Abdülvehhâb Müttekî

Hindistan'da yetişen meşhûr velîlerden. Mendev'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1592 (H.1000) senesinden sonra Mekke'de vefât etmiştir. Mekke yakınlarındaki Ma'lâh kabristanına defnedildi. Babası Şeyh Veliyullah memleketleri Mendev'in ileri gelenlerindendi. Başlarından geçen bâzı hâdiseler sebebiyle Burhanpur'a göçtüler. Burhanpur'a yerleşmelerinden kısa bir müddet sonra babası ve annesi vefât etti.

Abdülvehhâb Müttekî, babasının ve annesinin vefâtından sonra küçük yaşta kendini ilme verdi. İlim öğrenmek için şehir şehir dolaştı. Gücerât, Serendip, Dekkan ve Seylan gibi zamânının önemli ilim merkezlerine gitti. Âlimlerden ders aldı. Sohbetlerinde bulundu. Daha sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Büyük hadîs âlimi ve evliyânın meşhurlarından olan Şeyh Ali Müttekî hazretlerinin nâmını duymuştu. Huzûruna vardı. Talebeliğe kabûl edilmesini arz edince, Ali Müttekî onun kim olduğunu sordu. Abdülvehhâb da kendini tanıtınca, Ali Müttekî; "Baban Veliyullah, benim arkadaşımdır. Seni talebeliğe kabûl ettim. Arzu edersen yanımda kâtip olarak kal." buyurdu.

Abdülvehhâb Müttekî kabûl ederek Ali Müttekî'nin huzûrunda yetişmeye başladı. Hocasının yazdığı kitapların tashîhlerini ve karşılaştırmalarını yazmakla meşgûl oldu. Hocasının eserlerini yazmak için görülmemiş derecede gayret ve azim gösterdi. On iki bin beytlik bir kitabını on iki gecede yazdı. Ali Müttekî hazretleri onu sevip ders ve sohbetlerinde yakın alaka gösterdi. Tasavvufta yetiştirip kemâle erdirdi. Abdülvehhâb hocasın husûsî teveccühlerine kavuştu. Evliyâlık makâmlarında hâl sâhibi oldu. Bir defâsında hocasının; "Allah yolunda bulduğum kardeş Abdülvehhâb'dır." sözüne mazhar oldu.

Ali Müttekî hazretlerine on iki yıl hizmet etti. Hocası 1567 senesinde vefât edince, ona vekâlet etti. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretti. İlim, amel, hâl, ittibâ', istikâmet, terbiye, sohbet, ifâde, ilim talebesine yardım, şefkat, garîp ve fakîrlere kucak açma, insanlara nasîhat, nûrâniyet ve diğer iyilik hususlarında yüksek üstâdının hakîkî vârisi ve sâdık talebesi idi. Harameyn halkı, Yemen, Şam ve Mısırlılar, kendisinin üstünlüğünü kabûl edip, sohbetiyle şereflenmek için koştular.

Abdülvehhâb Müttekî'yi tanıyan Yemenli bir velî, Mekke ve Medîne halkına bir mektup göndererek; "Ey Harameyn halkı! İçinizde Allahü teâlânın nûrunu saçan Abdülvehhâb'ın kıymetini biliniz ve ondan istifâde etmeye bakınız." diye yazmıştır.

Yemen'de tanınan ve halk arasında meşhûr olan Seyyid Hâtem, yüksek hâller, kerâmetler sâhibi bir kimseydi. Abdülvehhâb Müttekî hazretleri ile görüşmek için yollara düştü ve Mekke'ye geldi. Görüşmek için izin istedi. O ise; "Kalblerin görüşmesi yeterlidir, bedenen görüşmeye ihtiyaç yoktur." buyurdu. Seyyid Hâtem; "Bu söze bile râzıyım." diyerek geri dönüp, görüşmeden ayrıldı.

Abdülvehhâb Müttekî kırk yaşlarında evlendi. Eline geçen parayı fakirlere, muhtaçlara, ilim öğrenen talebeye ve dîn-i İslâm'ın yayılmasına çalışan kimselere dağıtırdı. Kendisi için, alacağı kitaplar ve günlük yiyecek için para ayırırdı. Peygamber efendimizi ziyârete gelenlere husûsî muâmele ederdi.

Hâfızası çok kuvvetli olup, öğrendiğini uzun yıllar unutmazdı. Kâmus lügatı ezberinde idi. Fıkıh ve hadîs ilminde de böyle idi. Arabî âlet ilimlerini de iyi bilirdi. Senelerce Harem-i şerîfte bu ilimlerin dersini verdi.

Bir gün istidrâcdan, müslüman olmayanlarda ve bid'at ehlinde görülen havada uçmak, su üstünde yüzmek gibi hâllerden söz açılmıştı. Buyurdu ki:

"Fâsıklara ve bid'at sâhiplerine de bir kuvvet verilir ve onunla avâmın kalblerini çekebilirler. Dinde sağlam olmayanları yoldan çıkarırlar."

