On
dördüncü
yüzyılda Suriye'de yetişen velîlerden. İsmi, Abdurrahmân
bin Muhammed'dir. Hâllerini gizlediği için Sekkâf lakabıyla anılmıştır.
1338 (H.739) senesinde Hadramût bölgesindeki Terîm şehrinde doğdu.
Mısır'ın Izz beldesinde doğduğu da bildirildi. 1416 (H.819) senesinde
Terîm'de vefât etti. Kabri, Zenbil Kabristanında olup, ziyâret
edilmektedir.
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân bin Muhammed
es-Sekkâf zamânının âlimlerinden Ahmed bin Muhammed el-Hatîb'den tecvîd
ilmini öğrendi ve Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Zamânının diğer
âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsîl etti. Bilhassa fıkıh ilminde
yüksek derece sâhibi oldu. Terîm'de Allâme Muhammed bin Alevî bin Ahmed
ibni Üstadi'l-azâm'ın huzûrunda İmâm-ı Gazâlî ve Şeyh Ebû İshak'ın
kitaplarını mütâlaa etti. Daha sonra Fakih Muhammed bin Sa'd'den İhyâ-ı
Ulûm, Risâle-i Kuşeyrî ve Avârifü'l-Meârif adlı
eserleri ve başka tasavvufî eserleri okudu. Şeyhulislâm Muhammed bin
Ebî Bekr'in hizmetinde ve ilim meclisinde bulundu. Ondan çok istifâde
etti. Daha sonra Aden'e gitti. Kâdı Muhammed bin Sa'îd'den sarf, nahiv
ve diğer Arabî ilimleri tahsîl etti. Tefsîr, hadîs, meânî, beyân
ilimlerinde yüksek derece sâhibi oldu. Şeyh Ali bin Sâlim, Ali bin
Sa'd, Ebû Bekr bin Îsâ, İmâm Ömer binSaîd gibi tasavvuf ehli zâtlarla
görüşüp onların sohbetlerinde bulundu. Ârif-i billah Müzâhim Ahmed,
büyük velî Abdullah bin Tâhir ed-Devânî gibi zâtlardan tasavvuf ilmini
öğrendi.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükseldikten sonra zamânının büyük âlim ve
evliyâları arasına girdi. Bulunduğu beldedeki âlim ve velîlerin imâmı,
önderi ve en yükseği olduğunu bütün âlim ve evliyâlar kabûl ettiler.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri güzel ahlâk sâhibi olup
hep iyilik ederdi. Kimseye karşı kırılmaz ve kin beslemezdi. Hızır
aleyhisselâmla görüşüp sohbet ederdi. Aralarında kardeşlik akdi
yapmışlardı. Yanına ilk defâ bir köylü sûretinde gelen Hızır
aleyhisselâm devamlı onu ziyâret ederdi. Bir gün çok güzel bir koku
duyan talebelerinden biri bu kokunun kaynağından suâl edince, hazret-i
Hızır'dan bahsetti.
Allahü teâlâya çok ibâdet eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf
gecenin son üçte birini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu.
Gündüzleri insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatır, onların
dünyâ ve âhiret saâdetlerine vesîle olmak için çalışırdı. Otuz sene
boyunca gece ve gündüz çok az uyudu. "Neden uyumuyorsun?" diyenlere;
"Sağ tarafına yattığında Cennet'i, sol tarafına yattığında Cehennem'i
gören kimse nasıl uyur?" diye cevap verdi.
Hûd aleyhisselâmın kabrini ziyâret eder, bâzan bir ay müddetle orada
kalır, bu müddet içinde çok az bir şey yerdi. Âlimlerin, evliyâların
kabirlerini sık sık ziyâret eder, her gece Terîm'deki mescidlerin
hepsinde namaz kılardı. Namaz kıldığı zaman kıyamda çok uzun müddet
kalır, onu uzaktan gören cansız bir cisim zannederdi. O; "Biz zâhir
(görünen) amellere îtibâr etmeyiz." derdi.
