Meşhûr
velîlerden. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Tafsûnc veya Tagsûnc denilen
yerde yerleştiği için Tafsuncî nisbesi ile meşhur oldu. Tafsûnc
Bağdâd'a bağlı ve Dicle kıyısında bir beldenin adıdır. Doğumu ve nesebi
hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin
talebesidir. 1115 (H.550) senesinden önce hocası Abdülkâdir Geylânî'nin
sağlığında vefât etti. KabriTafsûnc'da olup ziyâret yeridir.
Abdurrahmân Tafsûncî, evliyânın
büyüklerinden olup, âriflerin gözbebeği, evliyânın baştâcı, yüksek ve
kıymetli hâllerin sâhibi, kerâmetleri açık ve tasarrufu kuvvetli bir
zâttı. Yüksekçe bir kürsînin üzerine çıkıp, din ve hakîkat ilimlerini
anlatırdı. İslâmiyetin emir ve yasaklarını bildirir, evliyâlığın yüksek
hâllerini haber verirdi. Onun meclisi, âlim ve velîler ile dolup
taşardı. Kendisi, âlimlere hâs bir elbise giyerdi. Katıra binip belde,
belde dolaşırdı. Tafsûnc'da bâzı sâlih kimseler, Resûlullah efendimizi
rüyâlarında görüp, onun hâlinden suâl ettiklerinde; "O, mukaddes âlem
hakkında haber verenlerdendir." buyurdu. Allahü teâlânın katındaki
derecesi çok yüksek olan Abdurrahmân Tafsûncî, himmet ve yardımı ile
tasarrufu kuvvetli olup, duâ ve murâdı çabuk hâsıl olanlardandı.
Gâipten haber verdikleri mutlaka ortaya çıkardı. Gâibi, ileride
olacakları ancak Allahü teâlâ bilir. Fakat Allahü teâlânın
Peygamberlere mûcize, evliyâya da kerâmet olarak gâipten bildirdikleri
aynen zuhûr etmiştir. Abdurrahmân Tafsûncî, böyle kerâmet sâhibi bir
velîydi.
Bir gün bir adam ona gelip; "Ey efendi!
Benim, on bir seneden beri meyve vermeyen hurmalarım ve üç seneden beri
yavrulamayan ineklerim var. Bana duâ edin. Bunlardan başka hiç malım
yok." dedi.
Ona duâ etti. O seneden sonra hurmalar
meyve verdi. İnekler yavruladı. Hattâ o şahıs, insanlar içinde, hayvan
sürüsü ve parası, incisi çok biri olarak tanındı. Hayvanları, dillere
destân olacak şekilde çoğaldı.
Abdurrahmân Tafsûncî'nin talebelerinden
biri anlatır:
Hocam Irak sahralarının birinde
bulunuyordu. O esnâda; "Ey çöldeki vahşî hayvanların, inlerinde tesbîh
ettiği Allah'ım! Seni, bütün noksan sıfatlardan tenzîh edip, uzak
tutar, kemâl sıfatlarla tesbîh ederim!" buyurdu ve hemen ne kadar vahşî
hayvan varsa, yanına geldi, birlikte kendi dilleriyle tesbîh etmeye
başladılar. Hattâ öyle oldu ki, aslanlar, tavşanlarla ve ceylanlarla
bir araya gelip karıştı. İçlerinden bâzısı, sürünerek onun ayaklarının
dibine kadar geldi.
Sonra; "Ey yüce Allahım! Kuşların
yuvalarında, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh ediyor, bütün
noksanlıklardan tenzîh ediyorum!" dedi. Başını yukarıya kaldırınca, her
cinsten binlerce kuşun gelip başının üstünde gökyüzünü doldurduğunu
gördüm. Her biri, kendince ötüşüyor, seslerini alçaltıp
yükseltiyorlardı. Ona yaklaştılar ve sonunda başı üzerinde toplandılar.
