Abdullah
Dağıstani,
Hicri 1309, Miladi 1891’de Dağıstan’da gelenekten hekim olan bir aileye
doğdu.
Babası bir hekim, ağabeyi de Rus ordusunda general rütbeli bir
cerrahtı. Manevi
yolda bir Nakşbendiyye mürşidi olan dayısı Şerafeddin Dağıstanî
tarafından
küçüklüğünden itibaren özel bir özen gösterilerek eğitildi ve ruhi
yönden
yetiştirildi..
Şerafeddin
Dağıstanî, kız kardeşinin Abdullah’a hamileliği sırasında ona şöyle
dedi: "Şimdi karnında taşıdığın yavrunun kalb gözü açıktır. O, aynı
anda hem Allah’la
hem de halkla olabilme yeteneğini mükemmel olarak sergileyecektir.
Doğum
yaptığın zaman ona "Abdullah" adını verin. Çünkü o, kulluk sırrını
taşıyabilen
biri olacak. Tarikatı Arab ülkelerine yeniden yayacak, halefleri ise
yolun
sırrını Batı ülkelerine ve Uzakdoğu‘ya yayacak. O’na özel dikkat
göstermelisiniz. Yedi yaşına geldiği zaman, ruhi yönden yetiştirmem ve
manevi
korumam altında yaşaması için O’nu bana vermelisiniz."
Rebi-ul
Evvel
ayının 12. Perşembe gecesi, annesi Emine oğlunu doğurdu. Adını
dayısının işaret
ettiği üzere Abdullah koydular. Yedi yaşından itibaren dayısı
Şerafeddin
Dağıstanî’nin yanında kalıyordu. Çocuk yaşlarında iken Kur’an-ı Hakim’i
ezberden okuyordu. Şeriat sınırlarını muhafaza etmekte son derece
titizdi. Daha
gençliğinde Fatiha suresini okuyarak hastaları tedavide ün kazanmıştı.
Bir çok
hastalıklar sebebiyle, çok insanlar ona getirilirdi. Böyle tedavi,
sonsuz
yeteneklerinden biriydi.
Doğduğu
günlerde (19. yüzyıl sonları) Dağıstan, Rusya’nın şiddetli baskıları ve
Rus işgal ordularının
korkunç zulümleri altındaydı. Köyün manevi lideri olan dayısı ve ünlü
bir hekim
olan babası, Dağıstan’dan, Türkiye’ye hicret etmeği düşünmeğe
başlamışlardı. Bu
hicretin manevi açıdan o zaman uygun olup olmadığı konusunda
Abdullah’ın
fikrini de sormuşlardı. Abdullah Dağıstani, bu vakayı daha sonra şöyle
dile
getirmiştir: "O gece ben yatsı namazını kıldım, sonra abdestimi
tazeleyip iki
rekat namaz daha kıldım. Sonra, şeyhim olan dayım vasıtasıyla Peygamber
Aleyhisselâm’a rabıta ederek tefekküre daldım. Peygamber(a.s.)’in bana
doğru
geldiğini gördüm. Peygamber Aleyhisselâm bana şöyle dedi: "Ey oğlum!
Dayına ve
köydeki koruculara söyle: Vakit kaybetmeden hemen Türkiye’ye göç
etsinler."
Sonra ben, Peygamber (a.s.)’ı, beni kucaklarken ve O’nun kucağında
kendimi
kaybettiğimi idrâk ettim. Kendimi Kudüs’te Beyt-ül Makdis’in
kubbesinden yukarı
yükselirken gördüm. Bu yükselişte, Peygamber Aleyhisselâm, Miraç’a
çıktığı
zaman gördüğü gerçekleri kalbime aktardı. Bütün bu çeşitli bilgiler,
ışıklı
sözler olarak kalbime geldi ki, bunlar yeşil renk olarak başlıyor ve
mora
dönüşüyordu; kalbime dökülen anlamlar ölçülemez miktardaydı."
