Ruh
bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve
velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilâyetinin Başkale kasabasında
doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara yakınındaki
Bağlum kasabasındadır.
İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan
olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi.
Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi.
Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid
Ubeydullah'ın halîfesiydi. Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını,
Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı. Dînin emir ve yasaklarına
bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok
cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut
şehrinde İslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm
Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona
Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu
gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid
Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde
misâfirdi. SeyyidMustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de
eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri
babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî ve rüştiye
mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın
çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars
dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen
ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî'de
gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu
rüyâyı şöyle anlatmaktadır:
Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri
üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek
üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim
zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın
Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı.
O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken,
arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla
kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı
bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle,
fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir
kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir
kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah
Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet
yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye
cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din
meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses
işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular.
Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde
pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi
arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine
büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri
seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim
olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama;
"Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz
bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki
Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu
için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok
yükseleceğine işârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ
gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi
hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu
kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret
ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri,
öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan
yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında
Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine;
"Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.
Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin
huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu.
İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi
Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy,
cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize
de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams
çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını
kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine
dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri
idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş
adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı.
Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve
sonsuz bir ihsândı.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu
rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği
gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü
nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra,
1888 (H.1305)'de tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. Ancak
Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden sonrakiler ilk asırdakilere benzer
olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun olanlar,
Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de
mezun sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm
hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî
tarîkatlerinden de icâzet aldı.
Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen
Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî faâliyetleri oldu.
Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:
Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı
olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut
kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin
yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o
medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim.
Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O civarda
medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki
memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle
bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yetişen ilim
adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan getirtiyordum.
Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip
onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet,
sancak ve kaza merkezlerinde müftî olarak vazîfelendirilirdi.
İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek
evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri
sâyesinde Sünnîlikte devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma
bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında
hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye gelip Peygamber
efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi
isimli eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek
Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş,
son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan
Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sâhibidir.
Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek
Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an
müsâde var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25
yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer
Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü
şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:
"Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle
dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah
efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu
bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi
cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.
Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı
sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek iltifatlarına mazhar
oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri
kendisine:
"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri
tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî
tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik
yüksek yolundan da icâzet verdim." buyurdular.
Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci
haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar
başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında
Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir
taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine
kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir:
Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların
mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle
yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı
sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan
başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti
ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve
imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik.
Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından
hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük.
Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle
yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu
göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele
geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından
beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere
Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı.
Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın
ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli
silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede
bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç
topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri
ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve
kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor,
kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde
muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve
kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar
hicrette mahv ve perişan oldular.
Bizimle beraber yirmi dokuz köyün
ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne
geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci
gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde
Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk.
Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim
Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız
gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve
erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının
dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş
bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine
göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık
daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.
Burada on sekiz ay kadar oturduktan
sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk
sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden
râzı olsun.
Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan
edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek
şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha
sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve
sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli
hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile
Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim
darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin
Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri
Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi
tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı
Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile
orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile
geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha
sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve
vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan
Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi
(ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli
câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak İslâmiyeti
yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde
ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları,
fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya
gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır,
sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi.
Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok
mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm
âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak
sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o büyüklerin yazılarını
anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki
kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok
sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi
hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgâl altında bulunduğu ve
kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde
vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir
bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan
sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya
gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten
sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor.
Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için
duâ etmenizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım
etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik
etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya
gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han,
Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret
edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen
devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını
hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu
odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu.
Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini
tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim
ismim Abdülhakîm'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol
açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret
sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli
hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler.
Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki
mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler
ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki
tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyâsete hiç
karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı.
Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak
sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları
kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı." demiştir. Bu
muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh tipine âit
teşhislerin en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz davranır,
konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi,
yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslâmiyete
ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki
âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır
ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya
yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını
söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı
altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. "İstikâmet
yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin
üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı
büyük velîden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.
Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan
bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa
olsun mutlaka namaz kılın." buyururdu.
Yine buyurdu: "Bir vakit namazımı
kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."
