve cemâatten olmanın şartları hakkında çok meseleler vardır. Bu meseleleri bilmek, namazı, orucu, haccı bilmek gibi farzdır. Bunlar öyle farzdır ki, îtikâd doğru olup da, namazda, oruçta ve diğer ibâdetlerde bir noksanlık olursa ve bu noksanlık kasden olmazsa affedilebilir. (Eğer affolunmazsa, insan Cehennem'e girse bile, sonunda yine kurtulur.) Fakat, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında bir sarsıntı olursa, bid'at sâhibi olunmuş olur.

Ve bid'at sâhibini de Allahü teâlâ affetmez. İtikâdda bid'at sâhibi olan bir kimseye azap vâcib olur. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdına sarılmak ve bid'atten çok sakınmak lâzımdır. Bu sözlerimizin senetlerini de bildirelim ki, söylediklerimiz boş söz zannedilmesin.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

"Allahü teâlâ, halîfelerime rahmet etsin." Denildi ki: "Yâ Resûlallah! Sizin halîfeleriniz kimlerdir?" "Sünnetimi ihyâ edenler ve onu Allahü teâlânın kullarına öğretenlerdir." buyurdu. Yine buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre! Sen insanlara benim sünnetimi öğret ki, kıyâmet gününde senin için parlak bir nûr olsun. Önce ve sonra gelenler sana gıpta etsin." Yine buyurdu ki: "Ben insanlarla, onlar "Lâ ilâhe illallah" diyene kadar savaşmakla emrolundum. İnsanlar bunu (Kelime-i tevhîdi) söyleyince, benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak İslâmiyetten doğan haklar bundan müstesnâdır. Onların hesapları ise (kalblerindekini bilen) Allahü teâlâya âittir." Yine buyurdu ki: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri Cennet'e girecek, ötekilerin hepsi Cehennem'e gidecektir." Yine buyurdu ki: "Şefâatim, Kelime-i şehâdeti ihlâs ile söyleyen, dili kalbini, kalbi de dilini tasdîk eden kimse içindir."

Bu tür haberler çoktur. Daha fazlasını söylersek söz uzar. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân etmiş olan mümin ve îtikâdı düzgün bir kimseye bu anlattıklarımız yeter. Eğer buna îmânı yoksa, onun sünnet ve cemâat ile zâten alâkası yoktur. Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve cemâatin meseleleri, alâmetleri çoktur. Ama onun esası ve kâidesi on meseleye dayanır. Bu on meseleyi mutlaka bilmek lâzımdır.

Ebü'l-Hasan bin Ali'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Sünnet ve cemâat üzere olana, Allahü teâlâ her bir gün için, bin nebî sevâbı yazar ve her bir gün için, ona Cennet'te bir şehir binâ eder. Kaldırdığı ve koyduğu her adım için ona on iyilik yazar. Cemâat ile namaz kılana, her bir rekati için bir şehid ecri (sevâbı) yazar."

Eshâb-ı kirâm, (aleyhimürrıdvân) dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bir kişinin sünnet ve cemâat, üzere olduğu ne zaman (ne ile) bilinir?" buyurdular ki:

"Şu on haslet kendisinde mevcut ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat üzere olduğu) bilinir: 1) Cemâati terk etmez, 2) Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez. 3) Bu ümmete (müslüman ümmete) kılıçla karşı çıkmaz. Kılıç çekmez. 4) Kaderi tekzîb etmez (kadere inanır), 5) Îmânda şüphe etmez, 6) Allahü teâlânın dîninde münâzaa (îtirâz, münâkaşa) etmez, 7) Ehl-i kıble olarak ölen kimsenin cenâze namazını kılmayı terk etmez, 8) Tevhîd ehli bir kimseye günahı sebebi ile (büyük bir günah işlese bile) kâfir demez, 9) Seferde ve hazerde (mukim ve yolcu iken) mest üzerine meshi terk etmez, 10) İyi veya günahkâr olan imâmın arkasında namaz kılar ve cemâati terk etmez. Bu hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve cemâati terketmiş olur."