Sonra
dayımın
omuzlarımdan beni sarstığını hissettim. Şöyle diyordu: "Ey oğlum, sabah
namazını kılma vaktidir." Dayımın arkasında ben ve üçyüzden fazla köylü
sabah
namazını cemaatle birlikte kıldık. Namazdan sonra dayım ayağa kalktı ve
şöyle
dedi: "Yeğenime göç hususunda istihare yapmasını söyledim" Herkes
merakla neler
görüp işittiğimi söylememi bekliyordu. Dayım hemen şöyle devam etti:
"Peygamber
(a.s.), hepimizin Türkiye’ye gitmesine izin verdi."
"Köyde
bulunan
herkes göç hazırlığına başladı. Dağıstan’dan Türkiye’ye doğru yolculuğa
başladık. Bu öyle bir yolculuktu ki, hem en ufak bir kışkırtma olmadan
adam
öldüren Rus askerleri, hem de yol eşkıyaları tarafından önümüze
çıkarılan bir
çok tehlikelerle karşılaştık. Türkiye sınırına yakın bir orman içinde
seyahat
ederken, ormanın sınırdaki Rus askerleri tarafından kuşatıldığını
biliyorduk.
Fecr vaktiydi, dayım şöyle dedi: "Sabah namazımızı kılacağız ve
namazdan sonra
ormanı geçeceğiz." Sabah namazını kıldık ve tekrar hareket ettik. Sonra
Şeyh
Şerafeddin Dağıstani, hepimize : "Durun!" dedi. Bir bardak su istedi.
Birisi
ona bir bardak su verdi. Yasin Suresi’nden 9.ayeti okudu: "Biz de
onların
önünde ve arkalarında birer engel oluşturduk ve görünmeyecek şekilde
üzerlerini
örttük." Sonra dayım 12.surenin 64.ayetini de okudu: "Allah en
iyi
koruyandır, O merhametlilerin en merhametlisidir." O, bu ayetleri
okurken,
herkes kalbini dolduran bir güven hissetti ve bütün göçmenlerin
titrediğini
gördüm. Allah o anda kalb gözümü açarak bana bir görüş nasib etti ve
böylece
Rus askerlerinin her taraftan bizi sardığını ve kuş uçurtmayacak
şekilde ,
hareket eden her şeye ateş etmekte olduklarını gördüm. Daha sonra da
aralarından geçip gittiğimizi ve kurtulduğumuzu idrâk ettim. Ormanı
geçiyorduk
ve Ruslar bizim ve hayvanlarımızın ayak seslerini bile duymadılar.
Sınırın
Türkiye tarafına geçinceye kadar, bizi hiçbir şekilde farketmediler.
Güven
içinde sınırı geçtik."
Şeyh
Şerafeddin
okumasını bitirince, vizyon kayboldu. Daha önce getirilen suyu
üzerimize serpti
ve şöyle dedi: "- Şimdi harekete geçin, fakat hiç arkanıza bakmayın
!..." Biz
hareket ederken, her tarafta Rus askerlerini görebiliyorduk. Buna
karşılık sanki
biz görünmez olmuştuk. Ormanın içinden 20 mil kadar gittik. Bu gidiş
sabahtan
yatsı namazına kadar sürdü. Namaz kılma molası dışında hiçbir yerde
durmadık ve
biz hiç kimse tarafından görülmüyorduk. Rus ordusunun insanlara,
kuşlara,
hayvanlara ve hareket eden her şeye kurşun attıklarını işitiyorduk.
Fakat biz,
hiç kimse tarafından görülmeden ve vurulmadan geçip gittik. Ormandan
çıkarak
Türkiye’ye girdik.
Önce
Şeyh
Şerafeddin’in bir sene önce temin ettiği evin bulunduğu yer olan
Bursa’ya
geldik. Daha sonra da Dağıstan göçmenleri için Osmanlı Sultanı’nın
tahsis
ettiği Reşadiye’ye - bugünkü adıyla Güneyköy - taşındık. Reşadiye köyü,
Marmara
sahilinde, Yalova’ya 30 mil, Bursa’ya 50 mil, uzakta kurulmuştu. Şeyh ,
önce
bir cami, sonra da evini inşa etti. Herkes evlerini kurmak için bizzat
çalıştı.
Annem ve babam da dayım Şeyh Şerafeddin’in evinin bitişiğine evimizi
inşa
ettiler.