Talebelerinden birisi edeb hakkında
sorduğunda;
"Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu
taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir."
buyurdu.
Talebelerinden birisi dünyâ
sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra;
"Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse
neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye mâliktir." buyurdu.
Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında
İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek;
"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin
olmak için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı
bulabilir." buyurdu.
Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût
içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din
bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına
tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından sonra;
"Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın."
deyince, o da cevâben:
"Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de
kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!" buyurdu.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi
anlatır:
Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve
Fârisî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni
Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi
olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı.
Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç
bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan
da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihâyet
kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle
gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan
biriydim. Seyyid Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve
talebelerime:
"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce,
tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim
kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan
yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergâhın mescidinde namaz
kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imâm yaptılar.
Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa
şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza
hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya
koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semâverin
etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar
bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin,
deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı.
Şimdi dağılmış."
Yine Şakir Efendi naklediyor:
İzmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına
on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi. Anne ve baba
çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun
huzûruna duâ etmesi için getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini
öptü. Abdülhakîm Efendi hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve;
"Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden cevap verdi: "Ahmed!"
Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç
gözyaşları döktüler.
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz
dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum.
Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere,
bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz
dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi
vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?"
dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını
unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim.
"Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun
üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman
hatırlayabildim.
Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken
konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz, eve gidip,
çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse,
bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım,
desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın." buyurdu. Vâzı
dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye
geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış,
kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan
düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm
Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten
kurtuldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar
hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey şöyle
antalır:
Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile
Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık. Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i
Ensârî'nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda,
yanyana diz üstünde oturduk. "Yanıma sokul, gözlerini kapa." buyurdu.
Gözlerimi kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta
duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek
sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben
işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gözünü aç." dedi. Açtım. İkimiz
sandukanın yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu.
"Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben hayatta iken kimseye söyleme." dedi.
Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben,
bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünyâ
Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi
huzûrlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında
yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini
sevenlerden bir zât... Harbe sürüklenmek mecbûriyetimizi riyâzî bir
vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra
buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde olduğu
gibi pahalılık olmasa, vesîka usûlü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu.
Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd
Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes
harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse vesîka usûlünü beklemezken
"O olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.
Fâruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o
zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir
zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye dar attık.
Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a
götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen
hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir rum doktor erken bunama
teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki çocuğumu,
büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede
kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar.
Sâdece; "Mahzûnum, mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle
ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadığı maddî ve
mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar
DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi,
birâderzâdeleri olan Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini
medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden iyidir." derdi. Kabri,
Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır.
Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele
felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın âşikâr olduğu
yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o
esnâda bu mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük
bir kerâmetti, anlayamadık demişlerdir.
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular
ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner."
Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap
kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver." buyurdular. Eve
gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye,
birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm.
"Tâhir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest
aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım.
Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup,
celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım.
Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye
etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde
olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine
gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar
ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap
okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ
Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye
geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin huzûrunda idim. Gene Ziyâ
Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim
kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz,
boşuna emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman
oldum.
Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum.
Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta
yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet
buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni
kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçed yalnız oturuyorlardı.
Selåâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne
ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim.
"Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları
farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de,
manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki,
farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot,
gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar.
"Kusurumu bağışlayın efendim." dedim.
Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye
tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ Rabbî!
Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah
sakallı birisi zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve;
"Böyle git, şehre varırsın!" buyurur. Genç, o gaybdan gelip kendisine
yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra, Bâyezîd
Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden
tanıyacağım diye düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm
Efendinin yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdülhakîm Efendi;
"Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına hafifçe
söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini
candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden eczacılığı seçmesini
istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi
ise onun Eczacılığa geçme isteğine şiddetle karşı çıkarlardı. Böyle bir
şeye teşebbüs ettiği takdirde haklarını helâl etmeyeceklerini
bildirdiler. Genç büyük bir üzüntü içerisinde Fâtih Câmii avlusuna
geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi. Bir tarafta annesi diğer
tarafta ise canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir
düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk kişiyle istişâre etmeye karar
verdi. Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına yaklaşarak;
"Efendim size bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi
dinliyorum demesi üzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi
bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar. Annem ve teyzem ise şiddetle
karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini söylediler. Ne yapayım?"