Bir ara hacca gitmek için yola çıktı ve hacdan sonra memleketi olan
Hadramut'a dönmeyip başka beldelere seyahat etmeye niyet etti. Cûf
denilen yere vardığında Peygamber efendimiz, Eshâbından bir topluluk ve
evliyâullahtan bir cemâat rûhânî olarak ona geldiler. Onların yanında
babası da vardı. Ona memleketine dönmesini emrettiler ve dediler ki:
"Senin memleketinde kalman başka yerlere gitmenden daha efdâldir."
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf bu emir üzerine zâhiren hacca
gitmeyip geri döndü. Fakat memleketinden giden hacılar tarafıdan hac
ederken görüldü. Yakınlarından bâzıları ona; "Sen hacca gittin mi?"
diye sorduklarında; "Zâhiren gitmedim." buyurdu.
Âlimlerden ve evliyâdan birçok zât ona insanları doğru yola dâvet etmek
ve kötülüklerden uzaklaştırmak ve talebe yetiştirmek husûsunda icâzet
(diploma) verdiler. Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf pekçok talebe
yetiştirip hadîs, fıkıh, usûl ve fürû ilimlerini okuttu. Onun ilim ve
fazîletteki şöhreti her tarafa yayılıp, insanlar doğudan ve batıdan
onun ilim meclisine ve sohbetlerine koştular. Deniz ve kara yoluyla
gelerek müşkillerini ve fetvâlarını ona sordular. Büyük cemâatler ondan
istifâde etti. İnsanlara tatlı dil ve hoş sohbetle İslâmiyetin emir ve
yasaklarını anlatıp gönüllerine taht kurdu.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf'ın
ilim meclislerinde yetişen
âlimlerden bâzıları; kendi oğulları, kardeşinin oğulları, Ârif-i billah
Ebû Bekr bin Alevî eş-Şeybe ve kardeşleri, büyük İmâm Muhammed Sâhib
Aydeyd bin Ali, Ârif-i billah Ahmed bin Ömer, İmâm Sa'd bin Ali Müdhac,
Şeyh Muhammed bin Abdurrahmân el-Hatîb, Şeyh Şuayb bin Abdullah
el-Hatîb, Şeyh Abdurrahîm bin Ali el-Hatîb, Şeyh Ahmed bin Ebî Bekr
Baharemî, Şeyh Abdullah İbnü'l-Fakîh Baharemî, Şeyh Abdullah bin Ahmed
el-Amûdî, büyük velî Abdullah bin Nâfi', Îsâ bin Ömer bin Behlül, Şeyh
Muhammed bin Saîd el-Mağribî gibi sayısız zâtlardır. Burada en
meşhûrları zikr edilmiştir. Abdullah bin Muhammed es-Sekkâf ekseriyetle
El-Basît vel-Vesît, Mühezzeb, Muharrer adlı
eserleri okutur bu vesîleyle kalbindeki gizli mânevî sırları
talebelerine açıklardı. O her talebesine anlayabileceği ve seviyesine
uygun ders verirdi. Nice kimseler onun bu tatlı üslûbu ve sohbetleri
vesîlesiyle tasavvuf yolunda ilerlediler. Pek çok kimseye tarîkat
yolunda icâzet verdi ve hırka giydirdi. Nice kimseler onun gönülleri
feth eden sohbetleri sebebiyle dünyâdan yüz çevirip, âhirete yöneldiler
ve kötü sıfatlardan uzaklaşıp iyi ve güzel huylara sâhib oldular. O
talebelerine ve sevenlerine şöyle buyururdu:
"Kalb ile ilgili ameller işleyiniz. Zîrâ kalb ile yapılan ameller
zâhirî amelleri güzelleştirir."
Bâzı derslerinde fıkıh ilminin fazîletinden bahsederdi. Bu sebeple oğlu
Ömer bütün ömrünü fıkıh ilmini öğrenmeye hasretmişti. Bir gün dersin
bitiminde oğluna şöyle buyurdu:
"Ey Ömer! Kalb ile ilgili amellere çalış. Çünkü fıkıh âlimlerinde
ateşin alevi, tasavvuf ehlinde ise ateşin kor kısmı vardır."
Bâzı zamanlar talebeleriyle birlikte seyâhate çıkan; peygamberlerin,
âlimlerin ve velîlerin kabirlerini ziyâret eden Abdurrahmân bin
Muhammed es-Sekkâf hazretleri onlardan istifâde ederdi.