Ben
onüç yaşıma
bastığım zaman, (miladi 1904) babam ölmüş, annem yalnız kalmış ve ben,
annemi
ve ailemizi geçindirmek için çalışmak zorunda kalmıştım. On beş yaşıma
bastığımda dayım Şeyh Şerafeddin, bana " Oğlum, şimdi sen yetiştin,
ergenleştin; artık evlenmen gerek." dedi. On beş gibi genç bir yaşda
evlendim ;
eşim ve annemle birlikte yaşıyorduk."
İLK
UZUN HALVETİNDEKİ EĞİTİMİ
Şeyh
Şerafeddin
Dağıstani, yeğeni Abdullah’ı yoğun bir ruh disiplini içinde yetiştirdi
ve
eğitdi ; yoğun zikirler talim ettirdi. Evlendirdikten altı ay sonra
O’na uzun
bir halveti emretti. Şeyh Abdullah bu halvetini şöyle anlatır: " Ben
daha altı
aylık yeni evliyken şeyhim bana halvete çekilmemi emretti. Annem bu
durumdan
çok huzursuz olmuştu ve , şikayet etmek için kardeşi olan Şeyhime
gitti. Eşim
de bu emirden hoşnudsuz olmuştu fakat benim kalbim asla şikayet
etmiyordu.
Aksine, halvete girmeyi arzu ettiğim için kalbim tamamen hoşnuddu.
İnzivaya
çekildim. Annem ağlıyor ve şöyle söylüyordu: "Senden başka kimsem yok.
Kardeşin
hala Rusya’da, baban da bu dünyadan göçüp gitti." "Anneme acıdım, fakat
bu
halvet, Şeyh’imin emriydi ve direkt olarak Peygamber Aleyhisselâm’ın
işareti
ile emredilmişti. Köyümüzün karşı yamaçlarındaki bir mağarada bulunan
halvet
yerimde her gün altı kez soğuk su ile abdest almam gerekiyordu. Bütün
günlük
ibadetlerime ilaveten virdimi yerine getirmem emriyle halvete girdim.
Bu rutin
ibadetlere ilaveten, Kur’an-ı Hakim’den her gün yedi ila onbeş cüz
okumam,
belirli bir sayıda Allah ism-i celalini zikretmem ve Peygamber
Aleyhisselam’a
salâvat getirmem gerekiyordu.
Keza
diğer bir çok
manevi uygulamalar da vardı. Bunların hepsi de, bir noktada
yoğunlaşarak vecd
haline geçmem için yapılacaktı. Ben yamaçları karla kaplı, yüksek bir
dağın
üstündeki ağaçların ortasında gizlenmiş bulunan bir mağaradaydım. Bana
gündelik
ihtiyaçlarımın teminiyle görevlendirilen bir kişi , günde yedi zeytin
tanesi ,
iki ons ( takriben 60 gram ) ekmek getiriyordu. On beş buçuk yaşımda
ilk
halvetime çekilmiştim ve halvete başlarken oldukça şişman bir insandım.
Halvetlerim tamamlanıp çıktığım zaman 100 pound ( takriben 46 kilogram)
ağırlığa düşecek kadar zayıflamıştım. O mağaradaki halvetlerim boyunca
bana
açılan manevi deneyim sonuçları ve görüntüleri , sözle anlatılmaz bir
nitelikteydi."
Şeyh
Abdullah’ın bu
özel planlanmış halvet hayatı aralıklarla yirmiiki yaşına kadar sürdü.
Son
halvetten çıktığında askere gidebilirdi. Nihayet 1. Dünya Savaşı
cephelerinde
çarpışmak üzere askere gitti.
ÇANAKKALE
SAVAŞI’NDA YARALANMASI
Abdullah
Dağıstani
şunları söyledi: "Halvetten çıktıktan sonra annemi sadece bir veya iki
hafta
gördüm. Beni asker olarak Çanakkale’de "Seferberlik" denilen savaşa
götürdüler.