Buna uygun olarak başından geçen şu hâdiseyi anlattı:

Bir zaman yolculukta bir şehre uğradım. Şehrin kâdısı Şâfiî mezhebindeydi. İsmi, Abdülazîz'di. Dervişleri, yolcuları himâye ederdi. Beni de o kıyâfetle görünce, yanıma gelip oturdu. Konuştuk. "Şehrinizde sohbet edebileceğimiz sâlih kimseler var mı?" dedim. "Gönül sâhibi bir adam var. Çokları ona bağlı. Lâkin zâhirde bâzı haramları işlediğinden biz onu arayıp sormuyoruz." dedi. Ertesi gün o adamın olduğu yere gittim. Baktım ki, yüksek bir yerde iki üç kişi ile birlikte oturuyordu. Cemâat ise, erkek-kadın karışıktı. Biz içeri girince; "Merhabâ." dedi. Bir müddet sonra kadehler gelip şarap dağıtılmaya başlandı. Bana da işâret edip; "Haydi sen de iç." dedi. "Haramdır, içilmez." dedim. Ne kadar ısrar ettiyse, sözümde durup içmedim. "İçmezsen bak sana ne yaparım." diye tehdid etti.

Sonunda üzgün ve kederli bir hâlde oradan kalktım. Arkadaşlarımın yanına geldim. Yemek hazırdı. Canım yemek istemedi. Öyle uykuya daldım. Kimseye de başımdan geçeni anlatmadım. Rüyâda, ağaçlar, meyveler ve pınarlarla dolu güzel bir bahçe gördüm. Yolu dikenli ve sıkıntılıydı. Ona gitmek pek zor göründü. Şarap dağıtan adam çıkageldi. Elinde şarap kadehi vardı. "Al bunu iç, seni bu bahçeye götüreyim." dedi. Rüyâda da, o haramı alıp içmedim. Bu esnada uyandım. Lâ havle okudum. Bana ne oluyor, rüyâda da aynı şeyi gördüm, dedim. Kalktım, Resûl-i ekreme sığındım. Tekrar uyudum. Bu sefer Peygamber efendimizi gördüm. Huzûruna vardım. Mübârek elinde asâ, baston vardı. Âniden o bid'at sâhibi adam göründü. Resûlullah efendimiz bastonu ona fırlattı. O köpek şekline girdi ve Resûlullah'ın huzûrundan kaçtı. Peygamberimiz sonra bana dönerek; "O kaçtı, bir daha bu şehirde duramaz." buyurdular. Uyandım. Abdest alıp, iki rekat namaz kıldım ve şükrettim. O adamın olduğu tarafa gittim. Gördüm ki, orada hiçbir şey kalmamış. Ben gitmeden kaçıp gitmişti. Oradakiler; "Birkaç saat önce evini yıkıp, buradan toparlanıp gitti." dediler.

Abdülvehhâb Müttekî hazretleri buyurdu ki;

"İlim gıdâ gibidir. Ona bir zaman ihtiyaç vardır. Faydası da herkesedir."

Kendisine dediler ki:

"Tâlibin devamlı zikirde olması lâzımdır, diyorlar. Bu nasıl olur?" Buyurdu ki:

"Hayırlı amelle meşgûl olan, dâimâ zikirdedir. Namaz kılmak zikirdir. Kur'ân okumak zikirdir. Din ilimleri öğretmek ve öğrenmek zikirdir. Her hayırlı amel zikirdir."

"Selef-i sâlihînin yolu, çeşit çeşit iyi işleri yapmak, ahlâkını güzelleştirmek ve ilmi yaymaktı."

O İHTİYAR HIZIR'DI...

Bir gün, Hızır aleyhisselâm hakkında konuşuluyordu. Abdülvehhâb Müttekî Şöyle anlattı:

Küçüktüm, Mendev'de çıkan bâzı hâdiseler sebebiyle babamla sahraya çıktık. Fakat yolumuzu kaybettik. Yiyecek ve içecek hiçbir şeyimiz yoktu. Çok acıktım. Ağlamaya başladım. Babam beni teskîn ediyor ve; "Sabret ileride yiyecek vardır." diyordu. Ama bu sözler beni rahatlatmıyordu. Bu hâlde iken akşam oldu. Arslan ve kurt korkusundan bir ağaca çıkıp, geceyi orada geçirdik. Sabahleyin gördük ki, o ağaca yakın bir yerde tatlı su pınarı var. Sular şırıl şırıl akıyor. Yanında nûr yüzlü bir ihtiyar oturuyor. Bizi görünce, koltuğunun altından sıcak ekmek çıkarıp babama verdi. Oraya yakın bir köyün yolunu bize gösterdi. Ekmekleri yedik. O sudan kana kana içtik ve köyün yolunu tuttuk. O köye gidip, rahat ettik. Sonra o zâtı ve pınarı görmeyi arzuladık. Tekrâr ağacın altına geldik. Orada ne o pınar, ne de o zât vardı. Şaşıp kaldık. Herhâlde o ihtiyar Hızır'dı ve bize yardım için görünmüştü.