Talebelerinden Abdürrahîm bin Ali el-Hatîb şöyle anlattı:
Hocamız ile berâber Hûd aleyhisselâmın kabrini ziyârete gitmiştik.
Dönerken; "İnşâallah akşam namazında Rebî' beldesinde oluruz." buyurdu.
Hâlbuki bulunduğumuz yer, Rebî' beldesine çok uzak idi ve vakit de
isfirâr yâni güneşin, kendisine bakılacak kadar sararıp batmak üzere
olduğu bir vakit idi. Hocamın bu sözüne çok hayret ettim. Sözünde bir
hikmet bulunacağını düşünerek birlikte yürüdük. Bir taraftan da batmak
üzere olan güneşe bakıyordum. Güneş sanki durmuştu. Biz Rebî' beldesine
gelinceye kadar aynen o hâlde kaldı. Biz ismi geçen beldeye girince
güneş battı. Namazlarımızı kıldık. Bu durum benim çok garibime
gitmişti. Hocamın bir kerâmeti olduğunu anladım.
Abdurrahmân bin Muhammed, talebelerinden
bâzıları ile bir seferde
idiler. Talebeler, çok susadılar. Yollar ıssız, su bulmak ihtimâli de
çok zayıf idi. Şaşıran talebeler hocalarına bir şey diyemiyorlardı.
Allahü teâlânın izni ile talebelerinin bu sıkıntılarını anlayan
Abdurrahmân es-Sekkâf büyükçe bir taşın yanında durdu ve; "Şu taşı
çevirin!" buyurdu. Taşı çevirdiklerinde, bir su kaynağı ile
karşılaştılar ve çok sevindiler. Kana kana içip, abdest aldılar ve
kaplarını doldurarak, yollarına devâm ettiler.
Başka bir yolculukta, yanındakilere; "Şimdi hava çok sıcak. Birazcık
konaklayalım. Hava serinleyince yola devâm ederiz." dedi. Öğrencileri;
"Bu sıcak, hocamızın yola devâm etmelerine mâni değildir. İsterlerse,
bu sıcak havada da yola devâm edebilirler. Burada konaklamalarında
başka bir hikmet olsa gerek." diye düşünüp merakla beklerlerken,
yanlarına, susuzluktan ölmek üzere olan bir âmâ çıkageldi. Yanında
bulunanlara; "Şu yakınlarda su vardır. Bu zavallının ihtiyâcını
giderin." diyerek, bir yeri târif etti. Gidip su getirdikten sonra
yollarına devâm ettiler. Böylece orada biraz dinlenmelerinin hikmeti
anlaşılmış oldu. Biraz sonra oraya bir kimse geldi. Âmâ da orada idi.
Biraz önce başından geçen hâdiseyi, gelene anlattı. O kimse; "Bunda bir
yanlışlık var. Ben buraları çok iyi tanırım. Bu civarda su bulmak
ihtimâli hiç yoktur." dedi. Daha sonra bu hâli öğrenen talebeler, o
suyun, hocalarının bereket ve kerâmeti ile bulunduğunu anladılar.
Allahü teâlânın bildirmesiyle talebelerinin ve yanına gelen kimselerin
kalplerinden geçenleri bilirdi.
Talebesi Abdurrahmân diyor ki:
"Hocamdan arzu ettiğim, yapması için kalbimden geçirdiğim her şeyi,
hocam en güzel şekilde yaptı, yerine getirdi. Allahü teâlânın ona ihsân
ettiği basîret gözü ile kalbimizden geçenleri anlıyordu."
Abdurrahmân es-Sekkâf'ın talebelerinden olan Ârif-i billâh Muhammed bin
Hasan şöyle anlatır:
Bir gece hocamın mescidinde idim. Hocam da odasında bulunuyordu. Karnım
çok acıkmıştı. Bu sırada biri gelerek, hocamın beni istediğini söyledi.
Kalkıp, yanlarına gittim. Huzûruna vardığımda, ortada lezzetli
yemeklerin bulunduğu çok güzel bir sofra vardı. Karnımı doyurmamı
söyledi. Gecenin bu geç vaktinde bu yemekleri kimin getirdiğini suâl
ettim. "Birisi getirdi." buyurarak, açıklamak istemedi. Allahü teâlânın
izni ile, benim çok aç olduğumu anlayıp bu yemekleri benim için
hazırlattığını anladım ve daha nice kerâmetlerine şâhid oldum.