Gerek hadîs-i şerîfler ile bildirilen, gerek din imâmlarımız tarafından Ehl-i sünnetin şiârı olarak, Selef-i sâlihînden bize ulaşan bu on haslete sâhip kimsenin, Ehl-i sünnet ve cemâatten olduğu anlaşılır. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" diyen kimsenin, erkek olsun kadın olsun, iyi olsun kötü olsun, mümin olduğu kabûl edilir. Ona kız verilir ve onunla evlenilir. Ona müminlerden mîrâs düşer. Onun mîrâsı da müminlere düşer. Ona müminlere âit hükümler tatbik edilir. Vefât ettiği zaman cenâze namazı kılınır. Müminlerin kabristanına defn olunur. Eğer Kelime-i şehâdeti kalbi ile de tasdîk ederek gönülden söyleyip ve bu hal üzere Allahü teâlâya kavuşmuş ise, onun yeri Cennet'tir. Eğer kalpten söylememiş ise, münâfık olur. Zâhire göre şehâdet söylediği için, onu müminlerin ahkâmına tâbi tutarlar. Eğer nifak üzere Allahü teâlânın huzûruna varırsa, onun yeri dereke-i esfel (Cehennem'in en aşağı derecesi) olur. Şöyle ki, Nisâ sûresinin 145. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki münâfıklar, Cehennem'in en aşağı tabakasındadırlar (Cehennem'in dibindedirler)..." buyruldu.

Kelime-i şehâdeti söyleyen bir kimseye, töhmet (suçlama) ve taassub (husûmet) ile, mümin değildir, demek için kimseye müsâade verilmemiştir. Nitekim Nisâ sûresinin 94. âyet-i kerîmesinde meâlen; "...Size İslâm selâmı veren kimseye, dünyâ hayâtının geçici nîmet ve menfaatine göz dikerek sen mümin değilsin demeyin..." buyruldu. Öyle ki, Kelime-i şehâdet söyleyenlerin hepsini mümin kabûl etmelidir. Büyük günahları varsa, bu sebeple kendilerine küfür ve nifak damgasını vurmamalıdır. Kendi îmânında ve onların îmânında şüphe etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ, günâhkârları mümin olarak isimlendirdi ve Nûr sûresi 31. âyet-i kerîmesinde meâlen; "....Ey müminler! Hepiniz Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşasınız!" buyurdu. Âsîlere tövbeyi emreden, olanların îmânını kabûl eden Allahü teâlâya muhâlefet etmek uygun değildir. Allahü teâlânın bu emrinde şüphe etmek ve bunu reddetmek de aslâ câiz değildir. Müminlerin sözünü ve şehâdetini reddetmek ve onları yalancı zannetmek de hiç uygun değildir. Çünkü ateşperest, putperest, yahûdî gibi küfür, şirk ve dalâlet ehli bir kimseden bu Kelime-i şehâdeti işiten bir mümin bunu işittiğine dâir şâhidlik ederse, bütün İslâm kâdıları, o kimsenin müslüman olduğuna hükmederler."

İyi bir arkadaşın nasıl olacağını anlatırken buyurdu ki:

Tanıştığınız, görüştüğünüz, berâber olduğunuz kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı olduğunu anlamakta dikkat edilecek husus ve ölçü şöyledir: Gördüğünüz, görüştüğünüz, berâber olduğunuz, birlikte oturup, kalktığınız kimse, sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve unutmamanızı, O'nu dil ve gönül ile anmanızı sağlıyor, bunu tâzeliyor ve kalbinizi uyanık tutuyorsa, işte o iyi arkadaştır. Ama berâber olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı ve O'nun zikrini size unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır. Ondan sakınmak elbette çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ daha çok kaçmalıdır. Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan insanın canını alabilir, onu öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü arkadaş ise, insanın hem îmânının ve hem de canının gitmesine, onun ebedî felaketine sebeb olur. İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet'te bulunduğu hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.

İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur'ân-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü, mutlaka asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmîr isimli köpek, Kur'ân-ı kerîmde onlarla berâber zikrolundu.