Düşmanlar tarafından yoğun bir taarruz başlatılmıştı, takriben yüz
kadarımız
bir siperi savunmak için ateş hattında kalmıştık. Ben, uzak bir
mesafeden, bir
ipliği bile vurabilecek kadar mükemmel bir nişancıydım. Sayıca
bulunduğumuz
mevkii savunmaya muktedir değildik ve şiddetli saldırı altındaydık. Bir
merminin kalbime saplandığını hissettim ve ölümcül bir şekilde
yaralanarak yere
düştüm. Ölüm hali denecek bir şekilde yerde uzanırken Peygamber
Aleyhisselâm’ın
bana doğru geldiğini gördüm. Bana ruhumun vücudumdan nasıl ayrıldığını
gösteren
bir hal yaşadım. Ruhumun parmaklarımdan başlayarak tek tek her
hücremden nasıl
çıktığını gördüm. Hayat geri çekilirken vücudumda ne kadar hücre
olduğunu, her
hücrenin fonksiyonunu, her hücredeki her hastalığın nasıl iyileşeceğini
görebildim. Her hücrenin nasıl zikrettiğini işittim.
Ruhum
bedenimden
uzaklaşırken, bir insanın ölürken neler hissedeceğini bizzat görerek
öğrendim.
Ölümün çeşitli durumları gözümün önüne getirildi. Bu ölüm ahvalini
seyirden
hoşlanıyordum. Bu haller benim, şu Kur’an-ı Hakim ayetinin sırrını
anlamamı
sağladı : "Kendilerine bir musibet geldiğinde "biz Allah’a aidiz ve
elbette
ona döneceğiz" derler." (2:156)
Ruhum
bedenimden
ayrılırken, son nefesimi verinceye kadar o görünümün devam ettiğini
gördüm.
Bununla beraber o deneyimi yaşarken ruh olarak canlıydım ve bu tecrübe
beni,
ölüm halinin sırrını anlamağa muktedir kıldı.
Manevi
hallere ait
görünümler kaybolduğu zaman savaş alanında ölü gibi halimi ve yaralı
olanlara
bakan doktorları farkettim. Sonra onlardan biri beni işaret ederek
şöyle dedi: "Şu yaşıyor, şu yaşıyor! " Konuşacak veya hareket edecek
gücüm yoktu ve
vücudumun yedi gündür orada bulunduğunu idrâk ettim.
Beni
askeri
hastaneye götürdüler, sağlığım yerine gelinceye ve tam olarak
iyileşinceye
kadar tedavi ettiler. Sonra beni terhis ederek tekrar köyümüze
gönderdiler.
MÜRŞİDİ
ŞEYH
ŞERAFEDDİN 'İN VASİYETİ VE TÜRKİYE’DEN AYRILIŞI
1936
yılında Şeyh
Şerafeddin Dağıstani , öleceği zamanı önceden belirterek hayatının son
günlerinde vasiyetini yeğeni Abdullah’a bildirdi. Vasiyetinde şu
tavsiyelerde
bulundu: " Ben öldükten sonra, senin Türkiye’den ayrılman için bir
vesile
çıkacak. Bu vesileyle harşılaştığında tereddüt etme; çünkü senin
görevin,
bundan sonra Türkiye dışındadır." Şerafeddin Dağıstani öldükten sonra
Türkiye’ye şeyhin bir çok müridinin olduğu Mısır’dan Kral Faruk’un
başsağlığı
dileklerini iletmek için bir heyet geldi. Heyetle beraber gelen
veliahdlerden
biri Abdullah Dağıstani’nin kızlarından birisine ilgi duydu ve O’nunla
evlenmek
ve ailesiyle beraber ülkesine götürmek istedi. Şeyh Abdullah Dağıstani
bunun
Türkiye’den ayrılması için ortaya çıkan vesile olduğunu hissetti. Zira
Şeyh
Şerafeddin Dağıstani bunu önceden ima etmişti. Abdullah Dağıstani bu
olayı
şöyle anlatmıştı:
"Mısır’a
gittik ve
bir süre kızımla birlikte kaldık. Sonra şeyhimin nasihatini tutarak
işaret
ettiği Şam’a doğru yöneldim. Karım ve kızımla birlikte İskenderiye’den
gemiye
binip Lazkıye’ye , oradan da Haleb’e gittik. Haleb’e indiğimiz zaman
cebimde
sadece 10 sent değerinde, 10 kuruş vardı ve hiçbir maddi varlığım
yoktu. Karım
ve kızımla birlikte akşam namazını kılmak için gittiğimiz camide bir
adam bana
yaklaştı ve "Ey şeyh, lütfen benim misafirim olun." dedi. Bizi götürüp
evinde
misafir etti. Ben, bunun şeyhin kerametlerinden biri olduğunu düşündüm
ve orada
Allah bize bir kapı açtı.