Abdurrahmân es-Sekkâf hazretlerinin bir mikdâr hurması vardı. Hurmaları
satmak üzere birisini vekil edince hurmalar satıldı. Fakat paranın bir
kısmını vererek geri kalanını gizledi. Abdurrahmân hazretleri, Allahü
teâlânın izni ile paranın tam olarak kendisine verilmediğini anlayıp,
ona; "Mü'minin firâsetinden korkunuz! Çünkü o, Allahü teâlânın nûru
ile bakar."
hadîs-i şerîfini okudu. O kimse diyor ki:"Ondan bu sözü duyunca
vermediğim paranın, bir yılan olup vücûduma girmek üzere olduğunu
hissettim. Yaptığıma çok pişman olup, kendisinden özür diledim ve bir
daha hatâ işlememeye ve tevekkül sâhibi olmaya kesin karar verdim.
Talebelerinden biri şöyle anlatır:
Hocam ile birlikte yolculuğa çıkmıştık. Kâhlân denilen yere
vardığımızda duhâ, kuşluk namazı kılmak için mola verdik. Ben hâcet
için tenhâ bir yere gittim. Abdestimi tâzeleyip geri döndüğümde,
hocamın yanında taze hurmalar gördüm. Hâlbuki yakınlarda hurma bahçesi
yoktu ve mevsim de hurma mevsimi değildi. Çok hayret edip, kendisinden
bunun nasıl olduğunu, nereden geldiğini suâl ettim. Tebessüm etti ve;
"Hurmalardan ye! Fakat nereden geldiğini sorma!" buyurdu.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf verâ sâhibi, Selef-i sâlihînin
yoluna çok bağlı idi. Bu yönden çok meşhurdu. Zühd sâhibi olup, dünyâya
îtibâr etmezdi. Cömert ve kerem sâhibi idi. Binlerce dinar para ve
çeşitli nîmetlerden ihtiyâç sâhiplerine verirdi. Her hurma ağacını
dikerken yanında bir Yâsîn-i şerîf okurdu. Fidan dikilme işi
tamamlandıktan sonra bir hatm-i tehlil (70.000 kelime-i tevhîd)
okuyarak sekiz oğluna ve altı kızına hediye ederdi. Onlar da bu
hediyenin sevâblarını ona bağışlarlardı. Abdurrahmân bin Muhammed
es-Sekkâf on tane mescid, oğulları ise üç tane mescid yaptırmışlardı.
ayrıca bu mescidlerin devâm etmesi için her mescide âit vakıflar
bırakmıştı.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf'ın meclislerinde evliyâdan ve
ricâl-i gayb denilen zâtlar da hazır bulunurdu. Bu zâtlar arasında
İmâm-ı Gazâlî, Abdülkâdir Geylânî gibi büyükler de vardı. O büyüklerin
rûhâniyetlerinden istifâde eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf
kutbiyyet makâmına yükselmişti.
Âlimler ve evliyâlar, hâllerini gizlemesi sebebiyle ona Sekkâf lakabını
vermişlerdi. Çünkü o insanları hâliyle, makâmıyla ve sözüyle üzmezdi.
İlmiyle ve ameliyle insanlara karşı büyüklenmezdi. Şöhretten şiddetle
kaçınırdı. Hâlbuki o, zamânındaki evliyânın en yükseği idi. Abdurrahmân
es-Sekkâf sâdece Allahü teâlâdan rızâsını kazanmak için çırpınır;
"Vallahi kalbim Allahü teâlânın başka, evlâda, mala, âile fertlerine,
Cennet'e ve Cehennem'e hiç iltifat etmez. Allahü teâlânın rızâsına
muvafık olmayan ne bir ev, ne bir mescid binâ ettim, ne de bir hurma
fidanı diktim." buyururdu.
Abdurrahmân es-Sekkâf insanlara karşı güzel huylu, tatlı dilli ve güler
yüzlü davranırdı. Kimseyi üzmemeye çok dikkat ederdi. Ancak ona zarar
verenler veya onu üzenler başlarına bir hâl gelip pişman olurlardı.
Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen bir kimse vardı. Bu zât, Abdurrahmân
es-Sekkâf hazretlerinin hizmetçilerinden birini üzdü. O da, durumu
efendisine arz edince, üzüldü. Tam bu sırada, hizmetçiyi üzen kimse,
hâfızasında ne varsa hepsinin silindiğini hissetti. Hemen sebebini
anladı ve gidip hizmetçiden özür diledi. Tövbe istigfâr ettiğini,
bildirdi. Hizmetçi özrünü kabûl edip, durumunu efendisine arz etti ve
onu sevindirdi. O sırada özür dileyen kimse, hâfızasının yerine
geldiğini hissetti. Başına gelen bu hâl sebebiyle, o zâtın büyüklüğünü
daha iyi anladı.
Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, harama düşmek
tehlikesinden dolayı mübâhların fazlasını bile terk ederdi. Malı varsa
zekâtını, bahçesinden kalkan mahsüllerinin uşrunu eksiksiz verir,
fazlasını tasadduk ederdi. Etrafında hurma bahçeleri bulunan bir
bahçesi vardı.
Bir defâsında çocuklar, bu bahçeler arasında oynarlarken ateş yaktılar.
Sonunda ateş büyüyerek etrâfı sardı. Bahçelerdeki ağaçlar yanmaya
başladı. Bütün ağaçlar bu yangında yandıkları hâlde, mahsüllerinin
uşrunu tam olarak verdiği için, bu zâtın bahçesine hiçbir şey olmadı.
Ağaçlardan biri bile zarar görmedi. İnsanlar hayret içinde kaldılar.
Tayy-i zaman ve tayy-i mekân sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhamed
es-Sekkâf her sene hac mevsiminde memleketinde bulunuyordu. Fakat hacca
gidenler onu, Hicaz'da hac vazîfesini yaparken görürlerdi. Kendisine bu
durumdan suâl edildiğinde; "İşte gördüğünüz gibi, buradan ayrılmadım."
diyerek bu kerâmetini setreder, gizlerdi. Yine Abdurrahmân es-Sekkâf,
Allahü teâlânın velî kullarına ihsân edip verdiği bir hâl ile bir anda
başka başka yerlerde, başka başka hâllerde görülürdü.
Bir defâsında, uzak bir yerden bâzı kimseler, Abdurrahmân hazretlerine
misâfir olmuşlardı. Onlara; "Falan gün sizin beldenizde şiddetli yağmur
yağmış, çok sel olup, beldenizde bulunan dere taşmış ve sel sizin
beldede çok zarara sebeb olmuş." buyurdu. O kimseler bu habere hayret
ettiler. Memleketlerine döndüklerinde, Abdurrahmân bin Muhammed'in
haber verdiklerinin hepsinin doğru olduğunu, bildirdiği şeylerin aynen
meydana geldiğini hayretle gördüler. O zâtın bu hâlleri, kerâmet olarak
anladığının ve kendilerine bildirdiğinin farkına varıp daha çok
şaştılar. Ona olan muhabbetleri daha çok arttı.
Fazîletler ve kerâmetler sâhibi olan Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf
hazretlerinin duâları kabûl olurdu. Bir defâsında, fâsıklardan, açıkça
günah işleyen kimselerden bir kısmı yanına gelmişti. Kendisinden duâ
istediler. O da hâzır olanlara sâlih ameller işlemek nasîb olması için
duâ etti. O fâsık kimseler tövbe edip, sâlih ameller işlemeye
başladılar ve tövbelerini bozmadılar.
Bir defâsında da çocuğu olmayan bir kadın, Abdurrahmân binMuhamed'e
haber gönderip, çocuklarının olmasını çok istediklerini, fakat
olmadığını, bunun için kendisinden duâ istirhâm ettiklerini bildirdi. O
da duâ etti. Bundan sonra o kadın hâmile oldu ve çok güzel bir çocuğu
oldu.
İşlerinde, masraflarında çok isrâf eden bir topluluk vardı. Abdurrahmân
bin Muhammed bunlara duâ edince, tövbe ettiler. Hâlleri, yaşayışları
gitgide güzelleşti.