İyi arkadaş, insanı derekelerden (aşağılıklardan) derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü arkadaş ise, bunun tersini yapar.

Herkes ile arkadaş olma! Konuştuğun kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür etme, kibirlenme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin sözüne aldanma! İnsanların sözlerine değil, işlerine bak! Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Nerede kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ, eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun gibi olursa, o zaman çok fenâdır.

Ahmed Câmî buyurdu ki:

"Tövbe, müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe etmezse kendine zulüm etmiş olur."

"Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin hepsi ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."

"Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid'at sâhibi, yolunu şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer."

"Kendi zan ve kafasına göre davranarak, başkalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda yerine zarar hâsıl edebilir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir kimsenin saâdetine vesîle olayım derken, o kimsenin -hattâ kendinin bile felâketine sebep olmamalıdır."

Ahmed Câmî hazretlerinin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Üns-üt-Tâbiîn; (Fârisî olup Tahran'da basıldı.) 2) Sirac-üs-Sâirîn, 3) Ravdat-ül-Müznibîn ve Cennet-ül-Müştakîn, 4) Bihâr-ül-Hakîka, 5) Es-Sırr-ül-Mektûm, 6) Misbâh-ül-Ervâh, 7) Miftâh-ün-Necât (Bu kitap Farsçadır ve İhlâs Vakfı tarafından neşredilmiştir). 8) Dîvân.

BİZ DİRİLTİRİZ BİZ!

Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri, Herat'ta bulunduğu sırada bir gün Abdullah-i Ensârî'nin konağına dâvet ettiler. Ahmed Câmî'nin hizmetçisi, yola çıkmaları için ayakkabılarını önüne koydu. Ahmed Câmî hazretleri; "Bir saat beklememiz îcâb ediyor. Bir iş var." buyurdu. Beklediler. Bir saat sonra, bir Türkmen, hanımı ve yanlarında 12 yaşlarındaki oğulları ile geldiler. Çocuğun babası; "Efendim! Allahü teâlâ bize çok mal verdi. Bundan başka çocuğumuz yoktur. Bu da âmâ olup gözleri görmemektedir. Her tarafı gezdirdik. Gitmediğimiz yer, varmadığımız doktor kalmadı. Fakat hiçbirisi çare bulamadı. Biz, siz Allahü teâlâya her ne duâ ederseniz cenâb-ı Hakkın lutfedip kabûl ettiğini biliyoruz. Eğer, çocuğumuzun göz nûruna kavuşması için duâ ederseniz çok bahtiyar oluruz. Tek gözleri açılsın, îcâb ederse bütün malımızı fedâ etmeye hazırız. İhsân ederseniz, lutfederseniz çok seviniriz. Eğer bu arzumuz yerine gelmezse, üzüntümüzden mahvoluruz." dedi.

Ahmed Câmî hazretleri bu sözleri dinledikten sonra; "Nasıl olur? Ölüleri diriltmek, cild hastasını iyi etmek Îsâ aleyhisselâmın mûcizesi idi. Bu hâlde Ahmed kim olur ki, bu hastalığın tedâvisini benden istiyorsunuz?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp yürümeye başladı. Biraz sonra; "Biz ederiz biz." dedi. Orada bulunan herkes bu sözü işittiler. Fakat bir şey anlayamadılar. Bundan sonra hemen geri dönüp bir yere oturdu ve; "O çocukcağızı bana getirin." buyurdu. Getirdiler. İki mübârek başparmağını çocuğun iki gözüne sürüp; "Azîz ve celîl olan Allahü teâlânın izni ile açılın." buyurunca, çocuğun gözleri görür oldu. Bundan sonra orada bulunan ileri gelenler dediler ki: "Efendim, birinci defâ, ölüleri diriltmek ve cild hastalarını iyi etmek mûcizesi Îsâ aleyhisselâma âittir. Kendiniz için, bu yolda Ahmed kim olur ki? dediniz. Daha sonra da, biz ederiz biz, dediniz. Bu iki sözünüz arasındaki irtibâtı anlayamadık. İzâh buyurur musunuz?" Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri; "Evvelki söz kendime âitti. Bundan başkasını diyemezdim. Ama sonradan bana şöyle ilhâm ettiler: Ey Ahmed! Ölüleri, Îsâ aleyhisselâm mı diriltti? Dilsizleri ve cild hastalarını o mu iyi etti? Biz ederiz biz. Geri dön. O çocuğun gözlerinin açılması için seni sebep kıldık. Bu söz kalbime öyle ilhâm olundu ki, ağzımdan da çıkıverdi. O söz ve fiillerin hepsi Allahü teâlâdan idi. Ahmed'i (beni) sâdece vâsıta kıldı." buyurdular.