Sonra; "Ey fırtınaların kendisini tesbîh
ettiği Allahım! Ben de seni tesbîh ediyorum!" der demez, hemen dört bir
taraftan, rüzgârlar esmeğe başladı. Ondan daha latîf esen bir rüzgâr
görülmedi.
Sonra yine; "Ey Allahım! Şu kocaman ve
yüksek dağların, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh ediyorum!"
dediğinde, o anda, üzerinde bulunduğu dağ sallandı ve ondan büyük
kayalar, Allah'ı zikrederek düşmeye başladılar.
Oğlu, Şeyh Ebû Hafs Ömer anlatıyor:
Bir defasında, babam sefer niyeti ile
evden dışarı çıktı. Ayağını bineğine koyduğunda bu isteğinden vazgeçip,
eve girdi. Kendisine vazgeçmesinin sebebi sorulunca, buyurdu ki: "Ey
oğlum! Yeryüzünde ayağımın sığacağı, yâni kalabileceğim daha hayırlı
bir yer göremedim. Onun için böyle yapmaya mecbur kaldım." diye cevap
verdi. Sonra, ölünceye kadar bir daha Tafsûnc'dan dışarı çıkmadı.
Bir gün adamın birisinin, ezân okunurken
şiir söylediğini işitti. Hemen ona, bundan vazgeçmesini bildirdi. Fakat
o kişi, söz tutmadı. Ona; "Sus, ancak benim emrimle konuşacaksın. Üç
gün hiç konuşma! Sonra, bu yaptığına tövbe edip istigfâr et, yâni bunun
günâhından bağışlanmanı Rabbinden iste!" dedi. O da hiç konuşamaz oldu.
Üç gün sonra ona; "Abdest al!" deyince, o da abdest aldı, tövbe etti ve
konuşmaya başladı.
Evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân
Tafsûncî; "Ben, evliyânın arasında turna kuşu gibiyim. O, kuşlar
arasında boynu en uzun olanıdır. Hangi talebemin bir sıkıntısı olursa,
yardımına uzanırım." buyururdu. Yüksek hâl sâhibi Şeyh Ebü'l-Hasan Ali
el-Hînî, onun böyle söylediğini işittiğinde, bu sözünden pek
hoşlanmadı. Elbisesini çıkarıp bâzı şeyler söyledi. Şeyh Abdurrahmân
bir müddet sustu. Sonra talebelerine dönüp; "Bu kimse, Allahü teâlânın
inâyetine kavuşmuştur. Bedenindeki kılları gibi, vücûdunun her zerresi,
inâyet-i Rabbaniyeye erişmiş bir kuldur." dedi ve ona elbisesini
giymesini söyledi. O da; "Ben, üzerimden çıkardığım şeyi bir daha
giymem." dedi. Şeyh Abdurrahmân da bahçeye döndü ve hanımına hitâb
ederek; "Ey Fâtıma! Bana giydiğim elbiseyi getir." diye seslendi.
Hanımı, bu sesi işitti ve elbise getirirken yolda karşılaştılar.
Hanımının getirdiği elbiseyi alıp ona verdi ve; "Senin şeyhin kimdir?"
diye sordu. O da; "Benim şeyhim Abdülkâdir-i Geylânî'dir." diye cevap
verdi. O ise; "Ben, onun ismini, ancak bu yerde işitiyorum. Halbuki
ben, kırk seneden beri Hak kapısının eşiğini aşındırıyorum. Onu ne
girerken, ne de çıkarken aslâ görmedim." dedi ve yanındaki
talebelerinden bir grubuna dönüp buyurdu ki:
Bağdâd'a gidip, Şeyh Abdülkâdir-i
Geylânî'ye varınız ve kendisine selâmımı söyleyiniz! Ayrıca ona; "Şeyh
Abdurrahmân, kırk senedir Hak kapısında imiş. Sizi girerken ve çıkarken
orada görmemiş!" deyiniz.