Abdullah
Dağıstani
bir süre Haleb’de kaldı. Oradan Humus’a taşındı. Humus’da Peygamberin
bir
sahabesi olan Halid bin Velid’in türbe ve camisini ziyaret etti. Kısa
bir süre
Humus’da kaldıktan sonra Şam’a geçti. Peygamber soyundan bir veli olan
Sadeddin
Cibavi’nin türbesi yanındaki Madan denilen bir muhitte oturdu. Orada
Nakşbendiyye tarikatının bir dalının ilk zaviyesini kurulmuştu ve daha
sonra
oradan Dağıstan’a kadar uzanmıştı. Nakşbendiyye tarikatının altın
silsilesi
Şam’dan, Kafkasya’ya, Hindistan’a, Bağdat’a, Buhara’ya kadar yayılmış,
şimdi
ise Şeyh Abdullah Dağıstani vasıtasıyla Dağıstan-Yalova üzerinden
tekrar Şam’a
dönmüştü.
Kısa
bir süre
sonra, Abdullah Dağıstani’nin Şam’da oluşturduğu zaviyeye gelenler
kalabalıklaşmağa başladı. Bir süre sonra Şam’ın kenarında bulunan ve en
yüksek
noktası olan Kasiyun Dağı’na taşınması için manevi bir emir aldı. Orada
inşa
edilen evinden tüm şehri görebiliyordu. Bu ev ve bitişiğindeki mescid
bugün
hâlâ ayakta durmaktadır. Bu mescid ölümünden sonra O’nun türbesi
olmuştur.
Mescidin temellerini inşa ederlerken yakaza halinde bir görüntü gördü.
Bu
vizyonda Şah-ı Nakşbend Bahaüddin Buhari ve İmam-ı Rabbani Ahmed Faruk
Sirhindi
, Peygamber Aleyhisselâm’la birlikte mescidin şeklini belirleyerek
temel
taşlarını dikti ve duvarlarının yerini işaretlediler. Vizyon
kaybolduğunda,
zatların belirlediği işaretler yerli yerinde duruyordu.
Abdullah
Dağıstani
, halvet yapması için, bir çok kez, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’den
emir aldı.
Hayatı boyunca yirminin üzerinde halvete girdi. Bu halvetlerinden
bazıları
Şam’da, bazıları Ürdün’de, bazıları da Bağdat’ta, Şeyh Abd’ul-Kadir
Geylani’nin
türbesinde , çoğunlukla da Medine-i Münevvere’de yapıldı.
BEKA
ALEMİNE GÖÇÜŞÜ
Abdullah
Dağıstani’nin yaşadığı sürece manevi halini yaşatan pek çok olağanüstü
olay
gözlemlendi. O’nun hayatı bütünüyle insanlara yararlı faaliyetlerle
doludur.
Daima güler yüzlü ve asla insanlara kızmayan bir huya sahipti. Evinde
herkese
açık sofrasından misafir hiç eksik olmazdı. Geceleri uyuduğu nadiren
görüldü.
Gün boyunca sürekli ziyaretçi kabulü ile meşgul olur, geceleri de özel
odasına
çekilip teheccüd namazı kılar, Kur’an-ı Kerim okur ; özel zikrini yapar
ve "Delail’ül-Hayrat" kitabından Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e
salavat-ı şerife
okurdu. Gece yarısından şafak sökünceye kadar ibadeti devam ederdi.
Elinden
geldiği kadar yoksullara yardım eder ve bir çok evsizleri mescidinde
barındırırdı. İnsanlara bıkmadan hizmet ederdi.