Abdurrahmân binMuhammed es-Sekkâf hazretleri talebelerinin ve
sevenlerinin imdâdına yetişirdi. Talebelerinden birisi şöyle anlatır:
Bir yolculukta bulunuyordum. Issız yerlerden geçerken, yolumu
kaybettim. Bir taraftan da çok şiddetli susuzluk çekiyordum. Ne kadar
aradıysam su bulamadım. Duâ edip, hocamdan yardım istedim. Bu esnâda
yanıma biri gelip, su verdi. O sudan kana kana içerek rahatladım.
Sonra, yola devâm ettim. Yolculuğum müddetince de su içmek ihtiyâcı
hissetmedim.
Abdurrahmân es-Sekkâf'ı sevenlerden biri, bir yolda yalnız başına
giderken, önüne yırtıcı bir hayvan çıktı. Kendisine saldırmak üzere
iken, yolcu sesinin çıktığı kadar bağırarak, Abdurrahmân hazretlerinden
yardım istedi. Bu sırada, kuvvetli ve heybetli bir kimse görünüp
hayvanı tuttu. Güçlü kuvvetli olduğundan hayvan, elinde zor hareket
ediyordu. Bu sıkıntıdan kurtulan kimse, hocasının yanına döndüğü zaman,
henüz bir şey söylemeden, hocası; "Bir sıkıntıda kalırsan, yine bizden
yardım iste! Fakat o kadar şiddetle bağırmana lüzum yok. Hafifçe
söylesen, hattâ kalbinden bile geçirsen, Allahü teâlânın izni ile onu
duyar ve yardımına geliriz." buyurdu.
Talebelerinin ve onların âile fertlerinin giyim ve iâşelerini de
düşünen Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretleri bir defâsında
talebesi Abdurrahîm ile Şu'ayb'e bir parça kumaş verdi ve; "Bu kumaştan
çocuklarınıza üç tane elbise dikiniz." buyurdu. Şu'ayb terzi idi.
Kumaşı görünce; "Efendim, bu kumaştan çıksa çıksa iki elbise çıkar. Üç
elbisenin çıkması mümkün değildir." dedi. "Siz Besmele ile kesmeye
başlayın. İnşâallah bu kumaştan üç elbise çıkar." buyurdu. Dedikleri
gibi üç elbise çıktı.
Abdurrahmân hazretlerinin hizmetçilerinden birisi huzurda, bir elbiseye
ihtiyâcı olduğunu, bunun için on beş dirhem lâzım geldiğini bildirdi.
Hizmetçiye; "Falan yerde bulunan kesenin içinde on beş dirhem olacak.
Onu al! İhtiyâcın için kullan!" buyurdu. Hizmetçi, keseye baktığını ve
boş olduğunu bildirdi. Bunun üzerine; "Sen git bak! O kesede on beş
dirhem bulursun." buyurdu. Bildirilen yerdeki kesenin yanına tekrar
giden hizmetçi, kesede on beş dirhem bulunduğunu gördü ve alıp
ihtiyâcına sarfetti.
Abdurrahmân es-Sekkâf'ın talebelerinden, Abdürrahîm bin Ali anlatır:
Hocam Abdurrahmân bin Muhammed bana bir mikdâr gümüş para vererek,
mutfağın ihtiyaçlarını almak üzere, vekil etmişti. Elimdeki para bitmek
üzere iken, gidip; alacağımız nevâle için, bu paranın yetmeyeceğini
bildirdim.Biraz düşündü. "Hangi şeyler ihtiyaç ise, siz onları almak
üzere gidin. İnşâallah yeter." buyurdu. "Peki efedim" deyip gittim.
İhtiyaçlarımızı aldıktan sonra, paranın bir mikdârını artmış buldum ve
bunun bir kerâmet olduğunu anladım.
Başka pekçok kerâmetleri de görülen Abdurrahmân es-Sekkâf hazretleri,
bir defâsında bulunduğu Izz köyünden bir yolculuğa çıkacaktı. O sırada
hanımı hâmile idi. Yola çıkacağı zaman hanımına bir bez verdi ve dedi
ki:"Ben yolda iken, belki bir oğlumuz doğabilir. Aynı gün vefât
edebilir. Eğer öyle olursa, bu bezi ona kefen yaparsınız." Hanımına
bunları söyledikten sonra yola çıktı. Hakîkaten, bir erkek çocuğu oldu.