NE OLAYDI DA ONUNLA GÖRÜŞEBİLSEYDİM

Ahmed-i Nâmık-ı Câmî vefât ettikten üç gün sonra Kâdı Alâeddîn Mervezî Câm kasabasına gelmişti. Ahmed Nâmık hazretlerinin vefâtını öğrenince; "Ben ondan hadîs-i şerîf dinlemeye gelmiştim. Çünkü, onun sahîh hadîs-i şerîfler ile sahîh olmayanları birbirinden ayırabildiğini duydum. Yazık, ben onun huzûrunda bulunmaya ona hizmet etmeye kavuşamadım." diyerek üzüldü. O sırada Ahmed Nâmıkî Câmî'nin yerinde oğullarından Burhâneddîn Nasr bulunuyordu. O, Kâdı Alâeddîn'i ağırladı. Kâdı Alâeddîn, her gün bir-iki defâ Ahmed Nâmık'ın kabrine gidip, orada ağlıyordu.

Yine birgün kabrin ayak ucunda oturmuştu. Bu sırada uykuya daldı ve uzun müddet öyle kaldı. Burhâneddîn Nasr üç kişiyi ona kimsenin dokunmaması için vazîfelendirdi. Kâdı Alâeddîn uyanınca, Şeyh Burhâneddîn'in kütüphânesinde bulunan hadîs-i şerîf râvilerini (rivâyet edenleri) anlatan Esânid isimli kitabı yanında buldu. Ağlayarak dergâha geldi. Burhâneddîn Nasr'a rüyâsını anlatmak istediğinde o rüyâdan haberim var demek isteyerek; "Anlatmana gerek yok." dedi. Bunun üzerine oradakilere rüyâsını şöyle anlattı:

Ahmed-i Nâmıkî'nin kabri başına oturmuştum. Kendi kendime; "Ne olaydı da onunla görüşebilseydim. Birkaç hadîs-i şerîf dinleseydim. Bu fırsatı kaçırdım." diye düşünerek hem üzülüyor hem de ağlıyordum. Bu sırada bana bir ağırlık gelip, uyudum. Rüyâmda Ahmed-i Nâmıkî hazretlerini gördüm. Yüksek bir yerde oturmuştu. Yanına gidip, selâm verdim. Bana iltifât etti. O sırada oğlu Burhâneddîn Nasr yanımıza geldi. Ona; "Ey Nasr!Git Esânid isimli kitabı getir." dedi. O, kitabı getirince huzûrunda ondan pekçok hadîs okudum. Sahîh değildir dediklerine işâret koyuyordum. Okuma işi bitince; "Ben bunların gerçekten sahîh olmadığını nereden bileyim." dedim. Bunun üzerine bana; "Ben bunları sana söylerken, o sırada Resûlullah efendimizi görüyordum. Sahîh olmadığını işâret buyurduklarını sana söylüyordum, sen de işâretliyordun." buyurdu. Sonra; "Efendim! Esânid kitabını bana lutfetseniz bizim için büyük devlet olur." dedim. Ahmed-i Nâmıkî; "Ey Nasr! Esânid'i Kâdıya ver. Bizden ona yâdigâr olsun. Bize de duâ eder." buyurdu. Uykudan uyandığımda; Esânid kitabını içindeki hadîs-i şerîflerden sahîh olmayanları işâret edilmiş olarak yanımda buldum."