1973
yılına
gelindiğinde şöyle söyledi: "Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor. Gidip
O’na
kavuşmalıyım. Ancak bana "Gözlerinden ameliyat oluncaya kadar bana
gelme".
dedi. Bu sözleriyle sol gözündeki ileri derecedeki myopi kusurunu
kastediyordu. Göz ameliyatı gerçekleştikten sonra, yemek yemeyi tamamen
kesti.
Birşeyler yemesi için yalvaranlara: "Ben nihai halvetimdeyim, zira
Peygamber
(s.a.v.) beni çağırıyor" diye ricaları reddetti. Sadece suya batırarak
kuru
ekmek yiyordu. Bir müridi son günlerini şöyle anlatmıştır: "Bir gün
Abdullah
Dağıstani "Artık gidip Peygamberim(s.a.v.)’e kavuşmak istiyorum. Allah
ve
Rasûl’ü beni çağırıyor." dedi. Sonra vasiyetnamesini yazdı ve şöyle
dedi: "Önümüzdeki Pazar günü dünyadan göçüp gideceğim." Bu tarih 30
Eylül 1973,
Ramazanın 4. günüydü. Hicri 1393 yılıydı.
Ölümüne
tanık olan
bir müridi o günü şöyle anlatıyor: "Dünyadan göçeceğini söylediği Pazar
günü
saat 10.00 da bizimle beraber odasında oturuyordu. Bana, "Nabzımı say"
dedi.
Nabzını saydım. Kalbi çok çarpıyor, nabzı dakikada yüzellinin üzerinde
atıyordu. Sonra, "Ey oğlum, bu anlar hayatımın son saniyeleridir. Bu
sırada
yanımda ailemden başka kimsenin bulunmasını istemiyorum. Herkes buradan
çıkıp,
toplantı salonuna gitsin" dedi. Zaten odanın içinde on kişi idik. O
anda iki
doktor geldi, biri benim kardeşim, diğeri de onun bir arkadaşıydı. Hep
birlikte
dışarı çıktık. Beklemeğe başladık.
Az
sonra kızının
içeride "Babam öldü! , Babam öldü! " diye ağladığını işittik. Hepimiz
odaya
koşarak girdik ve büyük şeyhin hareket etmediğini gördük. Doktor
kardeşim hızla
nabzını tuttu ve kan basıncını kontrol etti, fakat hiçbir şey
hissedilmiyordu.
Nabız durmuş, tansiyon ise alınmıyordu. Kardeşim çarpılmış bir halde
acil
ilaçlarla bir enjektör almak için arabasına koştu. Tekrar aynı hızla
odaya
döndü, kalbi çalıştırmak için getirdiği ilacı şeyhin kalbine bir
şırınga
yaparak vermek isterken diğer doktor, "Ne yapıyorsun? Şeyh en az yedi
dakika
önce ölmüş bulunuyor. Aptallığı bırak! " dedi. Fakat kardeşim kimseyi
dinleyecek halde değildi. Elindeki enjeksiyon iğnesiyle ısrar ederek
ilerliyordu. Bu sırada Şeyh gözlerini açtı ve Türkçe "Bırak" dedi.
Bunun anlamı "Dur" demekti.
Herkes
şok oldu.
Daha önce ölmüş bir kişinin konuştuğu hiç işitilmemişti. Bu olayı bütün
hayatım
boyunca hiç unutmayacağım."
"Ölüm
haberi, bir
kasırga gibi, Şam, Haleb, Ürdün ve Beyrut’u dolaştı. O’nu son bir kez
daha
görmek için insanlar her taraftan akın akın geliyordu. O’nu yıkadık,
mübarek
vücudundan sadece çok güzel bir koku çıkıyordu. Cenaze namazını kılmak
ve aynı
gün defnetmek için O’nu hazırladık. Cenaze merasimine Şam’ın bütün
alimleri
iştirak etti. Cenaze namazına yüzbinlerce kişi katıldı. Cenazeye gelen
insanların konvoyu evinden cenaze namazının kılındığı Muhyiddin ibn
Arabî
Camii’ne kadar uzanmıştı."