Şeyh Abdurrahmân, bu sözleri söyleyip
talebesini yola çıkarırken, Bağdâd'da Abdülkâdir-i Geylânî de, yanında
bulunan Muzaffer-ül-Cemâl, Abdülhak el-Harîmî ve Osman es-Sarifînî'ye
buyurdu ki:
Sizler, hemen yola çıkınız! Yolda Şeyh
Abdurrahmân-ı Tafsûncî'nin talebelerine rastlayacaksınız.
Karşılaştığınızda, onları geri çevirin ve berâberce, doğru Şeyh
Abdurrahmân-ı Tafsûncî'ye varıp, ona şöyle deyiniz: "Şeyh Abdülkâdir'in
size selâmı var. Hak kapısının derekelerinde, eşiklerinde olan kişi,
Abdülkâdir'de olanı göremez deyin. Ben oraya sır kapısından girip
çıktığım için, beni kimse görememektedir. Ben oraya, bâzı işâretlerle
girip çıkarım. Filanca zamanda, filan elbiseyi giymiştin. Sana onu
giydiren bendim. O elbise, Rızâ elbisesidir. Filanca gece de, bir
işâretle teşrif çıkışı yapmıştın. İşte, fetih teşrifi olan o da benim
elimden geçmiştir. Hak kapısının derekelerinde, on ikibin velînin
huzûrunda İhlâs sûresi tarzında olan yeşil velâyet elbisesini sana
giydirirlerken, söyle bakalım bu da benim elimden geçmemiş miydi?"
Onlar, bu emri alıp, yarı yolda
karşılaştıkları talebeleri ile Şeyh Abdurrahmân'ın huzûruna gelerek,
Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sözlerini tam tamına
anlattılar. O da;
Şeyh Abdülkâdir, doğru söylemiştir.
Evliyâlıkta vaktin sultânı ve tasarruf sâhibi, şüphesiz odur! demek
sûretiyle onun büyüklüğünü tasdîk etti ve ona bağlandı.
Bir gün Cumâ namazını kılmak için evinden
çıkmıştı. Katırına binmek için ayağını üzengiye koydu. Sonra tekrar
vazgeçti. Bir müddet bekleyip, bindi. Niçin böyle yaptığı kendisine
sorulduğunda; "O anda, Bağdâd'da, Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî de
katırına binmek istiyordu. Ben, önce binerek onun önüne geçmek
istemedim." cevâbını verdi.
Abdurrahmân Tafsûncî'nin vefâtı
yaklaştığı zaman, oğlu, kendisine vasiyette bulunmasını istedi. O da;
"Ey oğlum! Sana şöyle vasiyet ederim ki, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî'ye
her zaman saygı ve hürmetini muhafaza edip, emirleri üzere hareket et.
Hizmetinden ayrılma!"
Babası vefât edince, oğlu, Şeyh
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına geldi. Şeyh hazretleri, ona
ikrâmda bulunarak hırkasını giydirdi. Sonra da öz kızı ile onu
evlendirdi. Artık o, hep âlimlere mahsus bu elbiseyi giyerdi.
Abdurrahmân Tafsûncî'nin (r.aleyh) her
sözü hikmetlerle doludur. Okuyup dinleyene feyz ve ilâhî bolluk verir.
Buyurdu ki:
"Nefsinin ayıplarını, kusurlarını
görmeyen kimse, azıp doğru yoldan ayrılır."
"Dünyâda haram, günah olan işlerle meşgûl
olan kimseler, herkesin yanında zelîl olur, aşağılanır."
"İlimlerin en faydalısı, kulluk vazîfesi
ile ilgili hükümleri öğrenmektir. Ve yine ilimlerin en yükseği tevhîd
ilmi olup, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgileri
öğrenmektir."
"Dinde farz ve vâcib olan emirler yerine
getirilince, tevâzu sâhibi olmakla berâber, kahramanlık göstermenin bir
zararı olmaz. Sünnet, nâfile olan bir amel ve taleb edilen bir ilim,
kibir ile berâber hiçbir fayda vermez."
|