Bildirdikleri gibi, aynı gün vefât etti. Bıraktığı bezi çocuğa kefen
yaptılar.
Abdurrahmân bin Muhammed'in hurma ağaçlarından birisinin, boyu çok kısa
ve dalları yere yakın olduğundan, gece köpekler gelerek hurmaları
yerdi. Bunun için hizmetçilerden birisi, her gece o hurma ağacının
yanında bekçilik yapar, köpeklerden korurdu. Bir gece Abdurrahmân
hazretleri hizmetçiye; "Sabaha kadar beklemenize ne lüzum var. Ağacın
etrâfında genişçe bir dâire çizin! Kendiniz de gidip istirahat edin!"
buyurdu. Hizmetçi bildirilen şekilde yaptı. Sabahleyin baktıklarında,
çizginin dışında köpek izleri görüldü, gerçekten içeri girememişlerdi.
BENDEN NE FARKI VAR?
Kardeşim Abdurrahmân ile hurmaların taksimi husûsunda aramızda bir
husûmet meydana gelmişti. Kendi kendime; "Onun benden üstün yanı nedir,
o oruç tutuyorsa ben de tutuyorum, o namaz kılıyorsa ben de kılıyorum.
Babamız birdir. Benim misâfirlerim ise ondan çoktur." dedim. Rüyâmda
bir kişi bana gelerek; "Kardeşin hakkında böyle böyle söyledin mi?"
dedi. Ben de; "Evet söyledim." dedim. "Öyleyse benimle berâber gel."
dedi. Birlikte kardeşim Abdurrahmân'ın yanına gittik. Kardeşimin
bedeninin nûr ile kaplı olduğunu ve uzuvlarının üzerinde nûr ile
"İhlâs" ve "Lâ ilâhe illallah Muhammedürresûlullah" yazılı olduğunu
gördüm. O kimse bana, bu makâma ulaştığın zaman böyle böyle konuş, eğer
bundan sonra ona inat edersen bu rüyâyı hatırla." dedi. Ben de ondan
sonra kardeşim hakkında kötü düşünmekten vazgeçtim.
PİŞMAN OLDULAR!
Bir defâsında, bâzı kimseler gemi ile bir yere gidiyorlardı. Yolcular
arasında Abdurrahmân hazretlerinin talebelerinden birkaç kişi de vardı.
Bir ara, geminin tabanından bir yer delindi. Ne yaptılarsa delinen yeri
tıkayamadılar. Vazîfeliler çâresiz kalıp, geminin batmasından
korktular. Onlardaki bu telaşı görüp, vaziyeti anlayan talebeler,
hocaları Abdurrahmân bin Muhammed'den yardım istediler. O esnâda
hocalarını gemide gördüler. Ayağını, gemiye su giren yere koydu. Sonra
bir şeyler ile o delik yeri kapadı. Su girmez oldu. Bu duruma yolcular
çok sevindi. Herkes rahatlamıştı. Abdurrahmân hazretleri, birden gözden
kayboldu. O büyük zâtın talebeleri hürmetine, diğerleri de kurtuldular
ve yollarına devâm ettiler. Bu hâdiseyi işitenlerden bâzıları, onun bu
kerâmetini inkâr ettiler. "Böyle şey olmaz." dediler. Îtirâzcılar, bir
yolculuğa çıkmışlardı. Yollarını kaybettiler. Üç gün üç gece
dolaştıkları hâlde yollarını bulamadılar. Ellerinde bulunan yiyecek ve
suları da bitmişti. Başlarına gelen bu sıkıntının, o zâtın kerâmetini
inkâr etmekten olduğunu anladılar. Îtirâzlarına tövbe ederek, bu
sıkıntıdan kurtulmaları hâlinde mallarından belli mikdârını o zâta
vermeyi ve hizmetinde bulunmayı adadılar. Tam bu sırada yanlarına, hiç
tanımadıkları biri geldi. Bunlara tâze hurma ve su verdi ve yolu târif
edip gitti. O kimseler, hurmalarla karınlarını doyurdular ve sudan
içtiler. Târif edilen yere doğru gidince, yollarını kolayca buldular.
Memleketlerine vardıkları zaman adaklarını yerine getirdiler.
|