"Cenaze
namazından
sonra evine döndüğümüz zaman, tabutun, hiç kimsenin gayreti olmadan
cemaatin
başları üzerinde adeta uçarak, gömüleceği kendi mescidine gittiğini
gördük.
Bizim Muhyiddin ibn Arabi Camii’nden yürüyerek Şeyh’in mescidine
gidişimiz üç
saat sürdü. Normal yürüyüşle bu mesafe yirmi dakika sürmektedir, fakat
sokaktaki kalabalıktan dolayı üç saat sürmüştü."
"Ramazan
ayı idi,
herkes oruç tutuyordu. Uzaktaki bazı sevdiği kişilerin ulaşabilmesi
için defin
işlemi kısa süre ertelendi. Yakın müridleri, ahaliye eğer istiyorlarsa
gidebileceklerini söyledi. Bir müddet sonra, insanların çoğu
ayrılmıştı.
Mescidinde sadece Şeyh’in çok samimi müntesibleri kalmıştı. Akşam
namazı
vaktinden az önce kendi dergahının mescidinde toprağa verildi.
Rahmetullahi
aleyh.."
Kaynak: Tasavvuf ve Sufiler
1973
Yılında ebediyete irtihal eden
Şeyh Abdullah Dağıstanî' Hz. (ksa) Mehdi a.s. Zuhuru öncesinde ortaya
çıkması beklenen
Olaylar
Şeyhi Azam Abdullah
Dağıstani’ Hz.nin (ksa)
geleceğe dair haberleri
Büyükşeyh Abdullah Dağıstani, Allah'ın rahmeti üzerine olsun, bir çok
olayı
önceden haber verdi. Bunlardan bazıları olup bitti bazılarını ise
hala
bekliyoruz.
1966 da buyurdu ki, “Gelecek yıl israilliler ile araplar
arasında bir
savaş olacak, Araplar bozguna uğatılacaklar” İsrailliler ile araplar
arasında
vuku bulacak olan bir başka savaşı daha haber verdi. Ahirete teşrif
etmeden
kısa bir süre önce buyurdu ki “İsrailliler ile araplar arasında bir ay
içinde
büyük bir savaş olacak” bu olup bitti. (1973) Ekim'in üçünde,
vefatından üç gün
sonra, araplar ve israilliler başka bir savaşa girdi.
Bir keresinde büyükşeyhin kızı, Mediha, kocası ile birlikte Beyrut'da
bir ev
almayı düşünüyordu ama büyükşeyh olmaz dedi. Kızı ısrar etti, yine de
olmaz
buyurdu. Kızı ısrara devam etti ama büyükşeyh kızgın olarak dedi ki:
“Beyrut'da
kan dökülecek. Her hane o kan dökümünden etkilenecek ve hiçkimse onun
tesirinden kaçamayacak. "Mübarek 1972 de bundan bahsetti, 1975'de
ise
meydana gelmeye başladı. Mübarek vefatında önce anlattı ki; “sizi
Lübnanın
kuzeyinde Trablusşam'da görüyorum” Bu mübareğin Beyrut'dan uzağa
gitmemiz
tavsiyesi erkanı idi.
Bununla ilgili bir başka meselede ise mübarek anlattı "John G. Bennett
benimle
tanışıp şehadeti kabul ettiği zaman ne yapması gerektiğini sordu. Ben
de
şehadetini gizli tutmasını söyledim. O suretle anavatanı İngiltere de
bir çok
insanı şehadeti kabul etmesi için getirebiliyordu ve onları maneviyatla
ilgilendiriyordu."
Dedi ki:
"İngiltereyi islama girerken görüyorum”. Avrupada bir kraliyet
ailesinin damarlarındaki kanın arap olmasından dolayı islamı
destekliyeceğini
haber verdi. Bu (kanı arap olmasından dolayı) onları maneviyata
çekecek,
içlerinde bir çok inanca ilgi hissi uyandıracak ve onları (sonunda)
ilahi
huzura doğru (İslam'a) götürecek.