O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım senin hocan
öyle bir kimsedir ki, bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü tut!"
dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha
sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi hazretlerinin
talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi. Hocasının bereketi ile daha
sonra anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey
anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye
göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba
neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene
sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar
ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların
gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.
Buyurdular ki:
Kur'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun
geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.
Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir.
Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı ile değildir. İlâhî
hikmet öyle gerektiriyor demektir.
Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen
söylemez, söyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.
Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne
düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette,
huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler,
İslâmiyetin içindedir.
Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim
bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez.
Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın
hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın ihsânıdır.
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz
yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle İslâmın vekârını,
kıymetini gösteriniz.
Gördüğünüz her musîbet ve felâket,
kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın,
sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.
Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster
sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve
doğru onun dilediğidir.
Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile
tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.
Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı
bir riyâ içindedirler.
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
İlim cehli izale eder, yok eder,
ahmaklığı değil.
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi,
îmân eksikliğidir.
Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden
yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve
Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları, bunların iftirâlarına
sebeb oldu. Bunların tahriki ile Eylül 1943'te tutuklanarak
İstanbul'dan İzmir'e götürüldü. Bir müddet Meserret otelinde sonra bir
evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa'ya nakli
veya İstanbul'a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her
defâsında red cevâbını aldılar. Nihâyet Ankara'ya nakline müsâde çıktı.
Bu karar üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı Velî civârında, biraderinin
oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler. Bu sırada hasta olduklarından
Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım
1943 (H.1362)'te vefât ettiler. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.
Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu
sebeple yakınları mübarek nâşın İstanbul'a nakli için resmî makamlara
başvurdular. Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları içinde
ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden herkes eli
kolu bağlı mahzun ve üzgün bir durumda bulunuyordu. Çünkü kendileri bu
mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı.
O sırada evin ahşap kapısı çalındı.
Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak sakallı bir adam:
"Ankara civârında Bağlum isimli bir köy
vardır. Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır." dedikten
sonra dönüp gitti. Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır
oldu ve ortadan kayboldu.
Keçiören'de dâmâdı İbrâhim Arvas Beyin
evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten sonra Ankara'nın
kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi.
Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye
sorulunca; "Babam Hilmi'yi çok severdi. Onun sesini iyi tanır.
Telkinini Hilmi versin." buyurdu. Böylece telkin vermek ve kabr-i
şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.
Ağlasın kan ağlasın her müslüman
Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân
Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.
Zâtına mevdu' idi sırr-ı nihân.
Bağlum nâhiyesi eskiden beri sel, yağmur,
dolu gibi âfetlerin eksik olmadığı bir yerdi. Ancak Bağlum halkı Seyyid
Abdülhâkim Arvâsî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hiç âfet
görmediklerini beyan etmişlerdir.
Seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i
Kiram ve İslam Hukuku Erriyâz-ut-Tesavvufiyye isimli eserleri
mevcuttur. Ayrıca talebelerine gönderdiği risâle büyüklüğünde pek çok
mektupları vardır. Arabi, Farisi ve Türkçe şiirler yazmıştır.
Abdülhakim Efendi'nin üç oğlu ve iki kızı
vardı. Oğullarından Enver Bey hicret esnasında 1918'de Eskişehir'de
vefat etti. İkinci oğlu faziletli Ahmed Mekki ÜçışıkEfendi İstanbul'da
Kadıköy müftiliğinde bulunmuştur. 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup
kabri Bağlum kabristanındadır. üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul
belediyesinde uzun seneler çalışmış, doğruluğu, çalışkanlığı, güzel
ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır. 1979'da vefat
etti. Kabri Bağlum'dadır.
Kızlarından Şefia Hanım da hicret
sırasında Musul'da vefat etmiştir. Diğer kızı Mâide hanım hayattadır.
(1992)
NİÇİN OKUTMUŞ?
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyâretlerine gitmiştim.
Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve;
"Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış
okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı
düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok
ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme ettiler. Bir
daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım.
Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için,
Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve
bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakîm
Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme
ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan
çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür
ağladım.