Buyurdu
ki;
"Çin,
Mehdi as ve İsa as zamanında en büyük evliyalardan biri olacak bir
zatın otoritesi altındadır. Onun adı Abdur Ra'uf al-Yemeni'dir. Onun
etkisi
vesilesiyle Çin, batı ile nükleer silahlarını kulllanmama anlaşması
imzalayacak. Çin birçok farklı küçük ülkelere bölünecek. Uzak doğuda
problemler
olacak Kore yarımadasında, ve bir süper güç o çatışmayı
durdurmak için
müdahale edecek."
"Tüm
dünyayı petrol kaynaklarının kesilecek olması korkusuna sokacak arap
olmayan bir ortadoğu ülkesi -İran- körfez bölgesine saldıracak"
Dedi ki
"Kahire
sular altında kalacak." Sonra Ruslar Assuan barajını
inşaa edecekler. Baraj devasa miktarda suyu tutuyor (barındırıyor) ve
son
zamanlarda barajın sağlam olmayan, aşınıyor olan alttan destek
temelleri
içerdiği (olduğu) öğrenildi (keşfedildi). Buyurdu ki "Kıbrıs
sular
altında kalacak ve Bursanın yanında olan Olimpus dağı (Uludağ)
patlayacak. Onun altında iki element var. Gaz (petrol) ve ateş, bunlar
bu
zamana kadar ayrışık (temassız) biçimde tutuldu ve evliyalar bu
elementlerin
birleşmemesi için her zaman dua ediyorlar. Onun patlamasından yüzlerce
ve
binlerce insan ağır yaralanacak ve evsiz barksız kalacak.
"Büyük
bir ateşin ortaya çıkacağı ve
dünyanın geri kalanını kapsayacağı Körfez bölgesinde bir savaş
olacak".
"Almanya
ve İngiltere tüm Avrupa'ya yön verecek (yönlendirecek).
Almanyada insanları maneviyat da yükseltecek ve eğitecek, Mehdi as ve
İsa as
tarafından görevlendirilen bir veli var. O veli gizli ama onların
içerisinde
(halkın arasında)..."
"Arapların
siyaset yaklaşımında büyük bir değişiklik olacak ve güçlü bir
rejim (yönetim şekli) daha iyi bir hükümet şekline değişecek"
Vefat
etmeden önce en yakın müridleriyle özel bir görüşmede buyurdu ki:
"Barış
olacak, Amerika, israil ve arapların arasındaki savaşı bitiren
barış
konuşmalarını yönlendiren tek ülke olacak. Bu olacak. Bunun alameti
komünizmin
çökmesi ve rus imparatorluğunun çok sayıda parçaya bölünmesidir.
Dünyada
ABD hariç hiçbir güç olmayacak. Arap hükümetlerin çoğu Amerikalılara
dönecek
(işbirliği babında). Çatışmalar (savaşlar) yatışacak. Araplar ve
israilliler
barış içinde yaşayacak. Yavaş yavaş dünyadaki her savaş sona erecek ve
her
yerde barış olacak. Amerika yönetecek bunu. Ve herkes mutlu olacak ve
hiçkimse
bir daha yeniden bir savaşın vuku bulacağını beklemeyecek
(zannetmeyecek)...
Birdenbire, barışın
ortasında, Türkiye’ye
komşu ülkelerden biri (Rusya) tarafından bir saldırı gerçekleştirilecek
ve
yakın bir ülke tarafından Türkiye'nin işgalinin takip edeceği bir savaş
başlayacak.
Bu
ABD nin Türkiye'deki üslerini tehdit edecek ve daha büyük bir savaşın
ortaya
çıkmasına neden olacak.
Bu
yeryüzünde korkunç bir savaşa ve felakete yol açacak.
Savaşın
gidişatı sırasında, evlad-ı Resulün (Hz. Muhammed'in) 40. Nesli olan
Mehdi a.s. gelecek ve İsa a.s. dönecek.
Onun
görevi adaleti, barışı , ve maneviyatı geri getirmek ve zorbalık, korku
ve
anarşi ye galip gelmek olacakdır.
Sevgi
, mutluluk ve huzur (barış) Allah'ın iradesi ile, Mehdi ve İsa a.s. ın
gücüyle, bu dünyayı dolduracak.
KAYNAK: Naqshbandi Sufi Way; Hisham
Kabbani; s.370-373 ; KAZI Publications; Chicago-199
|